Kitabı oku: «Seçme Eserler», sayfa 2
ALMAÇUAR 23
I
Tamam, böyle giderse, ben de bir isteğime kavuşacağım gibi!
“Almaçuar tay olmaz” diyor türküler.
Boş lafmış!
Almaçuar tay olur ama kulun olamazmış.
Dünyada birçok şey görmüş geçirmiş, çok tay yetiştirmiş ihtiyarlar, her ne kadar doğuştan başka bir renkte olsa da azıcık büyüdükten sonra kulunun Almaçuar’a dönüşeceğini önceden biliyorlarmış.
Hardala çalan renkte doğan bazı tayların yavruluk tüyleri biraz uzayınca, yeryüzüne serpilen beyaz çiçekler veya beyaz yüzde çıkan sevimli siyah benler gibi pul pul olup beneklenmeye başlıyormuş.
Yaklaşık yedi sekiz yaşımdayken korkunç kara yüzlü, kor gibi yanan kara gözlü bir Başkurt, hiç beklenmediği bir anda gelerek siyah üzerinde tane tane beyaz tüyleri olan boylu poslu iri yarı semiz kısrağını bize hediye etti. Öyle böyle değil, kendi eliyle avlumuza getirip kapı önündeki bir büyük taşa oturdu ve insanların önünde dua okutarak verdi.
Köylüler bu işe önce çok şaşırdılar. Etrafta kötülüğü ve cimriliği ile bilinen merhametsiz güreşçi Alemgol, neden durup dururken ömürlük düşmanı Hafız’a (babamıza) bir kısrak getirip Fatiha okutur ki?
İşe yaramayan bir hayvan olsa anlaşılırdı! Ama kısrağa bak kısrağa! Etrafa nam salmış elma çilleri gibi benekli dona sahip iki koşucu atın annesi o! Bu kadarı yetmezmiş gibi bir de karnında bir yavru taşıyor!
Bu duruma kimsenin aklı ermedi. Bizim komşu Fatiha nine, Başkurt bahadırın gözü önünde:
– Çocuklar, bu işte bir iş var! Muhakkak bir hile var, demesin mi!
Bizim akraba Safa dede de kır sakalını sıvayıp bu sözleri destekleyerek şöyle dedi:
– Kitaptaki gibi söyleyecek olursam ‘Taştan su çıkar, kavak ağacı elma verir, Ebu Cehil imana gelir.’ ama Alem-gol Ağa, bu meşhur kısrağı karnındaki yavrusuyla durup dururken getirip Hafız’a vermez. Sakın burada bir itlik olmasın çocuklar!
Başkurt, bunları bir müddet sessizce dinledikten sonra hafifçe gülümseyip kara gözlerini daha da parlatarak durumunu anlatmaya başladı. Hikâye tamamlandıktan sonra halkın şüphesi sevince, hayır duaya dönüştü.
II
Bizim babamızın adı Muhammedhafız olmalı. Boyu uzun olduğu için ona Uzun Hafız diyorlar.
Gençliğinde meşe gibi sıhhatli, kartal gibi keskin bakışlı, aslan gibi güçlü kuvvetliymiş diyorlar. İster savaş ister güreş meydanına çıksın, yöremizde ondan daha güçlü kimse yokmuş. En büyük Sabantoylarında24 da o, etraftan gelen ünlü güreşçileri aldatıp kaldırıp atıyormuş.
Bir gün Çeşme köyünde büyük bir Sabantoy düzenlenmişti.
Asilzade koşu atları, kendi memleketlerinde nam kazanmış güreşçiler, iyi koşan gençler, hepsi bu bayrama güçlerini sınamak, kendilerini göstermek ve nam kazanmak için yüzlerce kilometre uzaktan geldi.
Güreş başladı.
Ne dersin? Hafız’a kim dayanır!
Babamız, karşısına çıkan bir güreşçiyi biraz oynatıp sonra sırtüstü yere atıyordu.
Daha sonra meydana sıska esmer bir Başkurt çıktı.
