Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.
Kitabı oku: «Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları», sayfa 8
10. BÖLÜM
“Olağanüstü Şeyler Oldu”
Olağanüstü şeyler oldu, sürekli de olmaya devam ediyor; etrafımda sahip olduğum bütün kâğıt, beş tane eski not defteri ve yığınla karalama kâğıdından ibaret ve sadece bir dolma kalemim var. Ancak elimi oynatabildiğim müddetçe deneyimlerimizi ve izlenimlerimizi kâğıda dökmeye devam edeceğim. Çünkü şahit olduğumuz şeyleri bütün insan ırkı içinde bizden başka hiç kimse görmedi. Bu yüzden hâlâ hafızamda canlıyken ve devamlı önümüze engeller çıkaran kaderimiz sonunda bizi teslim almadan önce, bunları kaydetmem çok büyük önem taşıyor. Belki bu mektupları nehir yoluyla Zambo’nun götürmesi veya mucizevi bir yolla benim geriye taşıyabilmem veya belki bir uçağı filan olup da izlerimizi bulabilecek gözü pek bir maceraperestin bu el yazması tomarı bulmasıyla… Öyle veya böyle eminim ki yazdıklarım gerçek hayata dayalı bir macera klasiği olarak ölümsüzleşecek.
Haydut Gomez tarafından platoda pusuya düşürülüşümüzün ertesi sabahı, gözlemlerimizde yeni bir döneme başladık. Bunların ilki, başıboş dolaştığımız bu yerin bende pozitif bir izlenim uyandırmadığıydı. Şafak söktükten sonra daldığım kısa bir uykudan uyanınca, gözlerim kendi bacağım üzerindeki çok acayip bir görüntüye takıldı. Pantolonum yukarı kaymış ve çorabın üstündeki tenim birkaç santim açığa çıkmıştı. Burada iri, morumtrak bir üzüm tanesi duruyordu. Görüntüye şaşırarak eğilip almaya kalktığımda, parmaklarımın arasında patlayarak her yana kan saçtığını dehşetle gördüm. İğrenerek attığım çığlık, iki profesörü yanıma getirmişti.
“Çok ilginç!” dedi Summerlee, kaval kemiğimin üzerine eğilerek. “Kocaman bir kene, tahminimce henüz sınıflandırılmamış bir cins.”
“Çabalarımızın ilk meyvesi.” dedi Challenger, gürültücü ve ukala tavrıyla. “Bunu Ixodes Maloni diye isimlendirmek için daha iyi bir fırsat olamaz. Isırılmanın verdiği bu çok küçük rahatsızlık, eminim ki adının zoolojinin ölümsüz tarihine işlenmesine ağır basmayacaktır genç dostum. Ne yazık ki bu güzelim örneği beslenirken ezdin.”
“Pis haşere!” diye bağırdım.
Profesör Challenger kaşlarını itirazla kaldırarak omzuma gönül alıcı bir el koydu.
“Bilimsel gözü ve bağımsız bilimsel zihni geliştirmelisin.” dedi. “Benim gibi filozof karakterli birisi için neştere benzeyen hortumu ve şişen karnıyla bir kene de aynı bir tavuskuşu veya hatta aurora borealis gibi, doğanın güzelliklerden biridir. Onun hakkında böylesine kıymet bilmez biçimde konuşmanı duymak bana acı veriyor. Biraz gayretle, eminim başka bir örneği emniyete alabiliriz.”
“Bundan hiç şüpheniz olmasın.” dedi Summerlee ciddi ciddi. “Çünkü bir tanesi tam şimdi gömleğinizin yakasından içeri daldı.”
Challenger, bir boğa gibi böğürüp havaya zıplayarak ceketini ve gömleğini çıkarmak için deli gibi üstünü başını yırtmaya başlamıştı. Summerlee ve ben kahkahadan öylesine kırılıyorduk ki ona güçlükle yardım edebildik. Sonunda bu dev gibi vücudu açığa çıkardık (Gövde çevresi terzinin mezurasıyla tam 140 santim.). Vücudunun tamamı post gibi siyah kıllarla kaplıydı ve ısırmadan önce gezinen keneyi bu ormanın içinden bularak çekip çıkardık. Ancak etrafımızdaki çalılıklar, silme bu korkunç haşeratla doluydu ve kamp yerini değiştirmenin gerekliliği ortadaydı.
