Kitabı oku: «İnsanı Tanıma Sanatı», sayfa 4

Yazı tipi:

III. Sosyal Bir Varlık Olarak İnsan

Şimdiye dek, bireyin kişiliğini ancak bireyi kendi bağlamında gözlemlediğimizde ve onu dünyada doldurduğu özel durumu üzerinden yargıladığımızda nasıl anlayabileceğimizi göstermeye çalıştık. Burada durumdan kastımız onun evrendeki yeri ve çevresiyle hayatın sorunlarına karşı tutumudur. Bu sorunlara mesleki, iletişimle ilgili, arkadaşlarıyla bir araya gelmeye yönelik ve varlığının özünde bulunan zorluklar dahildir. Böylece, her bireyin çocukluğunun en erken dönemlerinden itibaren içine hücum eden izlenimlerin kişinin tüm hayatı boyunca takınacağı tutumları etkilediğini saptayabiliriz. Bir çocuğun doğumundan birkaç ay sonra, hayata karşı nasıl bir duruş sergilediği belirlenebilir. Bu birkaç ayın ardından, iki farklı çocuğun davranışlarını birbiriyle karıştırmak imkânsızdır. Çünkü zaten, onlar gelişim gösterdikçe daha da netleşen, sınırları belirli bir davranış örüntüsü göstermektedir. Bu davranış örüntüsünden sapmalar gerçekleşmez. Çocuğun ruhsal faaliyeti sosyal ilişkileri sayesinde gün geçtikçe içine işler. Doğuştan gelen sosyal hissin ilk kanıtı, sonuçta ebeveynlerinin yakınlığını istemesine neden olan ilk zamanlardaki şefkat arayışında kendini belli eder. Çocuğun aşk hayatı Freud’un belirttiği gibi kendi bedenine değil de daima diğer kişilere yönelmektedir. Bu erotik çabaların yoğunlukları ve dışavurumları bireye göre çeşitlilik göstermektedir. İki yaşından büyük çocuklarda bu farklılıklar konuşmalarından belli olabilir. Bu dönemde her çocuğun ruhunda sıkı sıkıya temeli atılmış olan sosyal his, yalnızca en şiddetli psikopatolojik yozlaşmaların baskısı altında onu terk eder. Bu sosyal his hayatı boyunca onunla kalır, değişir, renklenir, bazı durumlarda kısıtlanır, büyür ve sadece kendi ailesinin üyeleri değil ayrıca kavmi, ulusu ve nihayetinde tüm insanlığa erişene dek genişler. Bu sınırların ötesine uzanıp kendisini hayvanlarda, bitkilerde, cansız nesnelerde ya da sonunda tüm evrende ifade edene dek genişlemesi de mümkündür. İnsanı sosyal bir varlık olarak ele alma gereksinimiz çalışmalarımızın başlıca sonucudur. Bunu bir kez kavradığımızda insanın davranışını anlama uğraşında önemli bir yardımcı elde etmiş oluruz.

