Kitabı oku: «Sherlock Holmes’un Anıları Bütün Maceraları 4», sayfa 2
Gümüş Şimşek
“Korkarım gitmek zorundayım Watson.” dedi Holmes bir sabah kahvaltı masasına otururken.
“Gitmek mi? Nereye?”
“Dartmoor’a, King’s Pyland’e.”
Buna hiç şaşırmamıştım. İngiltere’nin her yerinde konuşulan bu ilginç davada neden daha önce yer almadığına hayret ediyordum zaten. Arkadaşım, tüm gün boyunca çenesini göğsüne doğru eğmiş, kaşları çatık hâlde odada boyuna dolaşıp durmuş, piposunu en ağır siyah tütünü ile üst üste doldurmuştu. Söylediklerime ve sorduğum sorulara tamamen kulaklarını tıkamıştı. Gazeteci, bütün gazetelerin yeni baskılarını göndermişti ama Holmes hepsine şöyle bir göz attıktan sonra onları odanın bir köşesine fırlatmıştı. Çok sessiz olmasına rağmen aklından nelerin geçtiğini çok iyi biliyordum. Analiz konusundaki yeteneklerine meydan okuyacak tek bir dava konuşuluyordu halk arasında ve o da Wessex Kupası’nı kazanmasına kesin gözüyle bakılan en gözde atın, esrarengiz bir biçimde kaçırılışı ve seyisinin trajik ölümüydü. Bu dramın yaşandığı bölgeye gitme niyetini ansızın açıkladığında beklediğim ve ümit ettiğim şey gerçekleşmiş oldu.
“Eğer sana ayak bağı olmayacaksam seninle gelmeyi çok arzularım.” dedim.
“Sevgili Watson, benimle gelerek bana çok büyük bir iyilik yapmış olursun. Zamanımızı boşa harcamayacağımıza inanıyorum çünkü bazı noktalar bu davayı oldukça ilginç kılıyor. Sanıyorum acele edersek Paddington’daki treni yakalayabiliriz ve ben de olayın ayrıntılarını sana yolda anlatırım. Eğer çift mercekli dürbünlerini getirirsen çok memnun olurum.”
Ve böylece yaklaşık bir saat sonra, Exeter’a giden birinci sınıf kompartımanların birinde buldum kendimi. Kulaklıklı kasketi, dikkatli ve hevesli görünen yüzüyle Sherlock Holmes, Paddington’dan satın aldığı çok sayıda yeni baskı gazeteye iyice dalmıştı. Reading’i epey geçmiştik ki son gazetesini koltuğun altına sıkıştırarak bana bir puro uzattı.
“Epey yol aldık.” dedi pencereden dışarı baktıktan sonra saatine göz atarak. “Şu anki hızımız saatte elli üç buçuk mil.”
“Çeyrek milleri belirten tabelaları görmemişim.” dedim.
“Ben de görmedim. Bu bölgedeki telgraf direklerinin aralıkları altmış yarda ve sonrasını hesaplamak pek de zor değil… John Straker cinayeti ve Gümüş Şimşek’in kayboluşu hakkında bilgin olduğunu tahmin ediyorum.”
“ ‘Telegraph’ ve ‘Chronicle’ın yazdıklarını okudum.”
“Bu öyle bir olay ki Watson, yapılması gereken şey, yeni delil bulmaktan çok eskileri ayıklamak olacak. Cinayetin benzersizliği ve etkilediği insan sayısının çok fazla oluşu yüzünden sayısız tahmin ve hipotez üretilmiş. Karşılaşacağımız ve üstesinden gelmemiz gereken sorun, mutlak ve inkâr olunamaz gerçeklerin, kuramcılar ve gazeteciler tarafından süslenmesidir. Sağlam bir temeli saptadıktan sonra çıkacak sonuçları harmanlayıp gizemin önemli noktalarının üzerinde durmak gerekir. Salı akşamı hem atın sahibi Albay Ross hem de davayla ilgilenen ve benimle iş birliği yapmak isteyen Müfettiş Gregory’den telgraf aldım.”
“Salı akşamı mı?” diye bağırdım. “Bugün perşembe! Neden dün gitmedin?”
“Çünkü yanıldım sevgili Watson, beni sadece senin yazdığın hikâyelerden tanıyanları şaşırtacak belki ama oldukça sık yaptığım bir hatadır… Doğrusunu istersen Dartmoor’un kuzeyi gibi çok az insanın ikamet ettiği bir yerde, İngiltere’nin en muhteşem atının saklı kalacağını düşünmemiştim. Dün, her geçen saatte, atın bulunduğuna dair bir haber almayı bekledim ve kaçıran kişinin aynı zamanda John Straker’ın katili olduğunu duyacağımı umdum; ancak sabah olduğunda genç Fitzroy Simpson’ın tutukluluğu dışında hiçbir gelişme olmadığını duyunca benim bu işte aktif rol almam gerektiğini anladım. Yalnız bazı bakımlardan dünün pek de boşa harcanmadığı kanaatindeyim.”
“O hâlde bir teori oluşturdun bile.”
