Kitabı oku: «Siyah İnci», sayfa 3
Merrylegs
Papaz Blomefield’ın, kızlardan ve erkeklerden oluşan geniş bir ailesi vardı. Bazen, bu çocuklar, Bayan Jessie ve Flora ile oynamaya gelirdiler. Kızlardan biri, Miss Jessie ile aynı yaştaydı. Oğlanlardan ikisi büyüktüler ve birkaç tane de ufaklık vardı. Geldiklerinde Merrylegs için çok iş çıkardı. Çünkü hiçbir şey onları, Merrylegs’e sırayla binmek ve meyvelikte, evin çayırında gezmek kadar eğlendiremezdi. Bu, saatlerce, beraber yaptıkları bir şeydi.
Bir gün, Merrylegs, uzun süre onlarla dışarıdaydı. James onu getirdiğinde ve ona yular taktığında o
“Yaramaz! Nasıl davrandığına dikkat et yoksa başımız belaya girer.” dedi.
“Ne oldu Merrylegs?” diye sordum.
“Sorma!” dedi başını ileri atarak. “Bu genç insanlara derslerini veriyordum. Ne zaman durmaları ya da benim ne zaman durmam gerektiğini bilmiyorlar. Bu yüzden arkaya doğru biraz attım onları. Ne yapayım, anladıkları tek şey bu.”
“Ne!” dedim. “Çocukları mı fırlattın? Bunu yapmayacak kadar aklın var diye düşünürdüm. Bayan Jessie iyi ya da Flora’yı mı attın?”
Çok gücenmişti. Şöyle dedi:
“Tabii ki hayır. Ahıra gelen en iyi yulafın uğruna bile yapmam bunu. En az sahip kadar dikkatliyim genç hanımlarımız konusunda, küçüklere gelince onlara binmeyi ben öğrettim. Onlar korktuğunda ya da sırtımda huzursuzlandıklarında kedinin kuşun arkasından gidişi gibi sessiz sakin giderim. Kendilerini iyi hissediyorlarsa tekrar hızlı giderim, anladın mı onlar alışsınlar diye. Bu çocukların sahip olabileceği en iyi arkadaş ve en iyi biniş öğretmeniyim. Sorun onlar değil; erkekler.”
“Erkekler…” dedi. “Oldukça farklılar. Biz nasıl tayken eğitiliyoruz, onlar da eğitilmeli ve neyin nasıl olması gerektiğini öğrenmeliler. Diğer çocuklar, bana, yaklaşık iki saat bindiler ve erkekler sıranın kendilerine geldiğini düşündüler. Evet, öyleydi. Ben de aynı fikirdeydim. Bana sırayla bindiler, onları bir aşağı bir yukarı ve meyveliğin etrafında bir saat dörtnala koşturdum. Her biri fındık dalı kestiler kırbaç yapmak için ve biraz sertçe kullandılar. Son gücüme kadar dayandım ve kötü niyetli düşünmedim. Bu yüzden ipucu olsun diye bir iki kez durdum. Erkekler bir atın ya da midillinin lokomotif ya da kesme makinesi gibi olduğunu düşünüyor ve istedikleri süreyle istedikleri kadar hızlı gidebileceğimizi sanıyorlar. Bir midillinin yorulabileceğini ya da duygularının olduğunu düşünmüyorlar. Bu yüzden beni kırbaçlayanı, arka ayaklarım üzerinde doğrularak arkaya doğru kaydırdım; hepsi bu. Bana tekrar bindi ve ben de aynısını tekrar yaptım. Sonra öbür çocuk bindi. Sopasını kullanmaya başlar başlamaz onu çime yatırdım ve bunu sürdürdüm; onlar anlayana kadar; hepsi bu. Kötü çocuklar değiller. Zalimlik etmek değil niyetleri. Onları seviyorum ama anlıyorsun ya onlara bir ders vermeliydim. Beni James’e götürüp ona söyledikleri zaman, böyle büyük sopalara kızdığını düşünüyorum. Bu tarz sopaların çobanlar ve Çingeneler için uygun olacağını, genç beyefendilere yakışmayacağını söyledi.”
“Yerinde olsaydım…” dedi Zencefil. “Bu çocuklara iyi bir tekme atardım ve bu da onlara iyi bir ders olurdu.”