Dördüncü Kısım
İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ DÜNYA

I. Evrenimizin Yapısı

Her insanın çevresiyle uyum sağlamak zorunda olmasından kaynaklanan, ruhsal mekanizmasının dış dünyaya dair izlenimler elde etme yetisi vardır. Buna ek olarak, ruhsal mekanizma, dünyanın kesin bir yorumuna ve çocukluğunun erken dönemlerine kadar uzanan ideal bir davranış örüntüsüne göre belirli bir hedefin peşine düşer. Her ne kadar bu kozmik yorumlamayı ve hedefi belirli ve kesin bir terimle ifade edemesek de her daim mevcut olan ve yetersizlik hissiyle daima zıtlık içinde bulunan bir atmosfer olarak betimleyebiliriz. Ruhsal hareketler sadece doğal bir hedefleri olduğunda ortaya çıkarlar. Bildiğimiz kadarıyla, bir hedefin kurgulanması değişim kapasitesini ve kati bir hareket serbestliğini gerektirir. Hareket serbestliğinden kaynaklanan manevi zenginliğin değeri küçümsenemez. Kendini yerden kaldıran çocuk ilk kez tamamen yeni bir dünyaya girer ve bu andan itibaren, bir şekilde, düşmanca bir atmosferi algılar. Hareket etmeye yönelik ilk girişiminde ve özellikle ayaklarının üzerinde dikilip yürümeyi öğrenmesinde, geleceğe dair ümidini ya güçlendirecek ya da tamamen yıkabilecek çeşitli derecelerdeki zorlukları tecrübe eder. Yetişkinlerin önemsiz ya da oldukça sıradan olarak gördükleri bu izlenimler çocuğun ruhunda muazzam bir etkiye sahip olabilir ve yaşadığı dünyaya dair izlenimlerini bütünüyle biçimlendirebilir. Bu suretle, hareket etmede zorluk çeken çocuklar kendilerine içine şiddet ve telaş hareketleri sinmiş bir ideal çizerler. Bu ideali onlara en sevdikleri oyunun ne olduğunu ya da büyüdüklerinde ne yapmak istediklerini sorarak keşfedebiliriz. Bu tipteki çocuklar genellikle soruları otomobil şoförü, lokomotif makinisti ve benzeri olmak istedikleri biçiminde yanıtlar. Böylece, hareket özgürlüklerini engelleyen her bir zorluğun üstesinden gelme arzularını açıkça belli ederler. Hayatlarının tek hedefi, tam anlamıyla bir hareket özgürlüğü sayesinde, sakatlık ve aşağılık hislerinin yok olacağı bir noktaya ulaşmaktır. Böylesi bir sakatlık hissinin, çok yavaş bir gelişim kaydeden ya da hayatında çok fazla hastalıkla karşılaşan çocuğun ruhunda kolayca ortaya çıkabileceği rahatlıkla anlaşılabilir. Benzer biçimde, gözlerinde kusurla doğan çocuklar bütün dünyayı çok daha yoğun görsel kavramlarla tercüme etme eğilimindedirler. İşitsel kusurları olan çocuklar ise kendilerine daha hoş gelen belirli tınılara aşırı ilgi gösterirler. Kısacası “müziğe yetenekli” olurlar.

Bir çocuğun dünyayı fethetme girişiminde kullandığı organlar arasında, duyu organları, içinde yaşadığı dünyaya karşı temel ilişkilerinin belirlenmesinde en önemli olanlardır. Kişi kozmik resmini duyu organları sayesinde çizer. Her şeyden öte, duyu organı, çevreye yönelen gözdür, her bir insanı dikkat vermeye zorlayan baskın biçimde görsel dünyadır ve insanın tecrübelerinde ona asıl veriyi sağlayan da odur. İçinde yaşadığımız dünyanın görsel resmi eşsiz bir öneme sahiptir. Öyle ki sadece geçici uyarıcılara karşı duyarlı olan kulak, burun, dil ve cilt gibi diğer duyu organlarıyla kıyaslandığında görme duyusu değişmez ve kalıcı temellerle ilgilenir. Ancak yine de kulağın baskın organ olduğu bireyler de bulunmaktadır. Burada akustik değerlere daha belirli bir biçimde dayanan bir ruhsal bilgi kaynağı yaratılmaktadır. Bu durumda ruhun baskın biçimde işitsel bir görüntüye sahip olduğu söylenebilir. Motor aktivitenin baskın olduğu bireylerle daha az sıklıkla karşılaşırız. Koklama ya da tat almaya dayalı uyarıcılara yönelik baskınlık ise bir başka tipe işaret etmektedir. Bunlardan ilki, yani kokuya karşı daha hassas olanlar, medeniyetimizde görece daha büyük bir dezavantaja sahiptir. Bunların dışında, kas sisteminin önemli bir rol oynadığı bazı çocuklar da vardır. Bu gruptakiler dünyaya daha büyük bir hareketlilik özelliğiyle gelirler. Bu durum onları çocuklukta sürekli harekete sürükler ve erişkinlikte de daha aktif olurlar. Bu gibi bireyler sadece kasların çalışmasının önemli bir rol oynadığı oyunlarla ilgilenirler. Hareketliliklerini uyku halinde bile sergilerler. Yataklarında durmaksızın kıpırdadıklarını gözlemlediğimizde bu durumu ispatlayabiliriz. Hareketlilikleri çoğu kez bir kusur olarak sayılan bu çocukları “huzursuz” olarak nitelendirmeliyiz. Genel itibariyle ister duyu organları olsun ister hareket sistemleri olsun dünyaya belirli bir organ ya da organ grubunun aşırı gelişimiyle yönelmeyen herhangi bir çocuğun neredeyse var olmadığı sonucuna varabiliriz. Her bir çocuk daha hassas organının dünyadan elde ettiği izlenimlerden, içinde yaşadığı dünyaya dair bir resim oluşturur. Bu yüzden insanı ancak dünyaya hangi duyu organları ya da organ sistemiyle yaklaştığını öğrendiğimizde anlayabiliriz. Çünkü bütün ilişkileri şu gerçekle renklenir: İnsanın eylemleri ve tepkileri, çocukluktaki kozmik resmin görüntüsünün çizildiği ve sonraki gelişimi üzerinde önemli bir rol oynayan organik kusurlarının etkisine dair bildiklerimiz üzerinden değer kazanır.