Yine de ilk önce, bu esnada tepenin üzerinde beliren sadık zenciyle olan işlerimizi halletmeliydik. Beraberindeki birkaç konserveyi, Hindistan cevizini ve bisküvileri bizim tarafa doğru fırlattı. Ona aşağıda kalan erzaklardan kendisine iki ay yetecek kadarını alıkoymasını, geri kalanını ise hizmetleri için ve Amazon’a götürecekleri mektuplara karşılık bir ödül olarak yerlilere vermesini söyledik. Birkaç saat sonra onları, ovanın ta ilerisinde tek sıra hâlinde, her biri kafasında bir çıkınla, geldiğimiz yönden geri dönerlerken gördük. Zambo, zirvenin dibindeki küçük çadırımıza yerleşti ve dış dünyayla tek bağlantımız olarak orada kalmaya devam etti.
Artık şu anda atacağımız adımlar üzerine bir karar vermek zorundaydık. Kamp yerimizi, kenelerin istila ettiği çalılıkların arasından kaldırarak, her yönden ağaçlarla kaplı ufak bir açıklık alana gelinceye kadar taşıdık. Orada bazı yassı kaya parçaları ve yakınında da şahane bir pınar vardı. Rahatlamış olarak oturduk ve bu yeni toprakların fethi için ilk planlarımızı yapmaya koyulduk.
Yapraklar arasında kuşlar ötüşüyordu -özellikle hiç duymadığımız cinsten, boğmacaya yakalanmış gibi garip garip öten bir kuş- fakat bu seslerin ötesinde hiçbir yaşam belirtisi yoktu ortalıkta.
İlk dikkat etmemiz gereken, sahip olduğumuz erzağın bir çeşit dökümünü yapmaktı. Böylece neye bel bağladığımızı bilmiş olacaktık. Yukarı taşıdıklarımız ve Zambo’nun ip vasıtasıyla gönderdikleriyle stoklarımız oldukça iyi durumdaydı. Hepsinden önemlisi, etrafımızı çevirebilecek bir tehlike anında kullanabileceğimiz dört tüfeğimiz ve bin üç yüz atımlık mermimiz bulunmaktaydı. Bir de çiftemiz vardı, ancak orta boy kurşun ve saçma fişek sayısı yüz elliyi aşmıyordu. Yiyecek olarak haftalarca yetecek malzemenin yanı sıra, yeterli tütün ve büyük bir teleskopla güzel bir dürbünün dâhil olduğu birkaç bilimsel araç gereç vardı. Bütün bunları açıklık alanda bir araya topladıktan sonra, ilk önlem olarak, bıçaklarımızla ve küçük baltalarımızla biraz dikenli çalılık keserek, yaklaşık on beş metre çaplı bir daire şeklinde eşyaların etrafına istif ettik. Bu şimdilik bizim karargâhımız olacaktı -ani tehlikeye karşı sığınağımız ve erzağımız için bir koruma evi- ve buraya “Challenger Kalesi” adını verdik.
Kendimizi emniyete almadan önce vakit öğleyi bulmuştu, ancak sıcaklık boğucu değildi ve gerek iklim gerekse bitki örtüsü olarak platonun genel karakteri ılımandı. Bizi kuşatmış olan ağaç karmaşası arasında kayın, meşe hatta huş ağaçları bulunuyordu. Hepsinin üzerinden bakan dev bir ginko ağacı, kocaman dallarını ve baldırıkara otu misali sık yapraklarını, meydana getirdiğimiz kalenin üzerine uzatmıştı. Konuşmalarımıza bunun gölgesi altında devam ederken, Lord John eylem anında liderliği ele almış, bize görüşlerini açıklıyordu.
“İnsan veya hayvan, bizi görmediği veya duymadığı sürece emniyetteyiz.” dedi. “Burada olduğumuzu anladıkları anda ise başımız belada demektir. Şimdilik bizi fark ettiklerine dair hiçbir işaret yok. Şu hâlde taktiğimiz, mutlaka bir süre gizli kalarak bölgeyi gözlemek olmalı. Onlar bizi ziyarete buyurmadan önce komşularımızı iyice tanımamız gerek.”
“Fakat ilerlemeliyiz!” demek cüretinde bulundum.
“Mutlaka evlat, mutlaka! İlerleyeceğiz. Ama sağduyuyla. Hiçbir zaman üssümüze geri dönemeyecek kadar uzağa gitmemeliyiz. Her şeyden önemlisi, ölüm kalım meselesi olmadıkça silahlarımızı ateşlememeliyiz.”
“İyi ama sen dün ateş ettin!” dedi Summerlee.
“Eh, bu şarttı. Bununla beraber rüzgâr kuvvetliydi ve dışa doğru esiyordu. Dolayısıyla ses platonun içlerine kadar gitmiş olamaz. Aklıma gelmişken, buraya ne ad koyacağız? Herhâlde bu yere bir isim vermek bize kalmış bir şey.”
İyi kötü çok çeşitli öneriler oldu ama son sözü Challenger söyledi.
“Buraya tek bir isim verilebilir.” dedi. “Onu keşfeden öncünün ismi… ‘Maple White Ülkesi’.”