Her iki bahadır birbirinin belinden birer defa çekip denediler ve birbirlerinin sırtlarına ellerini koydukları vaziyette milletin gözü önünde yuvarlak meydanda dönmeye başladılar.
Ya Hüda! Bu ne iş?
Şanlı Hafız, ansızın yuvarlanıp yüzükoyun yere düştü!
Meydandan bir uğultu yükseldi. Babamın arkadaşları bu rezilliğe dayanamadılar, “Başkurt haksızlık yaptı, ayağına çelme taktı!” diye itiraz ettiler, güreşin yeniden başlamasını istediler.
Her iki taraf da bunu kabul etti. Bahadırlar, yine yuvarlak meydanda. Millet yine nefesini tutup bu büyük güreşten gözünü ayırmadı.
Ön ayaklarını birbirinin sırtına atan kahramanlar, aslan ile pars gibi yarım saat kadar birbirinin belini tutar vaziyette meydanda döndüler.
Yine ansızın, hiç beklenmedik bir an kahraman Başkurt, çaktırmadan Hafız’ın belini sıkarak kendisi sırtüstü yere yattı ve Hafız’ı öyle bir güçle üzerinden fırlattı ki Hafız, uzağa, çok sert bir şekilde sol kolu üzerine düştü.
Yine millet uğuldamaya başladı. Meydan kaynadı!
Babamız hemen bir tarafa çekilip Zarif ustaya kolunu gösterdi:
– Kırılmış mı, çıkmış mı?
– Zararı yok, sadece çıkmış, diyor usta.
O zamanlar ben çok küçüktüm, ama gene de o gün bir türlü gözümün önünden gitmiyor. Sabantoy, eskisi gibi çok uğultulu bir şekilde devam etti. Babam birçok bahadırı yenerek kazandığı kırmızı nakışlı havlularla yeşil çapanı omzuna atıp zedelenen kolunu kırmızı bel bağı ile boynuna astı ve yavaş yavaş eve doğru gitti.
Ben ona seslenmeye korktum. Yorulduğundan mı sinirlendiğinden mi bilmem ama yüzü kararmıştı.
Çok kırılmıştı galiba.
– Yeter artık, zamanında çok güreştik, bu son olsun, dedi ve sözünden dönmedi. Ondan sonra Sabantoylara ayak basmadı (Kahramanlıkları sadece dillerde destan olarak kaldı.).
III
Olayların üstünden çok zaman geçmesine rağmen o sahne, köy halkının aklından bir türlü çıkmadı. Bu yüzden Başkurt’un babamla güreşerek ona galip gelmesini anlatırken:
– Biz bunları biliyoruz… demişlerdi.
Alemgol sinirlenip millete bir bakış atıp:
– Öyle mi? Siz Tatarlar bunları biliyor musunuz? Ancak sonrasında güreşi kazanan şu Başkurt’un yüreğinde olup bitenleri rüyanızda bile görmemişsinizdir. Hafız Ağa, ben seni yere düşürürken hile yaptım… Sana da, güreşi izleyen millete de hiç çaktırmadan sağ ayağına çelme taktım… Bir anlık vicdan azabı duydum. Fakat kendimi tutamadım. “Oluruna varır, belki de Huda’m bir seferliğine affeder” dedim ve seni o hile yardımıyla başımın üstünden fırlattım… Ancak boşuna “Gönül, evliya” dememişler. Doğruymuş. Sabantoydan eve gelir gelmez yatağa düştüm. Midem bulandı, sol kaburgamın altına bir sancı girdi. Üç ay boyunca acılar içinde kıvrandım, canım ne bir şey yemek, ne de bir şey içmek istedi… İşte o şiddetli hastalığı geçirirken kendime söz verdim. “Bu hastalık, Hafız’a karşı hile yapıp onu incittiğim için geldi başıma. İyileşirsem, siyah üzerinde parça parça beyaz tüyleri olan kısrağımı ona verip hayır dua alacağım!” diye adak adadım. İyileştim. Fakat nefis şeytanmış. “Hadi be, o Tatar’ın bedduası mı tutar!” diye düşündüm. Kısrağı vermeyi göze alamadım. Aradan birkaç yıl geçti, yine aynı hastalığa yakalandım. Midem bulandı, sol kaburgamın altına bir sancı girdi… Takatim kalmadı, kafam durdu. İşte o zaman çoktan vefat eden rahmetli dedem, uzun kır sakalı, ak kefeni ve büyük yeşil asası ile benim rüyama girdi. Bana suçlayarak baktı ve öfkeli bir sesle:
– Aptal çocuk! Canın mı daha kıymetli, kısrağın mı, dedi ve hemen kayboldu. “İyileşirsem bir gün dahi gecikmeden kısrağı götürüp vereceğim.” diye yine adak adadım. Görüyorsunuz işte, iyileştim. Adağımı yerine getirmek için de buradayım.
