Kitabı oku: «Sherlock Holmes’un Anıları Bütün Maceraları 4», sayfa 3
“Önüme gelen her serseriyle konuşacak vaktim yok! Burada yabancı istemiyoruz. Şimdi gidin, yoksa köpeği peşinize salacağım!”
Holmes biraz eğilerek kulağına bir şeyler fısıldadı. Adam, şiddetle irkildi ve şakaklarına kadar kıpkırmızı kesildi.
“Yalan!” diye bağırdı. “İğrenç bir yalan!”
“Pekâlâ. Bu konuyu herkesin içinde mi tartışalım, yoksa içeride mi konuşalım?”
“Ah, gelmek isterseniz oraya geçelim.”
Holmes gülümsedi. “Seni birkaç dakikadan fazla bekletmeyeceğim, Watson.” dedi. “Şimdi, Bay Brown, emrinizdeyim.”
Yirmi dakika sonra Brown, kıpkırmızı olan yüzü iyice solmuş bir hâlde Holmes ile birlikte tekrar göründü. Bu kadar kısa sürede Silas Brown’da hasıl olan değişikliği hiç kimsede görmemiştim. Yüzü kül rengine dönüşmüş, alnı boncuk boncuk ter ile parlamış ve avcı kırbacı esen rüzgârda sallanan bir dal misali titremeye başlamıştı. Zorba, buyurgan tavrı gitmiş, onun yerine sahibiyle gezinen bir köpek gibi arkadaşımın yanında sinmişti.
“Talimatlarınız yerine gelecektir. Hepsini yapacağım.” dedi.
“Hata olmamalı.” dedi Holmes ona dönüp bakarak. Diğeri, gözlerindeki tehdidi görünce irkildi.
“Ah, hayır, asla hata olmayacak! Orada olacak. Değişikliği önceden mi yapayım?”
Holmes biraz düşündükten sonra kahkahalarla gülmeye başladı. “Hayır, gerek yok.” dedi. “Yapılacakları yazacağım. Kurnazlık yok, yoksa…”
“Ah, bana güvenebilirsiniz, bana güvenebilirsiniz!”
“Evet, sanıyorum öyle. Her neyse ben yarın haber veririm.” Holmes kendisine uzatılmış titreyen ele ilgisiz kalarak topukları üzerinde aniden döndü ve King’s Pyland’e olan yolculuğumuza devam ettik.
“Bay Silas Brown kadar zorba, korkak ve sinsi bir karaktere çok nadir rastlamışlığım vardır.” dedi Holmes ikimiz yorgun argın yürürken.
“O zaman at onda değil mi?”
“Tehditler savurarak kendini haklı çıkarmaya çalıştı ama o sabah yaptığı her şeyi bir bir anlatınca onu izlediğim kanaatine vardı. Mutlaka onunkiyle eşleşen ayak izlerindeki karemsi burun izi dikkatini çekmiştir. Başkasının emrinde çalışan birinin cesaret edemeyeceği bir şey yapmıştı. Sonra, onun anlayacağı dilde ilk gidenin o olduğunu, fundalıkta başıboş gezen bir atı fark ettiğini, onu yakalamak için peşinden gittiğini ve adını aldığı beyaz alnından onu tanıdığında nasıl şaşırdığını anlattım. Parasını yatırdığı atı ancak Gümüş Şimşek’in yeneceğini bildiğinden şeytana uyduğunu söyledim. Atı ilk olarak King’s Pyland’e geri götürmeyi düşündüğünü ama sonra yarış bitene kadar saklamaya karar vererek Mapleton’da gizlemeyi düşündüğünü tek tek açıkladım. Her ayrıntıyı anlattığımda oyunundan vazgeçip kendi postunu kurtarmaya karar verdi.”
“Ama ahırları aranmıştı.”
“Ah, onun gibi bir dolandırıcının mutlaka başvuracağı bir hilesi vardır.”
“Atı, zarar vermek için her türlü nedeni olan bu adamın elinde bırakmaktan korkmuyor musun?”
“Sevgili arkadaşım, artık ona gözü gibi bakacaktır. Merhamet dilenmek için tek ümidinin onu korumak olduğunu gayet iyi biliyor.”
“Albay Ross hiçbir şekilde merhametli davranacağı izlenimini uyandırmadı bende doğrusu.”
“İş Albay Ross’ta bitmiyor. Kendi metotlarım var ve ona olayların istediğim kadarını anlatırım. Gayriresmî olmanın avantajlarından biridir bu. Fark ettin mi bilmem Watson ama albayın tavırları bana biraz kibirli geldi. Onunla biraz alay ederek eğlenme niyetindeyim. Ona at konusunda bir şey anlatmanı istemiyorum.”
“İznin olmadan asla konuşmayacağımı bilirsin.”
“Tabii. Bütün bu olanlar John Straker’ı kimin öldürdüğü konusunun yanında çok önemsiz ayrıntılar.”
“Şimdi bu konuyla mı ilgileneceksin?”
“Aksine, gece treniyle Londra’ya geri döneceğiz.”
