Kitabı oku: «Türk-Moğol Mitolojisi», sayfa 3
Mitik uzam, yatay cihette dünya ırmağı şeklindedir. Irmağın başında türlü ruhlar, ortasında insanoğlu, aşağısında ise ölüm iyeleri yerleşmiştir. Örneğin ırmağın başından peri kızının altın saçı akıp gelir ve orta âlemdeki masal kahramanı onu alıp, takip ederek sefere çıkar. Peri kızıyla evlenip olağanüstü bahadır kahramanı dünyaya getir. Bu su ayağı – kurdım [Su ayağı kumlu yer], su ayağı-er Korkıt [Su ayağı Er Korkut] kavramları, aşağı dünyanın ecelin mekânı olduğunu ima etmektedir. Bu mitolojik kahramanlar (daha sonraları olağanüstü masalın kahramanları, baksılar) mekândan mekâna, zamandan zamana engelsiz bir şekilde geçmektedir.
Genel olarak engeli yok etme, sınırları kaldırma, ölçülere sığmama, mitolojik düşüncenin temel özelliğidir. Bu şekilde gerçekleşen mekân ve zamanın kavuşmasına bilim dünyasında mitolojik kronotop adı verilir.
Bununla birlikte mitolojik mekân; yatay şekilde, kozmos ağacına güneşin doğudan düşmesine göre yönlere bölünüp dört taraf sekiz köşeye (Moğolca dörvön zug nayman zovhis) ayrılmaktadır.
Mitolojik Düşünce: İlk cemiyet insanının kolektif bilinç durumundaki düşünce usulü (Durkheim) düşüncenin özel bir şeklidir. İlk cemiyet insanı; nesne ile onun önemini, nesnenin adı ile onun anlamını, özel ile geneli ayıramamıştır. Bu mitolojik düşünce devri bütün insanoğlunun başından geçip tamamlandığında yani mitolojik düşünce rasyonel, matematiksel, felsefî kavramaya yol verdiğinde eski düşünce; insanın bilinçaltında ilk suret, arketip, sembol, alternatif-denkleştirme şeklinde devam etmiştir. Mitolojik düşünce bu sebeple sanatın, edebiyatın, felsefenin senkretik ocağı olmuştur.
Mitolojik düşüncenin amacı; âlemin biçimi ile yüzünü ve bütün dış görünüşünü tasvir etme, kalıplaştırma, örnek verme, uçsuz bucaksız kozmosu anlamlandırma, yaratılışın sebebini açıklamaktır. Mitolojik düşünceye göre bilinçte ortaya çıkan dünya sistemi kutsal bir manaya sahiptir, bu eski insanın dünyasında tasvir edilen epik kozmostur. Âlemin ve insanın yaratılış tarihini anlatmak, onu açıklamaktır. Bu sebeple de mit çok düşündürücü, açıklayıcı, sebeplere bağlı, etiyolojiktir. Bütün mitin doğası etiyolojiktir. Araştırmacılar bilhassa hayvanlar ile bitkilerin ortaya çıkışını anlatan sıradan mitleri etiyolojik tür içinde değerlendirmeye almışlardır (“Tavşanın dudağı niçin yarıktır?”, “Kırlangıcın kuyruğu neden çataldır?”, “Bıldırcının kuyruğu niçin kısadır?”, “Devenin niçin boynuzu yok, neden kuyruğu kısadır?”, “Yarasa niçin gece uçar?” gibi).
Mitolojik düşünce, uçsuz bucaksız âlemi değerlendirmek için ikili karşıtlık (karı-koca çekişmesi) yapısından faydalanır. Bütün iyilik ve kötülük kavramlarının özelliğini, niteliğinin anlamını bu bilimsel araç (Levi Straus) üzerinden ayıklar, elekten geçirir, süzer. Örneğin yukarı-aşağı, insani-gayriinsani, iyilik-zulüm, tatlı-acı, helal-haram, katı-yumuşak, az-çok, uzun-kısa… Mesela, “Devenin boyuna güvenip takvim dışında kalışı” şeklindeki Türk-Moğol mitinde çöldeki en büyük hayvan deve ile en küçük mahluk sıçan çekişir (büyük-küçük). Masalda rüzgârın uçurup getirdiği deve elmasını azık eden şeklinde anlatılan saf deve, bu küçük fındık faresine yenilir (saf-bön). Mit folklor poetikası güçsüzü korur, kollar. Burada da fil gibi güçlü olan deve, bu sistem gereğince zayıf fareye yenilir. (güçlü-zayıf). Mit için hepsi anlamlıdır. Karşılaşılan olayın neticesi ay gibi açık, gün gibi gerçektir. Mitte çözülmemiş, düzene sokulmamış, anlamsız probleme hiçbir zaman yer yoktur. Günümüzdeki gerçekliğin hepsi eski zamanda kalıplaşmış, yerleşmiş, iş-hareketin son düğümü olarak verilmektedir. Mitin açıklayıcı oluşu da bundandır. Mitin eski gelenekler ve âdetlere yerleştirici, denetleyici, koruyucu hizmeti de bu sebeplerle ilişkili olarak daha sonraki döneme kadar devam edip ata babaların emanetini yeni nesle ulaştıran bir güce dönüşür. Mit paradigmatik bakış açısından yani mitolojik sistem şeklinde gelenekle birlikte sentagmada gelenekten ayrı metin şeklinde de yaşayabilir.