İhtiyarlar anlatılanlara çok şaşırdılar. Safa dede, Başkurt’un sırtını sıvazlayıp:
– Kitaba yazılmış gibi konuşuyorsun. Aklın ve dilin sadece itliğe değil, iyi söze de yatkınmış, dedi.
Diğerleri de teşekkür edip tekrar dizlerinin üzerine çöküp dua ettiler.
– Hafızın en zor yıllarıydı. Oğluyla kızından ayrıldığı bir dönemdi. Kısrağı uğurlu ayağıyla gelsin. Bu eve bereket getirsin, dediler.
Başkurt gitti, ihtiyarlar da evlerinin yolunu tuttu.
IV
İhtiyar adamlar doğru söylüyordu, bizim ailenin gerçekten zor zamanlarıydı. Babam kadar cüsseli, sıhhatli, güçlü ağabeyim bir iftiraya uğradı. Köyümüzde çok zengin birisi vardı. Parasının çok olduğunu söylerlerdi. Göğsüne göğüslük yaparak paralarını her zaman yanında taşırmış. Millet böyle anlatıyordu. İşte o zengin adamla babamız arasında, bir arsadan dolayı çok eskiden beri düşmanlık sürüyordu. Kışın, o Karun kadar zengin adamı yolda yakalayıp ormana götürmüşler ve köyden bir kilometre uzakta, güpegündüz boğazlamışlar. Boğazını kesmeye çalışanlar da adamın öldüğünü sanmışlar. Fakat adam ayılıp güç bela evine dönmüş. Ölmeden önce kendine gelince de “Diğerlerini tanıyamadım… Ama birisi Uzun Hafız’ın oğlu Şayahmet’ti.” diye ağabeyime iftira atmış.
Ağabeyimi hemen ellerine kelepçe vurup götürdüler. Mahkeme oldu.
Babam, zavallıyı iftiradan kurtarayım diye gece gündüz koşturdu. Köylüler, zengin melunun sadece düşmanlıktan böyle konuştuğunu anladı tabi. Babam ise yavrumu kurtarayım derken son atından ve ineğinden de oldu. Ağabeyimi yirmi yıl kürek cezasına mahkûm ettiler… Biz iyice fakirleştik…
Sanki bu bela yetmiyormuş gibi, biricik ablam da köyün öbür ucunda yaşayan, garmun25 çalmakta mahir olan Fahri’ye kaçtı. O, gençliğinde de çok dengesiz bir kızdı. Büyüklerin olmadığı evlere oturmaya geldiğinde dans eden de şarkı söyleyen de garmun çalan da hatta gençleri eve alarak ayaklarından tavana asıp maskara eden de oydu.
Yaptıklarından dolayı dillere düşmekle kalmadı bir de babamın “Bu sene çok ağır geçiyor, biraz sabredelim.” demesine kulak asmayıp Fahri ile komşu köye gidip nikâh kıydırdı. Sonra da “Bize hayır duanızı verin, biz karı koca olduk.” diye utanmadan babamın huzuruna geldiler.
Annem çok ağladı.
– Öz evladın sonuçta, affet, dedi.
Babam ise:
– Damada sözüm yok, bolluk zamanı olsaydı düğün de yapardım. Ama Gayniye benim zor zamanımı hiçe saydı, diye onları evden kovdu.