Öyle de oldu ve benim özel uğraşım olan haritada da “Maple White Ülkesi” olarak adlandırıldı. İnanıyorum ki ileriki tarihlerde bir atlasta da bu isimle çıkacak.
Şu anda önümüzdeki sorun, Maple White Ülkesi’ne barışçı bir yolla sokulabilmekti. Gözlerimizle gördüğümüz deliller, bize burada bazı bilinmeyen yaratıkların yaşadığını söylüyordu. Ayrıca Maple White’ın defterinin gösterdiğine göre, daha bir sürü korkunç ve tehlikeli hayvan da ortaya çıkabilirdi. Üstelik insanlar bile bulunabilirdi burada ve bambuya saplanmış iskelet, bunların kötü ruhlu olduğuna işaretti zira yukarıdan düşürülmemiş olsaydı iskelet orada olamazdı. Kaçamayacağımız bir şekilde hapsedildiğimizden, böyle bir yerde durumumuz açıkça tehlikeliydi ve bu nedenle de deneyimli Lord John’un önereceği her türden önlemi almayı haklı kılıyordu. Bununla beraber, ileri atılıp fethetmek, bütün esrarı ortadan kaldırmak için içimiz içimize sığmazken, kendimizi bu bilinmedik maceranın tam başında hareketsiz tutmaya çalışmak tabii ki olacak iş değildi.
Sığınağımızın girişini bir sürü dikenli çalılıkla kamufle ederek bütün malzemelerimizi bu koruyucu çitin duvarı arkasında bıraktık. Bundan sonra da yavaşça ve ihtiyatla bilinmeyene doğru yola koyulduk. Dönüş yolunda bize kolaylık olsun diye yanımızdaki pınardan çağlayan küçük bir dereyi takip ediyorduk.
Daha yeni yola çıkmışken rastladığımız işaretler, bizi gerçekten harika olayların beklediğini gösteriyordu. Bana tamamen yabancı olan ama grubumuzun botanikçisi Summerlee’nin aşağıdaki dünyada uzun zamandır bulunmayan bir çeşit çam ve cycadaceous bitkisi olarak tanımladığı ağaç ve bitkilerin bolca bulunduğu sık bir ormanda birkaç yüz metre ilerledikten sonra, derenin genişleyerek büyükçe bir bataklık oluşturduğu bir bölgeye girdik. Aralarına eğrelti ağaçlarının karıştığı, equisetacea veya zemberek otu diye de adlandırılan bitki türünün acayip görünümlü uzunca kamışları büyümüştü burada. Ağaçların tümü, kuvvetli bir rüzgârın önünde sallanıp duruyordu. Önden giden Lord John aniden elini havaya kaldırarak durdu.
“Şuna bakın!” dedi. “Aman Tanrı’m, bu bütün kuş soyunun atasının bıraktığı bir iz olmalı!”
Önümüzdeki yumuşak çamurda, muazzam büyüklükte, üç parmaklı bir ayak izi vardı. Bu yaratık her neyse bataklığı geçerek ormana girmişti. Hepimiz bu dev izi incelemek için durduk. Eğer bu bir kuşsa -ki hangi hayvan böyle bir iz bırakabilirdi- ayağı bir deve kuşundan çok daha büyük olduğuna göre, aynı orantıdaki yüksekliği de aşırı derecede büyük olmalıydı. Lord John çabucak etrafına göz gezdirirken, fil avı için kullandığı tüfeğine de iki fişek sokmayı ihmal etmedi.
“Kalıbımı koyarım bu iz yeni.” dedi. “Hayvan geçeli en fazla on dakika olmuş. Şuraya bakın, su nasıl da hâlâ izin etrafına toplanıyor! Tanrı’m! Bakın şurada da küçük bir tanesinin izi var!..”
Hakikaten aynı tip bazı daha küçük izler de büyüğe paralel olarak sıralanmıştı.
“Ya buna ne diyeceksiniz?” diye haykırdı Profesör Summerlee zafer edasıyla.
Üç parmaklı izlerin arasında gözüken ve sanki beş parmaklı bir insan elini andıran kocaman bir izi işaret ediyordu.
Profesör Challenger, zevkten kendinden geçmiş bir hâlde, “Wealden!” diye bağırdı.
“Wealden çamurunda gördüm bunları. Üç parmaklı ayakları üstünde dik olarak yürüyen ve ara sıra beş parmaklı ön ayaklarından birini yere koyan bir yaratık bu. Kuş değil, sevgili Roxton, kuş değil!”
“Dört ayaklı bir hayvan yani?”