İçinde Yaşadığımız Dünya
II. Kozmik Resmin Gelişimindeki Unsurlar

Tüm aktivitelerimizi belirleyen ve her zaman var olan hedefimiz; kozmik resme biçim ve anlam vermeye yarayan belli ruhsal yetilerin seçimlerini, yoğunluklarını ve aktivitesini etkiler. Bu durum her birimizin hayatın belirli bir bölümünü ya da belirli bir olayı, yani aslında içinde yaşadığımız dünyayı deneyimlediğimiz gerçeğini açıklar. Her birimiz sadece kendi hedefine uygun olana değer veririz. Herhangi bir insanın davranışını gerçek anlamda anlamak, peşinde koştuğu gizli hedefi açık bir şekilde idrak etmeden mümkün değildir. Bütün hareketlerini bu hedefin etkilediğini anlayana dek, davranışının her boyutunu değerlendiremeyiz.

A. Algı

Dış dünyadan elde edilen bütün izlenimler ve uyarıcılar duyu organları aracılığı ile beyne iletilir. Burada bu izlenim ve uyarıcıların belli başlı izleri tutulur. Bu işaretlerin üzerine hayal gücü dünyası ve hafıza dünyası inşa edilir. Ancak algı, görsel bir imgeyle asla kıyaslanamaz çünkü algılayan kişinin bireysel ve özgün niteliği, ayrılmaz bir biçimde algıyla ilintilidir. Kişi gördüğü her şeyi algılamaz. Aynı resme iki farklı insan benzer biçimde tepki vermez. Şayet gördükleri resimden ne algıladıklarını sorsak ikisi de çok farklı yanıtlar verecektir. Bir çocuk, çevresinde sadece, çeşitli nedenlerle daha önceden belirlenmiş olan davranış örüntüsüne uygun düşen şeyleri algılar. Görsel eğilimi özellikle iyi gelişmiş çocukların algılarının baskın bir biçimde görsel bir karakteri vardır. İnsanlığın büyük bir çoğunluğu muhtemelen görsel zekâya sahiptir. Diğerleriyse kendilerine göre yarattıkları dünya resminin mozaiğini baskın bir biçimde işitsel algılarla doldurur. Bu algıların tam olarak gerçeklikle aynı olması gerekmez. Herkes dış dünyayla bağlarını hayat örüntüsüne uyacak biçimde yeniden şekillendirip düzenleyebilir. Bir insanın bireyselliğiyle emsalsizliği neyi algıladığına ve nasıl algıladığına bağlıdır. Algı basitçe fiziksel bir olgudan ötedir. İç yaşamla ilgili en kapsamlı sonuçları çıkarabileceğimiz ruhsal bir işlevdir.