“En azından olayın en önemli bulgularını yakaladım. Bunları sana tek tek sıralayacağım çünkü başka birine anlatmak, olayları aydınlatmak için en iyi yoldur ve ayrıca sana en başından anlatmazsam yardımını da bekleyemem.”
Puromu tüttürerek minderlere iyice yaslandım. Bu gezimize sebep olan olayları bir bir açıklarken Holmes uzun, ince işaret parmağı ile sol avcunun içine vuruyordu.
“Gümüş Şimşek…” diye başladı. “Somomy ırkındandır ve ünlü atası kadar mükemmel bir sicili vardır. Şu an beş yaşında ve şanslı sahibi Albay Ross’a sürekli ödül kazandırmış. Bu felaket yaşanmadan önce, bire üç bahisle Wessex Kupası’nı kazanmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Yarışlara meraklı halk için gözde bir attı ve ona yatırılan büyük miktarlardaki para kimseyi hayal kırıklığına uğratmamıştır. Bu nedenle gelecek salı günü olacak yarışta onu engellemek isteyen birçok kişinin olması doğaldır.
Bu olay, albayın ahırı olan King’s Pyland’de gerçekleşmiş. Favori atı korumak için her türlü önlem alınmıştı. Seyisi John Straker tartıda ağır çekene kadar albayın atlarına binmiş eski bir jokeydir. Beş yıl albayın jokeyliğini yapmış, yedi yıldır da seyisi olarak görev yapıyormuş ve her zaman gayretli, dürüst bir çalışan olarak ön plana çıkmış. Ahırda onunla beraber sadece üç çocuk çalışıyordu çünkü topu topu dört at olduğundan küçük bir ahır vardı. Her akşam bu çocuklardan biri ahırda nöbet tutarken diğerleri samanlıkta uyurlardı. Üçünün de çok iyi karakteri vardı zaten. John Straker evliydi ve ahırların yaklaşık iki yüz yarda uzağında ufak bir villada yaşıyordu. Çocuğu yoktu, bir hizmetçisi vardı ve maddi sorunu bulunmuyordu. Etraf çok ıssız ama yaklaşık yarım mil kuzeyinde birkaç villa bulunuyor. Tavistock’lu bir müteahhit buraları, sakatlar ve Dartmoor’un temiz havasından faydalanmak isteyenler için inşa etmiş. Tavistock iki mil batıya uzanıyor; fundalık boyunca ki o da yaklaşık iki mil kadar uzunlukta. Bu yerde, Silas Brown tarafından idare edilen, Lord Backwater’a ait Mapleton ahırları bulunuyor. Diğer yönlere uzanan fundalık tamamen el değmemiş bölgeler ve sadece birkaç gezginci Çingene’den başka hiçbir canlıya rastlanmıyor. İşte geçen pazartesi günkü felakete kadar durum buydu.
O gece her zamanki gibi atlara egzersizlerini yaptırdılar, sonra suları verildi ve saat dokuzda ahırlarına kilitlendiler. Çalışanlardan ikisi, seyisin evine giderek mutfakta akşam yemeğini yediler ama üçüncüsü, Ned Hunter, nöbetçi kaldı. Dokuzu birkaç dakika geçe Hizmetçi Edith Baxter, baharatlı koyun pirzolasından oluşan akşam yemeğini ahırlara götürdü. Ahırda çeşme vardı ve kural olarak nöbetteyken içki içmeleri yasak olduğundan yemeğin yanında herhangi bir içecek götürmemişti. Hava çok karanlıktı ve yol fundalığın içinden geçtiği için hizmetçi fener ile gitmişti.
Edith Baxter ahırlara yaklaşık otuz yarda yaklaştığında karanlıkta aniden bir adam çıktı karşısına ve ona durmasını söyledi. Fenerin yaydığı sarı ışığın önüne geldiğinde gri, tüvit bir takım giymiş ve kumaş bir kasket takmış, centilmen görünümlü bir erkek gördü. Tozluk giymiş ve tokmaklı bir bastonu varmış. ancak adamın yüzünün solukluğu ve tedirgin davranışları hizmetçinin dikkatini çekmişti. Yaşının otuzun biraz üstünde olduğunu düşünüyor.
‘Nerede olduğumu öğrenebilir miyim?’ diye sormuş adam. ‘Sizin fenerinizin ışığını görene kadar fundalıkta uyumaya karar vermiştim.’
‘King’s Pyland ahırlarına yakın bir yerdesiniz.’ demiş hizmetçi.
‘Oh, elbette! Ne kadar şanslıyım!’ diye bağırmış. ‘Sanıyorum seyis yamağı orada her gece tek başına uyuyor. Elinizdeki yemeği ona götürüyorsunuz herhâlde. Eminim yeni bir elbise parası kazanmak için fazla gurur yapmazsınız, değil mi?’ Yelek cebinden katlanmış, beyaz bir kâğıt parçası çıkarmış ve ‘Bu elimdekini bu gece o çocuğa verirsen paranın satın alabileceği en güzel elbiseye sahip olacaksın.’ demiş.