“Hayır; bir sürüngen, bir dinozor! Başka hiçbir şey böyle bir iz bırakamazdı. Doksan sene kadar önce saygıdeğer bir Sussex’li doktorun kafasını bayağı karıştırmıştı bunlar. Ancak böyle bir şeye şahit olmayı kim düşünebilirdi, kim ümit edebilirdi şu dünyada?”
Kelimeleri yavaş yavaş bir fısıltıya dönüştü ve hepimiz orada, hayretler içerisinde kımıldamadan kalakaldık. Sonra izleri takiple bataklığı aşarak ağaçlarla fundalıklardan oluşan bir bölgeden geçtik. Önümüz şimdi açıklık alandı ve karşımızda hayatımda şimdiye kadar gördüğüm en olağanüstü beş yaratık duruyordu. Çalıların arasında çömelmiş bir pozisyonda onları rahatça gözledik.
Söylediğim gibi ikisi yetişkin, üçü de yavru olmak üzere beş taneydiler. Korkunç derecede iriydiler. Yetişkin olanları şimdiye kadar gördüğüm tüm yaratıklardan daha büyüktü hatta yavrular bile en az birer fil kadar cüsseliydiler. Arduvaz renkli derileri bir kertenkeleninki gibi pul puldu ve güneşin vurduğu kısımları pırıl pırıl parlıyordu. Beşi de ayaktaydı. Kalın, kuvvetli kuyrukları ve kocaman üç parmaklı arka ayaklarının üzerinde dengede dururken, bir yandan da beş parmaklı ön ayaklarıyla bakındıkları dalları aşağı çekiştiriyorlardı. Siyah timsahlar gibi derileriyle ve altı metreye ulaşan boylarıyla dev kangurulara benzediklerini söyleyebileceğim ancak onları daha iyi bir şekilde gözünüzün önüne getirmenizi nasıl sağlayabilirim, bilemiyorum.
Önümüzdeki bu olağanüstü manzarayı uzunca bir zaman boyunca böyle sessizce izledik. Epey iyi saklanmıştık ve rüzgâr da bizden tarafa estiği için fark edilmemiz çok zordu. Ara sıra yavrular anne babalarının etrafında hantalca zıplayıp oynaşıyorlardı. Kocaman gövdeleri havaya yükseliyor, sonra da büyük bir zangırtıyla yere konuyordu. Büyüklerin kuvveti sanki sınır tanımaz gibiydi. Oldukça büyük bir ağacın tepesindeki yaprak topluluğuna yetişmekte güçlük çeken bir tanesi, ağacın gövdesinin etrafına ön ayaklarını doladığı gibi, sanki taze bir sürgünü kopartırcasına, büyük bir çatırtıyla bunu aşağı indirdi. Hareket, yaratığın ne denli bir kas gücüne sahip olduğunu göstermekle beraber, aynı oranda küçük bir beyne sahip olduğunu da gösteriyordu. Zira bütün ağırlığıyla üzerine inen ağacın altında kalan canavar, şimdi ciyak ciyak bağırmaktaydı. Demek ki bu azametli görüntüsüne rağmen onun da dayanabileceği bir acı sınırı vardı. Görünüşe göre, başına gelen olaydan ortamın tehlikeli olduğuna kanaat getiren hayvan, şimdi yavaşça sendeleyerek ağaçların arasına ilerlerken eşi ve cüsseli yavrusu da onu takip ediyordu. Ağaçların arasında pırıldayan arduvaz renkli derileri ve çalılıkların ardında aşağı yukarı inip çıkan kafalarıyla son kez gördüğümüz canavarlar, nihayet tamamen gözden kayboldular.
Arkadaşlarıma baktım. Lord John, parmağı tüfeğinin tetiğinde, delici gözlerinde hevesli bir avcının hırs ışıltılarıyla tetikte duruyordu. Albany’deki keyifli evinin şöminesi üzerinde duran küreklerin arasına böyle bir başı yerleştirmek için neler vermezdi kim bilir! Buna rağmen bu harikalar diyarındaki keşif gezimizin güvenliği, varlığımızın gizlenmesine dayandığı için kendini tutmuştu. İki profesör de sessiz bir hayranlık içindeydi. Heyecandan farkında olmadan birbirlerinin ellerini yakalamışlar, bir mucizeye tanık olan iki küçük çocuk gibi duruyorlardı. Challenger’ın yanakları âdeta uhrevi bir gülümsemeyle aydınlanmış, Summerlee’nin yüzündeki alaycı gülüş ise yerini merak ve saygıya terk etmişti.
“Nunc dimittis!” diye bağırdı sonunda. “Bakalım İngiltere’de buna ne diyecekler?”