Karşılaşılan eski gelenek yerine getirilirken günümüz insanı mitolojik devirle yüz yüze gelir, buluşur, o anda mitolojik enerjiden güç alan imkânlara sahip olur. Demek ki örf âdet icra edilirken şimdiki tarihî zaman, mitolojik ilk sıfır zamanı, uzamdaki özel alanın üçü belirli bir durumda kesişir; uygun hâle getirilir. Bu şekilde mit tam bugün ömür sürerek “eski gerçekliğe” dönüşüp o dönemdeki uzam ve insanın günlük yaşamına karışabilir.
Örneğin ülkesini tanıma amacındaki seyyah Güney Kazakistan’daki Ukaşa Ata Kuyusu’ndan kovayla su çekip büyü yaptı desek “Evliya, kuyusunun suyunu günahsız adama buyurdu.” şeklindeki inanca göre günümüzdeki adam mitolojik devirdeki Evliya Ukaşa Ata önünde sınavdan geçirilir. Geçmişten ders alıp kutsalların izlerinin kaldığı coğrafî mekânda manevî arınmaya adım atabilir. Bir kez daha söyleyelim ki herhangi bir hastayı halk hekimi tedavi ederken büyüsel söz “Benim kolum değil peygamberin kolu, benim kolum değil Bibi Betima’nın koludur.” ifadesini söyleyerek büyüsel harekete başlar. Tam o anda halk hekimi ile hasta, peygamberlerin kutsal devriyle şuur noktasında buluşup halk hekimi kendi ilmine psikolojik-ruhanî yardım alabilir.
Sonuç olarak mit eski dönemdeki ilkel insanın saf soruları ve basit cevapları değildir. İnsanoğlunun akıl ve düşüncesinin kalıplaşmasına temel taş olan felsefe, sanat ve edebiyatın özel başlangıcında duran özel bir ruhanî sistem; insan ile toplumun, toplum ile tabiatın ilişkilerini düzenleyen mekânik bir sistem olarak tanımlanabilir.
Biz bu araştırmamızda mitleri şu türlere ve düzene sokup araştıracağız: Etiyolojik Mitler a. Hayvanlar ve bitkilerin yaratılışı hakkında mitler, b. Coğrafi nesnelerin ortaya çıkışı hakkında mitler. Medeniyetin ortaya çıkışı hakkında mitler a. Müzik aletleri ile sanatın ortaya çıkışı, b. Medenî nesnelerin ortaya çıkışı hakkında mitler. Kozmogoni mitleri a. Antropogoni mitleri, b. Âlemin yaratılışı hakkında mitler, c. Gök cisimleri ve tabiat olayları hakkında mitler. Kiyizüy: Kurulumu, mitolojik manası
BÖLÜM I
ETİYOLOJİK MİTLERİN TİPOLOJİSİ
BİRİNCİ BÖLÜM
ETİYOLOJİK MİTLERİN TİPOLOJİSİ
1.1. Hayvanlar ve Bitkilerin Yaratılışı Hakkında Mitler
Genel özellik: Mitolojinin deve dişi konularından sadece biri, kaostan kozmosun yaratılması (kaos-kozmos)’dır. Burada çok eski tarih, daha açık bir şekilde söylenirse özel kahramanların hareket ettiği kutsal tarih beyan edilmektedir.
Mitlerde eski dönemin yaratıcılığı anlatılıyor olmakla birlikte sadece tek bir mit türünde yani eskatoloji mitlerinde geleceğin yorumlandığı, onlarda yaratıcılık değil tam tersine yıkıcılık hakkında söz söylendiği doğrudur. Bütün mitlerde tüm alemin kaostan kozmosa dönüşmesi anlatılıyorsa da sadece eskatoloji mitlerinde kaosa geri dönüş yani kıyamet anlatılmaktadır (kozmos « kaos). Bununla birlikte mit kaostan kozmosun oluşumunu öyle sıradan bir şekilde aktarmaz, kaostan kalan kalıntılara yani kozmosu yıkabilecek güçlere karşı da mücadele yürütür.
Mitte her daim geçmiş zaman anlatılır fakat günümüzdeki hayatın açıklanmasına, bunun üzerinden gelecekte olacakları düşünmeye de imkân verir. Bu nedenle mitte, geçmiş zaman şimdiki zaman ve gelecek zaman kesişir (Strauss, 1983: 186). Bu tür aşırı açıklayıcıdır çünkü o eski zamanlarda (mitik devirde) ataların kurduğu düzen ve tertibi, ahenk ve örnekleri koruyucu; biraz da yerleştiricidir. Onun metinleri bu değerleri doğrulamakta, kuvvetlendirmekte, kurallaştırmakta, inandırmakta, bu amaçla açıklamaktadır. Demek ki mitin etiyolojik oluşu bundan kaynaklanmaktadır.