Annem, her fırsatta, bu olayla ilgili söz açılınca gözyaşlarını silerek:
– Kocacığım, eğer kızmazsan çocukları misafir edelim diyorum, diyerek yalvarmaya başlardı. Ama babam sözünden dönmezdi:
– Ben ölünce çağırırsın, deyip kestirip atardı.
İhtiyarların “zor yıllar” dedikleri işte bunlardı. Onların duası kabul oldu. Başkurt’un kısrağı evimize uğurlu geldi ve bereket getirdi. Atsızlıktan aciz kalan babam, bu zamana kadar boynu kemer görmeyen semiz kısrağa iki gün içinde hamut giymeyi öğretti ve bütün gücüyle çalışmaya başladı. O kadar bereket oldu ki, babam sonbaharda topladığı ekinleri sattığı paraya bir at daha aldı. Evi avluyu da epey düzene koydu.
Hediye gelen, siyah üzerine parça parça beyaz tüyleri çıkan kısrağın sayesinde işte böyle ayağa kalktık. Ancak… Ancak bu sonbaharda benim içime büyük bir dert çöktü. Yollar kötüyken babam kısrağı koşup ormana götürdü. Eve dönüş yolunda nehirden geçerken ayağı kayan kısrak, karnındaki tayı düşürdü. Babam, düşen kulunun ancak üç dört aylık olmasına rağmen tüylerinin bile çıktığını söyledi. Boyu ise kediden büyükmüş.
Bunu duyunca ben gece gündüz ağladım. Nasıl ağlamayım, bu kısrak iki koşucu Almaçuar veren ünlü kısraktı! Hâmile olduğunu öğrenince, ben hemen onun doğacak kulununu koşucu Almaçuar olur, diye aklıma koymuştum. Arkadaşlarıma da hava atmaya başlamıştım. Lânet olası kaygan yol beni büyük mutluluktan mahrum etti!
Annem, ağladığım için bana hep kızardı:
– Bir çocuk bu kadar mı deli olur? Doğmamış bir tay için bu kadar mı ağlanır, dedi.
Babamsa kızmazdı. O, zaten iki büyük çocuğunun üzüntüsünden sonra bana gönlünü daha sıkı bağlamış olmalı ki beni çok seviyor, sözümü de dinliyordu. Her zaman başımı okşayıp:
– Ağlama, yavrum. Artık iki atımız oldu. Başkurt’a götürüp Almaçuar at ile çiftleştirir, gelecek yaz da hiç yormayız onu. Sana da Almaçuar tay olur, diyordu.
Ben sadece yazı kışı değil, haftaların, günlerin geçmesini bile parmakla sayıyorum… İşte kış geçiyor, ama yine de tayın doğmasına daha çok var…
V
Beklenen gün yaklaştı.
Burlı26 beyaz tüyleri olan kısrak artık hâmileydi. Biz artık onu koşup yormuyorduk. Koşsak da yakın yere giderken sadece hafif işe koşuyorduk.
Annem de buna sinirle söyleniyordu:
– İki tane atın varken ne diye fakir gibi tek atı koşuyorsun, diyordu.
Babam da onu tek bir sözle susturuyordu:
– Ya bırak söylenmeyi, niye boşu boşuna çocuğu ağlatıyorsun?
“Çocuk” dedikleri ben oluyorum.
Gerçekten de ağır yük yüklemeye ya da uzun yola hazırlamaya başladıklarında ben hemen babama sokulup dert yanıyordum, o da benim gözümden akan yaşları görünce bıyık altından gülümseyip başımı sıvazlıyordu:
– Zakir, boşuna ağlama… Tamam, kısrağa yük yüklemeyiz, diyordu.
Sevinçten dünyalar benim oluyor! Gün içinde ayağımın nereye bastığının farkına varmıyor, ne buyursalar hemen yapıyordum.
Bazılarının kısrağı, kar erimeye başlayınca hemen kulunladı. İlkbaharda çift sürmeye çıkarken artık köyde her evde bir kulun vardı.
İşte o kulunlar artık oynamaya başladılar. Annelerinden azıcık arkada kalsalar hemen genç, çınlayan sesleriyle kişniyorlardı ve onların sesleri, etraftaki bütün dağlarda, ormanda yankılanıyordu.