“Sevgili Summerlee, sana gayet kendimden emin bir şekilde, İngiltere’de ne diyeceklerini aynen söyleyebilirim.” dedi Challenger. “Senin adi bir yalancı ve bilimsel bir şarlatan olduğunu söyleyeceklerdir, tıpkı senin ve arkadaşlarının benim için söylediği gibi…”
“Ya fotoğraflarla kanıtlarsak?”
“Sahte Summerlee, sahte! Beceriksizce taklit edilmiş!”
“Ya örneklerle kanıtlarsak?”
“Ah, işte o zaman onları kıstırabiliriz! Bir de bakmışsın Malone ve birlikte çalıştığı bütün o pislik Fleet Caddesi avanesi bize övgüler düzmüş. 28 Ağustos: Maple White Ülkesi’nde beş adet canlı iguanodon gördüğümüz gün! Yaz bunu günlüğüne genç dostum, sonra da paçavrana gönder.”
“Ve karşılığında da editörün tekmesini yemeye hazırlan.” dedi Lord John. “Londra enleminden olaylar biraz daha farklı görünür delikanlı-adamım. Bir sürü insan var ki inanılmama korkusuyla maceralarını anlatmaz. Kim suçlayabilir ki onları? Zaten bu gördüklerimiz de bir iki ay sonra bize bir rüya gibi gelmeyecek mi sanki? Ne demiştiniz bu yaratıklar için?”
“İguanodon’lar…” dedi Summerlee. “Kent ve Sussex’teki Hastings kumlarının her yerinde bunların ayak izlerini bulabilirsin. Yeterli derecede iyi ve lezzetli yeşillik varken İngiltere’nin güneyi de bu hayvanlarla kaynıyordu. Şartlar değişti ve hayvanlar da öldü. Burada ise ortam değişmemiş gözüküyor ve hayvanlar da hâlâ yaşıyor.”
“Eğer buradan canlı çıkabilirsek yanımda bir kafa götürmeliyim.” dedi Lord John. “Tanrı’m, şu Somali-Uganda bölgesindeki millet bunu bir görebilseydi, suratları nasıl da yemyeşil olurdu düşünsenize! Sizi bilmem ama bana fena hâlde tehlikeli sularda seyrediyormuşuz gibi geliyor.”
Etrafımızdaki esrarlı ve tehlikeli havayı ben de sezinleyebiliyordum. Ağaçların kuytu köşelerinde sanki devamlı bir tehlike kol geziyor gibiydi. Gölgeler içindeki yaprak kümelerine başımızı kaldırıp baktığımızda, yüreğimize belli belirsiz bir korku çörekleniyordu. Aslında, gördüğümüz bu canavar gibi yaratıkların hantal ve zararsız hayvanlar oldukları ve kimseye kolay kolay zarar vermeyecekleri bir gerçekti. Ancak bu harikalar diyarında daha ne gibi yaşam türleri vardı? Kayaların ve çalılıkların arasındaki yuvalarından üzerimize atlayabilecek ne gibi dehşet verici, vahşi yaratıklar bizi bekliyordu kim bilir? Prehistorik yaşam hakkında fazla bir bilgim yoktu. Ama okuduğum bir kitapta, aynı bir kedinin farelerle beslenmesi gibi, bazı yaratıkların aslanlar ve kaplanlarla beslendiklerini açık seçik hatırlayabiliyordum. Ya Maple White’ın ormanlarında da bu yaratıklardan yaşıyorsa!
Etrafımızda nasıl tehlikeler olduğunu tam da o sabah -yeni ülkedeki ilk sabahımızda- öğrenmek yazılıymış kaderimizde. Berbat ve aklıma getirmek istemediğim bir serüven bu. Lord John’un da söylediği gibi, açıklıkta gördüğümüz iguanodon’lar eğer bir rüya olarak kalacaksa, o taktirde pterodactyl’lerin bataklığı mutlaka hafızalarımızda daima bir kâbus olarak kalacaktır. Şimdi size aynen ne olduğunu anlatayım.
Kısmen Lord Roxton’un ilerlememizden önce keşifte bulunması kısmen de her iki adımda bir profesörlerimizden birinin yeni bir cins böcek veya çiçek görerek bir hayret nidası koyvermesinden dolayı, ağaçlıkları çok yavaş geçmiştik. Derenin sağından ilerleyerek açıklık bir alana vardığımızda, belki toplam iki üç mil yol katetmiştik. Çalılık bir yol, ileride karman çorman, kayalık bir alana doğru uzanıyordu. Bütün plato kocaman taş parçalarıyla doluydu. Belimize kadar ulaşan çalılıkların arasından yavaş yavaş bu kayalıklara doğru yürürken, alçak sesli ve ıslığa benzeyen tuhaf bir sesin farkına vardık. Devamlı titreşimiyle havaya yayılan bu ses, sanki hemen önümüzdeki bir yerlerden geliyor gibiydi. Lord John, elini kaldırıp bize durmamız için işaret etti ve eğilip seri hareketlerle koşarak kayalıklara ulaştı. Bunların üzerinden gizlice bakarken bir şaşkınlık hareketi yaptığını gördük. Sonra sanki bizi unutmuş gibi ayağa kalkarak gözlerini ileriye dikti. Gördükleri onu âdeta büyülemişti. Nihayet gelmemiz için bize el salladı. Bir yandan da dikkatli olmamız için işaret ediyordu. Bütün bu tavırlarından, önümüzde muhteşem fakat tehlikeli bir şeylerin olduğunu seziyordum.