“Ona ne şüphe!” dedi Merrylegs. “Ancak affına sığınarak söylüyorum; ben sahibimizi kızdıracak ya da James’i utandıracak bir şey yapacak kadar aptal değilim. Ayrıca bu çocuklar at binerken benim sorumluluğumda. Söylüyorum ya, bana emanetler. Daha geçen gün sahibimiz, Bayan Blomefield’a şöyle söylüyordu: ‘Canım, çocukları merak etmeyin. Yaşlı Merrylegs sizin ya da benim kadar onlarla ilgili olacaktır. Sizi temin ederim ki bu midilliyi hiçbir fiyata satmam. O kadar iyi huylu ve güvenilir ki…’ Sence ben beş senedir burada gördüğüm kibar davranışları ve bana duydukları onca güveni unutacak ve birkaç cahil çocuk beni kötü kullandı diye zalime dönecek kadar kadirbilmez bir vahşi miyim? Hayır! Hayır! Sen, sana kibar davranılan bir yerde bulunmadın hiç, bu yüzden bilmiyorsun ve senin için üzgünüm. Ancak size diyebilirim ki iyi yerler iyi atlar yapar. Hiçbir şey için sahiplerimizi üzmem. Onları seviyorum, gerçekten seviyorum.” Alçak sesle de “Ho! Ho! Ho!” dedi burnundan. Sabahları James’i kapıda duyduğunda yaptığı gibi…
“Ayrıca…” dedi. “ Eğer tekmeleseydim kendimi nerede bulurum? Bir çırpıda satılır ve karaktersiz bir midilli olurdum. Bir kasap çırağına köle olabilir, ne kadar hızlı gidebildiğim dışında bir şeyin umursanmadığı deniz kıyısında bir yerde ölümüne çalıştırabilir ya da pazar gezmesine giden üç dört adamın içinde olduğu bir arabayı kamçılanarak taşıyabilirdim; buraya gelmeden önce, çalıştığım yerde gördüğüm şeyler bunlar.” Sonra “Hayır.” Dedi Merrylegs başını sallayarak. “Umarım bu durumlara hiç düşmem.”
Meyvelikte Sohbet
Zencefil ve ben, genelde görülen uzun binek atı soyundan değildik, daha çok yarış atı kanı taşıyorduk. On beş buçuk karış kadar uzunduk. Bu yüzden arabada kullanılmak kadar binilmeye de müsaittik. Sahibimiz, adam ya da at olsun tek iş yapanı sevmediğini söylerdi. Londra parklarında gösteriş yapmayı sevmediği için daha hareketli ve kullanışlı türden bir atı tercih ederdi. Bize göre ise en büyük zevk, biniş partisi için eyer kuşandığımız zamandı. Sahibimiz, Zencefil’e, hanımefendi bana binerdi; genç hanımlar da Bay Oliver ve Merrylegs’e. Birlikte tırıs ve eşkin gitmek o kadar güzeldi ki bu, bizi her zaman neşelendirirdi. Benim görevim en güzeliydi çünkü her zaman hanımefendiyi taşırdım. Kilosu hafifti, sesi şeker gibiydi ve eli dizginler üzerine öyle hafif dokunurdu ki neredeyse dizginleri hissetmeden onun ne istediğini anlardım.
Eğer insanlar hafif bir elin bir at için ne kadar rahat olduğunu ve bir ağzı ve ruh hâlini nasıl iyi tuttuğunu bilselerdi kesinlikle, genelde yaptıkları gibi, dizginlere asılmaz, onları savurmaz ve çekiştirmezlerdi. Ağızlarımız öyle hassas ki kötü ya da cahilce bir davranışla mahvedilmedikleri ve zorlanmadıkları zaman, sürücünün elinin en ufak bir hareketini bile hisseder ve anında bizden ne istendiğini anlarız. Ağzım hiç mahvedilmemişti ve sanırım adımları benden daha iyi olsa da hanımefendi bu sebeple beni Zencefil’e tercih ederdi. Zencefil de beni kıskanırdı ve ağzının benimki kadar mükemmel olmayışının nedeninin yetiştirilmesinin ve Londra’da ona gem takılmasının olduğunu söylerdi. Sonra Bay Oliver şöyle derdi: “Hadi ama! Kendinizi üzmeyin. Çok büyük bir onur sahibisiniz siz. Bizim sahibimizinki gibi bir kiloyu ve boyu, tüm gücüyle ve çevikliğiyle taşıyabilen bir kısrak, hanımefendiyi sırtında taşıyamıyor diye başı yerde gezmemeli. Biz, atlar, başımıza geleni kabullenmeliyiz ve bize iyi ve kibar davranıldığı sürece, her zaman mutlu ve istekli olmalıyız.”