Arkadaşımın sözleri karşısında yıldırım çarpmışa döndüm. Sadece birkaç saattir Devonshire’daydık ve çok başarılı giden bir soruşturmayı yarıda bırakmasını aklım almıyordu. Seyisin evine dönene kadar ağzını bir daha bıçak açmadı. Albay ile müfettiş bizi oturma odasında bekliyorlardı.
“Biz gece ekspresi ile geri dönüyoruz.” dedi Holmes. “Sizin muhteşem Dartmoor havanızı soluduğumuz için şanslı sayılırız.”
Müfettişin gözleri fal taşı gibi açılırken albay, dudaklarını küçümseyen bir şekilde büktü.
“Zavallı Straker’ın katilini bulma konusunda umudunuzu kestiniz demek.” dedi.
Holmes omuzlarını silkti. “Çok ciddi zorluklar var önümüzde.”
dedi. “Atınız geri dönecek ve salı günkü yarışa katılacak; bu nedenle jokeyinizi hazırda tutmanızı tavsiye edeceğim. Sizden Bay Straker’ın fotoğrafını isteyebilir miyim?”
Müfettiş fotoğrafı bir zarftan çıkararak uzattı.
“Sevgili Gregory, isteklerimi önceden tahmin ediyorsun! Burada biraz beklemenizi isteyeceğim; çünkü hizmetçiye sormak istediğim bir soru var.”
“Londralı dedektifimiz beni hayal kırıklığına uğrattı.” dedi Albay Ross arkadaşım odayı terk ederken. “Geldiğinden beri hiç ilerleme kaydedemedik.”
“En azından atınızın koşacağı teminatını aldınız ondan.” dedim.
“Evet, teminat verdi.” dedi albay omuzlarını silkerek. “Bana atımı vermesini tercih ederdim.”
Arkadaşımı savunacak bir cevap vermek üzereydim ki Holmes tekrar odaya döndü.
“Şimdi, beyler…” dedi. “Tavistock’a gitmek için hazırım.”
Arabaya binerken seyis yamaklarından biri kapıyı bizim için açık tuttu. Aniden Holmes’un aklına bir fikir gelmiş olacaktı ki öne doğru eğilip çocuğun koluna dokundu.
“Otlakta birkaç koyununuz var.” dedi. “Onlarla kim ilgileniyor?”
“Ben ilgileniyorum, efendim.”
“Ters giden herhangi bir şey fark ettin mi?”
“Aslında kayda değer pek bir şey yok ama üç tanesi topallamaya başladı, efendim.”
Holmes’un memnun olduğunu görebiliyordum çünkü kıkırdayarak ellerini ovuşturmaya başlamıştı.
“Tam isabet Watson, on ikiden vurduk!” dedi kolumu çimdikleyerek. “Gregory, koyunlar arasındaki bu tuhaf salgın hastalığa dikkatini çekmek istiyorum. arabacı! Devam edelim.”
Arkadaşımın yeteneği konusunda Albay Ross’ın, zihninden geçenler, yüzünden okunabiliyordu. Ancak müfettişin ilgisini çekmeyi fazlasıyla başarmıştı.
“Bunun önemli olduğunu mu söylemek istiyorsun?” diye sordu.
“Fazlasıyla.”
“Özellikle dikkatimi çekmek istediğin bir nokta var mı?”
“O geceki köpekle ilgili tuhaf durum.”
“O gece köpek bir şey yapmadı ki!”
“İlginç olan da bu zaten.” dedi Sherlock Holmes.
Dört gün sonra Wessex Kupası yarışlarını izlemek üzere Holmes ile beraber yine Winchester’a doğru trenle gidiyorduk. Sözleştiğimiz gibi Albay Ross bizi istasyonda karşıladı ve hep beraber onun arabasıyla kasabanın ilerisindeki hipodroma doğru yol aldık. Yüzü çok ciddiydi ve tavırları aşırı soğuktu.
“Atımı henüz göremedim.” dedi.
“Sanıyorum onu görür görmez tanırsınız, değil mi?” diye sordu Holmes.
Albay çok sinirlenmişti. “Yirmi yılım hipodromda geçti ve şimdiye kadar böyle bir soruyla karşılaşmadım.” dedi. “Beyaz alnı ve benekli ön bacağıyla Gümüş Şimşek’i bir çocuk bile tanır.”
“Bahisler nasıl gidiyor?”
“Aslında çok ilginç. Düne kadar bire on beş veriyordu ama şimdi o kadar düştü ki bire üç vermesi bile zor.”
“Hımm!” dedi Holmes. “Belli ki birileri bir şeyler biliyor.”
Arabamız tribüne yakın çevrili alana yaklaşırken kayıtların bulunduğu kartlara göz attım. Şöyle idi:
Wessex Kupası 50 altın lira, dört ve beş yaşındakiler için ilave her yüz fite 1,000 altın. İkinciye 300 sterlin. Üçüncüye 200 sterlin. Yeni pist (bir mil ve beş adet iki yüz metrelik mesafe)
1. Bay Heath Newton’ın Negro’su (kırmızı kep, bordo ceket)
2. Albay Wardlaw’un Pugilist’i (pembe kep, mavi ve siyah ceket)
3. Lord Backwater’ın Desborough’su (sarı kep ve ceket)
4. Albay Ross’ın Gümüş Şimşek’i (siyah kep ve kırmızı ceket)
5. Balmoral dükünün Iris’i (sarı kep ve siyah ceket)
6. Lord Singleford’ın Rasper’ı (mor kep ve siyah ceket)
“Tüm ümitlerimizi sizin sözünüze bağlamıştık.” dedi Albay Ross. “Ah, o da ne? Gümüş Şimşek mi?”
