Kitabı oku: «Seçme Eserler», sayfa 4
XIX
Yalnız kayın bizden on beş kilometre kadar uzaktaydı.
Önceki yıllarda, koşu çizgisi yedi-sekiz kilometrelik uzaklıktaydı. Bu sene ise farklı yörelerin meşhur koşu atları toplandığından dolayı daha uzağa çizmişler. Yalnız kayına nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Bu, tam bir ıstıraptı. Elbette yavaştan, adımlayarak gitmek gerekiyor. Fakat Almaçuar’ı sakinleştirmek ne mümkün! Önde ya da arkada bir atı görünce hemen gemini ısırıp uçmaya başlıyor. Geldiğimde atların birçoğu artık oradaydı. Fazla uzağa gitmeden sürekli geziniyorlardı.
O atları görünce şaşkına döndüm. Her biri birbirinden güzel, asil hayvanlar! Ümidim gittikçe azalıyordu. Çünkü bunların hiç birisi Almaçuar’dan daha kötü değildi!
O meşhur gök rengi at da geldi. Ben ondan gözümü alamadım. Acayip bir malmış: kısa yeleli, seyrek kuyruklu, zayıf bedenli. Kalçası dar, sanki bir yana daha eğik. Sırtı azcık kamburdu ama göğsü aslan göğsü kadar geniş ve sağlam gözüküyordu. Dizleri de yan yana kaymış, kaval kemikleri ise o kadar uzun ki, hayatımda böyle bir şey görmedim. Kocaman gözleri parıldayıp ateş saçıyordu. Üzerine başı çıplak esmer bir Başkurt çocuğu binmiş. Ufacık olsa da yarışlara çok katılmış olmalı, hiç heyecanlanmıyor. Atının huyunu da iyi biliyor gibi gözüküyor.
Koşu atları arasında en rahat duranı, o gök renkli kısraktı.
Atlar bir araya toplandı. Sadık amca bizi sıraya dizmeye başladı. O da zor bir işmiş. Tam sırayı sağladım derken atlardan birisi ileri çıkıyor ya da başkasının atı yerinde duramıyor, geri geri gidiyor. Ama gene de başardı Sadık amca. Bizleri bir sıraya dizdi ve:
– Bir, iki, üç! Haydi, kardeşlerim, diye bağırdı.
O “haydi” kelimesinin “h”sını söyleyip bitirmeden atlar sanki kanatlanıp uçtular.
Diğerleri nereye gitti, geçtiler mi yoksa geride mi kaldılar bilemedim. Çıkış çizgisinden kalkan, üç attı. Yani Almaçuar, o gök rengi kısrak ve kırmızımsı donlu at yan yana uçuyorduk.
Yerden mi koşuyorlar, yoksa gizli kanatlarını açıp havadan mı uçuyorlar bir türlü anlayamıyorum. Ağaçlar, nehirler, büyük bataklılar gözüme takılmadan onları şimşek gibi geçiyoruz.
Ayırkol denen bir kaygan nehir var. Orası söylentilere göre bu yolun üstündeki en korkunç yerlerdi.
Uçan kuşlar gibi birbirimizi ayakaltında ezip geçerek, heyecanlanarak üçümüz birden o bataklık nehirde bulduk kendimizi. Ama kıyıya sadece o gök rengi kısrakla benim Almaçuar’ım çıkabildi. Üçüncümüz -kırmızımsı ata binen çocuk- yüzükoyun o bataklıkta kalmış olsa gerek.
Şimdi ikimiz yarışıyoruz…
Güçlerimiz eşit. Bir baktığımda onun atı benden arkada kalmış, tekrar baktığımda benim atımın başı gök rengi kısrağın kuyruğunun yanında kalmış.
Gene bir bataklık. Başım dönüyor, sanki şimdi attan düşecekmiş gibi oluyorum. İçime şüphe düştü. Gözlerimi kapatıp Almaçuar’ın yelesine yapıştım. Gözlerimi bir açtım ki bataklıktan çıkmışız ama gök rengi kısrak, Almaçuar’ın üç dört adım önüne geçmiş.