Bay Oliver’ın nasıl olup da böyle kısa bir kuyruğa sahip olduğunu merak ederdim. Sadece altı yedi inçti, ucundan sarkan bir püskül vardı. Tatillerimizden birinde meyvelikte, nasıl bir kazayla kuyruğunu kaybettiğini sormaya cesaret ettim. “Kaza mı!” diye homurdandı sinirli bir bakışla. “Kaza falan değildi. Zalimce, utanmadan, soğukkanlılıkla yapılan bir eylemdi! Gençken şu zalim şeylerin yapıldığı yere götürüldüm. Bağlandım ve düğüm yaptılar ki böylece kıpırdamayayım ve sonra geldiler ve güzel uzun kuyruğumu, canlı canlı etimden kemiğimden kestiler ve aldılar.”
“Ne korkunç!” dedim.
“Korkunç! Çok korkunçtu! Ancak korkunç olan şey, çok uzun sürse de ve çok kötü olsa da sadece acı değildi, her ne kadar kötü bir durum olsa da sadece en güzel süsümün benden alınışının alçaklığı da değildi, şuydu: Yan taraflarımdaki sinekleri ve arka bacaklarımı nasıl fırçalayabilecektim artık? Siz, kuyrukları olanlar, hiç düşünmeden kuyruğunuzla sinekleri kaçırıveriyorsunuz ve üzerinizde kalmalarının, sürekli ısırmalarının ve onları kovacak hiçbir şeyinizin olmamasının nasıl bir işkence olduğunu söyleyemezsiniz. Size söyleyebilirim ki bu durum, hayatımın hatası ve kaybı ama Allah’a şükürler olsun! Artık böyle şeyler yapmıyorlar.”
Zencefil “Peki o zamanlar neden böyle bir şey yapıyorlardı?” dedi.
“Moda yüzünden!” dedi yaşlı at ayağını yere vurarak. “Moda yüzünden! Eğer bunun ne demek olduğunu biliyorsanız durumu anlarsınız. Benim zamanımda kuyruğu bu utanç verici şekilde kesilmemiş tek bir soylu at bile yoktu. Sanki bizi yaratan ve her şeyi bilen Allah ne istediğimizi ve neyin güzel duracağını bilmiyormuş gibi…”
Zencefil “Sanırım Londra’da, kafamıza kayışla bağlanan ve eziyet çektiren şu gemler de moda yüzündendi.” dedi.
“Tabii öyle.” dedi yaşlı at. “Benim kanaatimce, moda, dünyadaki en acayip şeylerden birisi. Şimdi, örneğin, köpeklere nasıl davrandıklarına bakın. Kuyruklarını daha cesur görünsünler diye kesiyorlar ve kulaklarını daha kurnaz görünsünler diye bayağı koparıyorlar; gerçekten! Bir zamanlar çok değerli bir dostum vardı, kahverengi bir Terrier. Ona Gökyüzü derlerdi. Bana o kadar düşkündü ki benim odamdan başka yerde uyumazdı. Yatağını yemliğin altına yapardı ve her tatlı köpek yavrusu kadar şeker beş yavrusu vardı. Hiçbiri ölmemişti çünkü hepsi iyi bir türdendi. Gökyüzü, onlarlayken o kadar mutluydu ki!.. Gözlerini açtıkları ve gezmeye başladıkları zaman görmeliydiniz. Ancak bir gün bir adam geldi ve hepsini götürdü. Onları ezerim diye korktuğunu düşündüm ama öyle değildi. Akşam, zavallı Gökyüzü, onları tek tek ağzında taşıyarak geri getirdi, yavrular eskiden oldukları gibi mutlu değildi, acınası şekilde yaraları kanıyor ve ağlıyorlardı. Hepsinin de kuyruğunun birazı kesilmişti; güzel küçük kulaklarının yumuşak kapakları da… Anneleri onları nasıl da yalıyordu, nasıl da üzülmüştü zavallı şey! Asla unutmayacağım. Yavrular, zamanla iyileşti ve acıyı unuttu ama tabii ki kulaklarının nazik kısımlarını tozdan ve yaralanmadan korusun diye orada olan güzel yumuşak kapaklar sonsuz kadar gitmişti. Neden daha kurnaz dursunlar diye kendi çocuklarının da kulaklarını kesmiyorlar? Neden kendi burunlarını daha cesur dursunlar diye kesmiyorlar? Kişi kendisine yapılmasını istemediği şeyi bir diğerine de yapmamalı. Tanrı’nın yarattıklarına nasıl eziyet ederler ve onları nasıl bozarlar, ne hakları var buna?”