Hizmetçi, adamın samimi tavırlarından çekinmişti ve her zaman yemekleri uzattığı pencereye doğru koştu. Pencere açıktı ve Hunter da içeride küçük bir masada oturuyordu. Olanları anlatmaya başlamıştı ki yabancı yanlarına geldi.
‘İyi akşamlar!’ dedi adam pencereden içeri bakarak. ‘Sizinle konuşmak istiyordum.’ Adam konuşurken yumruk yaptığı elinde ufak, kâğıda sarılmış bir paket gördüğüne yemin ediyor kızcağız.
‘Burada ne arıyorsunuz?’ diye sordu seyis yamağı.
‘Ceplerinizi parayla doldurabilecek bir iş için geldim.’ dedi. ‘Wessex Kupası için iki atınız yarışıyor: Gümüş Şimşek ve Bayard. Bana doğru tüyoları verirseniz hiçbir şey kaybetmezsiniz. Son iki yüz metrelik mesafede Bayard’ın diğerinin önüne geçeceği ve ahırdakilerin ona para yatırdığı doğru mu?’
‘Demek sen o lanet simsarlardan birisin!’ diye bağırdı seyis yamağı. ‘King’s Pyland’de sizin gibilere nasıl davranıldığını göstereceğim şimdi!’ Derhâl ahırın karşı tarafına koşarak köpeği serbest bırakmak niyetindeydi. Hizmetçi kız hemen eve doğru koşmaya başladı ama koşarken arkasına dönüp baktığında adamın hâlâ pencereden içeri doğru sarktığını fark etti. Bir dakika sonra Hunter köpekle koştura koştura geldiğinde adam yok olmuştu ve her tarafı aramasına rağmen ona ait bir iz bulamamıştı.”
“Bir dakika!” dedim. “Seyis yamağı köpekle dışarı koştuğunda arkasından kapıyı açık mı bırakmıştı?”
“Harikasın Watson, harika!” diye mırıldandı arkadaşım. “Bu önemli nokta o kadar dikkatimi çekti ki öğrenmek için hemen Dartmoor’a bir telgraf çektim dün. Çocuk, ayrılmadan önce kapıyı kilitlemiş. Bu arada pencere adamın geçebileceği büyüklükte de değilmiş.
Hunter arkadaşlarının dönmesini beklemiş ve sonra da seyise olanları anlatan bir not göndermiş. Gerçekten durumun önemini kavrayamamasına rağmen Straker, olanları öğrenince heyecanlanmış. Zaman geçtikçe huzursuzlanmış ve Bayan Straker gecenin birinde uyandığında onu giyinirken bulmuş. Ne yaptığını soran eşine atlar için endişe ettiğini, bu yüzden uyuyamadığını ve ahırlara gidip her şeyin yolunda olup olmadığına bakacağını söylemiş. Yağmur damlalarının pencereye vurduğunu duyunca kocasının evde kalmasını istemiş ama adam, eşinin tüm yalvarmalarına rağmen yağmurluğunu giyip evden ayrılmış.
Bayan Straker sabah yedide uyandığında kocasının henüz dönmediğini görmüş. Aceleyle giyinip hizmetçiyi çağırmış ve doğruca ahırların yolunu tutmuş. Kapı açıkmış ve tamamen baygın vaziyette olan Hunter, bir sandalyenin üzerinde oturuyormuş. Atın harası boşmuş ve seyisten de eser yokmuş.
Hayvanların ahırı üstündeki samanlıkta uyuyan iki delikanlı hemen uyandırılmış. Gece boyunca hiçbir şey duymamışlar; çünkü çok derin uykuları varmış. Hunter çok güçlü bir uyuşturucunun etkisindeymiş ve ne yapsalar işe yaramayacağından kendiliğinden uyanıncaya kadar beklemeye karar vermişler. Diğer taraftan iki kadın ile iki delikanlı kayıpları aramak için koşuşturmuşlar. Seyisin atları, erken saatte egzersiz yaptırmak için çıkardığı konusunda hâlâ az da olsa bir ümitleri varmış ama evin yakınlarındaki tepeciğe çıktıklarında -ki buradaki komşu fundalıkların hepsi görüş alanlarındaydı- kayıp ata ait bir iz bulamadıkları gibi bir trajedinin eşiğinde olduklarını sezinlemişler.
Ahırlardan yaklaşık çeyrek mil uzaklıkta John Straker’ın paltosunun, katırtırnağına benzer bir çalıya asılı olduğunu görmüşler. Fundalığın biraz ilerisinde, boş arazide çukur bir alan varmış ve bunun dibinde talihsiz seyisin cesedini bulmuşlar. Ağır bir silahla kafası paramparça edilmiş ve baldırında, çok keskin bir aletle açılmış uzunlamasına bir yaraya rastlanmış. ancak Straker’ın vahşi saldırganlarına karşı kendini savunduğunu biliyoruz. çünkü sağ elinde, sapına kadar kanla kaplı küçük bir bıçak varmış ve sol eliyle siyah-kırmızı renkte ipek bir kravatı sıkıca tutuyormuş. Hizmetçi, bunu, önceki gece ahıra gelen yabancının üstünde gördüğünü söylemiş.