Usulca yanına ilişerek kayaların üstünden baktık; gözetlediğimiz yer bir çukurdu ve belki de geçmiş dönemlerde küçük bir volkanın platodaki püskürtme ağzıydı. Çanak şeklindeki arazinin birkaç yüz metre ötesinde, etrafını sazlıklar çevirmiş, yeşil yeşil, köpüklü, leş gibi su birikintileri bulunuyordu. Zaten tekin olmayan bir yerdi burası. Ama bir de bölgenin sakinlerini hesaba katarsanız, Dante’nin “Yedi Cehennemi”nden bir sahneydi âdeta gördüğümüz. Pterodactyl’lerin yuvasıydı burası. Gözlerimizin önünde yüzlercesi toplanmıştı. Suyun kenarındaki alt kısım, yavrularla kaynıyordu. İğrenç anneleri ise kösele gibi sarımsı yumurtaların üzerinde kuluçkaya yatmışlardı. Bütün bu sürünen, kanat çırpan, berbat sürüngen yığınından yükselen sağır edici gürültü havayı doldurmuş, bir yandan da bataklık kokusu gibi ağır, pis bir koku midelerimizi ağzımıza getirmişti. Yaşayan bir hayvandan çok, ölü, kuru birer heykele benzeyen uzun, gri ve korkunç görünümlü erkeklerin her biri, kendine ait yüksek taşların üzerine tünemişti. Fıldır fıldır dönen kırmızı gözlerin ve ara sıra geçen bir yusufçuk böceği için “trak-trak” diye açılıp kapanan gagaların dışında, tamamen hareketsizdiler. Ön kollarını kıstırarak perdeli kanatlarını kapatmışlardı. Bu hâlleriyle âdeta örümcek ağı renginde iğrenç birer şal örtünmüş dev kocakarılara benziyorlardı. Omuzlarının üzerinden tümsek yapmış kafaları canavar gibiydi. İrili ufaklı en az bin tane berbat yaratık, önümüzdeki çukuru doldurmuştu.
Profesörler, prehistorik döneme ait yaşam koşullarını incelemek için ellerine geçen bu şansın etkisiyle öylesine büyülenmişlerdi ki memnuniyetle bütün bir gün orada kalabilirlerdi. Kayaların arasındaki, yaratıkların beslenme alışkanlıklarına dair kanıt oluşturan, oraya buraya saçılmış ölü balık ve kuşlara işaret ediyorlardı. Ayrıca Cambridge Green-sand gibi belli bazı yerlerde bu uçan ejderhalara ait sayısız kemik bulunmasının ardındaki esrar perdesini ortadan kaldırdıkları için de birbirlerini tebrik ettiklerini duyuyordum. Zira şimdi görüldüğü üzere, bu hayvanlar da penguenler gibi sürü hâlinde yaşıyorlardı.
Bu sırada Summerlee’nin itiraz ettiği bir noktayı kanıtlamak üzere eğilerek başını kayalığın ötesine uzatan Challenger, az daha hepimizin felaketine neden oluyordu. Bir anda en yakın erkek, tiz, ıslık gibi keskin bir çığlık atıp, altı metreye ulaşan açılımıyla dev gibi perdeli kanatlarını çırparak gökyüzüne yükseldi. Yavrular ve dişiler suyun kenarında birbirlerine sokulurlarken, bütün bir nöbetçi grubu da birbiri peşi sıra havaya yükselmeye başladı. Dev gibi ve iğrenç görünümlü en az yüz yaratığın, makas gibi açılıp kapanan kanat darbeleriyle ıslıklar çıkararak, seri bir şekilde başımızın üzerinde uçması görülmeye değer bir manzaraydı. Ancak kısa bir zaman sonra bu görüntüyle çok fazla oyalanmamamız gerektiğini anlamıştık. Koca canavarlar ilk önce tehlikenin derecesini kestirmek ister gibi, kocaman bir halka şeklinde uçtular. Sonra halkayı gittikçe daraltarak alçaldıkça alçaldılar ve en nihayet bizi kuşatmaya aldılar. Artık etrafımızda ıslıklar çalan, arduvaz renkli, dev kanatların kuru, çıtırdayan seslerinin yarattığı curcuna, bana sanki yarış günündeki Hendon Havaalanı’nı anımsatmıştı.