B. Hafıza

Ruhun gelişimi, algının gerçekleri temeline kurulan aktivite gereksinimiyle yakından ilişkilidir. Ruh ise doğal olarak insan organizmasının hareketliliğiyle ilişkili olup aktiviteleri bu hareketliliğin hedefi ve amacıyla belirlenir. İnsanın, içinde yaşadığı dünyaya yönelik uyarıcılarını ve ilişkilerini edinip düzenlemesi gerekir. Bununla beraber, bir uyum organı olarak ruhunun savunmasında önemli bir rol oynayan ve ayrıca, varlığını sürdürmesinde etkin olan tüm bu yetileri geliştirmesi gerekir.

Artık hayatın sorunlarına karşı ruhun bireysel tepkisinin ruhun yapılandırmasında izler bıraktığı açıkça anlaşılmaktadır. Hafıza ve değerlendirmenin işlevlerine uyum zorunluluğu yön vermektedir. Hafıza olmadan geleceğe dair herhangi bir önlem almak imkânsız olurdu. Bütün hatıraların kendi içinde bilinçdışı bir hedefleri olduğu sonucuna varabiliriz. Hatırlar rastlantısal olgular değildir. Aksine, açıkça bir cesaretlendirme ya da uyarı niteliği taşırlar. Önemsiz ya da anlamsız hiçbir hatıra yoktur. Kişi bir anıyı ancak onun hangi amaca ya da hedefe hizmet ettiğini belirlediğinde değerlendirebilir. Kişinin neden bazı şeyleri hatırlayıp diğerlerini unuttuğunu bilmek önemli değildir. Hatırası belirli bir ruhsal eğilim için önemli olan olayları hatırlarız çünkü bu hatıralar önemli bir temel hareketi kolaylaştırır. Benzer biçimde bir planın yerine getirilmesinden bizi uzaklaştırdığı için diğer tüm olayları unuturuz. Böylece, hatıranın amaca bağlı uyum görevine tabi olduğunu görürüz. Ayrıca, her bir hatıra bütün olarak kişiliğin yönlendirilmesine neden olan hedef düşüncenin kontrolü altına girer. Hatıraların çoğunlukla tek taraflı bir önyargıyla doldurulduğu çocukluk döneminde sıkça olduğu gibi, kalıcı bir hatıra her ne kadar yanlış bir hatıra da olsa bilinç alanından dışarı aktarılabilir. Ayrıca, kalıcı bir hatıra arzulanan hedefe ulaşmak için gerekliyse bir tutum, duygusal bir eda ve hatta felsefi bir bakış açısı olarak belirebilir.

C. Hayal Gücü

Bireyin eşsiz varlığı, onun fantezisinin ve hayal gücünün ürünlerinden başka hiçbir yerde daha net bir biçimde kendisini göstermez. Hayal gücüyle kastettiğimiz şey, ortaya çıkmasına neden olan nesnenin var olmadığı durumda o nesneye dair algının yeniden üretilmesidir. Diğer bir deyişle, hayal gücü yeniden üretilmiş algıdır. Yani ruhun yaratıcı yetisinin başka bir kanıtıdır. Hayal gücünün üretimi, sadece bir algının (kendi içinde, ruhun yaratıcı gücünün bir ürünüdür) tekrarı olmayıp aksine, algı temeline dayanan tamamen yeni ve eşsiz bir üründür. Tıpkı algının fiziksel duyular temeli üzerine yaratılmış olması gibi.

Bu bağlamda, odaklanma keskinliği bakımından alışılmış hayal gücünün çok ötesine ulaşan fanteziler vardır. Böylesi imgelemlerin ana hatları o kadar keskin bir biçimde belirlenir ki hayali ürünlerin değerine sahip olmaz. Aksine, sanki mevcut olmayan uyarıcı nesne gerçekten varmış gibi bireyin davranışını etkilerler. Fanteziler gerçekten var olan bir uyarıcının sonucuymuş gibi olduğunda artık sanrılardan (halüsinasyon) bahsediyoruz demektir. Sanrıların belirdiği durumlar asla fantastik hayallere neden olanlardan farklı değildir. Her sanrı ruhun sanatsal bir yaratımıdır ve onu kuran bireyin amaç ve hedeflerine göre biçimlenip kümelenir. Bunu bir örnekle açıklığa kavuşturalım.