Meydana yaklaşıyoruz olmalıyız ki köy camilerinin minareleri gözüküyor gibi oldu.
Büyük bir gayretle yuları çekip kamçım ile sağa sola sinirlenerek vurdum. Almaçuar’ım bir “ıh” çekip göz açıp kapatıncaya kadar gök kısrağın önüne geçti…
İşte köy. Önde gözüken de tarla kapısı. İşte tepeyi örten kara bulut yerinden oynuyor!
Meydanda olan insan bulutu bizi görünce, yavaştan çekilmeye başladı.
Koşu atlarının sahipleri at sırtında bize doğru geliyorlardı. Ara sıra onların arasında babamı da görmüş gibi oluyorum.
– Haydi, Zakir. Bir daha vur! Bir daha! Daha!
– Haydi Almaçuar! Haydi, Gök kısrak!
– Haydi, Almaçuar!
– Haydi, Gök kısrak!..
Her iki taraftan da bize tezahürat yapıyorlar… Bağırıyorlar, çağırıyorlar, gürültü yapıyorlardı.
Fakat Almaçuar ile o Gök kısrak, meydana neredeyse yan yana geldiler.
Bir daha çektim, sağa sola bütün gayretimle bir daha vurdum…
Almaçuar, bir kez daha ıhladı ve biz, Gök kısrağı yarım arşın33 kadar arkada bırakarak meydana girdik…
İnsan bulutu ikiye yarıldı.
Gök kısrağın başı Almaçuar’ın kaburgalarının yanındayken yarış çizgisini geçiyoruz!
Millet uğulduyordu, gürültü patırtı, koşturmaca! Mahşer günüydü sanki!
Muhtarın bir elinde yeşil kaftan, bunu birinci gelene verecek. Diğer elinde de büyük bir havlu, bunu da ikinci gelene verme kararı alınmıştı.
Toz ve uğultu içinde kalan muhtar, yanlışlıkla olmalı, yeşil kaftanı Gök kısrağa binen çocuğa uzattı. Almaçuar’ı-mın boynuna ise büyük havluyu attı.
– Sen ikinci geldin galiba, dedi.
Ne yapacağımı şaşırdım, gözüm karardı. Kamçıyı dolandırıp muhtarın yüzüne vurdum ve Gök kısrağın sahibinden o yeşil kaftanı kaparak siyah insan bulutu içinden kenara çekildim. Kamçı, muhtarın yüzüne geldi mi gelmedi mi göremedim…
Bunlarla ilgilenecek zamanım yoktu. Hızla koşup gelen atı birden durdurmanın çok tehlikeli olduğunu herkes bilir. O arada Safa dede, babam ve komşular gelip beni atımdan indirdikten sonra kucaklayıp övmeye ve teşekkür etmeye başladılar.
Safa dede ise başımı okşayıp:
– Yiğitmişsin oğlum, yüzümüzü kara çıkarmadın, dedi.
Babam, Almaçuar’ı gezdirmeye başladı. Ben, başörtüsünü çıkartıp tübeteyi giydim ve kaynayan halk tufanına katıldım.
Arkadaşlar beni korkutmaya başladılar:
– Kamçı ile muhtarın yüzünü mahvetmişsin. Görürsün gününü, dediler.
O arada muhtar kendisi de geldi. Yüzünü gerçekten fena yaralamış olmalıyım ki beyaz bir bezle gözünün aşağısından bağlamıştı.
Ben ondan korkmadım. Ama çok şaşırdım. O, bana kızmak bir yana, beni kucaklayıp başımı okşadı ve:
– Gençliğimde ben de ata binerek çok koşardım… Galip gelip de ikinci olanın hediyesini verirlerse nasıl dayanılır… Ben sana kızmıyorum. Yorulmuşsun. Dinlen artık, dedi ve bana 20 kuruş gümüş para verdi.