“Gümüş Şimşek beşe dört!” diye bir ses geldi. “Gümüş Şimşek beşe karşı dört! Desborough’ya karşı beşe on beş! Beşe dört ganyan!”
“Sayıları yazdılar!” diye bağırdım. “Altısı da yarışta.”
“Altısı mı? O hâlde benim atım da yarışta!” diye bağırdı albay heyecanlanarak. “Ama onu göremiyorum. Benim renklerimi göremiyorum.”
“Sadece beş tanesi geçti. Şu gelen o olmalı.”
Ben konuşurken güçlü, doru bir at, çevrili alandan azametle çıkarak eşkin gidişiyle önümüzden geçti. Sırtında albayın bilindik renkleri olan siyah ve kırmızı vardı.
“O benim atım değil ki!” diye bağırdı sahibi. “Bu atın hiçbir yerinde tek bir beyaz kıl bile yok. Siz ne yaptınız Bay Holmes?”
“Her neyse bakalım nasıl yarışacak.” dedi arkadaşım temkinli bir tavırla. Birkaç dakika dürbünüyle baktı. “Müthiş! Harika bir başlangıç!” diye bağırdı. “Geliyorlar! Dönemeçten dönüyorlar!”
Bulunduğumuz yerden atları çok iyi görebiliyorduk. Altı at bir süre başa baş gitti ama yarışın yarısına doğru Mapleton ahırlarının sarı renkli hayvanı ileri fırladı. Yarışın sonuna doğru ise albayın atı, Desborough’uya altı boy fark attı. Balmoral dükünün Iris’i ise ancak üçüncü olabildi.
“Öyle ya da böyle, bu benim yarışım.” dedi albay elini gözlerinin üzerine koyarak. “İtiraf etmeliyim ki hiçbir şey anlayamıyorum. Gizemli davranışlarınızı fazla uzatmadınız mı Bay Holmes?”
“Elbette, albayım, her şeyi öğreneceksiniz. Hep beraber gidip ata bir göz atalım. İşte burada!” dedi, sadece sahiplerinin ve arkadaşlarının rahatça girip çıktığı kapalı alana vardığımızda. “Yüzünü ve bacağını alkol ile temizlediğinizde onun Gümüş Şimşek olduğunu göreceksiniz.”
“Beni şaşırtıyorsunuz!”
“Onu bir dolandırıcının elinde buldum ve aynen olduğu gibi yarışlara sokmaya cesaret ettim.”
“Sevgili bayım, mucizeler yarattınız! Atım çok formda ve iyi görünüyor. Bundan daha iyi yarışamazdı. Yeteneklerinizden şüphe duyduğum için binlerce kez özür diliyorum. Atımı geri getirmekle bana büyük bir iyilik ettiniz. Eğer John Straker’ın katilini de yakalarsanız daha da büyük bir iyilik etmiş olacaksınız.”
“Yakaladım bile!” dedi Holmes sessizce.
Albayla ikimiz hayretler içinde ona bakakaldık. “Yakaladınız mı? Nerede peki?”
“Burada.”
“Burada mı? Nerede?”
“Şu an benim yanımda duruyor.”
Albayın yüzü sinirden kıpkırmızı kesildi. “Size borçlu kaldığımı biliyorum, Bay Holmes.” dedi. “Ama takdir edersiniz ki söyledikleriniz ya kötü bir şaka ya da iftira.”
Sherlock Holmes güldü. “Size temin ederim ki işlenen suç ile sizin aranızda bir bağ kurmak istemedim.” dedi. “Gerçek katil tam arkanızda duruyor.” Bir adım atarak elini safkanın parlak boynuna koydu.
“At mı?” diye albay ile ikimiz aynı anda bağırdık.
“Evet, at yaptı. Kendisini korumak amacıyla yaptığını söylersem suçunu belki biraz olsun hafifletebiliriz. John Straker güveninizi kesinlikle hak etmeyen bir adamdı. Zil çaldı ve ikinci yarışta biraz para kazanmak istediğimden size daha ayrıntılı yapacağım açıklamamı biraz erteleyeceğim.”
O gece Londra’ya dönerken yataklı kompartımanın köşesi bize aitti ve pazartesi akşamı Dartmoor ahırında yaşanan olayları ve her şeyi ortaya koyan yöntemlerini anlatan arkadaşımızı dinlerken, sanıyorum Albay Ross ve benim için oldukça kısa süren bir yolculuk olmuştu bu.
“İtiraf ediyorum!” dedi. “Gazete yazılarından oluşturduğum teoriler tamamıyla hatalıydı; ama ta başından beri, önemli ayrıntılar olduğundan emindim. Aleyhindeki delillerin yetersiz olmasına rağmen Devonshire’a, Fitzroy Simpson’ın gerçek zanlı olduğu inancıyla gittim.