Ah, ne zaman benim kulunum da böyle olacaktı? Aslında çok bekletmeyecek gibiydi. Kısrağımızın karnı büyüdükçe büyüyordu. Safa dedeye göre tayım, çok yakında dünyaya gelecekti. Göz kulak olmam gerektiğini söylüyordu.
Benim arkadaşlarım hep:
– Müjdeye ne vereceksin Zakir, diye şakalaşıyorlardı.
– Sessiz olun, vereceğim şey çoktan hazır bile. Yeter ki doğsun tayım!
Son günlerde babamla epey aram bozulmuştu.
Kurtlar kulunun etini çok seviyor olmalı. Fahri’lerin güzel bir kulunları vardı. Geceleyin onu kurtlar yaralamış. Dün bu olayı duyar duymaz babama bile haber vermeden, dizgini aldım ve kısrağın yanına koştum. Artık onu tek başına bırakmak olmazdı. Kim bilir, belki kurt gece gelip yeni doğmuş kulunu yerdi!
Kısrak fazla uzakta değilmiş. Hemen buldum. Onu yakalamak için biraz ekmek kurusu da götürmüştüm. Eskiden azıcık elimi uzatsam hemen yaklaşırdı… Şu aralar çok değişik bir hâli var. Boş yere kızıyor, yaklaşırsan üstüne yürüyordu.
Gene de yaklaştım. Ekmeği gösterip çağırdım. Nerede o eskisi gibi kolayca yakalatmak! Değişik bir ses çıkararak sebepsiz yere huysuzlanıp kızıp duruyordu. Ben onu yakalayamayınca ağlayarak eve döndüm ve babama yalvarmaya başladım:
– Yavrulama zamanı geldi, artık onu evden ayırmayalım… Ben ona kendim bakarım, dedim.
Babam razı olmadı:
– Yedirecek yem yok. Bir şey olmaz, orada çayırda nehir kenarında kalsın, dedi.
Ben ağlamaya başladım. Kurdun yaptıklarını anlattım. Babam ise inat etmeye devam etti:
– Aptal olma, köyün yakınındaki çayıra kurt gelmez. Evde kısrağa yedirecek adam akıllı yem yok, burada kalırsa yavrusu gelişmez. Gene de çok korkuyorsan arkadaşların ile birlikte gündüz nöbet tut, geceleri de eve getirirsin, dedi
“Kısrağı iyice beslemezsen yavrusu sağlıklı doğmaz” sözü, beni düşüncemden vazgeçirdi. Babamın teklifine razı oldum.
Kümese girip yumurta çaldım. Bir yere sakladığım kibritleri de alıp, arkadaşlarımı bunlarla kandırarak nöbet tutmak için kısrağımın yanına gitmeye hazırlandım.
Hava güzeldi. Bahar güneşi gözlerimi okşuyordu, galiba sevinçli olduğumu anlayıp biraz gülümsedi.
Bende yumurtayla kibrit olduğunu öğrenen arkadaşlarım, zıplaya zıplaya benimle birlikte nöbete gelmek istediler.
VI
Ben bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyordum: Hem kısrağı göz önünden ayırmamak, hem de balık yakalamak. Balık derken, arkadaşlarım beni Kunduzlu gölüne çağırıyorlardı:
– Orada iyi balık yakalanıyor, kocaman turna ve perki balıkları var…
Fahri’nin oğlu gözlerini parlatarak hikâyesine başladı:
– Evvelki gün sabah mallar sürüye çıkınca gitmiştik, akşama kadar balık tuttuk. Otuzunu Galevi, yirmi dördünü de ben yakaladım… Arada bilek kadar kızılkanatlar da vardı. Kocaman bir yayın balığı yakalamıştım ama oltanın ipi dayanamadı, oltayı kırıp götürdü balık…
Bunları duyunca diğerleri de hemen gaza geldi ve Kunduzlu gölüne doğru koşmaya hazırlardı.