Bay Oliver, yaşlı olsa da sinirli bir attı ve söylediği her şey, benim için, o kadar yeni ve korkunçtu ki kafamda adamlara dair daha önce hiç sahip olmadığım kötü düşünceler üretmeye başladığımı hissettim. Tabii ki Zencefil daha da heyecanlıydı. Gözleri parlıyordu, burnundan soluyordu. Kafasını geriye savurdu ve adamların, zalim ve aptal olduğunu söyledi.
“Aptallar hakkında kim, ne diyor?” diye sordu, alçak dalında sırtını kaşıdığı eski elma ağacından dönen Merrylegs. “Kim aptallar hakkında konuşuyor? Bence bu çok kötü bir kelime.”
“Kötü kelimeler, kötü şeyler için vardır.” dedi Merrylegs ve Zencefil’e, Bay Oliver’ın söylediklerini anlattı. “Hepsi de doğru.” dedi Merrylegs üzülerek. “İlk yaşadığım yerde köpeklere yapılan bu şeyleri defalarca gördüm. Ancak burada bunu konuşmayacağız. Siz de biliyorsunuz ki sahibimiz de John da James de bize her zaman iyi davrandılar. Adamlara karşı kötü konuşmak böyle bir yerde adil ya da şükranlı olmaz. Siz de biliyorsunuz ki bizimkilerin dışında da iyi sahipler ve seyisler var. Tabii bizimkiler en iyileri.” Tatlı, küçük Merrylegs’in oldukça doğru olduğunu bizim de anladığımız bu olgun konuşması hepimizi sakinleştirdi, özellikle de sahibine çok düşkün olan Bay Oliver’ı… Konuyu değiştirmek için, “Biriniz, bana gözlüklerin işlevini söyleyebilir mi?” dedim.
“Hayır!” dedi Bay Oliver kısaca. “Çünkü hiçbir kullanım amaçları yok.”
Adalet, her zamanki sakin sesiyle, “Onlar…” dedi. “Atların ürkmesini, korkmasını ve böylece kazaya sebep olmalarını önlemek amacıyla var.”
“Peki o zaman binek atlarına, özellikle de bayanların bindiklerine takmamalarının sebebi ne?” dedim.
Sakince “Bir sebebi yok.” dedi. “Sadece moda! Atın kendi yük ya da binek arabasının tekerleklerini ya da arkadan gelen arabayı görünce korkacağını ve kaçacağını söylerler. Ancak tabii ki ata binildiğinde sokaklar kalabalıksa at her hâlükârda etrafını görür. Kabul ediyorum bazen o kadar yaklaşıyorlar ki hiç hoş olmuyor ancak biz kaçmayız. Biz buna alışkınız, anlayabiliyoruz. Eğer gözlükleri takmak zorunda bırakmasalardı biz kendimiz takmayı istemezdik. Orada ne olduğunu, neyin ne olduğunu bilmeliyiz ve böylece her şeyin anlamadığımız garip parçalarını gördüğümüz zamankinden daha az korkmuş oluruz.”
“Tabii ki gençken canı yanmış ya da korkmuş bazı gergin atlar için bu yol daha iyi olabilir. Ancak hiçbir zaman gergin olmadığım için bir şey söyleyemeyeceğim.”