Dünyalar benim oldu! Tüm civarda meşhur olan Gök kısrağı geçmek, Almaçuar için akıl almayacak bir mutluluktu.
XX
Ama bu mutluluk kısa zamanda büyük bir mutsuzluğa dönüştü. Bilmiyorum, atımı hızlı koşturmakla mı yaktım yoksa muhtarla tartıştığım zaman duraklatmakla mı mahvettim. Bilmiyorum. Bir şeyler oldu, Sabantoy’un ertesi günü Almaçuar ayağa kalkamadı, yemeden içmeden kesildi. Zavallım, insanlardan daha akıllıydı, gözleriyle herkese uzun uzun bakıp bir hafta boyunca ıhlayarak yattı ve cuma günü sabah saat onda dünyadan göçtü.
Almaçuar can verdiğinde ben onun başucundaydım. Ağlayamadım. Kalbim taş kesilmişti.
Bu olaydan sonra dünyada hiçbir mala, hiçbir şeye ne gözüm ne de gönlüm düştü. Hiçbir şeyi sevemedim.
Almaçuar benim yüreğimdeki yere, göğe, insanlara ve her şeye olan sevgiyi alıp kendisiyle birlikte götürdü.
Kazan Şubat, 1922.
ÇOBANLAR
I
Ben aşağıdan, hayatın ta dibinden yükseldim.
Babam çobandı; uzun boylu, geniş alınlı bir ihtiyar.
İsmi, Eptireş. Annemi hatırlamıyorum. Ben bir buçuk yaşıma gelmeden kara toprak almış. O çok mu güzeldi yoksa çok mu mukaddesti, her ne özelliği varsa artık, herkes annemi iyi birisi olarak yâd ediyor, birçok insan onu gözyaşı ve özlemle anıyordu. Babama annemi birkaç kez sordum ama cevap vermedi. Babam, her zaman az konuşan, ağır hareketli bir adamdı.
Sadece biraz büyüyüp insanların arasına karışmaya başlayınca annemin feci ve güzel hayatını başkalarından duyarak onu zihnimde biraz da olsa canlandırmaya başladım.
Lâkin annemin zihnimde canlanan görüntüsü sisli ve yarı karanlıktı.
Annem, büyük bir dağın arkasındaki zifiri karanlık ormanın içindeki tek evde yalnız başına yaşayan derebeyinin biricik kızıymış. Gençliğinde babam onların ırgatıyken annemle babam birbirlerini sevmiş, şafak sökerken su kenarındaki bahçede buluşmaya başmışlar. Daha sonra derebeyi bu buluşmaların farkına varmış ve ırgatını da kızını da evinden kovmuş galiba. Tam olarak bilmiyorum ama bunun gibi birçok hikâye anlatıyorlardı. Onları çok duydum fakat bir türlü anlam veremedim.
İnsanların ormanı anmaları, oradaki yalnız ihtiyar bir derebeyinin kızına duydukları özlemi anlatmaları, o kızın babamla tan vaktinde birbirlerine açılarak bir yerlere kaçtıklarını söylemeleri, bunların hepsi bana masalların birinde anlatılan bir ihtiyarın incitilmiş küçük oğluyla kaderini ona bağlayan padişahın kızını hatırlatıyordu. Çünkü elinde kırbacıyla yürüyen yırtık giysili, kırışık yüzlü, sert bakışlı ihtiyarla halkın dilinde destan olan gencin heyecanlı suratını ne kadar çabalasam da bir araya getirmeyi başaramıyordum.
II
O zamanlarda bir değirmencinin yanında yaşıyorduk. Bir yanımızda çıplak gri taşlarıyla gökyüzüne yükselen yüce dağ, diğer yanımızda ise gece gündüz uğuldayan karanlık orman vardı. Biz de tabiatın bu iki kuvveti arasında sıkışmışız. Dağın yanık büyük taşları arasından gürüldeyerek kuvvetli bir ırmak akıyordu. Bizim değirmenimiz burada kurulmuş.
Ben burada yalnız büyüdüm.