“Ağaçlık alana kaçın ve birbirinizden ayrılmayın!” diye bağırdı Lord John tüfeğini kavrarken. “Bu canavarların niyeti kötü!”
Geri çekilmeye davrandığımız anda, halka etrafımızda kapandı, şimdi en yakınımızdaki kanatların ucu neredeyse yüzümüze değiyordu. Bunlara tüfeklerimizin dipçikleriyle darbeler indiriyorduk, ancak vuracak sertlikte bir yer bulamadığımızdan hayvanlar yaralanmıyorlardı bile. Bu esnada aniden halkanın içinden fırlayan keskin bir gaga üzerimize hamle yaptı. Arkasından bir daha ve bir daha… Hamleler yağmur gibi üzerimize yağıyordu. Summerlee bir çığlık kopararak dere gibi kan boşalan yüzünü elleriyle kapattı. Ben de ensemde bir dürtme hissederek şokun verdiği baş dönmesiyle arkama dönmeye davrandım. Challenger yere kapaklanmıştı, onu kaldırmak için durduğum anda arkamdan bir darbe daha alarak onun üzerine kapaklandım. Aynı anda Lord John’un fil avı tüfeğinin patlamasını duyarak başımı kaldırdığımda, yaratıklardan birinin kırık kanadıyla yerde debelendiğini gördüm. Kanlı, patlak gözleri ve ardına kadar açılmış gagasıyla, tükürüp köpükler saçan hâliyle bir Orta Çağ şeytanını andırıyordu. Hemcinsleri ani gürültünün tesiriyle yukarıya fırlamışlardı ve başımızın üzerinde dönüp duruyorlardı.
“Haydi!” diye bağırdı Lord John. “Kaçın! Canınızı kurtarmaya bakın!”
Sendeleyerek ağaçlara doğru koşmaya başladık. Zıpkınlar yine üzerimize saldırmaya koyulmuştu. Summerlee yere düşmüş, tozun toprağın arasında debeleniyordu. Onu çekiştirerek kurtardığımız gibi ağaçların arasına daldık. Burada emniyetteydik, çünkü dalların altında o koca kanatların açılması için yeterli alan yoktu. Bozguna uğramış ve hırpalanmış bir hâlde güç bela kampımıza doğru ilerlerken, çok yukarılarda, neredeyse yabani güvercinler kadar ufalmış gibi görünen canavarların, üzerimizde dönüp durarak ilerleyişimizi takip ettiklerini görebiliyorduk. Nihayet sık ağaçlı ormana eriştiğimizde kovalamacayı bırakarak gözden kayboldular.
Derenin kenarında mola verdiğimizde zedelenmiş dizini yıkayan Challenger:
“Çok ilginç ve ikna edici bir deneyim.” dedi. “Azgın bir pterodactyl’in davranış metotları hakkında çok detaylı bilgiler edindik, Summerlee.”
Ben ensemdeki berbat yarayı sararken, Summerlee de alnında açılmış bir yaradan akan kanları siliyordu. Lord John’un ceketinin omuz kısmı parçalanmıştı ama yaratığın dişleri eti şöyle bir sıyırmıştı sadece.
“Şuna dikkatinizi çekmek isterim ki…” dedi Challenger. “Genç arkadaşımızın bir gaga darbesi aldığı kesin. Bununla beraber Lord John’un ceketi ancak bir ısırmayla parçalanabilirdi. Bana yapılan saldırıda ise başıma kanat darbeleri aldım. Dolayısıyla canavarların çeşitli saldırı metotları açısından kayda değer bir gözlem oldu bu.”
“Neredeyse canımızı teslim ediyorduk!” dedi Lord John, son derece ciddi olarak. “Ve böyle berbat pislikler tarafından tüketilmekten daha rezil bir ölüm düşünemiyorum. Ateş ettiğim için üzgünüm ama Tanrı aşkına başka şansımız yoktu!”
“Eğer etmeseydin şimdi burada olmayacaktık.” dedim emin bir ifadeyle.
“Belki bir zararı olmaz.” diye yanıtladı. “Bunca ağacın arasında devrilip kırılan ağaçlar da silah sesine benzer sesler çıkarıyordur mutlaka. Şimdi, siz de eğer benimle aynı fikirdeyseniz, bir gün için yeterince heyecan yaşadık derim ben. Şu anda yapacağımız en iyi iş, bir an önce kampa dönüp yardım çantasındaki fenol asitle yaralarımızı temizlemek olacaktır. Kim bilir bu canavarlar iğrenç çenelerinde ne gibi zehirler taşıyordu.”