“Sanırım…” dedi Oliver. “Gözlükler geceleri çok tehlikeli oluyor. Biz, atlar, karanlıkta, adamlardan daha iyi görebiliyoruz. Eğer atların görüşleri kısıtlanmasaydı pek çok kaza hiç gerçekleşmezdi. Birkaç yıl önce, hatırlıyorum da karanlık bir gecede, iki atıyla dönen bir cenaze arabası vardı. Tam da Çiftçi Sparrow’un evinin yakınlarında, gölcüğün yola yakınlaştığı kısımda tekerlekler kenara çok yanaştı ve cenaze arabası suya daldı. İki at da boğuldu ve sürücü, neredeyse kurtulamıyordu. Tabii ki bu kazadan sonra kolayca görülebilecek sağlam beyaz bir set konuldu. Ancak eğer bu atlar yarım görüyor olmasaydı kendileri, kendilerini kıyıdan uzakta tutardı ve hiçbir kaza olmazdı. Sen buraya gelmeden önce sahibimizin arabası suya daldıktan sonra ‘Eğer sol taraftaki lamba patlamış olmasaydı John yol işçilerinin açtığı deliği görürdü.’ diyorlardı. Evet, görebilirdi, ama eğer yaşlı Colin gözlük takıyor olmasaydı yaşlı bir at olarak tehlikeden kaçma bilgisine sahip olduğu için lamba olsun olmasın deliği görürdü. Colin’in canı çok yandı, araba parçalandı ve John’ın kurtuluşu da tam bir mucize oldu.”
Zencefil, bir yandan burun deliklerini kıvırırken bir yandan da şöyle diyordu: “Şunu söylemeliyim ki çok bilge olan bu adamlar, gelecekte tayların gözleri yanlarda değil de alınlarının ortasında olarak doğması emrini verseler yeridir. Bu adamlar, her zaman, doğayı geliştirip değiştirebileceklerini ve Tanrı’nın yarattığını tamir edebileceklerini düşünüyorlar.”
Konu yine kötü bir yere doğru gidiyordu. Merrylegs, bilgili, küçük suratını kaldırıp şöyle dedi: “Size bir sır vereceğim. Bence John gözlükleri onaylamıyor. Bir gün gözlükler hakkında sahiple konuşurken duydum onu. Sahip şöyle diyordu: ‘Eğer atlar gözlüklere alıştıysa belki onları çıkarmak tehlikeli olabilir.’ John da ‘Bazı yabancı ülkelerde olduğu gibi taylar gözlüksüz eğitilse iyi olabilir.’ dedi. Neyse haydi neşelenelim! Meyveliğin diğer ucuna koşalım. Bence rüzgâr elmalardan bazılarını düşürmüştür ve sümüklü böcekleri de onları da yiyebiliriz.”
Merrylegs’in dediğine karşı çıkılmadı; bu yüzden uzun sohbetimizi kestik ve çimde yatan tatlı elmalardan hatır hutur yiyerek keyfimizi yerine getirdik.
Samimi Bir Konuşma
Birtwick’te kaldıkça böyle bir yerde yaşıyor olmaktan ötürü daha çok gurur duyuyor ve daha da mutlu oluyordum. Sahibimiz ve hanımefendimiz, onları tanıyanlar tarafından sevilir ve sayılırdı. Onlar, herkese ve her şeye karşı, iyi ve kibardılar: Sadece adamlara ve kadınlara karşı değil, atlara ve eşeklere, kedilere ve köpeklere, sığırlara ve kuşlara karşı da… Tüm baskı gören ve kötü kullanılan canlılar, onların dostuydu ve uşakları da kendileri gibiydiler. Eğer köy çocuklarından canlılara zalimce davrananlar olduğu duyulursa hemen bunu Hall’dan öğrenirlerdi.
Squire ve Çiftçi Grey, kendilerinin söylediklerine göre, atlara taşıma dizginleri takılmasını bıraktırmak için yaklaşık yirmi sene beraber çalışmışlardı ve bizim çevremizde bu dizginlerden çok nadir görürdünüz. Ancak bazen hanımefendimiz çok yüklenmiş ve kafası gerilmiş bir at görürse arabayı durdurur, iner ve sürücüyle tatlı, ciddi ses tonuyla konuşur ve yaptığının ne kadar aptalca ve zalimce olduğunu göstermeye çalışırdı.