Doğrusunu söylemek gerekirse mitoloji metninin temel amacı bütün âlemin kusursuz yüzünün yaratılması, sembolleştirilmesi, betimlenmesidir. Bunda ilkel görünüş ayrı bir manaya sahiptir. Gündelik hayatta gözümüzün gördüğü bütün hayatın gelişmesinin, ilk doğumun örneği özel mitik zamanda yaratılmış; peyda olmuş denilerek övülmekte ve günümüzün sıradan hayatı bu ilk özel örneğin tekrar edilmesi, taklit edilmesi şeklinde açıklanmaktadır. Bu kutsal suretler ile semboller kavmin gelişmesinin ve hayat sürmesinin aynası, garantisi, kilididir. Temelden alırsak mitoloji, bu uçsuz bucaksız hizmetinin sonunda bir kavim mensubunun yani insanın ortama uyum sağlamasına, doğa güçlerine uyum göstermesine açık bir şekilde yön gösterecek âlemin geleneksel şemasını sağlamlaştırıp bunun sonucunda uçsuz bucaksız kozmosa evrensel sınıflandırma yapılmasını sağlar.
Elbette âlemin nitelik olarak kuruluşunu bir sözle söyleyecek olursak mana ve mazmununu belirlemek için mitolojik idrak iki parçalı sistemini yaratıp ona dayanır, ona güvenir. Bu; iyilik ve kötülük adlandırmasını tam olarak ayıracak, bölecek, belirleyecek değişmez bir elek ve süzektir. Mitolojik idrak bu mantıksal araç aracılığıyla uçsuz bucaksız kozmosa değer vermektedir. Kısacası, ikili çekişmenin yardımıyla âlemin özellikleri (mekân, zaman, sosyal, nicelik, nitelik vd.) tamamıyla betimlenmektedir.
Uluslararası mitolojide kapsayıcı konu-tema da tarihî-tipolojik bakışa uygun bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Mitin doğasını tanımak için konuları karşılaştırmanın değil, onun merkezinde yatan zıt kavramları denkleştirip yapısal-semiyotik inceleme yapmanın değerli olduğu bilim dünyasında anlaşılmıştır (Şahnoviç, 1971; Stebleva, 1971; Tarner, 1983; Bayburin, 1983; Levi-Strauss 1983; Jukovskaya, 1983; Eliade, 1996; Neklyudov; Apinyan, 2005).
Yabanî hayvanların-kuşların ortaya çıkışı: Folklor araştırmalarında çok açıklayıcı olarak betimlenen etiyolojik mitlerin bir grubuna hayvan ve kuşların ortaya çıkışı hakkındaki anlatmalar girer. Bu mitlerde hayvan-kuşların ilk yaratılışları ile onların bazı uzuvlarının özellikleri açıklanmaktadır.
S.A. Kaskabasov şöyle der: “Burada dikkat çekici bir durum var: Sadece hayvanlar hakkındaki mitler etiyolojik değil, temel olarak ele alındığında mitin bütün örnekleri etiyolojiktir yani bir sebebi ortaya koymaktadır. Yalnız hayvanlar hakkındaki mitler çok açıklayıcıdır. Burada ‘Neden?’ sorusu sorulup mitin konusu da buna cevap verecek şekilde kurgulanmaktadır. Örneğin, ‘Kırlangıcın kuyruğu neden çatal?’, ‘Bıldırcının kuyruğu neden kısa?’, ‘Tavşanın dudağı neden yarık?’ gibi. Doğrusu bu mitler kendilerine özel niteliklerini bir zamanlar kaybetmiştir ve bu nedenle artık bunların çoğu masal olarak kabul edilmektedir. Tabii ki bunların bize ulaşan türünün masal olması mümkün fakat konunun temeline bakacak olursak onların başlangıçta mit olduğu açık bir şekilde sezilmektedir. Sonraki zamanlarda kutsal özelliği kaybolduktan sonra onlar iki hayvanın ya da böceğin çekişmesi hakkında komik bir anlatıya sonunda da masala dönüşmüş.” (Kaskabasov 1984: 78-79)
Kazak ve Moğollarda hayvanların yaratılışı hakkındaki konuları mazmunları ve tarihî-evresel özelliklerine göre iki gruba ayırmak mümkündür:
1. Bir hayvanın yaratılışı ile onun uzuvlarının, ömrünün özelliklerini açıklayan mitler.
2. İnsanların, kargışı veya başka sebeplerle hayvana dönüşmesi (dönüşme konusuna göre).
Hayvanların yaratılışı ve onun organlarının özellikleri hakkındaki konular mitolojik bilincin en eski dönemini içeren eserlerdir. Çünkü bu konularda ruh ve tabiat birlikte; çok ile az, ölü ile diri, tek ve toplu birbirinden ayrı değil birbirine benzer şekildedir. Farklı iki hayvanın birlikte karışık bir şekilde hayat sürdüğü anlatılmaktadır. Meselenin böyle oluşu mitolojik bilincin en eski işaretleri ve yeni yavrunun özelliği olarak bilim dünyasında ortaya koyulmuştur.