Hunter kendine geldiğinde kravatın o adama ait olduğunu doğrulamış. Pencerede duran aynı yabancının koyun pirzolasına uyku ilacı kattığını ve böylece ahırın başında duran bekçilerinden kurtulduğunu ileri sürdü.
Kayıp ata gelince… Çamurdaki izlere bakılırsa boğuşma sırasında o da o çukur alandaymış. Bunu gösteren bir sürü delil var. Büyük bir ödülün konmasına ve Dartmoor’daki tüm Çingenelerin tetikte olmasına rağmen kaybolduğu sabahtan beri hiç haber alınamadı. Son olarak seyis yamağının bıraktığı akşam yemeği üzerinde yapılan incelemelerde çok miktarda toz hâlinde afyona rastlandığını ve ayrıca aynı yemekten yiyen ev halkında hiçbir yan etkinin olmadığını da söylemek gerekir.
Sana, davanın ana unsurlarını, ipuçlarını anlatmadan tüm çıplaklığı ile gözlerinin önüne sermeye çalıştım. Şimdi de bu davada polisin yaptıklarını özetleyeceğim.
Davaya bakan Müfettiş Gregory, işinin ehli olan bir memurdur. Biraz hayal gücüne sahip olsaydı mesleğinde oldukça yükselebilirdi. Doğal olarak buraya ulaşır ulaşmaz tüm şüpheleri üzerine çeken adamı buldu ve tutukladı. Onu bulmakta zorlanmadılar çünkü daha önce bahsettiğim o villalarda oturuyormuş. Adı Fitzroy Simpson’mış. İyi bir aileye ve eğitime sahipmiş. Büyük bir serveti at yarışlarında kaybetmiş ve şu an Londra’nın spor kulüplerinde bültenler hazırlayarak sessiz sakin geçimini sağlıyor. Bahis kayıtlarına bakıldığında favoriye karşı beş bin sterlin yatırdığı görülmüş.
Tutuklandığında King’s Pyland’in atları hakkında bilgi almak için Dartmoor’a gittiğini ve Silas Brown idaresindeki Mapleton ahırlarında bulunan ve ikinci gelmesi beklenen at hakkında bir şeyler öğrenmeyi ümit ettiğini itiraf etmiş. Geçen geceki davranışlarını inkâr etmeye kalkışmamış ve kötü bir niyeti olmadığını, sadece birinci elden bilgi almak için çabaladığını söylemiş. Kravatını gösterdiklerinde ise bembeyaz kesilmiş ve cesedin elinde bulunmasına hiçbir açıklama getirememiş. Islak kıyafetlerinin, onun bir önceki gece yağmurda dışarıda olduğunu gösterdiği ve Penang tarzı kurşun kaplama bastonunun da seyisin aldığı şiddetli darbelerin kaynağı olabilecek cinsten olduğu çok açık.
Ancak diğer taraftan, vücudunun hiçbir yerinde darp izi görülmemiş. Kaldı ki Straker’ın elindeki bıçağı düşünecek olursak saldırgan mutlaka yara almış olmalıydı. Evet, her şeyi kısaca anlattım Watson ve olayı bir nebze olsun aydınlatabilirsen sana sonsuz minnettarlık duyacağım.”
Holmes’un her zamanki berraklığı ile olayı anlatışını büyük bir ilgiyle dinledim. Olanların çoğundan haberdar olmama rağmen aralarındaki bağlantıyı yeteri derecede kuramıyordum.
“Straker’ın yarasına, boğuşma sırasında kendi bıçağının sebep olduğu ve kafasını yaralamış olabileceği ihtimali var mı?” dedim.
“Öyle olma ihtimali yüksek tabii!” dedi Holmes. “Böylece sanığın lehine olacak bir noktayı göz ardı edebiliriz.”
“Ancak ne var ki polisin teorisinin ne olabileceğini tahmin edemiyorum.”
“Bizim sunabileceğimiz teoriye çok ciddi bir şekilde itiraz edebilirler.” diye karşılık verdi arkadaşım. “Anladığım kadarıyla polis, bu Fitzroy Simpson denen adamın, çocuğu uyutup anahtarlarının yedeklerini elde ettiğine ve ahır kapısını açıp atı kaçırmak amacıyla aldığına inanıyor. Atın dizginleri kayıp. Bir ihtimal Simpson atı dizginledi, sonra da kapıyı açık bırakarak onu fundalıktan geçirirken seyisle karşılaştı. Doğal olarak aralarında hır çıktı. Simpson ağır bastonuyla seyisin kafasını patlattı ama Straker’ın, kendisini korumak amacıyla çıkardığı küçük bıçaktan şans eseri hiç darbe almadı ve böylece hırsız, atı ya gizli bir yere götürdü ya da at şu an boş boş geziniyor. Polise göre durum böyle ama diğer bütün açıklamalar da en az bunun kadar imkânsız bence. Her neyse, oraya gider gitmez her şeyi olay yerinde inceleyeceğim. O zamana kadar bir ilerleme kaydetmemiz mümkün görünmüyor.”