Yine de herhâlde dünya var olalı beri kimse böylesi bir gün yaşamamıştır. Her an sürprizlerle karşı karşıyaydık. Derenin yönünü takip ederek, sonunda ormanda daha önce gördüğümüz açıklığa ulaşıp kampımızın dikenli barikatının da yerinde durduğunu görünce, artık maceramızın sona erdiğini düşünmüştük. Ancak dinlenmeden önce halletmemiz gereken sorunlar vardı şimdi ortada. Challenger Kalesi’nin kapısına dokunulmamış, duvarları yıkılmamıştı ama görüldüğü kadarıyla yokluğumuz sırasında güçlü kuvvetli bir yaratığın ziyaretine maruz kalmıştı. Yaratığın nasıl bir şey olduğunu gösterecek hiçbir ayak izi yoktu ve kampa nasıl girip çıktığını gösteren tek işaret, dev ginkgo ağacının aşağı sarkmış dallarıydı. Malzemelerimizin durumuna bakılırsa, kötü niyetli yaratık, kuvvetini gösteren pek çok kanıt bırakmıştı. Bütün eşyalarımız darmadağın edilerek oraya buraya saçılmış ve bir et konservesi, içindekini çıkarmak için parça parça edilmişti. Bir fişek sandığı, kibrit çöpü gibi ufalanmış, hemen yanı başındaki pirinç muhafazalardan biri de lime lime edilmişti. Belli belirsiz bir korkunun ağırlığı tekrar üzerimize çökmüştü ve ürkek gözlerle, her bir köşesinde bilinmedik dehşetler barındırabilecek karanlık gölgeleri taradık. O anda Zambo’nun bizi selamlayan sesini duymak ne kadar da rahatlatmıştı hepimizi. Platonun ucuna giderek karşı tepede oturmuş sırıtırken bulduk onu.
“Her şey yolunda Afandi Challenger, her şey yolunda!” diye bağırdı. “Ben burada kalmak. Siz korkmamak. Siz beni her istediğinizde burada bulmak.”
Onun dürüst, siyah yüzü, önümüzde uzanan muazzam manzaranın bizi kısmen Amazon’un uzantısına alıp götürmesi, bir anda aklımızı başımıza getirmişti. Bir kez daha anlamıştık ki gerçekten yirminci yüzyılda ve bu garip topraklar üzerindeydik. Yoksa bir büyünün etkisiyle yeni oluşmakta olan bir gezegenin başlangıç aşamasına, en deli zamanlarına götürülmüş filan değildik. Ta ufuktaki mor ışığın, şimdi üzerinde buharlı gemilerin gidip geldiği ve insanların günlük, alelade şeyler konuştuğu Amazon’a dek ulaştığını düşünebilmek öylesine zordu ki bizim için. Bu tarih öncesi yaratıkların dolaştığı topraklarda kısılıp kalmışken, normal hayatın gerçeklerinden tamamen kopmuştuk.
Bu olağanüstü günden aklımda kalan bir şey daha var ve bu mektubu onunla bitirmek istiyorum. Belli ki yaralarının etkisiyle sinirleri bozulmuş iki profesör, bize saldıran yaratıkların genus pterodactylus’a mı yoksa dimorphodon cinsine mi ait olduğu konusunda anlaşmazlığa düşmüşler ve yine bir sürü bilimsel lafa dalmışlardı. Onların ağız dalaşına bulaşmamak için yanlarından biraz uzaklaşıp, devrilmiş bir ağacın gövdesine oturmuş sigara içerken Lord John yanıma geldi.
“Aklıma geldi de Malone, şu canavarların olduğu yeri hatırlıyor musun?”
“Hem de nasıl…”
“Bir nevi volkanik çukurdu, değil mi?”
“Aynen.” dedim.
“Toprağı fark ettin mi?”
“Kayalıktı.”
“Peki, suyun etrafında, sazlıkların olduğu yerde?”
“Mavimtırak bir topraktı. Sanki killi toprak gibi.”
“Kesinlikle! Mavi kil dolu volkanik bir çanak.”
“Ee, ne olmuş?” dedim.
“Hiç, yok bir şey…” diyerek tartışan profesörlerin seslerinin sürekli bir atışmaya dönüştüğü alana doğru ağır ağır geri döndü.
Summerlee’nin tiz, keskin sesi, Challenger’ın zengin, bas sesine karışıyor ve sesler bir yükselip bir alçalıyordu. Eğer Lord John’un o gece kendi kendine, “Mavi kil, volkanik bir ağızda mavi kil!” diye mırıldanıp durduğunu duymasaydım, daha önceki söylediklerini çoktan unutup gidecektim. Derin bir uykuya dalarken duyduğum son sözler bunlar olmuştu.