Kadim zamanda ortaya çıkan bu konular Türk-Moğol halklarında bir kanaldan başlayıp günümüze kadar temelde sahip olduğu ortak kalıpta ulaşmıştır.
İlk gruba giren ve herhangi bir hayvanın ilk kez yaratılışı ile onun organlarının, ömrünün özelliklerini açıklayan mitlerle başka türlerdeki mitler karşılaştırıldığında iki halkta da benzer sonuçlara ulaşılır. Onların dikkate değer bir farkı yoktur. Düşüncelerimizi delillendirmek için metinler inceleyelim: “At nasıl insan bineğine dönüşmüş?” (KHE1, 1988: 171-172). Öncelikle Moğol metnini verelim:
“At henüz insan için bineğe dönüşmediği vahşi döneminde kırda yayılıp geziyormuş. Sonra bir gün geyikler atın otlağını ezip otlarını yemişler. At sinirlenip onları kovmakla başa çıkamamış. Sonra ‘Öcümü nasıl alırım?’ diye insana akıl sormuş. İnsan “Benim taktığım gemi çekmeye dayanabilecek sabrın varsa öcünü ben alayım.” der. Sonunda at bunu kabul edip başına dizgin, üstüne eyer takımı koydurup insanın bineğine dönüşmüş. İnsan ise o günden beri geyiği avlarmış (Tserensodnom, 1989: 85-86).
Moğollarda ata, otlağını geri alabilmesi için bir şart koşulur ve ustanın eseri olan gemden bahsedilir. Kazaklarda ise insan kendisinin yaya olduğunu ata anlatır. Metinde başka bir farklılık yoktur. Mitte insanın avcılık, sonra da hayvancılık mesleğini öğrendiği zamanın işlendiği görülmektedir. İnsan avcılık döneminde ilk önce geyiği avlamış, attan da binek olarak faydalanmıştır. Daha sonraki zamanlarda geyik ormandaki avcı halkların payına kalır, at göçerler medeniyetinin temel direğine dönüşür. Elbette bu gerçeklik mitin güzellik anlayışına uygun bir şekilde işlenmektedir. Burada ikili karşıtlık kuralına uygun olarak aşağıdaki zıtlıklar birbirine karşı koymaktadır: geyik-at, av-hayvan, orman-kır, tabiat-insan, avcılık-hayvancılık. Temelden alırsak mitte çiftçiliğin yeni objesi ortaya çıkmakta bir de atın insan tarafından ehlîleştirilmesi zamanı betimlenmektedir. Mit, geyiğin av şeklinde ormanda kalıp atın ise ehil hayvana dönüşmesinin sebebini açıklamaktadır. Kazak varyantı şu şekilde sona ermektedir: “At insanın söylediğine inandı. Böylece o günden beri at insanın hizmetindedir. İşi bittikten sonra insan serbest bırakırsa dağ arasındaki meraya varıp yatar, yuvarlanır, gezermiş. Geyik insanla dost olan atın gölgesine girmeyip orman arasında, dağ içinde yerleşip uzaklarda gezermiş.”
Bu konu hakkında V. Ya. Propp “Biz, ekonominin yeni şeklinin ona karşılık gelen düşünce şeklini hemen kurmadığını görüyoruz. Yeni şeklin eski düşünceyle ihtilafa düştüğü bir dönem vardır. Ekonominin yeni şekli yeni suretleri getirmektedir.” der. (Propp 1986: 169-170). Bununla birlikte geyik ile atı deveyle denk tutan metinler de vardır. Bu “Deve su içerken neden arkasına bakar?” adlı metindir. Bu metin Moğollarda “Neden devenin boynuzu yok, kuyruğu kısa?” şeklinde adlandırılmaktadır (Bennigsen 1912: 19-20; 45: 86-87). Bu örnek iki halkta da aynı şekilde bulunmaktadır. Kazak nüshası şu şekildedir:
“Geçmişte devenin on iki kolu, güzel boynuzu, canlı uzun bir kuyruğu varmış. Bir gün su içmek için nehre gelip güzel vücudunu seyredip sevinirken geyik “Deve dostum bana bir günlüğüne boynuzunu ver, ben süslenip toya varayım.” demiş. Deve boynuzunu geyiğe vermiş. O zaman geyikle karşılaşan at da gelip deveden pek güzel kuyruğunu istemiş. Deve, onun da kalbini kırmayıp isteğini kabul etmiş. Fakat o günden beri epeyce zaman geçmiş, devenin boynuzunu ve kuyruğunu hiç kimse getirip vermemiş. Deve geyiğe uğrayıp boynuzunu istese geyik “Senin kuyruğun uzayıp yere değdiğinde veririm.” deyip alay etmiş. Geyiğin boynuzunun her yıl düşmesi başkasının oluşundandır. Devenin su içerken ardına bakması acaba kuyruğumu, boynuzumu birileri verir mi diye ümitlenmesindendir. Atın deveyi gördüğünde bırrr etmesi, “Kuyruğunun davasını güdüyor mu?” diye düşünüp korkmasındandır.