Kızılkanat, yayın balığı deyince ben de bir an unutup arkadaşlarımla gidecek oldum ama bugün yarın doğuracak hamile kısrağım aklıma gelince hemen durdum:
– Hayır, ben gelemem. Haydi, Üzen Nehri’ne gidelim, orada da iyi balık yakalanır, diyerek onları, kısrağımın bulunduğu tarafa çekmek istedim.
Ben yalnızdım.
Ancak buna rağmen yine de ben kazandım. Çünkü arkadaşlarım, beyaz keçe şapkamdaki yumurtayla kibriti hatırlayınca hemen razı oldular.
Daha önce konuşan Apuş bile:
– Haydi, bu sefer Üzen Nehri’ni deneyelim… Orada da ben geçen sene büyük bir sazan ile turna balığı yakalamıştım, dedi.
Oltaları, solucanları, ekmekleri, yumurtaları ve kibritleri alıp kıble tarafına, güneşi seyrederek çayır boyunca Üzen Nehri’ne doğru koştuk…
Perki mi, sazan mı yakalarız yoksa eve boş mu döneriz, benim umurumda bile değildi. Önemli olan, yakında kulunu olacak kısrağımın Üzen Nehri kenarında dolaşmasıydı. Babam onu tek kement ile boynundan bağlayıp bırakmıştı. Kemendin diğer tarafına kırmızı bir koşum yayı bağlanmıştı. Benim aklım hep o kement ile koşum yayını yerde sürükleyip nehir kenarında, söğütlerin arkasında yavaşça dolaşan siyah üzerine pul pul beyaz tüyleri olan kısraktaydı…
Köyden ayrıldığımızda hava güzeldi. Rüzgâr da esmiyordu. Çayıra vardığımızda kuşlar ötüyordu. Yakında doğacak tayımın annesi ise Acılı Damak’ın kıyısında bir şey yiyip içmeden başını eğmiş vaziyette duruyordu. Sanki bir şeyler düşünüyor gibi geldi bana. “Malcağızım, neler düşünüyorsun?” Kısrağı gören arkadaşlarım benimle dalga geçmeye başladılar. Biri doğacak tayı aygır olur, diğeri de kısrak olur, diyordu… Bana göre hiç fark etmez, yeter ki sağ salim görmek nasip olsun!
VII
Kısrağımın gezdiği yerin yakınında büyük bir girdap vardı. Acılı Damak’ın aşağısındaydı ve oraya çok yakındı. Burada üç taraftan üç nehir birleşiyordu. Onlar, birleşerek oraya kadar ufak bir “kol” şeklinde akan Üzen Nehri’ni birden genişletiyorlardı. Onların sularını kendisine katan Üzen Nehri ise büyüdükçe büyüyüp ihtişamlı bir vaziyette akmaya başlıyordu.
Köyümüzü seviyorum. En çok da kuzey tarafını kaplayan ulu dağları! Ama onlardan daha çok, dağların üstünde binlerce yıl hışırdayan büyük yaşlı ormanı seviyorum!
Doğru, artık bu orman bizim değildi. Onu zengin birisi her nasılsa elimizden almış ve şimdi, bize o ormandan bir parça dal koparmak bile yasaktı! Buna rağmen, o ormanın yapraklarının hışırtısı, özellikle orada baharda yetişen kuzukulağı, yazın açan çiçekler, sayısızca çilek, böğürtlen, Frenk üzümü, en çok da sonbaharda yetişen fındık, benim gönlümü o ormana çekiyor, onu cana yakın ve çok sevimli yapıyordu…
Bu ormandan ziyade üç taraftan akan “kol”ların suyunu içine alınca coşkun bir şekilde akmaya başlayan sabırlı, sevimli Üzen Nehri’nin kıyıları benim için eşsiz değerler taşıyordu…
Bu nehirlerin kaynağının nerden çıkıp nerelere döküldüğünü bir bilsem!
Biliyorum, iyi biliyorum: dağlardan, çayırlar boyunca gelerek bizim köyün etrafından akan bu nehir Örşek nehrine, Örşek nehri ise Dim’e, Dim nehri de Akidil’e dökülüyor. Ancak Akidil nereye dökülüyor, bunu bir Allah bilir.