Küçük bir kasaba olan Tavistock’a ulaştığımızda akşam olmuştu. Bu yer, geniş alanlara sahip Dartmoor’un tam ortasında bir kalkanın topuzu gibi duruyordu. İstasyonda bizi iki beyefendi bekliyordu. Biri, aslan yelesi gibi saçları ve delici mavi gözleriyle uzun boylu, sarışın bir adam; diğeri de redingotlu ve tozluklu, kısa favorili, gözlüklü, kısa boylu, kıpır kıpır bir adamdı. İlki iyi tanınmış bir centilmen olan Albay Ross, diğeri ise İngiliz dedektiflik servisinde hızla ünlenen Müfettiş Gregory idi.
“Geldiğiniz için çok memnun oldum, Bay Holmes.” dedi albay. “Müfettiş yapılabilecek her şeyi yaptı ama zavallı Straker’ın intikamının alınmasını ve atıma tekrar kavuşmak için her taşın altına bakılmasını istiyorum.”
“Yeni gelişmeler oldu mu?” diye sordu Holmes.
“Maalesef pek fazla ilerleme kaydedemediğimi söylemek zorundayım.” dedi müfettiş. “Dışarıda üstü açık arabamız bekliyor ve şüphesiz hava kararmadan orayı görmek isteyeceğiniz için yolda giderken konuşabiliriz.”
Bir dakika sonra hepimiz konforlu landoya binmiştik. eski, gizemli Devonshire şehrinin sokaklarında ilerliyorduk. Dava konusunda oldukça bilgili olan Müfettiş Gregory, bize gerekenleri aktarırken Holmes ara sıra bir soru ya da nida ile araya giriyordu. Albay Ross ise arkasına yaslanmış, kollarını kavuşturmuş ve şapkasını gözlerinin önüne çekmişti. Ben de tüm dikkatimi vererek iki dedektifin karşılıklı konuşmalarını ilgiyle dinliyordum. Gregory’nin açık seçik ortaya koyduğu teorisi, tren yolculuğunda Holmes ile beraber konuştuklarımıza çok benziyordu.
“Ağımızı Fitzroy Simpson’ın etrafına ördük.” dedi. “Ve aradığımız adamın o olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda elimizdeki delillerin tamamen teferruata dair olduğunun ve yeni gelişmelerin her şeyi altüst edebileceğinin farkındayım.”
“Straker’ın bıçağı hakkında ne düşünüyorsun?”
“Boğuşma sırasında kendisini yaraladığına inanıyoruz.”
“Buraya gelirken arkadaşım Dr. Watson da aynı kanaatte olduğunu söyledi. Eğer öyle ise bu Simpson denen adamın aleyhinde bir durum.”
“Şüphesiz. Ne bıçağı ne de herhangi bir yerinde yarası var. Onun aleyhindeki deliller çok güçlü. Atın kayboluşu onun yararına. Seyis yamağını zehirlediğinden şüpheleniliyor, ayrıca fırtına sırasında dışarıdaydı, ağır bir bastonu vardı ve kravatı cesedin elinde bulundu. Jüri önüne çıkacak kadar çok delilimiz var.”
Holmes kafasını salladı. “Zeki bir avukat tüm bu delilleri bertaraf edebilir.” dedi. “Neden atı ahırdan dışarı çıkarsın? Ona zarar vermek istiyorsa neden hemen orada bir şey yapmadı? Üstünde yedek anahtar bulundu mu? Ona toz hâlindeki afyonu kim sattı? En önemlisi, o bölgeyi bilmeyen bir yabancı olarak atı nereye saklayabilir, özellikle de böyle bir atı? Hizmetçinin, seyis yamağına vermesini istediği kâğıt hakkındaki açıklaması nedir?”
“On sterlinlik banknot olduğunu iddia ediyor. Cüzdanında bir tane bulduk ama senin anlattığın diğer şeyler o kadar sağlam temelli değil. Bir kere bölgeye yabancı değil. Yazın iki defa Tavistock’ta kalmış. Afyonu bir ihtimal Londra’dan getirmiştir. Anahtarı işi bittiğinde herhangi bir yere fırlatmıştır. At ise fundalıktaki çukurlarda, hatta eski madenlerin birinde bile olabilir.”
“Kravat hakkında ne diyor?”
“Kendisine ait olduğunu kabul ediyor ama aynı zamanda kaybettiğini söylüyor. Yalnız davada yeni bir gelişme oldu ve bu, atı ahırdan çıkarma sebebini izah edebilir.”
Holmes derhâl cankulağı ile dinlemeye başladı.
“Cinayetin işlendiği mahallin yaklaşık bir mil uzağında bir grup Çingene’nin pazartesi günü kamp yaptığına dair ipuçları bulduk. Salı günü oradan ayrılmışlar. Şimdi, Simpson ve Çingenelerin arasında bir anlaşma yapıldığını varsayarsak atı aldığında onlara götürmüş olamaz mı? Ve böyleyse şimdi de onlarla birlikte olmalıydı.”
“Mümkündür.”
“Bu Çingeneleri bulmak için fundalığın her tarafını tarıyoruz. Tavistock’un yaklaşık on mil çapı içindeki ahırları ve çiftliklerin ek binalarını bizzat inceledim.”