Arabada seyisin evine yaklaşırken baharatlı pirzolanın öneminin farkına vardım. Hepiniz indikten sonra benim dalgın dalgın oturduğumu hatırlayacaksınız. Bu kadar açık seçik bir ipucunun üstünde durmamamı garipsemiştim.”
“Doğrusunu isterseniz…” dedi albay. “Ben şimdi bile anlayamıyorum.”
“Mantık zincirimin ilk halkasıydı. Toz hâline getirilmiş afyonun tadı yavan değildir. Çok nahoş olmasa da yine de anlaşılabilir. Herhangi bir yemeğe karıştırıldığında yiyen kişi şüphesiz anlar ve daha fazla yiyemez. Düşünün, bu tadı ancak baharat bastırabilirdi. Fitzroy Simpson denilen bu yabancı, o gece seyisin evinde akşam yemeğinin içinde baharat olacağını tahmin bile edemezdi ve toz hâlindeki afyonun tadını bastırabilecek bir yemeğin pişirileceğini bilmesi tamamen anormal bir tesadüf olurdu. Mantıksızlık olurdu. Bu nedenle Simpson’ı davadan eledim ve o geceki akşam yemeğinde baharatlı pirzolayı tercih edebilecek iki kişinin, yani Straker ve eşinin üzerinde yoğunlaştım. Seyis yamağı için bir tabak kenara konulduktan sonra afyon eklenmişti çünkü diğerlerine bir şey olmamıştı. O hâlde hizmetçi görmeden o ilacı yemeğe katan kim olabilirdi?
Bu sorunun cevabını vermeden önce köpeğin sessiz kalmasının önemini fark ettim; çünkü doğru bir varsayım, istisnasız, peşinden diğerlerini getirir. Simpson olayında bir köpeğin ahırlarda kaldığını öğrendim ve birinin atı alıp götürdüğü sırada samanlıkta uyuyan iki genci uyandıracak kadar havlamadığını fark ettim. Belli ki gece yarısı gelen ziyaretçiyi iyi tanıyordu.
Gecenin bir yarısında John Straker’ın ahırlara gidip Gümüş Şimşek’i dışarı çıkardığına emindim ya da neredeyse emindim. ama amacı neydi? Açıkça sahtekârlık yapacaktı, yoksa niye seyis yamağını uyutsun ki? Ne yapacağımı bilmez hâldeydim. Bundan önce birçok olayda seyislerin kendi atlarına değil de başka bir ata para yatırıp kendilerininkini yarış dışı ettiklerini ve büyük miktarlar kazandıklarını biliyordum. Böylece dolandırıcılıkla diğerlerinin kazanmalarına engel olmuşlardır. Bazen bunu yarışta hallederler, bazen de daha zekice bir yol bulurlar. Buradaki durum neydi? Cebinden çıkanların bir sonuca varmamda bana yardımcı olacağını umdum.
Ve öyle de oldu. Ölü adamın elindeki tuhaf bıçağı unutmuş olamazsınız. Aklı başında hiçbir adam o bıçağı silah olarak kullanmaz. Dr. Watson’un dediği gibi cerrahi ameliyatlarda kullanılan hassas bir bıçaktır o. Ve hassas bir ameliyatta kullanılacaktı o gece. Hipodromlardaki engin deneyimlerinizden biliyorsunuzdur Albay Ross, bir atın bacağındaki tendonlara ufak bir çeltik atıldığında deri altından yapıldığı için hiç iz bırakmaz. Böyle bir atta hafif bir aksaklık olur. ancak aşırı çalışmaktan ve romatizmadan kaynaklandığı düşünülerek pek üzerinde durulmayacaktır.”
“Hain! Rezil!” diye bağırdı albay.
“John Straker’ın atı fundalığa götürme sebebi de anlaşılıyor artık. Böylesine hassas bir hayvan, bıçağın sivri ucunu hissettiği an en derin uykusunda olanları bile uyandırabilirdi. Bu nedenle kesinlikle bu işlemi açık havada yapmalıydı.”
“Nasıl da kör gibi davranmışım!” diye bağırdı albay. “Bu yüzden kibrite ve muma ihtiyacı oldu.”
“Şüphesiz kişisel eşyalarını incelerken sadece suçu işleyiş yöntemlerini değil, aynı zamanda gerekçelerini de keşfettim. Görmüş geçirmiş biri olarak albay, insanların başkalarının faturalarını ceplerinde taşımadıklarını bilirsiniz. Ben Straker’ın ikinci bir hayat yaşadığı ve başka bir düzeni olduğu kanaatine vardım. Faturaların içeriğinden oldukça pahalı zevkleri olan başka bir kadının varlığı anlaşılıyordu. Hizmetkârlara karşı ne kadar eli açık davransak da onların, eşlerine pahalı giyecekler almalarını sağlayamayız. Fark ettirmeden Bayan Straker’ı şapka hakkında sorguladım ve eline asla ulaşmadığı konusunda tatmin olduktan sonra, kadın şapkacısının adresini not ederek Straker’ın fotoğrafıyla birlikte esrarengiz Derbyshire hakkında bilgi toplamak amacıyla oraya gittim.