Bu konuda hayvanların karakterleri, hareketleri, alışkanlıkları, organlarının özelliği birbiriyle sıkı ilişki içerisinde açıklanmaktadır. Elbette mitik bilincin “tek ve geneli”, “bütün ile parçayı” daima birlikte, kendi ihtiyaçlarına cevap verecek şekle soktuğu fark edilmektedir. Daha açık bir şekilde ifade edersek geyik, deve ve atın ilk yaratıldıkları dönemde üçünün başka organlarının birbirine geçişi eski düşünceye özgü bir durumdur. Genellikle burada saf ve çirkin deve karşısına güzel ve dikkatli geyik ile güzel ve akıllı at koyulmaktadır. Devenin vücudunun dengesiz oluşu “Deveyi görünce at neden titriyor?” adındaki başka bir anlatının da merkezine oturmaktadır. Kazak metni şu şekildedir:
“Eskiden at güneşe bakıp şöyle dermiş:
– Ey, bütün canlılara hayat veren gönlü yüce güneş, halk bana hayvanların arasındaki en güzellerden biri diyor. Böyle olduğunu ben de hissediyorum. Yine de bazı uzuvlarım daha güzel olabilirdi diye düşünüyorum.
– Öyleyse nerenin düzeltilmesini düşünüyorsun? diye sorar güneş gülümseyerek.
– Eğer, der at, baldırlarım bundan daha uzun ve ince olsa ben gerçekten önüne kimseyi geçirmeyen iyi bir at olurdum. Boynum kuğunun boynu gibi uzun olsa bu durum bana daha da bir güzellik verirdi. Göğsüm biraz yassılaşsa, şimdikinden daha dikkate değer olurdum. Bunun dışında üstüne insanı oturtup yürütebilmek için sırtımda sonsuza kadar kalacak eğer olsa yakışırdı…
Güneş keyifle “Tamam dediğin gibi olsun, biraz bekle.” der.
Bunu söyledikten sonra güneş yere deveyi indirir. Vücudu devasa büyüklükte, fark edilir bir şekle sahip hayvanı gören at hem korktuğundan hem de tiksindiğinden titreyiverir.
– “İşte senin söylediğin gibi uzun ve ince ayak, kuğudan daha uzun boyun, yassı gövde, eyeri de hazır. Nasıl, sen de böyle mi olmak istiyorsun?” diye sorar güneş.
– Hayır hayır…, dedi dili dolanıp.
Güneş, ata “ Öyleyse yoluna yürü, sana sende olan da yeter. Herkes kendi özelliklerine saygı göstermeli.” der.
Bundan beri yeryüzünde deve de yaşamaya başlamış. At ise deveyi her gördüğünde vücudu bırr edip titrermiş (KHE 1988: 172).
Konunun kendisine Ukrayna’da da rastlanmaktadır (Barag vd, 1979: 216).
Bu mitin Moğol varyantında Tanrı ile Erlik iddialaşmaktadır. Tanrı atı yaratırken onu geçmek amacıyla Erlik deveyi yaratır. Sonunda deve, şekli itibariyle ölçüsüz bir hayvan olur. (Tserensodnom, 1989: 86). Bu metin, Türk-Moğol mitolojisinde karşılaşılan iki kahramanın yani yaratıcı kahraman Tanrı ile onun rakibi aldatıcı kahraman Erlik’in mücadelesini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kazaklarda güneşin yaratıcı kahraman görevini üstlenmiş olması da eski bilincin habercisidir. S.A. Kaskabasov ruh-iyelik mitolojinin sorunlarına ayırdığı araştırmasında Afrika’nın eski kabilelerinin eski anlatmalarını inceleyip güneş suretinin dünya görüşündeki evrensel aşaması hakkında şunları söyler: “Bu mitte insanları günahları için hayvana dönüştüren güç güneştir. O; yaratıcı kahraman, dünyayı yaratan ve yöneten olarak değerlendirilmektedir. Bu kahraman daha sonraki dönemlerin mitolojisinde güneşin kendisi değil onun sahibi, daha sonra da Tanrı’sı olarak değişir.” (Kaskabasov, 2002: 312). Durum böyle ise Kazakların söz konusu mitindeki güneş sureti, onun yerine getirdiği görev dikkate alındığında en eski bilinç aşamasından haber vermektedir. İşte başlangıçta Tanrı ile aynı işi yaparak ona yoldaş olan ancak daha sonra Tanrı’nın karşısında bir rakibe dönüşen, en sonunda da kovulup yer altı dünyasının sahibi olan Moğollardaki aldatıcı kahraman Erlik de Türk-Moğol manevi dünyasındaki eski surettir. Genel olarak Türk-Moğol mitolojisi deveyi öteki dünyadan bir varlık gibi daha kesin ifadeyle söylemek gerekirse baksı, evliya gibi cinlerle şeytanlarla ilişkili olarak tasvir etmektedir. Meseleye Şamanizm’de devenin (buğra) önemli bir sembolik görev üstlenmiş olması da ihtimal dâhilinde tutulup bakmak gerekir. Örneğin, Buryatlarda “Deve büyük bir baksı kadındır. O, Tanrı Burhan’ı korkutmak isteyip bir gün göğsünü kesip arkasına bağlayıp gelir. Tanrı buna sinirlenip onu bu şekliyle deveye dönüştürmüş.” şeklinde bir anlatı mevcuttur (Hangalov, 1960: 25-26). Kısacası Buryat anlatısında Budizm düşüncesi “beddua edilmiş” diyerek devenin vücuduna kusur isnat etmiştir.