Babam gün boyunca sürüyü güdüyor, akşam eve döndüğünde ise sessiz sedasız karanlık bir köşeye çekiliyordu. Sabah kalktığımda onun gittiğinin farkında bile olmuyordum.
Değirmenimiz köyden uzak olduğu için ben köye çok nadir giderdim. Hayat, önceleri bana bu değirmenden ibaret gözüküyordu. Su coşarak akıyor… Orman uğulduyor… Hayat da gece gündüz bu değirmenin etrafında dönüyordu. Ben, sanki bu akışa kapılmış ömrümün nasıl geçip gittiğini ve oyuna dalmanın, çocukluğun ne olduğunu bilmeden yaşıyordum.
Rüyalarım gerçeğe benziyordu. Gerçekte olanlarla rüyalarımı birbirinden ayırt edemiyordum. İşte her zaman benim peşime takılıp dolaşan kocaman kulaklı, gür tüylü, sakin yaşlı köpeğim Sarbay. İşte değirmencinin gecesi gündüzü yokmuş gibi görünen hayatı, sürü sürü kazları ve ördekleriyle uğraşan eşi… İşte ırgat; geniş enseli, uzun sakallı, her yeri una bulanmış bir dede. Ömrüm, bunların arasında geçip gidiyordu. Lâkin bilmiyorum, bunlar düş mü yoksa gerçek mi?
Yaz ayları bambaşka, onlar tekdüze geçiyordu. Gündüz dağların arasında dipsiz derin çukurların kenarında yürüyordum. Akşamları eve dönünce yavaşça esen rüzgâr ile ağaçların hafifçe uğuldamalarından dolayı yüreğimi saran korkudan karanlık köşeye çekilip uyuyordum.
Yaz böyle geçiyordu ama kış ayları çok zor. Irmaklar donuyor, yaşlı orman kefeni andıran beyaza bürünüp daha da yaşlanmış gibi görünüyordu. Günler kısa, geceler ise uzun, ağır, sakin ve korkunçtu. Bunlar yetmiyormuş gibi insanlar da kurtlardan söz etmek için fırsat kolluyordu.
Gerçekten de var mı, yoksa korkumdan mı kaynaklanıyordu bilmiyorum ama ormandaki ağaçları çatırt diye yaran kara kışın ayaz gecelerinde, aç kurtların gökyüzüne bakarak uluduklarını duymuş gibi oluyordum. Sabah olunca bazı günler evin önünde yeni izler görünüyordu. Irgat Dede, bunların kurt izleri olduğunu söylüyordu.
Benim için ancak güz günleri kolay geçiyordu.
Ekin biçme işleri bitince tahıllar toplanıyor ve değirmenin içi insanlarla doluyordu. Çoğu zaman babaları ve ağabeyleriyle birlikte çocuklar da geliyordu. Onlarla oyun oynar ve bambaşka bir dünyada yaşıyor gibi hissederdim kendimi.
Bir gün babasıyla birlikte çok güzel bir kız geldi. O küçücüktü fakat acayip canlı, kıpır kıpır ve oyunbazdı. Derler ya, bazı insanlar, Allah’ın emriyle ezelden beri beraber yaratılırmış.
Sara’yı ilk gördüğümde, işimi gücümü bırakıp onların arabasına yaklaştım ve gözlerimi gözlerinden alamadan konuşmaya başladım. Birkaç dakika sonra biz, artık ömürlük dost olmuştuk.
Ben onu dağlara, ormanlara götürdüm. Ona ufak, rengârenk ve pırıltılı dümdüz taşlar ve güzel çiçekler topladım. Köye döneceği zaman Sara beni çağırdı. “Benim birçok bebeğim var. Atım da var, birlikte oynarız,” dedi. Babası da arabalarına binip onlarla köye gelmeme razı oldu.
Bense, beraber olduğumuz o bir iki saat içinde ona küsmeyi bile başarmıştım. “Bugün burada kalayım, yarın gelebilirsem gelirim,” dedim.