Ondan sonrası kolay oldu. Işığın görünmemesi için Straker atı çukur bir yere götürdü. Kaçarken Simpson kravatını düşürmüştü ve Straker bunu görünce almıştı, belki de atın bacağını bununla sıkıca sarmak niyetindeydi. Çukurlu kısma girdikten sonra atın arkasına geçip kibriti yaktı ancak hayvan içgüdüleri sayesinde kendisine bir kötülük yapılacağını düşünerek aniden parlayan ışıktan çok korktu ve etrafa saldırmaya başladı. Bu esnada atın çiftesi Straker’ın alnına isabet etti. İşini daha rahat yapabilmek amacıyla paltosunu yağmura rağmen çıkarmıştı ve bu nedenle düşerken bıçak derin bir yara açtı baldırında. Her şey anlaşıldı mı?”
“Mükemmel!” diye bağırdı albay. “Mükemmel! Sanki oradaydınız!”
“İtiraf etmeliyim ki en son atışım çok zordu. Straker gibi kurnaz bir adamın biraz deneme yapmadan tendonlara zarar verme işlemini kolay kolay yapamayacağını anladım. ancak neyin üzerinde deneme yapabilirdi? Koyunlar gözüme çarptı ve çok şaşırmama rağmen sorduğum bir soru şüphelerimi doğruladı.”
“Her şeyi açık ve net anlattınız, Bay Holmes.”
“Londra’ya döndüğüm zaman şapkacıyı aradım. Straker’ın, tabii Derbyshire adıyla, çok iyi bir müşterisi olduğunu söyledi; pahalı kıyafetlere düşkün çok havalı bir eşi varmış. Şüphesiz bu kadın onu çok büyük borçlar altına soktu ve bu nedenle böyle bir plan yapmak durumunda kaldı.”
“Tek bir nokta dışında her şeyi aydınlattınız.” dedi albay. “At neredeydi?”
“Ah, komşularınızdan biri onu bağlamış ve bakımını üstlenmişti. Bu noktada bazı şeyleri göz ardı etmemiz gerektiğine inanıyorum. Yanılmıyorsam burası Clapham Junction, yaklaşık on dakika içinde Victoria’da olacağız. Eğer daireme gelip size bir puro ikram etmeme izin verirseniz sizde merak uyandıran her türlü sorunuza cevap vermeye hazırım.”
Soluk Yüz
Arkadaşımın olağanüstü yeteneklerini ortaya koyan sayısız kısa hikâyesini yayımlarken bu ilginç dramalarda önceleri dinleyici, daha sonraları da aktör olarak görev almış olmam nedeniyle, onun başarısızlıklarından çok başarılarının üzerinde durmuş olmam doğaldır. Bu da onun ününün hatırına, fazla abartılı bir davranış sayılmazdı. Holmes’un aklını kaçırmak üzere olduğunu düşündüğümüz zamanlar -ki bu durumlarda onu bazen yanlış anlayabiliyoruz- gerçekte enerjisinin ve yeteneklerinin doruk noktasına çıktığı anlar olurdu. Başarısızlığa uğradığı zamanlarda ise zaten başkaları da olayları çözemiyor, hikâye de sonsuza kadar sonuçsuz kalıyordu. Ancak ara sıra yanıldığı zamanlarda gerçekler şans eseri ortaya çıkabiliyordu. Elimde yaklaşık yarım düzine bu tür olaylara dair notlar var ve oldukça ilgi çeken iki tanesinden birini size şimdi aktarmaya çalışacağım.
Sherlock Holmes çok nadiren, laf olsun diye egzersiz yapan bir adamdır. Az sayıda erkek onun gibi bir kas gücüne sahiptir. Şüphesiz Holmes gördüğüm en iyi boksörlerden biriydi ama vücut çalıştırmaya amaçsız bir çaba gözüyle bakar, profesyonel görevinde gerekmediği sürece, çok nadiren harekete geçerdi. Aynı zamanda yorulmak ve bıkmak bilmez bir insandı. Ama bunlar yine de sağlıklı yaşamak için yapılması gereken antrenmanlar yerine geçmezdi. Yediklerine hiç dikkat etmezdi. Alışkanlıkları ise aşırı derecede sadeydi. Kokain kullanımı dışında hiçbir kötü alışkanlığı yoktu ve sadece davaları yetersiz, gazeteleri saçma sapan bulduğu zamanlarda varoluşun sıradanlığından kurtulabilmek amacıyla kullanırdı.
İlkbaharın başlarında, karaağaçların zayıf, yeşil filizlerinin yavaş yavaş boy verdiği bir dönemde rahatlamak amacıyla benimle birlikte parkta yürümeye ikna oldu. Birbirleriyle çok samimi iki arkadaşa yakışır biçimde, çoğu zaman sessizce yaklaşık iki saat kadar gezinip durduk. Baker Caddesi’ne tekrar döndüğümüzde saat beşe geliyordu.
“Affedersiniz, efendim!” dedi hizmetkâr kapıyı açarken. “Bir beyefendi sizi sordu.”
Holmes kınayan gözlerle bana baktı. “Öğleden sonrası yürüyüşler benim için bitmiştir artık!” dedi. “Beyefendi buradan ayrıldı mı?”