Türk-Moğol halklarında karşılaşılan “Deve neden takvimde yer almamıştır?” konulu metinde saf deve fareyle karşı karşıya getirilmektedir. Bozkırda karşılaşılan en büyük hayvan olan deve ile en küçük hayvan olan fare burada çekişmektedir (Tserensodnom, 1989: 88, 35-36, 59-60). Fakat büyük hayvan deveyi Kazak ve Moğollarda on iki hayvanlı takvim dışında bırakmayan efsane de vardır. Buna göre takvimde yer alan hayvanlar toplanıp devenin organlarını paylaşmışlar. Gerçekten de devenin kulağı fareninki, toynağı sığırınki, gövdesi parsınki, dudağı tavşanınki, boynu yılanınki, yele ve boyun altı tüyleri atın yelesi, yünü koyununki, kalçası maymununki, tepesi tavuğunki, bacakları köpeğinki, kuyruğu domuzunki gibi değil mi! (İskakov, 1980: 283-284). Bu durum Kazak bilmecelerinde şu şekilde yer almaktadır: “Şiirin uzunu var kısası var, sözün de söyleyecek ustası var. Gözümün karası sen bilmesen de ben söyleyeyim, devede on iki yılın taslağı var. Cevabı ise kulağı fare, toynağı sığır, dizi pars, dudağı tavşan, diz çöküşü ejder, gözü yılan, tepesi at, dişi koyun, yünü maymun, boynu tavuk, ayak tabanı köpek, kuyruğu domuz.” (Janpeyisov, 2005: 8).
Moğol varyantında devenin on iki hayvana denk düşen organlarının özellikleri şu şekildedir:
1. Pars ayaklı. 2. Koyun dudaklı. 3. Ejderha boyunlu. 4. Yılan gözlü. 5. At başlı. 6. Koyun karakterli. 7. Maymun hörgüçlü. 8. Tavuk perçemli. 9. İt dişli. 10. Domuz kuyruklu. 11. Fare kulaklı. 12. Sığır karınlı (Potanin, 1893: 342; 45: 88; Sampildendev, 1984: 44-45).
Bu metinde de parça ile bütünü ve yalnız ile geneli eklemleme, bağlama kısacası mitin poetik şartları ortaya çıkmaktadır. Bununla takvime giren on iki hayvan, büyük deveden organ almıştır. Bu on ikisi birleştirildiğinde de deve oluşmaktadır. Burada “Söz konusu halk bilgeliğine bakıldığında deve takvim dışında kalmamaktadır. Deve için yukarıda bahsedilen on iki farklı canlının derlemesi yani on iki hayvanlı takvimin yıllarının sembolik sentezi demek mümkündür. Deve yavrusunun boyunda on iki ay taşınıyor olması da bu sayıyla benzer bir kanuniliktir.” diye yazar E. Janpeyisov (Janpeyisov, 2005: 8). Müşel yani on iki hayvanlı takvim adlandırmasının özü de bu on iki ile ilişkili müşe – jıl [müşe-yıl] şeklindeki bileşik kelimeden türemiş olabilir. Kazaklarda eski zamanlarda, sevinildiğinde Ak tüyenin karını jarıldı. [Ak devenin karnı yarıldı.] diyerek devenin karnını yarıp kurban verme geleneği vardır (Velihanov 1961: 477). Dünya halklarının çok tanrılı mitolojisinde alp kahramanlar kurban verilip parçalandığı zaman uçsuz bucaksız kozmosun oluştuğu şeklinde tipolojik bir anlatı vardır (Meletinskiy, 1976: 202-204). Bu şekilde Türk-Moğollarda devenin parçalara ayrılmasından yani bütünün parçalara bölünmesinden on iki hayvanlı takvim oluşmuştur şeklinde bir ima, sırlı bir kinaye görülmektedir.