Zeki ve genç bir hanım ebeveynlerinin tavsiyelerine karşı gelerek bir evlilik gerçekleştirmiş. Ebeveynleri onun bu uygunsuz evliliğine o kadar çok kızmışlar ki onunla tüm ilişkilerini koparmışlar. Zamanla genç hanım ebeveynlerinin kendisine önceden de iyi davranmadıklarına kanaat getirmiş. Halbuki uzlaşmaya yönelik birçok girişim her iki tarafın gururu ve dik kafalılığı yüzünden başarısız olmuş. Onurlu ve varlıklı bir aileden gelen bu genç hanım, evliliğinin sonucu olarak yoksulluğa düşmüş. Yine de dışarıdan bakıldığında, evlilikle ilgili ilişkilerinde hiçbir mutsuzluk işareti gözlemlenememiş. Şayet hayatında çok tuhaf bir olgu ortaya çıkmamış olsaydı hayata çok iyi uyum sağladığı kolaylıkla düşünülebilirdi.

Bir kız, babasının en sevdiği çocuk olarak yetiştirilmiş. İlişkileri öyle yakınmış ki yaşadıkları kırılma daha dikkate değer bir hal almış. Ancak, evlilik durumu babasının ona çok kötü davranmasına neden olmuş ve ilişkilerindeki kopukluk derinleşmiş. Hatta kızın çocuğu doğduğunda bile ebeveynleri kızlarını ziyaret etmek ya da çocuğu görmek istememişler. Ebeveynlerinin acımasız tavrı genç hanıma daha çok dokunmuş çünkü ebeveynlerinin ona gayet düşünceli davranılabileceği bir durumda böyle acımasız bir tavırla karşılaşmış olmak onu çok etkilemiş ve hırslandırmış.

Bu genç hanımın ruh halinin tamamen hırsının egemenliği altına girdiğini unutmamalıyız. Ebeveynleriyle arasının bozulmasının onu bu kadar derinden etkilemesinin nedenlerini anlamamızı sağlayan işte bu karakter özelliğidir. Annesi her ne kadar ona zorbalık yapmış olsa da birçok güzel niteliğe sahip olan katı ve erdemli bir kadınmış. En azından dış görünümler söz konusu olduğunda gerçekten kendi rütbesinden vazgeçmeden kocasına nasıl boyun eğdireceğini biliyormuş. Aslında, kesin bir gururla, kendisine boyun eğilmesi için dikkatleri üzerine çekiyormuş ve bunu bir onur farz ediyormuş. Şimdi bu ailede, babasına çeken ve ailenin isminin gelecekteki varisi sayılan bir oğulun olduğunu düşünelim. Bir şekilde, erkek evladın genç kızımızdan daha değerli görüldüğü gerçeği kızın hırsını kamçılamaktan başka bir işe yaramamış. Tüm hayatı boyunca görece korunaklı bir ortamda eğitilmiş bu kızın evliliğinde tecrübe etmekte olduğu zorluklar ve yoksulluk, artık ebeveynlerinden gördüğü kötü davranışları sürekli ve her geçen gün şiddetlenen bir öfkeyle düşünmesine neden olmuş.

Kız bir gece uykuya dalmadan önce bir kapı açılmış ve Meryem Ana yatağına gelip ona “Seni çok sevdiğim için aralık ayının ortasında öleceğini söylemeliyim. Hazırlıksız yakalanmasını istemiyorum,” demiş.