“Evet, efendim.”
“İçeri buyur etmedin mi?”
“Evet efendim, içeride bekledi.”
“Ne kadar bekledi?”
“Yarım saat efendim. Hiç rahat durmadı, burada olduğu sürece sürekli dolaştı, ayağını yere vurup durdu efendim. Kapının dışında bekledim ve onu sürekli duyabiliyordum, efendim. En sonunda koridora çıkarak ‘Bu adam hiç gelmeyecek mi?’ diye bağırdı. Aynen öyle söyledi. ‘Biraz daha sabredin.’ dedim. O da ‘O hâlde açık havada bekleyeceğim. Burada kendimi boğulacak gibi hissediyorum. Sonra yine gelirim.’ dedi. Ardından ayağa kalkıp çıktı; kalıp biraz daha beklemesi için ne söylediysem boşa gitti!”
“Her neyse, sen elinden geleni yapmışsın.” dedi Holmes, biz odaya girerken. “Çok sinir bozucu Watson! Yeni bir davaya çok ihtiyacım vardı ve adamın sabırsızlığı, olayın çok önemli olduğunu gösteriyor. Ah! Masadaki pipo senin değil. Unutmuş olmalı… Tütüncülerin kehribar dedikleri, uzun saplı, güzel, funda kökünden yapılmış bir pipo. Londra’daki gerçek kehribar ağızlıkların sayısını merak ettim şimdi. Bazıları içindeki sineğin bir işaret olduğuna inanıyor. Değeri bu kadar yüksek bir pipoyu unutması ruhen dengesiz olduğunu ortaya koyuyor.”
“Değerli olduğunu nereden anladın?” diye sordum.
“Piponun fiyatının yedi şilin altı pens olduğunu tahmin ediyorum. Şimdi, gördüğün gibi iki defa tamir edilmiş, bir kere tahta sapından, bir kere de kehribar kısmından. Adam pipoya çok değer veriyor olmalı, yoksa onarıma harcadığı parayla yenisini alabilirdi.”
“Başka ne gibi sonuçlar çıkarıyorsun?” diye sordum, Holmes pipoyu elinde evirip çevirip her zamanki gibi tuhaf yöntemleriyle incelerken.
Pipoyu elinde tutup bir profesörün kemikler üzerine ders verişi gibi bir havaya bürünerek uzun, ince işaret parmağı ile hafifçe üzerine vurdu.
“Pipolar bazen oldukça ilginç olabilirler.” dedi. “Saatler ve bağcıklar dışında hiçbir şey böylesine kendine özgü değildir; ancak buradaki ipuçları ne çok belirgin ne de çok önemlidir. Bunun sahibi belli ki adaleli, solak, çok sağlam dişleri olan, biraz dikkatsiz ve maddi sorunları olmayan bir insan.”
Arkadaşım bu bilgileri son derece laubali bir şekilde açıklarken bir yandan da konuşmasını takip edip etmediğimden emin olmak için gözünü benden ayırmıyordu.
“Birisi yedi şilinlik bir pipo içiyor diye maddi sorunları olmuyor mu?” diye sordum.
“Kullandığı tütün, onsu sekiz pens olan Grosvenor karışımı bir tütündür.” diye cevap verdi Holmes birazını avcunun içine dökerek. “Yarı fiyatına neredeyse aynı derecede kaliteli başka bir tütün alabilecekken bunu seçmesi pek de tasarrufa ihtiyacı olmadığını gösteriyor.”
“Ya diğer saydıkların?”
“Piposunu lambalarda ve gaz alevinde yakma alışkanlığı var. Piponun bir tarafının ısıdan koyulaştığını görebilirsin. Bunu bir kibritin yapması mümkün değil. Bir adam neden kibriti piposunun yan tarafına tutsun ki? Ayrıca piponu ateşe değdirmeden bir lambada yakamazsın. Bütün bu izler piponun sağ tarafında. Buradan solak olduğu anlaşılıyor. Sen, sağ elini kullanan biri olarak piponu lambaya tuttuğun zaman sol tarafını aleve yaklaştırıyorsun. Belki bir iki defa öteki türlü yapabilirsin ama bu sürekli olmaz. Hep bu şekilde tutarsın. Sonra kehribar kısmını dişlediğini görüyorum. Bunu yapabilmek için enerji dolu, sağlam ve sağlıklı dişlere sahip olmak gerekir. Ancak yanılmıyorsam onun sesini merdivenlerde duymaktayım, böylece piposunu incelemektense kendisini inceleyebileceğiz.”
O anda kapı açıldı ve uzun boylu, genç bir adam içeri girdi. Sade ama iyi giyimliydi, üzerinde koyu gri bir takım elbise vardı ve elinde kahverengi bir şapka tutuyordu. Otuzlu yaşlarda diyebilirdim; ama biraz daha büyük de olabilirdi.
“Affedersiniz!” dedi biraz çekingenlikle. “Kapıyı çalmalıydım. Evet, kapıyı çalmalıydım. Doğrusunu isterseniz çok üzgünüm ve bu kabalığımı ona yorun lütfen.” Sersemlemiş gibi elini alnına götürdü ve sonra da kendini en yakın sandalyeye bırakıverdi.