Hiçbir adamın bizim hanımefendimize dayanabileceğini sanmıyorum. Keşke her hanımefendi onun gibi olsa… Sahibimiz de bazen çok kızar… Hatırlıyorum da bir sabah benimle eve giderken narin bacaklı, soylu, hassas başlı ve suratlı; küçük, güzel bir midillinin çektiği bir gezinti arabasında, güçlü bir adamın bize doğru sürdüğünü gördük. Tam da adam bizim arazimizin kapılarına gelmişken küçük şey kapılara doğru döndü. Adam hiçbir şey söylemeden ya da uyarmadan canlının kafasını kuvvetle ve aniden öyle bir döndürdü ki neredeyse başını koparacaktı. Midilli kendini toparlamış, yoluna devam ediyordu ki adam kızgınca kırbaçlamaya başladı. Midilli öne doğru savruldu ama güçlü, ağır el, güzel canlıyı, çenesini kopartabilecek bir kuvvetle geriye doğru çekti; bu arada kırbaç hâlâ midillinin üzerinde şaklıyordu. O kırbacın, o küçük tatlı ağza ne kadar acı verdiğini bildiğim için bu benim açımdan korkunç bir görüntüydü. Ancak sahibim bana bir şeyler söyledi ve biz, bir saniye içinde o adamın yanındaydık.
“Sawyer!” diye bağırdı acımasız sesiyle. “O midilli, sadece etten kemikten mi yapıldı?”
“Et, kemik ve huysuzluktan.” dedi. “Kendi isteklerinden başkasını dinlemiyor ve bu hiç de bana göre değil.” Çok sinirliymiş gibi konuşuyordu. Bizim arazimize sık sık iş için gelen bir inşaat işçisiydi.
“Ve sence…” dedi sahibimiz sert ses tonuyla. “Bunun gibi bir tavır, onu, senin isteklerine göre davranmaya teşvik eder mi?”
Adam kaba ses tonuyla “Bu dönüşü yapmak onun ne haddine. Onun yolu dümdüz ileriydi!” dedi.
Sahibimiz “Genellikle onu benim yerime doğru sürersin. Bu davranışı da hayvanın, hafızasını ve zekâsını gösterir. Senin, benim oraya tekrar uğramadığını hayvan nereden bilsin? Ancak tüm bu olayın bu durumla alakası yok. Bay Sawyer, şunu söylemeliyim ki küçük bir midilliye karşı takınılan insafsızca, zalimce tutumlara şahit olmak gibi bir zorunluluğum yok benim. Sizi, bu kızgınlığın yönlendirmesine izin vererek kendi karakterinizi, atınızı incittiğinizden daha çok incitiyorsunuz ve unutmayın, hepimiz davranışlarımıza göre yargılanacağız; bunlar ister adamlara ister canlılara karşı olsun fark etmez.”
Sahibim bana yavaş biniyordu ve sesinden durumun onu ne kadar üzdüğünü anlamıştım. Kendi sınıfından aşağı birisiyle olduğu kadar kendi sınıfından biriyle de özgürce konuşurdu. Bir gün dışarıdayken sahibimizin bir arkadaşı olan Kaptan Langsley’ylekarşılaştık. İki muhteşem gri at sürüyordu. Küçük bir sohbetten sonra kaptan:
“Bay Gordon, yeni takımım hakkında ne düşünüyorsun? Sen de bilirsin ya sen, buralardaki at yargıcısın ve fikrini öğrenmeyi çok isterim.” dedi.
Sahibim onları daha iyi görebilsin diye beni biraz geriye doğru götürdü. “Oldukça nadir, muhteşem bir güzellikleri var.” dedi. “Eğer göründükleri kadar iyilerse daha iyisi can sağlığı. Ancak senin bu kızgın tavrın atları sadece endişelendirir ve onların güçlerini azaltır.”
“Ne demeye çalışıyorsun?” dedi diğer adam. “Taşıma dizginleri mi? Hımm! Biliyorum onları eleştirmek senin için bir hobi. Ancak gerçek şu ki ben atlarımı kafaları yukarıda severim.”
“Ben de.” dedi sahibimiz. “En az diğer adamlar kadar. Ancak bu, onlara zorla yaptırılmamalı çünkü olayın tüm güzelliğini alır götürür. Sen askerî rütbeye sahip bir adamsın Langsley ve bölüğünün geçitte güzel görünmesini istediğine şüphe yok. ‘Başlar yukarı!’ ve böyle şeyler… Ancak adamlarının başları bir arkalığa bağlı olsaydı yeteneğin için takdir görmezdin. Geçitte sorun çıkmazdı ancak bölüğün endişelenir ve yorulurdu. Ancak kaslarını özgürce kullanmak isteyecekleri, tüm güçleriyle ileri atılmak isteyecekleri bir savaşta olsalardı ne olurdu? Ben onlara pek zafer şansı vermezdim ve bunun aynısı atlar için de geçerli. Onları huzursuz ediyorsun, endişelendiriyorsun ve güçlerini azaltıyorsun. Ağırlıklarını işleri için kullanmalarına izin vermiyorsun. Böylece onlar da eklemlerine ve kaslarına yükleniyor. Bu da onları fazla yoruyor. Şuna güvenebilirsin: Atların başları adamlarınki kadar serbest olmalı ve eğer daha çok mantığa göre ve daha az modaya göre davranabilsek pek çok şeyin daha düzgün işleyeceğini görürüz. Ayrıca benim kadar iyi biliyorsunuz ki bir at, başı ve boynu bağlı olduğu zaman, yanlış bir adım atarsa kendini iyileştirme şansı daha az olur.”