O günden sonra köy, beni kendine çekmeye başladı.
Sabahları uyanınca oraya gitme ve güzel Sara’m ile birlikte oynama ümidi, kalbimi heyecanla dolduruyordu.
Fakat oraya gidince heyecanım azalıyor, Sara’nın bir sürü oğlan çocukla birlikte oynaması, beni de onlardan biri olarak görmesi kalbimi kırıyordu.
Oyunlarına katılmadan bir müddet Sara’ya gözlerimi dikerek kenardan seyrediyorum, sonra da kimseyle konuşmadan evime dönüyorum.
Kalbim kırılıyor, bu durum bana çok ağır geliyordu. Böyle zamanlarda nedense annemi özlüyordum. Kendimi kucağına atıp uzun uzun ağlamak istiyordum. Dünyanın bana acımasızca davranmasından dolayı yüreğimde oluşan kederi gözyaşlarımla boşaltmak istiyordum. Fakat annem mezarda… Başka kimse de beni onun gibi şefkatle sevmiyordu… Kimse benimle ilgilenmiyor, ben de hiç kimseyi kendime yakın görmüyor, hiç kimseyi sevmiyor ve sevemiyordum…
İşte o an yalnızlıktan canım acıyordu. Allah’ın karşısında diz çöküp ağlayarak hangi günahım için bu kahırlara uğradığımı sormak ve yalvarmak istiyordum.
Lâkin o uzakta, benim yakarışım ona erişemiyor!
III
Şimşek çakınca değirmene yıldırım düştü ve değirmenimiz yandı. Ben şaşırdım kaldım. Şimdi biz ne olacağız, bizi artık nereye gönderirler? Fakat babam sanki rahat bir nefes almış gibi görünüyordu. Sanki bu yıldırımı Allah’tan gelen bir uyarı olarak görüyordu.
O, çoktandır:
– Buradan göçmek lâzım, diye düşünüyordu. Azıcık canı sıkıldığında:
– Neredeyse bir Rus’un evinde can vereceğim, görüyor musun Allah’ım, diye çok üzülüyordu. Yıldırım onu kurtardı.
Babam, kışın orman bekçiliği yapıyordu. Galiba çok iyi bir bekçiydi çünkü köye gitmek istediğini söyleyince, Rus adam:
– Ne olur, gitmeyin. Değirmeni yeniden inşa edeceğim, en iyi şekilde yaptıracağım. Size rahat bir oda da ayırırım. Senin gibi dürüst bir insan bulmak zor, diye yalvarsa da babam onu dinlemedi.
– Olmaz, epey yaşlandım. İmamdan, camiden uzakta yaşamak istemiyorum artık, dedi.
Böylece, değirmeni terk ettik.
IV
Köyün zengini Sadık Bey’in harmanının arkasında küçük bir ev varmış. Onun sahibi hırsız Nuri, insan öldürdüğü için ya ömür boyu kürek cezasına mahkûm edilmiş, ya da Sibirya’ya sürgüne gönderilmişti. Birkaç yıl sonra eşi de kocasının peşinden gitmiş. Çocukları olmadığı için evleri tamamen sahipsiz kalmış.
Babam köye yerleşmek istediğini söyleyince Sadık Bey, on ihtiyar ile muhtarı yanına alıp danışmış ve:
– Nasıl olsa boş duruyor, çitten yapılan o evi ihtiyar Eptireş’e verelim, demiş.
Sonunda diğerleri de galiba buna ikna olmuşlar. Böylece biz, Allah’ın izniyle Cuma günü oraya taşındık.