“Bir iki gündür pek iyi uyuyamadığınızı görüyorum.” dedi Holmes her zamanki rahat, cana yakın tavrıyla. “Uykusuzluk, çok çalışmaktan hatta eğlenceden bile daha fazla insanın sinirlerini yıpratabilir. Size nasıl yardımcı olabileceğimizi sorabilir miyim?”
“Tavsiyelerinize ihtiyacım var efendim. Ne yapacağımı bilemiyorum, sanki bütün hayatım paramparça oldu!”
“Beni danışman dedektif olarak mı tutmak istiyorsunuz?”
“Sadece o değil. Mantıklı, tecrübeli bir insanın tavsiyelerini istiyorum. Bundan sonra ne yapmam gerektiğini bilmek istiyorum. Tanrı’dan ümit ederim ki bana yardımınız dokunsun!”
Keskin, kesik kesik, ani patlamalarla konuşuyordu ve sadece konuşmak bile ona çok acı veriyordu; ancak yine de derdini anlatmaya hevesli oluşu ağır basıyor gibi gelmişti bana.
“Çok hassas bir konu.” dedi. “Bir insan özel meselelerini yabancılarla konuşmaktan çekinir. Karımın daha önce hiç görmediğim iki erkekle olan ilişkisini konuşmak çok iğrenç geliyor bana. Bunu yapmak gerçekten korkunç; ancak sınırlarım çok zorlandı ve bunu yapmak zorundayım.”
“Sevgili Bay Grant Munro…” diye konuşmaya başladı Holmes.
Ziyaretçimiz aniden sandalyesinden fırladı. “Ne?” diye bağırdı. “Adımı nereden biliyorsunuz?”
“Kimliğinizi gizli tutmayı tercih ediyorsanız…” dedi Holmes gülümseyerek. “Şapkanızda yazılı olan isminizi çıkarsanız daha iyi olur. Bakın beyefendi, bu odada öyle garip sırlar dinledik ve öyle çok insanın dertlerini çözdük ki size de yardımcı olmamamız için bir sebep yok. Eminim sizin için de aynı şeyi yapacağız. Sizden rica etsem fazla oyalanmadan durumunuzu bize anlatabilir misiniz? Çünkü zaman bazen çok değerli olabiliyor.”
Ziyaretçimiz çok acı çekiyormuş gibi elini tekrar alnına götürdü. Tavırlarından ve mimiklerinden anlayabildiğim kadarıyla, yaralarını göstermekten çok saklamayı tercih eden gururlu ve ağırbaşlı bir adamdı fakat sonra eliyle endişelerini başından savmak istermiş gibi bir hareket yaptı ve anlatmaya başladı:
“Olaylar şöyle gelişti Bay Holmes. Yaklaşık üç yıldır evli bir adamım. Bu süre zarfında hayatlarını birleştiren iki kişi olarak eşim ve ben birbirimize çok düşkündük ve çok mutlu bir hayatımız vardı. Ne düşüncelerimizle ne sözlerimizle ne de eylemlerimizle hiç kırmadık birbirimizi. ancak geçen pazartesiden beri aramıza bir şeyler girdi ve onun hayatı ile ilgili düşünceleri o kadar değişti ki… sanki sokakta yanımdan geçen herhangi bir kadından farksız bir hâle geldi. Çok uzaklaştık birbirimizden ve ben, bunun nedenini öğrenmek istiyorum.
Daha fazla anlatmadan sizi bir konuda aydınlatmak istiyorum Bay Holmes. Effie beni çok seviyor. Bu konuda hiç şüpheniz olmasın. Beni tüm kalbiyle, ruhuyla başka hiç kimseyi sevmediği kadar çok seviyor. Biliyorum… Hissediyorum… Bu konuda tartışmak istemiyorum. Bir erkek, bir kadının onu sevip sevmediğini gayet iyi anlayabilir. fakat aramıza esrarengiz bir şey girdi ve o açıklığa kavuşmadan hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyorum.”
“Lütfen bana olanları anlatın, Bay Munro.” dedi Holmes sabırsızlanarak.
“Size, Effie’nin geçmişiyle ilgili bildiklerimi anlatacağım. Onunla ilk tanıştığımızda duldu ama çok gençti, yirmi beş yaşındaydı. O zamanlar soyadı Hebron idi. Küçükken Amerika’ya gitmiş ve Atlanta şehrinde yaşamış. Orada başarılı bir avukat olan Hebron diye bir adamla evlenmiş. Bir çocukları olmuş ama sarıhumma salgını baş gösterince hem kocasını hem de çocuğunu kaybetmiş. Kocasının ölüm belgesini gördüm. Artık Amerika’da yaşamak istemediğinden Middlesex, Pinner’daki bekâr teyzesiyle yaşamak üzere geri dönmüş. Kocası onu maddi yönden rahat ettirmiş ve kendisine yaklaşık dört bin beş yüz sterlin bırakmış, bununla da çok iyi yatırımlar yaparak ortalama yüzde yedi kâr etmiş. Pinner’a geleli altı ay olmuştu ki onunla tanıştım, birbirimize âşık olduk ve birkaç hafta sonra da evlendik.