“Anladığım kadarıyla pek yakında bir ahır daha varmış.”
“Evet ve bu faktörü kesinlikle ihmal etmemeliyiz. Desborough adındaki atları, bahislerde ikinci sırada olduğu için favorinin kaybolması onların da işine gelirdi. Seyisleri Silas Brown’un yarışa yüklü miktarlarda para yatırdığı ve zavallı Straker’la aralarının pek iyi olmadığı biliniyor. Ama onların ahırlarını inceledikten sonra olayla bir bağlantılarını bulamadık.”
“Bu Simpson denen adamın, Mapleton ahırlarıyla hiç mi bağlantısını bulamadınız?”
“Bulamadık.”
Holmes arkasına yaslandı ve sohbetleri son buldu. Şoförümüz birkaç dakika sonra arabayı, yolun kenarında duran düzenli, ufak, kırmızı tuğlalı, etrafında saçakları olan bir evin önüne çekti. Otlağın biraz uzağında yüksek, gri kiremitli bir ek bina duruyordu. Diğer yönlere doğru uzanan fundalığın alçak kıvrımlarında ufuk çizgisine kadar görünen bronz renkli, sararmış kuzgun otları arasında, Tavistock’un kuleleri ile batıdaki Mapleton ahırlarının sınırlarını çizen kümeleşmiş evler dışında pek bir şey yoktu. Hepimiz arabadan indik, Holmes dışında. Arkasına yaslanmış, kendi düşüncelerinde kaybolmuş, öylece gökyüzüne gözlerini dikmiş bakıyordu. Koluna dokunduğumda aniden sıçrayarak kendine geldi ve arabadan indi.
“Özür dilerim.” dedi kendisine şaşkınlık içinde bakan Albay Ross’a dönerek. “Dalıp gitmişim…” Gözlerindeki pırıltı ve bastırmaya çalıştığı heyecanından anladığım kadarıyla yeni bir ipucu bulmuştu; ama hangi arada bulduğunu aklım almıyordu.
“Belki olay yerine bir an önce gitmek istersiniz, Bay Holmes.” dedi Müfettiş Gregory.
“bir süre daha burada kalıp detaylarla ilgili bir iki soru sormak istiyorum. Straker’ın buraya geri getirildiğini tahmin ediyorum.”
“Evet yukarıda yatıyor. Otopsi yarın yapılacak.”
“Birkaç senedir size hizmet ediyordu, değil mi Albay Ross?”
“Onu her zaman çok iyi bir çalışanım olarak görmüşümdür.”
“Ölümünden sonra ceplerinden çıkan şeyleri kayıtlara geçirdiğinizi varsayıyorum, müfettiş.”
“Eğer görmek isterseniz hepsini bekleme odasında saklıyorum.”
“Çok memnun olurum.”
Hepimiz sırayla odaya doluştuk ve biz, ortadaki yuvarlak masanın etrafına otururken müfettiş, kare şeklinde teneke bir kutuyu açıp içindekileri çıkardı: ufak bir kutu dolusu bal mumu, iki inçlik mumlar, funda kökünden yapılmış A. D. P. pipo, ayı balığı derisinden yapılmış bir kesede yarım onsluk kalıp hâlinde sıkıştırılmış tütün, altın zincirli gümüş bir saat, beş altın, alüminyum kalem kutusu, birkaç kâğıt parçası, sapı fil dişinden yapılmış bir bıçak… Bu bıçağın oldukça keskin, bükülmez ağzında Weiss & Co., Londra yazısı vardı.
“Bu olağanüstü bir bıçak.” dedi Holmes eline alıp dikkatle inceleyerek. “Üzerinde kan izleri gördüğüme göre cesedin elindeki bıçak bu sanıyorum. Watson, bu bıçak kesinlikle senin ilgi alanına giriyor.”
“Buna katarakt bıçağı diyoruz.” dedim.
“Ben de öyle tahmin etmiştim. Hassas işler için yapılmış hassas bir bıçak. Birinin peşine düştüğünde böyle bir şeyi tercih etmesi oldukça tuhaf. Çünkü bu bıçağın cebine sığmayacağı çok açık.”
“Ucu cesedin yanında bulduğumuz mantar tıpayla korunmuş.” dedi müfettiş. “Eşi bıçağın, tuvalet masasının üzerinde durduğunu ve kocasının çıkarken alıverdiğini söyledi. Belki kötü bir silahtı ama o an eline geçen en iyi şey oydu.”
“Mümkündür. Ya kâğıtlar?”
“Üç tanesi saman satıcısının hesaplarının faturaları. Bir tanesi Albay Ross’ın talimatlarını ihtiva eden bir mektup. Diğeri ise otuz yedi şilin on beş penilik bir fatura. Bir kadın şapkacısından, Madam Lesurier tarafından, William Derbyshire’a gönderilmiş bu fatura. Bayan Straker ise Derbyshire’ın kocasının bir arkadaşı olduğunu ve ara sıra mektuplarının kendilerine postalandığını söyledi.”