Genç hanım bu hayaletten korkmamış ancak kocasını uyandırıp her şeyi anlatmış. Ertesi gün doktora gidip olanlardan bahsetmiş. Bunun bir sanrı olduğu cevabını almış. Genç hanım her şeyi oldukça net bir biçimde görüp işittiğini iddia etmiş. İlk bakışta bu imkânsız gibi görünmektedir. Ancak bildiklerimizin en önemli kısmını uyguladığımızda bunu pekâlâ anlayabiliriz. Durum şöyle: Çok hırslı ve incelemelerimizin gösterdiğine göre etrafındaki herkesin üzerinde egemenlik kurmak isteyen genç bir hanım ebeveynleriyle ilişkisini koparır ve kendisini yoksulluk içinde bulur. İçinde yaşadığı fiziksel çevredeki her şeyi ele geçirme çabasında olan bir insanın Tanrı’ya yaklaşması ve onunla sohbet etmesi oldukça anlaşılabilir bir durumdur. Şayet Meryem Ana (ibadette olduğu gibi) sadece hayali bir figür olarak kalsaydı hiç kimse bu olayda kayda değer bir şey bulamazdı. Ancak bu genç hanımın daha güçlü iddialara ihtiyacı vardı.

Bu olgu ruhun ne gibi hileler üretebilme kapasitesinde olduğunu anladığımızda tüm gizemini yitirmektedir. Rüya gören her insan benzer bir durumda değil midir? Aslında tek fark şu: Bu genç hanımın uyanık iken rüya görebilmesidir. Şunu da eklememiz gerekir: Depresyon hissi, hırsını daha büyük bir stres altına itmiştir. Artık gerçekte başka bir annenin ve genel algıya göre bütün anneler içinde en büyük annenin (Meryem Ana) ona geldiğinin farkına varıyoruz. Bu iki annenin birbirlerine karşı belirli bir zıtlık içinde bulunması gerekmektedir. Tanrı’nın Annesi görünmüştür çünkü kendi annesi gelmemiştir. Buradaki görüntü, kendi annesine ve annesinin kendi çocuğuna olan yetersiz sevgisine karşı bir suçlamadır.

Genç hanım ebeveynlerinin haksız olduğunu kanıtlamanın yollarını bulmaya çalışmaktadır. Aralık ayının ortası da önemsiz bir tarih değildir. Yılın bu zamanı insanların daha derinden olan ilişkileri üzerinde daha dikkatli düşünme eğiliminde oldukları, çoğu insanın birbirine daha samimi bir şekilde yaklaştıkları, birbirlerine hediyeler verdikleri bir dönemdir. Yine bu dönemde uzlaşma olasılığı o kadar yaklaşır ki bu özel zamanın genç hanımın kendisini içinde bulduğu kararsızlıkla daha da yakın bir ilişki içinde olmasını anlayabiliriz.

Bu sanrıdaki tek tuhaflık, Tanrı’nın Annesi’nin dostça yaklaşımının yanında, genç hanımın yaklaşan ölümüne dair üzücü haberlerin eşlik etmesidir. Kocasına bu hayali neredeyse mutlu bir ses tonuyla anlatmış olması da önemsiz sayılmaz. Bu kehanet çabucak küçük aile çemberinin ötesine yayılmış ve ertesi gün doktorun haberi olmuştur. Buradan, annesinin gerçekten onu ziyaret ettiğini çıkarmak hiç de zor değildir.

Birkaç gün sonra Meryem Ana ikinci kez ortaya çıkmış ve aynı sözleri söylemiş. Genç hanıma kendi annesiyle görüşmesinin nasıl sonuçlandığı sorulduğunda, annesinin haksız davrandığını kabul edemediği cevabını vermiş. Dolayısıyla, eski temanın yeniden ortaya çıktığını görüyoruz. Annesine hükmetme arzusu henüz giderilmemiştir.

Bu sefer, ebeveynlerin, kızlarının hayatında gerçekte ne olduğunu anlamaları sağlanmaya çalışılmış ve sonuç olarak genç hanım ile babası arasında memnun edici bir görüşme sağlanmış. Dokunaklı bir sahne yaşanmış fakat genç hanım hâlâ memnun değilmiş. Çünkü babasının davranışında yapmacık bir şeyler olduğunu söylemiş. Babasının kendisinin çok uzun süre beklettiğinden yakınmış. Zafer anında bile kendisi dışında herkesin haksız olduğu ve kendisinin de mükemmel bir galibiyetin ışığında göründüğü eğiliminden kurtulamamış.