Ben şerbetçi otu ticareti yapan bir tüccarım ve gelirim yılda yedi veya sekiz yüz sterlini bulduğundan maddi sıkıntı çekmedik ve Norbury’de yıllığı seksen sterlin olan bir villa kiraladık. Kasabaya çok yakın olmasına rağmen küçük evimiz kırsal bölgedeydi. Biraz üstümüzde küçük bir otel ve iki ev, bir de bizim eve bakan bir kır evi dışında başka komşumuz yoktu. Bunların dışında istasyona gidene kadar civarda ev yoktur. Belli mevsimlerde iş icabı kasabaya iniyordum ama yaz aylarında işim hafiflediğinden vaktimi eşimle evde geçiriyordum. Tahmin edemeyeceğim kadar mutluydum. Bu uğursuz olaya kadar aramıza hiçbir şey girmemişti.
Daha fazla anlatmadan size bir şey daha söylemek istiyorum. Evlendiğimiz zaman eşim tüm malını mülkünü işlerimin kötü gitme ihtimaline karşı benim üzerime yaptı; ben kesinlikle böyle olsun istemedim. Her neyse böyle olması için ısrar etti ve istediği gibi de oldu. Yaklaşık altı hafta önce bana geldi.
‘Jack!’ dedi. ‘Sen paramı aldığında ne zaman ihtiyacım olursa isteyebileceğimi söylemiştin.’
‘Elbette.’ dedim. ‘Hepsi senin.’
‘O hâlde yüz sterlin istiyorum.’ dedi.
‘Biraz bocalamıştım çünkü sadece yeni bir elbise ya da ona benzer bir şey alacağını düşünmüştüm.’
‘Ne için istiyorsun?’ diye sordum.
‘Ah!’ dedi her zamanki neşeli tavrıyla. ‘Benim bankerim olduğunu söylemiştin ve biliyorsun bankerler soru sormazlar.’
‘Eğer gerçekten istiyorsan parayı sana vereceğim.’ dedim.
‘Evet, gerçekten istiyorum.’
‘Ve niçin istediğini söylemeyecek misin bana?’
‘Belki bir gün ama şu an değil Jack.’
İlk defa bir sır olmasına rağmen bununla başa çıkmak zorundaydım. Ona bir çek yazdım ve bu konunun üzerinde bir daha durmadım. Belki anlatacaklarımla ilgisi olmayabilir ama yine de bahsetmeyi doğru buluyorum.
Size biraz evvel de dediğim gibi evimizin biraz ilerisinde bir kır evi var. Aramızda sadece bir tarla bulunuyor ama oraya gitmek için yolu takip etmek ve oradan da başka bir yola sapmak gerekiyor. Arka tarafında ağaçlık bir alan var ve sarıçamlarla dolu. Eskiden öyle yerlerde yürüyüş yapmaktan çok hoşlanırdım. Çünkü ağaçların hep dost varlıklar olduklarını düşünürüm. Kır evi sekiz aydır boştu; çok yazık oluyordu; çünkü iki katlı, eski tip bir verandası vardı. Etrafı hanımelilerle çevrili hoş bir evdi. Birçok defa önünde durup ne kadar hoş bir çiftlik evi olabileceğini düşünmüşümdür.
Her neyse geçen pazartesi akşamı oralarda yürürken boş bir yük arabasının o yoldan geldiğini ve verandanın yanındaki çimenlere bir sürü halı ve eşyanın yığıldığını gördüm. kır evinin nihayet tutulduğu belliydi. Yanından geçerken bize komşu gelenlerin nasıl insanlar olduklarını merak ettim. Eve göz atarken üst kattaki pencerelerin birinden bir kişinin bana baktığını gördüm.
O yüzde öyle bir şey vardı ki Bay Holmes, iliklerime kadar ürperdim. Biraz uzakta olduğum için yüz hatlarını pek seçemedim ama anormal ve uğursuz görünüyordu. Bu nedenle beni seyreden kişiyi daha yakından görebilmek için yaklaştım; ancak penceredeki yüz o kadar çabuk yok oldu ki sanki içeriden biri, onu odanın karanlığına geri çekmiş gibiydi. Yaklaşık beş dakika öylece durup gördüklerimi analiz ettim. O yüzün bir kadına mı yoksa erkeğe mi ait olduğuna karar veremedim; çünkü çok uzakta duruyordum. Ancak rengi beni çok etkilemişti. Aşırı derecede soluk bir yüzdü; ama katı ve sert ifadesi çok şaşırtıcı bir şekilde doğal durmuyordu. O kadar rahatsız olmuştum ki yeni komşularımızı yakından tanımaya karar verdim. Yaklaşıp kapıyı çaldığım anda uzun boylu, sıska bir kadın, sert, ürkütücü bir yüz ifadesiyle kapıyı açtı.
‘Ne istiyorsunuz?’ dedi Kuzeyli aksanıyla.
‘Ben oradaki evde oturan komşunuzum.’ dedim kafamla işaret ederek. ‘Buraya yeni taşındığınızı fark ettim ve herhangi bir yardıma ihtiyaç…’
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.