Ama yine de güngörmüş Safa dede arada bir anlatır: sonbaharda kuşların gittiği yerde Eçterhan27 adında çok büyük bir şehir varmış. Hanlar şehri. Onun diğer tarafında da kocaman bir deniz varmış. İşte Akidil birçok köyün, şehrin, dağın ve karanlık ormanın içinden geçerek aylar yıllar boyunca akıyor ve sonunda gidip suyunu o kocaman denize döküyormuş. Siz buradan bir kereste parçası atarsanız o, Örşek, Dim ve Akidil nehirlerinden geçip işte uzaktaki o denize düşermiş…
Ah, keşke görebilseydim o denizleri!
Farklı bir şeyler düşünerek atımın çevresinde dolaşıp gözlerimi onun üzerinden ayıramazken nehir kenarında balık tutan arkadaşlarım bağırarak beni çağırdılar:
– Zakir, Zakir! Kibritle yumurtaları getir, hemen ateş yakalım da yumurtaları külde pişirelim, dediler.
Oltaları bırakıp yanan ateşin etrafında oynayıp şakalaşarak yumurtaların pişmesini bekliyorlardı.
Bizim yanımızdan Üzen Nehri akmaya devam ediyordu… Bense dedemin sözlerini hatırladım.
– Biliyor musun Apuş, bu nehir nereye dökülüyor, diye sordum.
Apuş, çok zeki ve akıllı bir çocuktur.
– Bir yumurta fazladan verirsen söylerim, dedi.
– Tamam. Veririm, dedim.
O, eline ıslak balçık alıp onu yuvarlak bir top hâline getirerek gözden kaybolacak kadar uzak bir yere fırlatıyor ve parmakları ile sayarak anlatmaya başladı:
– Üzen Nehri’ni görüyor musun? Görüyorsan bir bak… Bu nehir on iki kilometre geçtikten sonra Örşek’e dökülür, Örşek de Dim’e katılır. Dim ise güzel çayırların arasından geçip Ufa adında büyük bir şehrin yakınında, kocaman dağların karşısında bulunan Akidil’e dökülür…
Birisi onun sözünü kesti:
– Peki, Akidil nereye dökülüyor?
Apuş, yine ıslak balçığı yuvarlayıp top yaptıktan sonra üzerimizden uçan leylekleri hedef alıp havaya atıyor.
– Akidil mi? Akidil, ormanlar, dağlar ve şehirlerin arasından akarak Eçterhan denizine28 dökülüyor, dedi.
Arkadaşlarım bağrışmaya başladılar:
– Yiğitsin Apuş, al şu yumurtayı, dediler.
Apuş, vermemi bile beklemeden hemen yumurtayı elimden kapıp yemeye başladı.
Ayağımın altında bir kereste vardı. Onu elime aldım ve arkadaşlarıma göstererek:
– Söyleyin bakalım, bu keresteyi Üzen Nehri’ne atarsam şu kıble tarafındaki uzak denize düşer mi, düşmez mi, dedim.
Keresteyi de kükreyerek akan Üzen Nehri’nin göğsüne attım.
Dalgalar, keresteyi kucaklayıp hızlıca kendileriyle aşağıya doğru sürüklüyorlardı.
Arkadaşlarım tartışmaya başladı.
Apuş:
– Durmaz ve batmazsa denize düşer, dedi.
Diğerleri de:
– Ulaşamaz, su ile ağırlaşıp batar ya da yan tarafa çekilip kamışlara takılır, dedi.
Akşam oldu…
Yumurtaları yiyip bitirdik ve oltalarla balıkları omzumuza alıp Üzen Nehri’nin kıyısından eve doğru yol aldık. Arkadaşlar “Buraya boşuna gelmedik” diye konuştular. On on beş tane balık yakalamışlardı. Aralarında kocaman kefal, perki ve kızılkanatlar da vardı.
Kısrağım gözümden kaybolana dek dönerek ona baktım. O hâlâ aynı yerde duruyor: yemiyor, gezinmiyor, kafasını yere eğmiş öylece duruyordu. Benim güzel kısrağım neler düşünüyordu acaba?