Kazaklar ve Moğollarda sık rastlanılan “Devenin cinsel organı neden geriye doğrudur?”, “Sığırın böbreği neden pürüzlüdür?” şeklindeki mitler de en başta “genel ile özel”in bölünmesinden ortaya çıkmıştır. Moğollardaki metin şu şekildedir:
“Eskiden Tanrı hayvanlara cinsel organlarını paylaştırmış. Uzun kulaklı eşek hepsinden önce haberi duyup erken varmış ve en uzun cinsel organı almış. Deve ise kibirlenip “Tanrı benim boyumun uzunluğunu onsuz da biliyor. Bana en büyük organı bırakır.” diyerek geç gitmiş. Böylece herkes kendi organını götürmüş, bir tek kır eşeğe layık kısa bir tanesi kalmış. Deve bunu görünce “Böyle bir organı alıp maskara olmaktansa bırakayım deyip öfkelenmiş, geri dönerken Tanrı ‘İster al, ister alma.’ deyip ardından fırlatmış. Organ deveye ters bakar şekilde yapışıp kalmış. Devenin organının ters olmasının sebebi bu imiş.” (Tserensodnom, 1989: 95; 21: 77).
Bu mitte “eşek-deve”, “alçakgönüllü-kibirli”, “uzun-kısa”, “düz-ters” kavramları karşılaştırılıp eşek ile devenin organlarının özelliği tasvir edilmektedir. Şimdi “Sığırın böbreği” konusunun Moğollardaki örneğini verelim:
“Eskiden Tanrı hayvanlara böbrek dağıtmış. O zaman tembel sığır yavaş hareket edip geç gelmiş. Böbrek de bitmiş. Önce gelenler iyilerini alıp gittikleri için Tanrı onlardan kalan kırıntıları karıştırıp sığıra vermiş. Bundan dolayı sığırın böbreği pürüzlü, kırıntılı, karakteri de değişken olmuş.” (Tserensodnom, 1989: 88).
Kazak varyantı da aynen bu şekildedir (Mınjanulı, 1996: 132).
Aslında Kazaklarda sığırın böbreğini yemek yasaktır. Çünkü halk “Onda helal olmayan domuzun da böbreğinden ekleme vardır.” demektedir. İşte eski dönemde totem hayvanın etinden yemek yasaklanmıştır (Propp, 1986: 155). Demek ki sığırın böbreğine belirli bir derecede kutsal kabul edilen totem hayvanın (geyik, kurt, ayı vd.) organlarının parçası da karıştırıldığı için onu yemek en başta sert bir şekilde yasaklanmış olmalı.
Tavşan hakkındaki mitte de hayvanların birbirinden, tabiattan hiç ayrılmadığı kısacası âlemin yaratıldığı dönemi görmekteyiz. Bu konu sadece Kazaklarda bulunmaktadır:
“Yeryüzündeki bütün hayvanların yaratılışı tamamlandıktan sonra tavşan yaratılmış. Bu sebeple on iki organını kendisinden önce yaratılan hayvanlardan istemiş. Tavşan dudağını deveden, kulağını eşekten, kuyruğunu keçiden, ayağını itten, diğerlerini de başkalarından almış. Hayvanların hepsine borçlu kalmış tavşan. Bunlar alacakları ister mi diyerek üzülüp kendi gölgesinden de korkar gizlenir kaçarmış. Hiçbir zaman hayvanlar yürek ile karaciğerlerini vermek istemedikleri için o, yüreğini sudan karaciğerini taştan almış. Korkak adamlara “tavşan yürek”, “su yürek” denilmesinin sebebi budur. Tavşan yavruladıktan sonra başka hayvanlar gibi yavrusunu beslemez. Üç gün sonra ilişkiyi keselim deyip bırakır gider. Tavşanın yavrusuna acımaması karaciğerinin taştan yaratılmasından dolayıdır. Genellikle akrabasına merhamet etmeyen insanlara “taş karaciğer” denilmesi bundan dolayıdır (Mınjanulı, 1996: 131-132).
Saf deve kendisinin güzel organlarını başkalarına paylaştırıp vermiş; geç doğan tavşan ise tam tersine başkalarının gerekli organlarını almış, su ile taştan da parça almış. Bilmecede bu durum şu şekilde tasvir edilmektedir:
1 Eşek kulaklı, deve dudaklı,
İt bacaklı, geyik kuyruklu.
2. Atı karnına kıstırıp,
Deveyi dudağına kıstırıp,
Eşeği kulağına kıstırıp
Kurdu at yapıp binip,
Haydi denildiğinde yürüyüveren (BS6, 2002: 76-77).
Tavşanın bu şeklinden kaynaklı değişik yapıda bir hayvan oluşu ile ilişkili farklı türde açıklamalar yaygındır. Tatarlar, onun isminin söylenilmesini yasaklamakta, onu “uzun kulak, kır tekesi, çal teke, pırıyk, kırtıy, miran” şeklinde adlandırmaktadırlar. Onlarda “tavşan” hakkında “Çal tekede boynuz yok.” şeklinde bir atasözü de vardır (Mehmutov, 2001: 28). Kazak, Moğol ve Tuvalılarda baksı tavşanın ilkbaharda eriyen kara nefes vermesi, üfürmesi konusu ortaktır (Vahatov 1983: 110; Pürev 2002: 241; Monguş, 2002: 189).
Bir başka mit grubunda hayvanların hayatı ile onların beslenme özelliklerine ilişkin etiyolojik açıklamalar yapılmakta, hayvanlar insan ile bir tutulmaktadır. Arkaik mitler genellikle toplayıcılık döneminden haber vermektedir. Örneğin; insanın niçin etobur, hayvanın niçin otobur olduğunu yani iki tür arasındaki bu farklılığın sebebini ortaya koyan mit vardır: “Geçmiş zamanda insanlar da hayvanlar gibi ot yiyorlarmış. Zamanla insanoğlunun aklı yetkinleşip hileyi öğrendikten sonra hayvanları yakalamış, onlara ait meraları sahiplenmişler. Çok ot toplayıp stok yapar hâle gelmişler. Zorluğu görüp acele eden hayvanlar yaratıcıya ricalarını bildirdiklerinde Tanrı “Artık siz otobur olun insanlar da sizleri yiyenler olsun.” diye hüküm vermiş. O zaman ilk önce koyun kabul etmiş, yaratanın elini koklamış. Keçi karşı gelmiş, bağırmış. O günden beri koyun kesilirken sessizce yatar, keçi kesildiğinde ise bağırır. Kazakların koyunun başına saygı göstermeleri ve onu pişirdikten sonra evvela burnu kesip yiyerek büyüsel bir hareket gerçekleştirmeleri, Tanrı’nın elini koklamasından ötürü kutsal olmasıyla ilgilidir. O zaman kurt “İnsan et yiyecekse ben ne yiyeceğim?” demiş. Tanrı ona “Sen kuş kirazı ye!” demiş. Kurt, “Kuş kirazı mı yiyeyim boyun mu yiyeyim?” diye tekrar edip yanılmış, oradan sıvışmış. Kurdun, kalabalık koyun sürüsüne saldırdığında onları boynundan tutup yemesi buradan kaynaklanıyormuş.”2. İşte bu mitte insanların otçul olduğu dönemin izleri vardır. Toplayıcılık ile hayvancılığın değişiminin sebepleri bu şekilde açıklanmıştır. İnsanların stok yapmaya başlamasının mülkiyetin şekillenmesine etki ettiği açıktır. Bu olayın izi de yukarıdaki mitte vardır. Aynı şekilde Kazaklarda “eskiden insanlar da hayvanlar da ot yemiş.” ifadesiyle başlayan mitler de vardır (KF 1972: 53).
Bu mitin Kazaklar arasında bir varyantı daha bulunmaktadır. “Yaratıcı dünyayı ilk yarattığında insanı da hayvanı da otobur yaratmıştır. Daha sonra insan ot yedikçe kanaat etmemiş, meranın çoğunu zapt edip hayvanları meradan sürmüş. Aç kalan hayvanlar toplanıp yaratıcı Tanrı’ya isteklerini iletmeye karar vermişler, koyun ile keçiyi de aracı göndermişler. Koyun ile keçi Tanrı’ya “Yeryüzündeki otun hepsini insan sahiplenip bizi otlatmıyor.” şeklindeki şikâyetlerini bildirmişler. Hayvanların bu isteğini yerinde gören Tanrı aracılara “Öyle ise insanoğlu bundan sonra ot yemesin, otları sizler yiyin. Fakat insanlar da sizleri yiyecek etsinler.” demiş. Bu karara koyun razı olmuş, keçi razı olmayıp dönmüş. O zaman hayvanların en kurnazı inekmiş. O sabahleyin herkes uykudayken otlağa gider, burada yayılıp karnını doyururmuş. İnsanlar otlağa gittiğinde öğle oldu deyip, dönüp yatarmış. İnek otlaktan geldiğinde aracılar da dönmüşler. Tanrı’nın emrini işittiğinde sevinen inek, tekrar otlağa gidip karanlık çökene kadar amaçsız bir şekilde yayılır; geceye kadar ağırlığını kaldıramayacak hâle geldikten sonra zorla dönermiş. Tan atana kadar karnı şişip inleyerek azap çekermiş. İnsanın dışlamasından dolayı karnı doymayan deve dolaşmış, çorak yerlerde yetişen sert otları arayıp yayılayım diyerek uzaklara gitmiş ve Tanrı’nın emrini yarım yamalak duymuş. Emre razı olmayan ve koyunun saflığına kızan keçi kesilirken bağırarak razı olmadığını gösterirmiş (KAE 2002: 18). Bu konunun sadece kurtla ilgili anlatılan varyantları Moğollarda bulunmaktadır. Böylece bu konudaki Kazak mitinin epeyce derli toplu hâle gelerek olgunlaştığı ortaya çıkmaktadır. Moğollarda kurdun yemeği hakkında tek bir anlatı ile karşılaşılmaktadır. Varyant şu şekildedir: “Eskiden Tanrı insanlar ile hayvanlara yemek paylaştırırken kurdu unutmuş. Sonra, “Sana ayrılmış bir yemek yok, yüz koyundan birini alıp ye.” demiş. Kurt çıkıp giderken yanlış anlayıp “Yüzünü öldürüp birini bırak mı dedi?!” diyerek gözden kaybolmuş. Sonra o, koyunlara saldırdığında yemese de bütün sürüyü boğup yaralayıp bırakırmış (Tserensodnom, 1989: 95).