“Şimdi…” dedi sahibimiz gülerek. “Taşıma dizginini eleştirme hobim tırıs gidiyor. Ona da ata hükmettiğiniz gibi hükmedemez misiniz? İsminiz dillere destan olurdu.”
Diğeri “Düşüncenizde haklı olduğunuza inanıyorum, askerler hakkında söyledikleriniz de çok isabetli ancak yine de ben bu konuyu bir düşüneceğim.” dedi ve ayrıldılar.
Fırtınalı Bir Gün
Sonbaharın sonuna doğru, sahibimiz, iş için uzun bir yola çıktı. Köpek arabasına bağlandım ve John da sahibimizle beraber gitti. Köpek arabasında gitmeyi her zaman sevmişimdir: Çok hafiftir ve yüksek tekerlekler çok güzel gider. Çok yağmur yağıyordu, şimdi rüzgâr da kötüleşmişti ve yola bolca kuru yaprak savuruyordu. Bariyere ve alçak tahta köprüye gelene kadar mutlu mesut ilerliyorduk. Nehrin yatağı oldukça yüksekti fakat üzerindeki köprü yükseltisiz, dümdüz bir köprüydü; bu yüzden nehir fazla dolduğunda su, köprünün ortasında, neredeyse köprüye ve tahtalara kadar ulaşıyordu: Ancak iki kenarda da iyi, dayanıklı tırabzanlar olduğu için kimse bunu umursamıyordu.
Kapıdaki adam nehrin yükseldiğini ve kötü bir gece olacağından korktuğunu söyledi. Pek çok çayırlık sular altında kalmıştı ve yolun alçak kesimlerinde su, dizlerime kadar çıkmıştı. Ancak köprünün sonu iyiydi ve sahibim dikkatle sürdü. Bu yüzden dert etmedim.
Kasabaya vardığımızda tabii ki iyi bir yemek yedim ama işi, sahibimi çok oyaladığı için, öğleden sonra geç vakitlere kadar ev için yola çıkamadık. Rüzgâr iyice şiddetlenmişti ve sahip, John’a, daha önce hiç bu kadar şiddetli bir fırtınada yola çıkmadığını söyledi. Ormanın kenarında, büyük dalların çalı çırpı gibi sallandığı ve sesin berbat olduğu yerde ilerlerken ben de tam olarak sahibim gibi düşündüm.
Sahibim “Umarım bu ormandan hepimiz sağ salim çıkarız.” dedi.
“Evet efendim.” dedi John. “Bu dallardan biri üstümüze düşerse çok kötü olur.”
Kelimeler ağzından yeni çıkmıştı ki bir gürültü, çatırtı ve kırılma sesi duyuldu. Diğer ağaçların arasından sıyrılaran bir meşe, kökünden çıktı ve hemen önümüze, yola düştü. Korkmadığımı söyleyemeyeceğim çünkü korktum. Hemen durdum ve sanırım titredim de. Tabii ki geri dönmedim ya da kaçmadım. Bu şekilde yetiştirilmedim. John sıçradı ve bir dakika içinde üzerime bindi.
Sahibim “Az kalsın üzerimize geliyordu.” dedi. “Şimdi ne yapacağız?”
“Beyefendim o ağacın üzerinden geçemeyiz, etrafını da dolaşamayız. Yapabileceğimiz tek şey, dört yola gitmek; tahta köprüye geri gidene kadar bir altı mil kadar gitmiş olacağız. Bu bizi geciktirir ancak atımız güçlü, kuvvetli.”