“Madam Derbyshire’ın oldukça pahalı zevkleri varmış.” dedi Holmes faturaya göz atarak. “Tek bir şapka için bu kadar para oldukça fazla. Her neyse burada öğrenilecek başka şey kalmadığına göre olay mahalline gidebiliriz.”
Bekleme odasından çıkarken koridorda bekleyen bir kadın, bir adım öne gelerek elini müfettişin koluna koydu. Bitkindi, zayıf düşmüştü, yeni yaşanmış dehşetin izleri yüzünden okunuyordu.
“Yakaladınız mı? Onları buldunuz mu?” dedi nefes nefese.
“Hayır, Bayan Straker. Bize yardımcı olmak için Londra’dan Bay Holmes geldi ve elimizden gelen her şeyi yapacağımızdan emin olabilirsiniz.”
“Kısa bir süre önce sizinle bir partide tanışmış olabilir miyiz, Bayan Straker?” diye sordu Holmes.
“Hayır, efendim. Yanılıyorsunuz.”
“Aman Tanrı’m! Neredeyse yemin edebilirdim tanıştığımıza. Deve kuşu tüyünden süslemeleri olan açık gri renkli, ipek bir kıyafet giymiştiniz.”
“Öyle bir elbisem hiç olmadı, efendim.” diye cevap verdi bayan.
“Ah, tamam o zaman!” dedi Holmes ve özür dileyerek müfettişi takip etti. Fundalıkta kısa bir yürüyüş, bizi cesedin bulunduğu çukura götürdü. Fundalığın kenarında paltonun asılı durduğu katırtırnağına benzer çalılar vardı.
“Anladığım kadarıyla o gece pek rüzgâr yoktu.” dedi Holmes.
“Hayır yoktu ama çok yağmur vardı.”
“Bu durumda palto çalıya doğru uçmamış. Bizzat oraya yerleştirilmiş.”
“Evet, oraya koyulmuş.”
“İçimdeki merakı uyandırıyorsunuz. Görüyorum ki yerler ayak izleriyle dolu. Şüphesiz burası pazartesi gününden beri epeyce çiğnenmiş.”
“Kenara bir parça örtü serdik ve hepimiz ona bastık sadece.”
“Mükemmel!”
“Çantamda Straker’ın giydiği çizmeler ile Fitzroy Simpson’ın ayakkabılarının birer teki ve Gümüş Şimşek’in bir nalı var.”
“Sevgili müfettişim, kendini aşmaktasın!”
Holmes çantayı aldı ve çukurdan inerek örtüyü daha merkezî bir yere çekti. Sonra yüzüstü, boylu boyunca uzanıp ellerini çenesinin altına koydu ve önünde duran çiğnenmiş çamuru dikkatle inceledi.
“Hayret! Bu da ne?” dedi aniden.
Yarısı yanmış bir mumdu ve çok fazla çamura bulandığından küçük bir odun parçasına benziyordu.
“Bunu nasıl da gözden kaçırmışım!” dedi müfettiş kendine kızarak.
“Görünmüyordu, çamura batmıştı. Bunu aradığım için gördüm ben de.”
“Nasıl yani? Bunu bulmayı mı umuyordun?”
“Kesinlikle!”
Çantadan çizmeleri çıkararak yerdeki izlerle karşılaştırdı. Sonra çukurun kenarına tırmanarak çalılıklarla eğrelti otlarının arasında süründü.
“Maalesef bundan başka ayak izi yok.” dedi müfettiş. “Etrafımızı çevreleyen yüz yardalık alandaki toprakları çok dikkatli bir şekilde inceledim.”
“Elbette!” dedi Holmes ayağa kalkarak. “Senin bu sözlerinden sonra devam etme saygısızlığını gösteremem ancak hava kararmadan fundalıkta ufak bir gezintiye çıkmak isterim, böylece yarına biraz daha hazırlıklı olurum. Galiba bu nalı şans getirsin diye cebime atacağım.”
Arkadaşımın sessiz ve sistematik çalışma şekli nedeniyle biraz sabırsız davranan Albay Ross saatine göz attı.
“Benimle geri dönmeni çok isterim, müfettiş.” dedi. “Birkaç hususta tavsiyelerine ihtiyacım var; özellikle de yarıştan çekilmemiz gerekip gerekmediğini sormak istiyorum.”
“Tabii ki hayır!” dedi Holmes kararlılıkla. “İsmi listede kalmalı.”
Albay eğilerek “Fikrinizi öğrendiğim için memnunum.” dedi. “Yürüyüşünüzü tamamladığınızda bizi zavallı Straker’ın evinde bulabilirsiniz. Birlikte Tavistock’a dönebiliriz.”
O, müfettiş ile geri dönerken ben, Holmes ile beraber fundalıkta yavaş yavaş yürümeye başladım. Güneş Mapleton ahırlarının arkasında batmaya başlamıştı bile. Sararmış eğrelti otlarıyla böğürtlen çalıları, gece ışığını yakalamışken önümüzde duran uçsuz bucaksız eğimli ovanın altın rengi yoğun kırmızımsı atmosferi kahverengiye dönüşmeye başlamıştı. ancak manzaranın verdiği keyfi derin düşüncelere dalmış olan arkadaşım kaçırıyordu.