Belli ki bir sajin34 çitten yapılmış olan, içi dışı kızıl balçık ile sıvalı bu evin döşemeleri topraktandı. Kapatınca açılmayan, açılınca da kapatılamayan ağır kapısı, hayvan zarından yapılan pencereleri vardı. Çatısı da çok basitti. Babam onu değiştirmek için fazla çaba göstermedi. Evin üzerinde biten uzun pelin ve kara pazı otlarını yoldu da benim için sobanın yanına, kendisi için seki köşesine saman döşeyerek yatak hazırladı. Böylece, biz orada yaşamaya başladık. Bu evde semaverin olduğunu, mum ve lamba yakıldığını, eve etli bir yemeğin kokusunun yayıldığını hiç hatırlamıyorum. Yazın başkalarının yardımıyla karnımızı doyuruyor ve evimize ancak yatmaya geliyorduk. Kış mevsiminin uzun gecelerinde babam, Sadık Bey’in karını kürüyor, odununu kırıyordu. Bu işlerin karşılığında aldığı çavdar samanını geniş kucağında getirip acele etmeden sobanın yanına koyuyor ve kıvırdığı samanla yavaştan ocağı yakmaya başlıyordu. Ben, gürül gürül yanan samanla ısınıp sobanın karşısında oturuyordum.
Babamın yazın sürekli süt kaynattığı, isten simsiyah olan demir bir demliği vardı. Ona su koyup ateşte kaynatıyor ve birimiz ağaç kaptan, diğerimiz bilmem kaç yerinden yapıştırılarak tamir edilen kâseden çay içiyorduk. Yatsı namazını gecikerek kıldıktan sonra babam karanlık köşeye çekilip kıbleye doğru oturuyor ve yavaşça mırıldanmaya başlıyordu. O, ezberlediği sureleri mi okuyor yoksa türkü mü yakıyor, hiçbir zaman anlayamadım. Fakat babamın uzun kış gecelerinde dışarıdaki boranın acı ıslığına eşlik ederek evin karanlık köşesinde yalnız başına ağır bir hüzün içinde oturması, yüreğime asla dağılmayacak zehirli bir kan pıhtısı olarak yerleşti.
V
Yıllar geçti. Ben de kırbaç sürükleyip ineklerin arkasından koşacak yaşa geldim. Böylece, iyice yaşlanmış babama yardım etme, onunla beraber çoban olarak sürüyü gütme vakti gelmişti.
Bunlardan korkmadım, hatta ilk gün çok meraklandım. Ayaklarında çabata35, belinde ve boynunda iple takılmış ekmek çuvalı, elinde kocaman yılan misali kıvrılan uzun kırbaç. Uygun zamanda evirip çevirip bütün çayırda yankılandırıp bir şaklatsan, sürüden ayrılan azgın sığırların sırtına derilerini yaracak şekilde bir indirsen hemen gücünle ve yeteneğinle övünmeye başlarsın. Hele o an arkadaşlarından biri seni görürse başın göğe erer.
Lâkin bu durum uzun sürmedi. Birkaç saat sonra sabahki gururlu sevincimin yerini yorgunluk ve bitkinlik aldı. İhtiyar Gerey’in birbirinden arsız üç tane ineği var. Allah bunları galiba bize ceza olsun diye yaratmış. Diğer hayvanların peşinden koşarak azıcık gözden kayboldun mu onlar hemen harmana doğru koşuyorlardı.
Sığırların peşinden koşmaktan bitap düştüm. Kırbacım elimden sarktı, göğsümde bir hırıltı oluştu. Sıcakta hayvanlar otlamıyormuş. Hayvanları sabahın serinliğinde çayırda dolaştırıyorlar, öğlen vakti güneş iyice yükselince de sürüyü su kenarına götürüyorlardı.
Şimdi düşeceğim, işte cehenneme uçacağım korkusuyla büyük bir ıstırapla kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat köprüsünü geçen bir insan kendisini nasıl hissediyorsa büyük suyun kenarına hayvanları götüren ben de kendimi aynen öyle hissettim. Ayaklarım tutmuyor, bütün vücudum ezilmişçesine ağrıyordu. Daha birkaç sajin gidilecekse büyük bir ıstıraba dönüşecekmiş gibi bir vaziyette nihayet su kenarına ulaştım. Elimde kırbacım, belimde çuvalım kıyıya ulaşınca elden ayaktan kesilip ölüm uykusuna daldım. Böylesine sıcak günlerde sürüyü uzun uzun otlatırlar, dört beş saat geçmeden otlaktan çıkarmazlarmış. Fakat bu dört beş saat benim için göz açıp kapayıncaya kadar geçti.