O yüzden dört yolun etrafından buraya tekrar geldik ancak biz köprüye varana kadar hava kararmıştı. Suyun nehrin yarısından fazlasına kadar çıktığını görebiliyorduk. Ancak sel olduğu zaman bu bazen olurdu, bu yüzden sahip de durmadı. İyi bir tempoyla gidiyorduk ama ayaklarım köprünün ilk kısmına basar basmaz bir şeylerin yanlış olduğunu anladım. Gitmeye cesaret edemedim. Hemen durdum. “Devam et Siyah İnci.” dedi sahibim kırbacıyla biraz dokundurarak. Ancak kıpırdamaya cesaret edemedim. İyice şaklattı kırbacı. Olduğum yerde sıçradım ama gitmeye cesaret edemedim.
John “Bir tehlike var beyefendi.” dedi. Köpek arabasından atladı, yanıma geldi ve etrafa baktı. Beni ileri götürmeye çalıştı. “Hadi gel İnci sorun ne?” Tabii ki ona söyleyemiyordum ama köprünün güvenli olmadığını adım gibi biliyordum.
Tam da o sırada, diğer tarafta kapıyı bekleyen adam, evden fırladı, deli gibi elindeki meşaleyi savuruyordu.
“Hey, hey, hey! Heyyyyy! Durr!” diye bağırdı.
“Ne oldu?” diye sordu sahibim.
“Köprünün ortası kırıldı ve su, bir parçayı götürdü. Eğer gelirseniz nehre düşeceksiniz.”
“Çok şükür!” dedi sahibim.
“Sen tam bir incisin!” dedi John. Başlığımdan tuttu ve beni, nehir tarafına, yolun sağına döndürdü. Güneş batalı biraz olmuştu. Rüzgâr, ağacı koparan o kızgın fırtınadan sonra bayağı dinmişti. Hava gittikçe karardı ve sakinleşti. Sessizce tırıs gittim, tekerlekler yolda neredeyse hiç ses yapmıyordu. Uzunca bir süre ne sahibim ne de John konuştu sonra sahibim ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Konuştuklarının çoğunu anlamadım ama eğer sahibimin istediği yönde gitseydim köprünün bizi taşımayacağını ve atın, arabanın, sahibimin ve John’ın nehre düşeceğini düşündüklerini anladım. Akıntı da o kadar kuvvetli ki… Hava da karanlıktı ve ne yardımcı olacak birisi ne de ışık vardı; bu yüzden büyük ihtimalle hepimiz boğulacaktık. Tanrı’nın insanlara akıl verdiğini böylece kendi sorunlarını çözebileceklerini söyledi sahip. Ancak hayvanlara mantığa dayanmayan bir bilgi ya da sezgi verdiğini ve bu bilginin, kendine has bir hıza ve mükemmelliğe sahip olduğunu ve çoğunlukla insanların hayatlarını da kurtardığını ekledi. John’ın köpekler, atlar ve bunların yaptıkları harika şeyler hakkında anlatacak pek çok öyküsü vardı. İnsanların, hayvanlarını olması gerekenin yarısı kadar bile sevmediklerini ve onlarla gerektiği gibi arkadaş olmadıklarını söyledi. Eminim ki John hiçbir insanın olmadığı kadar dosttu hayvanlara.
Sonunda arazimizin kapılarına geldik ve bahçıvanın bizi aradığını öğrendik. Hanımefendinin karanlık bastığından beri çok kötü durumda olduğunu bir kaza olmuş olabilir diye çok korktuğunu ve James’i, demir kırı at olan Adalet ile birlikte tahta köprüye doğru bizi aramaya gönderdiğini öğrendik.
Hall kapısında, üstteki pencerelerde bir ışık gördük ve biz gelince hanım dışarı fırladı: “Gerçekten iyi misiniz canım? Aklıma kötü kötü şeyler geldi hep, iyice korktum! Kaza yapmadınız ya?”
“Hayır hayatım. Ancak Siyah İnci’n bizden daha akıllı olmasaydı köprüden aşağı yuvarlanmıştık ve su bizleri alıp götürmüştü bile.” Eve girdikleri için devamını duyamadım ve John beni ahıra götürdü. O akşam öyle bir yemek yedim ki!.. İyi bir kepek lapası, yulafımın yanında ezilmiş fasulye ve kalın rahat bir saman yatak… Bunlar beni çok mutlu etmişti, çünkü çok yorgundum.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.