Önceki bahsettiklerimizden, sanrıların ruhsal gerginliğin zirveye çıktığı zamanlarda ve kişinin hedefine ulaşmasının imkânsız olmasından korktuğu durumlarda ortaya çıktığı sonucuna varabiliriz. Sanrılar hiç şüphesiz nüfusun kendi gelişim sürecinde her geçen gün gerilediği bölgelerde kayda değer bir etki elde etmiştir.

Gezginlerin yazılarında sanrıların betimlemelerinin bulunduğu herkesçe bilinir. Yollarını kaybedip açlık, susuzluk ve yorgunluk çeken çöldeki gezginler tarafından görülen seraplar mükemmel bir örnektir. Hayatın tehlikede olması durumunda ortaya çıkan gerginliğin, mağdurun çevresindeki hoşa gitmeyen baskıdan kurtulabilmesi amacıyla onun hayal gücünü onun için açık ve hoş bir ortam yaratmaya zorladığını anlayabiliriz. Serap yorgun düşeni cesaretlendirebilecek, tereddütlü kişinin zayıf güçlerini toparlayabilecek, gezgini daha güçlü ya da daha duyarlı kılabilecek yeni bir durumu temsil etmektedir. Veyahut diğer taraftan, gezginin çektiği korkuların ıstırabını söküp alacak bir merhem ya da uyuşturucu görevi görebilir.

Sanrı aslında bizim için hiç de yeni bir şey değildir çünkü benzer olguları algıda, hafıza mekanizmasında ve hayal gücünde çoktan görmüştük. Rüyaları ele aldığımızda bu süreçlerin aynısıyla karşılaşacağız. Hayal gücünün önemini vurgulayarak ve daha yüksek merkezlerin eleştirisini dışarda tutarak sanrı olgusunu ortaya çıkarmak kolaydır. İhtiyaç ya da tehlike durumlarında ve bireyin gücünün tehdit edildiği bir durumun baskısı altında, kişi bu mekanizma sayesinde zayıflık hissini engellemeye ve onu yenmeye çalışır. Daha büyük bir gerginlik ve eleştirel yetilerde daha az bir değerlendirme. Bu gibi durumlarda herkes “başının çaresine bak” ilkesiyle kendi ruhsal enerjisinin zerresiyle bile hayal gücünü sanrı biçiminde yansımaya zorlar.

Yanılsama (illüzyon) sanrıyla yakından ilişkilidir. Tek farkı ise, dışsal bağlantının birtakım noktalarının hâlâ sürmesi fakat yanlış yorumlanmasıdır. Tıpkı Goethe’nin Erlkönig (Gürgen Kralı) hikâyesinde olduğu gibi. Temelinde yatan durum, yani ruhsal tehlike hissi aynıdır.

Bir başka örnek ise ruhun yaratıcı gücünün gerektiğinde ya bir yanılsama ya da bir sanrıyı nasıl ortaya çıkarabileceğini gösterecektir. Seçkin bir aileden gelmesine karşın kötü bir eğitim aldığı için hayatta hiçbir değeri olmayan bir adam önemsiz bir kâtiplik işi edinmiş. Hayatında, değerli biri olmaya dair tüm ümidini yitirmiş. Ümitsizliği üzerine ağır bir biçimde yüklenmiş ve buna ek olarak ruhsal gerilimi de arkadaşlarının sitemleriyle daha da şiddetlenmiş. Bu şartlar altında, kendisini, ona anında tatlı bir kayıtsızlık veren ve başarısızlığı için mazeret imkânı sağlayan içkiye vermiş. Bir süre sonra titreme hezeyanından (deliryum) dolayı hastaneye götürülmüş. Hezeyan sanrıyla yakından ilişkilidir ve içki zehirlenmesine bağlı hezeyanda fareler ya da böcekler ya da yılanlar gibi küçük hayvanlar sıklıkla görünür. Hastanın mesleğiyle alakalı diğer tür sanrılar ortaya çıkabilir.