İşte otlağa uzanıp artık gözlerimi tam kapatmıştım ki babam:
– Vahit, Vahit, kalk… Öğlen vakti geçti, hayvanlar yerinde durmuyor, diye bana acıyarak omuzlarımdan tutup silkelemeye başladı.
Sanki bütün vücudumu büyük bir taşla ezmişler, sanki ellerim ve ayaklarım istesem de tekrar yerine gelemeyecek şekilde dağılmış, o kadar yorulmuşum ki hareket edemiyordum. Benim açımdan zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş gibi olsa da aslında hayli bir zaman geçmişti. Güneş alçalmış, hava da soğumaya başlamıştı. Diğer çobanlar sürülerini otlaktan çoktan çıkarmışlardı. Biz ise babam beni uyandırmaya kıyamayıp ya da istese de uyandıramayınca böyle gecikmiştik.
VI
İnsan neler görmüyor, nelere alışmıyor ki!
Yavaş yavaş ben de genç bir çoban olmaya başlıyordum. Artık bu iş eskisi gibi yormuyordu beni. İhtiyar Gerey’in arsız inekleri de artık eskisi gibi koşamıyorlardı. Bir gün yine her zamanki gibi ekinlerin olduğu tarafa bakmaya başladıklarını görünce onları köyün aşağı ucunda yaşayan çoban Vildan ile birlikte taşların arasına sıkıştırıp arka ayaklarındaki ince tendonlarını az kalsın kılla bile kopacak şekilde sıkı bağladık. Bundan sonra ineklerimiz çok değişti, tam anlamıyla terbiye edildiler.
Köyde altı sürü varmış. Otlakta onların hepsi bir yere toplanıyordu.
Önceleri diğer çobanlar:
– Ne oldu Vahit kardeş, sonunda seni de mi çoban yaptılar, diye bana tepeden baksalar da kısa zaman içinde hepsiyle dost olmayı başardım.
Otlağa gider gitmez babamla köyün yukarı ucunda yaşayan çoban ihtiyar Kamali, bizim sürüdeki ineğin kuyruğundan koparıp verdiğimiz kıllarla kırbaçlarının ucunu düzeltip azıcık sohbet ediyor ve derin uykuya dalıyorlardı. Biz gençler, onlar uyuyunca büyük keçileri yakalayıp sağıyor, sonra da ateşte ısınmış taşların üstünde sütü ısıtıyorduk. Sütü içince de suya giriyor ve derin yatuda36 yüzmeye, oynamaya başlıyorduk.
Gündüzleri böylece yarı iş, yarı oyunla geçiyordu. Çobanlığın diğer özelliklerine de alışıyorsun ama sabah kalkmak, güneş doğmadan önce gözlerini ovuşturarak sürüyü götürmek, işte bunlar insanın alışamayacağı kadar zormuş.
Yaz akşamları çok kısa. Güneş battığında sürüyü alıp evine dönersin. Sonra yemek yiyip bir şeyler içmek gerekir. Ama bazı beceriksiz gelinler şu çavdar ezmesini bile senin dönüşüne kadar hazır edip sofraya koyamıyor, yemeğin pişmesini beklerken gün bitmiş oluyordu.
Yemek yiyip başını yastığa koyar koymaz kısa yaz gecesi geçmiş, hemen güneş doğmuş oluyordu. Sen yine ayağa kalkmaya, yine o kahrolası sığırların peşinden koşmaya mecbur kalıyorsun. Birçok zorluğa katlanıyor ve sabrediyordum. Birçok zorlukla baş etmeyi öğrendiğim için bunlar basitleşmeye başlıyordu. Lâkin gün boyu sığırların peşinden koşan ve yorgun düşerek evine dönen bir çocuk için şafağın sökmesiyle uykudan uyanmayı öğrenmek asla mümkün değilmiş.
Her geçen gün daha da ağırlaşıyordu ama yapacak bir şey yoktu. Sen yevmiyeli çalışıyorsun, üzerine aldığın işi yapmak zorundasın. Azcık geciktin mi ihtiyar Sayfi ile Gayni Nine gelip sopayla pencereye vuruyor ve:
– Ne yapıyorsun hâlâ? Öğlen olmasını mı bekliyorsunuz, diye söylenmeye başlıyorlardı.
– Allah’ım, dünyada ne merhametsiz kulların var! Öğlen vakti diyorlar ya! Daha güneş bile doğmamış! Hani, nerede öğlen vakti?
Ama onlara karşılık veremiyorsun. Kendini satmışsın, git boynunu eğ! Üzerine ölüm ağırlığı çökse bile ayağa kalk ve sürüyü otlağa götür!
Bedenin ezilmiş, üzerine ise dağ gibi bir ağırlık çökmüş gibi hissedersin. Gözlerini açamazsın, zar zor açmaya çalışırsın ama kuvvetli uyku, gözlerini kapatıp seni yine kendine çeker. Dilin başladığı kelimeyi bitiremeden durur, şuurun kapanır, gizemli bir güç seni bir yerlere çekip iraden dışında başka bir yere götürür. Fakat uyumam mümkün değil. O arada babacığım da gelip sesleniyor. Ne pahasına olursa olsun kalkmak lâzım. Var gücünle uyanmaya çalışırsın, ıslak yüne batmış dikeni çekip alırcasına büyük bir azapla derin uykudan kendini çekip alır ve zar zor kapıya doğru gidersin. Uykulu uykulu ıhlamur lifinden örülen çabatalarını bağlarsın. Gözlerini ovuşturarak çuvalını boynuna asar ve uzun kırbacını sürükleyip yavaş adımlarla sokağa çıkarsın.
Sürü bir araya toplanmış olurdu. Endişeli ihtiyarlar “Geç kalıyorsunuz, ihtiyar Kamali sürüsünü çoktan götürdü”, diye söylenirlerdi. Uyuya kalan gelinler ineklerini koştura koştura getirirlerdi. Babam, belindeki çuvalı düzelterek üç sajin boyundaki kendisiyle yaşıt kamçısını bütün köy duyacak şekilde şaklatıp hayvanlara yaklaşır ve kalın bir sesle:
– Heyt hayvancağızlar, diyerek sürüye hareket etmesi için emir verirdi.
Babamın sesi, karşıdaki dağlarda yankılanırdı. Hayvanlar da sanki bu emri bekliyorlarmış gibi yerlerinden kalkarlardı.
“Sürü başı” diye adlandırılan birkaç sığır vardı. Bunlar yaşlı, kocaman ve sevimli hayvanlar. Onlar babamın dilinden anlıyor olmalı ki, babam sığırlara isimleriyle seslenerek geri gelmelerini, otlağa inmelerini, bir tarafa dönmelerini söyler, onlar da hemen öne çıkıp diğerlerine kılavuz olurlardı. Sürü, orman kenarından yürür, biz de peşlerinden giderdik. Bütün köy sakin, huzurlu bir uykudaydı. Sürüyü uğurladıktan sonra sokakta kimse kalmazdı. İşte kızgın, öfkeli ihtiyar Seyfi de evine çekildi. Namazını kılmış, hayvanlarını çobana emanet etmiş, artık cübbesini ve sarığını çıkartıp yumuşacık yatağına uzanıp gönül rahatlığıyla uykuya dalardı.
Güneşe bakan evlerin panjurları kapalıydı. Bazen otlağa gelip bizimle birlikte oynayan Şamil’in oturduğu evin de güneşe bakan pencerelerini şu an birileri kapatıyor. Gün ışığı çocukların gözlerine gelip uykularını kaçırmasın diye, herhalde!
– Allah’ım, ne de olsa dünyada mutlu kulların da var!
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.