“Bu taraftan, Watson!” dedi en sonunda. “John Straker’ı kimin öldürdüğü sorusunun cevabını bir süreliğine bir kenara bırakarak ata ne olduğu üzerinde yoğunlaşmalıyız. Diyelim ki trajedi yaşanırken ya da sonrasında kaçtı, peki nereye gitmiş olabilir? Atlar sosyal canlılardır. Tek başına kaldıklarında içgüdüleriyle hareket ederler, dolayısıyla ya King’s Pyland’e geri döndü ya da Mapleton’a gitti. Neden fundalıkta başıboş dolaşsın ki? Şimdiye kadar kesinlikle bulunurdu. Sonra Çingeneler onu neden kaçırsın? Bu insanlar belanın olduğu yerde bir an durmazlar; çünkü polis tarafından taciz edilmek istemezler. Böyle tanınmış bir atı satmayı hayal edemezler. Büyük bir riske girmiş olurlar ve onu kaçırmaları faydalarına olmaz.”
“O hâlde nerede olabilir?”
“Dediğim gibi ya King’s Pyland’e ya da Mapleton’a gitti. King’s Pyland’de olmadığına göre Mapleton’da. Bu hipotez üzerinde çalışalım; bakalım bizi nereye götürecek. Müfettişin dediği gibi fundalığın bu tarafları çok sert ve kuru; ancak Mapleton’a doğru bir eğim var ve buradan da gözüktüğü gibi orada büyük bir çukur bulunuyor. Orası pazartesi akşamı bayağı ıslanmış olmalı. Tahminlerimiz doğru ise at o tarafa geçmiş olmalı ve onun izlerini araştırmak için o noktadan başlamalıyız.”
Konuşmamız boyunca hızla yürüyorduk ve birkaç dakika içinde bahsettiğimiz çukura varmıştık. Holmes’un ricasıyla ben çukurun sağından yürürken, o da solundan ilerledi. ama daha elli adım atmadan onun bana seslenerek el salladığını gördüm. Önündeki yumuşak toprakta bir at nalının izleri vardı. Cebinden çıkardığı nal ile tıpatıp uyuşuyordu.
“Hayal gücünün değerini görüyor musun?” dedi Holmes. “Gregory’nin yoksun olduğu bir özellik. Ne olabileceğini hayal ettik, bu varsayım üzerine davrandık ve kendimizi haklı çıkardık. Devam edelim.”
Çamurlu zemini geçerek kuru, sert bir meydana doğru çeyrek mil kadar yürüdük. Yine eğimli bir yere geldik ve yine izlere rastladık. Sonra yarım mil kadar kayboldular ama Mapleton yakınlarında yine karşımıza çıktılar. Onları ilk gören Holmes oldu ve izleri parmağı ile gösterirken yüzünden zafer sevinci okunuyordu. Atın nal izlerinin yanında ayrıca bir adamın ayak izleri vardı.
“At başlangıçta yalnızmış!” diye bağırdım.
“Aynen öyle. Yalnızdı. Ah! Bu da ne?”
İkilinin izi aniden dönerek King’s Pyland’e doğru yönelmişti. Holmes keyifle ıslık çaldı ve izleri takip ederek yolumuza devam ettik. Gözlerini izlerden ayırmıyordu ama ben tesadüfen biraz ilerisine göz attığımda aynı izlerin karşı yönden geri geldiğini görünce şaşkınlığımı gizleyemedim.
“Bir puan kazandın, Watson!” dedi Holmes dikkatini çektiğimde. “Bizi uzun bir yürüyüşten kurtardın. İzler bizi tekrar buraya getirecekti. Dönüş izlerini takip edelim.”
Çok uzağa gitmemiz gerekmedi. İzler, Mapleton ahırlarının kapısındaki kaldırımda son buldu. Yaklaşınca bir seyis koşarak yanımıza geldi.
“Burada başıboş dolaşanları istemiyoruz!” dedi.
“Sadece bir soru sormayı ümit ediyordum.” dedi Holmes işaret parmağı ile başparmağını yeleğinin cebine koyarak. “Yarın sabah saat beş, Bay Silas Brown’ı görmek için fazla erken bir saat mi olurdu?”
“Siz çok yaşayın efendim ama o saatte ayakta olacak biri varsa o da patronum olurdu. ama bakın efendim, sorunuza cevap vermek için kendisi geliyor zaten. Hayır efendim, hayır, sizin paranıza dokunduğumu görürse gözünden düşerim. ama isterseniz sonra alabilirim.”
Sherlock Holmes cebinden çıkardığı yarım kronu tekrar yerine koyarken kızgın bakışlı, yaşlıca ve elindeki avcı kırbacını sallayarak gelen bir adam yaklaştı.
“Neler oluyor, Dawson?” dedi. “Dedikodu yok! İşine bak sen! Ve siz, ne istiyorsunuz?”
“Sizinle on dakika konuşmak istiyorum, sevgili bayım.” dedi Holmes en tatlı hâliyle.