Hastamız içki kullanımına şiddetle karşı çıkan doktorların eline teslim edilmiş. Doktorlar onu katı bir tedavi programına alıp alkolizmden tamamen kurtulmuş, hastaneden iyileşmiş olarak ayrılmış ve üç yıl boyunca içkiye elini sürmemiş. Bu arada hastaneye yeni bir şikâyet ile geri dönmüş. Sürekli olarak iş yerinde kendisine yan gözle bakıp sırıtan bir adam gördüğünü belirtmiş. Artık yevmiyeci olarak çalışıyormuş. Bir keresinde bu adam ona güldüğü için bilhassa öfkelenince kazmasını alıp onun gerçek bir insan mı yoksa bir hayalet mi olduğunu anlamak için fırlatmış. Hayalet kenara çekilip saldırıyı savuştursa da hemen ardından saldırıp adamı fena bir şekilde dövmüş.

Bu durumda artık bir hayaletin varlığından bahsedemeyiz çünkü sanrının gerçekten de adamakıllı yumrukları varmış. Açıklamasını bulmak hiç zor değil. Sanrı görmeyi âdet edinmişti ancak bu sefer tecrübesini gerçek bir insan üzerinde yapmıştı. Bu bize açıkça gösteriyor ki her ne kadar içki içme arzusundan kurtulmuş olsa da gerçekte hastaneden taburcu olduğundan beri daha da kötüleşmişti. İşini kaybetmiş, evinden atılmış ve arkadaşları gibi kendisinin de en düşük kademedeki meslek olarak gördüğü yevmiyeci olarak geçinmek zorunda kalmıştı. Yaşadığı ruhsal gerginlik azalmamıştı. Alkolden kurtulmuş olmasına rağmen, aslında bu çarenin büyük avantajına karşın, bir teselliyle daha da berbat olmuştu. İlk işini içki sayesinde yapabiliyordu. Çünkü evdekiler kendisine hiçbir şeyi başaramadığı için yüksek sesle sitem ettiklerinde, bir ayyaş olduğu mazereti ona, bir işi elinde tutma konusundaki kabiliyetsizliğinden daha az utanç verici gibi görünüyordu. Tedavisinden sonra yine gerçeklerle yüz yüzeydi ve kesinlikle bir öncekinden daha bunaltıcı bir duruma girmişti. Artık başarısız olduğunda kendisini teselli edebilecek ya da suçlayacak hiçbir şey, hatta alkol bile yoktu.

Ruhsal risk barındıran bu durumda sanrılar yeniden görünür. Kendisini önceki durumuyla bir görmektedir ve dünyaya sanki hâlâ bir ayyaş gibi bakmaktadır. Ayrıca, çok net bir şekilde sarhoşmuş gibi davranarak içki problemiyle tüm hayatını mahvettiğini ve bu konuda artık hiçbir şey yapılamayacağını söylemektedir. Hasta olması sayesinde onursuz ve üstelik bir hendek kazıcısı olarak görev yaptığı, kendisine göre nahoş olan işinden kendi adına bir karar vermek zorunda kalmadan kurtulmayı ümit etmiştir. Yukarıda bahsedilen sanrı, sonunda yeniden hastaneye yatmak zorunda kalana dek, uzun bir süre devam etmiş. Artık kendisini şayet içki belası hayatını mahvetmemiş olsaydı büyük işler başarabileceği düşüncesiyle teselli edebilirdi. Bu mekanizma kişisel değerlendirmesini yüksek bir düzeyde tutmasını sağlamıştı. Onun için çalışmaktan ziyade kişisel değerlendirmesinin kötüleşmesine izin vermemek daha önemliydi. Girişimlerinin tümü başına bir talihsizlik gelmemiş olsaydı, büyük işler başarabileceğine dair görüşü sürdürmeye yönelmişti. Güç ilişkisinde kendisini destekleyen ve diğer insanların kendisinden daha iyi olmadığına, ancak, kendi önünde aşılmaz bir engel olduğuna inanmasını sağlayan kanıt buydu. Teselli edici bir mazeret bulma girişimindeki ruh hali yan gözle bakan hayaleti meydana getirmişti. Hayalet aslında özsaygısının kurtarıcısıydı.

₺95

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
17 mayıs 2024
ISBN:
9786258361148
Telif hakkı:
Maya Kitap
İndirme biçimi:
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre