Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5», sayfa 2

Yazı tipi:

Boş Ev

1894’ün ilkbaharında, saygıdeğer bir bey olan Ronald Adair’in olağan dışı ve nedeni anlaşılamayan bir şekilde katledilmesi olayına tüm Londra ilgi duydu. Bu olay aynı zamanda sosyete dünyasını da dehşete düşürdü. Kamuoyu, polisin araştırmaları neticesinde cinayetin ayrıntılarını öğrenmiş durumdaydı ama buna rağmen olayların büyük bir bölümü gizli tutulmuştu; çünkü bu, öyle hassas bir davaydı ki bütün gerçekleri ifşa etmeye imkân vermiyordu. Ancak şimdi, on yılın sonunda, o hikâyenin eksik yanlarını anlatmama izin verildi. Cinayet kendi içinde ilginçti ama akılalmaz sonu yanında ilginçliği sönük kalırdı ve hayatımda karşılaştığım onca maceranın içinde herhâlde en büyük şoku bu vakada yaşamışımdır. Şimdi, bu kadar aradan sonra bile olayları düşündükçe heyecanlanıyor, bir kez daha o şaşkınlığı ve zihnimi tamamıyla meşgul eden şüpheyi hissediyorum. Beni olağanüstü bir adamın düşüncelerini ve eylemlerini anlattığım zamanlardan tanıyan insanlara şunu söylemek isterim ki bu bilgileri kendileriyle paylaşmamak benim seçimim değildi. Kendisi tarafından konulan ve ancak geçen ayın üçünde kalkan bir yasak sonucu, aslında birinci vazifem olarak gördüğüm bu hikâyeyi anlatmam, bilinçli bir şekilde engellendi.

Sherlock Holmes ile olan dostluğumun suç dünyası ile yakından ilgilenmemi sağladığını tahmin edebilirsiniz. Kayboluşundan sonra basında çıkan çeşitli vakaları daha yakından izlediğimi, hatta kendimi tatmin etmek amacıyla birçok defa onları çözmek için dostumun metotlarını kullandığımı ama yöntemlerimin başarısızlıkla sonuçlandığını söylemeden edemeyeceğim. Bu vakalar arasında en çok Ronald Adair’in trajedisi bende merak uyandırmıştı. Tahkikat sonucunda, mahkeme tarafından Adair’in, bilinmeyen bir kişi ya da kişiler tarafından kasten öldürüldüğü kararının verilmesi neticesinde; toplumun da kabullendiği Sherlock Holmes’un ölümünden duyduğum üzüntüyü daha da derinden hissetmiştim. Bu garip vakada özellikle onun ilgisini çekecek birçok nokta bulunuyordu ve Avrupa’nın bir numaralı dedektifinin gözlemleriyle parlak zekâsının, polisin çalışmalarına büyük yararı dokunacağına emindim. Vizitelerime giderken sürekli bu davayı düşünüyor ama mantıklı bir şey elde edemiyordum. Zaten bilinen bir hikâyeyi bir kez daha anlatmayı göze alarak, soruşturma sonunda kamuoyunun da haberdar olduğu gerçekleri, baştan almak istiyorum:

Bay Ronald Adair, bir zamanlar Avustralya kolonilerinde vali olan Maynooth kontunun ikinci oğludur. Adair’in annesi bir katarakt ameliyatı için Avustralya’dan dönmüş, oğlu Ronald ve kızı Hilda’yla birlikte Park Yolu, 427 numarada yaşamaya başlamıştı. Genç delikanlı cemiyet ortamlarında bulunuyordu ve bilindiği kadarıyla düşmanları ya da kötü alışkanlıkları yoktu. Bay Ronald Adair, Carstairs’li Bayan Edith Woodley ile nişanlanmıştı; ancak olaydan birkaç ay öncesinde ortak bir karar ile nişanı bozmuşlardı. Fakat aralarında hoş olmayan duyguların oluşması için hiçbir sebep yoktu. Genelde çok dar ve geleneksel bir çevre içinde bulunuyordu çünkü sakin ve heyecansız bir yapısı vardı; ancak bu genç aristokrat 30 Mart 1894’te saat on ile on biri yirmi geçe arasında ölümle tanışmıştı.

Ronald Adair kâğıt oynamayı seven biri olarak sürekli oynuyordu; ancak onu zora sokacak miktarlarda değildi bunlar. Baldwin, Cavendish ve Bagatelle gibi kâğıt oynanan kulüplere üyeydi. Elde edilen bilgilere göre, öldüğü gün, akşam yemeğinden sonra, bunların ikincisinde bir el vist oynamıştı. Ayrıca öğleden sonra da oynamıştı aynı kulüpte. Onunla aynı masada olan kişiler -Bay Murray, Sör John Hardy ve Albay Moran- vist oynadıklarını ve herkesin oyunda eşit durumda olduğunu söylediler. Adair’in en fazla beş sterlin kaybettiğini de eklediler. Büyük bir servete sahip olduğu için bu kayıp onu etkilememişti. Neredeyse her gün bu kulüplerden birinde kâğıt oynuyordu; ancak tecrübeli bir oyuncu olduğundan genelde kazanarak masadan kalkıyordu. Öğrenildiğine göre birkaç hafta öncesinde Albay Moran ile eşleşerek, Godfrey Milner ile Lord Balmoral karşısında bir oyunda, 420 sterlin gibi bir para kazanmıştı. Soruşturmada da belirtildiği kadarıyla onun yakın geçmişiyle ilgili bilgiler bu kadardı.

Suçun işlendiği gece kulüpten tam olarak saat onda dönmüş. Annesiyle kız kardeşi bir akraba ziyaretindeymiş. Hizmetçi onun oturma odası olarak kullandığı ikinci kattaki ön odaya girdiğini duymuş. Şömineyi yakmış ve çok duman olunca pencereyi açmış. Bayan Maynooth ve kızı saat on biri yirmi geçe civarında dönene kadar odadan hiç ses gelmemiş. Annesi iyi geceler dilemek niyetiyle oğlunun odasına girmek istemiş. Kapı içeriden kilitliymiş. Tüm bağırmalarına ve kapıyı vurmalarına rağmen içeriden cevap alamamışlar. Yardım çağırarak kapıyı açtırmışlar. Talihsiz genç adamı masanın yanında, yerde bulmuşlar. Bir tabanca mermisi kafasını delip geçmiş; ama odada tabancaya ait hiçbir ize rastlanmamış. Masanın üzerinde iki tane on sterlin ve on yedi sterlin ile on şilini farklı desteler hâlinde bulmuşlar. Bunların yanında duran bir kâğıtta bazı rakamlar ile bu rakamların karşılarında kulüpten olan arkadaşlarının adları yazılıymış. Ölmeden önce kâğıt oyunlarında kazandıklarını ve kaybettiklerini yazmak istediği tahmin ediliyor.

Bir dakikalık bir inceleme sonunda olaylar daha da karmaşık hâl almıştı. İlk olarak, genç adamın kapısını içeriden kilitlemesine bir anlam verilememişti. Bir ihtimal bunu katil yapmıştı ve sonra da pencereden kaçmıştı; ancak yere olan mesafe yirmi fitti ve aşağıda çiçek açmakta olan bir çiğdem tarhı bulunuyordu. Ne çiçeklere ne de toprağa zarar verilmişti ve ayrıca evi yoldan ayıran bir karış çimlerde bile iz bulunamamıştı. Belli ki genç adam kapıyı içeriden kilitlemişti. Ama ölümüyle nasıl yüzleşmişti acaba? Hiç kimse iz bırakmadan pencereden tırmanamazdı. Pencereden ateş edildiği düşünülse bile bir tabanca kurşunuyla o denli ciddi bir yaranın açılmış olması için, gerçekten olağanüstü bir atışın söz konusu olması gerekiyordu. Üstelik Park Yolu çok işlek bir caddenin üzerindeydi ve evin yüz metre ilerisinde bir araba durağı bulunuyordu. Hiç kimse ateş edildiğini duymamıştı ancak ortada ölü bir adam ve onu anında ölüme götürecek yarayı açan bir tabanca mermisi vardı. İşte “Park Yolu Gizemi”nin ayrıntıları bundan ibaretti. Cinayetin bir amaçtan yoksun olması, olayları daha da karmaşık hâle sokuyordu; çünkü daha önce de dediğim gibi genç Adair’in bilinen bir düşmanı yoktu ve ayrıca odasından ne para ne de değerli eşyaları çalınmıştı.

Bütün gün olanları düşündüm durdum; her şeyi bağdaştıracak bir teori ve zavallı arkadaşımın dediği gibi her araştırmanın başlangıç noktasını oluşturan geçirgen yeri bulmaya çalışıyordum. Çok az ilerleme kaydettiğimi itiraf etmeliyim. Akşam Park’ta dolaşmaya çıktım ve saat altı gibi Park Yolu’nun sonunda bulunan Oxford Caddesi’nde buldum kendimi. Kaldırımda durup bir evin penceresine pürdikkat bakan bir grup insan, görmeye gelmiş olduğum evin yerini bana göstermiş oldu. Renkli camlı gözlükleriyle uzun boylu, zayıf bir adam -ki sivil bir dedektif olduğundan şüphelenmiştim-kendi teorisini açıklıyor ve etrafındaki insanlar onu dikkatle dinliyorlardı. Elimden geldiğince ona yaklaşmaya çalıştım ama gözlemleri o kadar saçma idi ki tiksinerek oradan uzaklaştım. Tam dönerken arkamda duran yaşlı ve kambur bir adama çarptım ve elindeki kitapları düşürdüm. Onları toplamasına yardım ederken düşen kitaplardan birinin adının “Ağaçlara Tapınmanın Kökeni” olduğu dikkatimi çekti. Bu zavallı adamın ya satmak için ya da hobi olarak, anlaşılması güç kitapları toplayan bir kitap kurdu olduğunu anlamıştım. Özür dilemeye çalıştım ancak hırpaladığım kitapların, sahibinin gözünde çok değerli olduğu apaçıktı. Aşağılayıcı sözler söyleyerek arkasını dönüp yürümeye başladı. Kamburlaşmış sırtı ve beyazlamış saçlarıyla kalabalığın arasında kayboluvermişti.

Park Yolu, 427 numarada yaptığım incelemeler pek işe yaramamıştı. Ev, en fazla beş fit yükseklikte olan alçak bir duvar ve çit ile yoldan ayrılıyordu. Bu nedenle bahçeye girmek çok kolaydı. Fakat pencereden eve girmek imkânsızdı; çünkü bir su borusu bile yoktu. Bu duvarlardan dünyanın en çevik insanı bile tırmanamazdı; çünkü tutunacak herhangi bir şey yoktu. Her zamankinden daha şaşkın bir vaziyette Kensington’a döndüm. Çalışma odama gireli beş dakika bile olmamıştı ki hizmetçim, birinin beni görmek istediğini söyledi. Ziyaretçimin, yaşlı kitap kurdundan başkası olmadığını görünce hayretler içinde kaldım. Sert, zeki ifadeli yüzüyle bir tutam beyaz saçın altından bana bakıyor ve sayısı bir düzineyi bulan değerli kitaplarını sağ kolunun altına sıkıştırmış hâlde öylece duruyordu.

“Beni gördüğünüze şaşırdınız sanırım efendim.” dedi tuhaf ve çatlak bir sesle.

Gerçekten şaşırmıştım.

“Ah, bende de bir vicdan var efendim… Topallayarak yürürken şans eseri sizin bu eve girdiğinizi gördüm. Kendi kendime düşündüm ki: Neden bu iyi niyetli beyefendiye uğrayıp kaba davranmakla kötü bir niyetimin olmadığını ve kitaplarımı topladığı için ona minnettar olduğumu söylemiyorum?”

“Ufak bir mesele, lütfen büyütmeyin.” dedim, “Beni nasıl tanıdığınızı sorabilir miyim?”

“Ah, efendim saygısızlık olarak görmezseniz sizin bir komşunuz olduğumu söyleyeceğim, Kilise Sokağı’nın köşesinde ufak bir kitapçı dükkânım var. Eğer uğrarsanız çok memnun olurum. Belki siz de kitap biriktiriyorsunuzdur, efendim. Bakın burada ‘Britanya’nın Kuşları’, ‘Catallus’ ve ‘Kutsal Savaş’ var, her biri indirimdedir. Oradaki ikinci rafınızı sadece beş kitapla doldurabilirsiniz. Biraz düzensiz gözüküyor, değil mi efendim?”

Arkamdaki dolaba bakmak için kafamı çevirdim. Tekrar döndüğümde çalışma masamın karşısında Sherlock Holmes’un bana gülümsediğini gördüm. Ayağa kalktım, müthiş bir şaşkınlık içinde ona birkaç saniye bakakaldım ve sonra da hayatımda ilk ve son kez olmak üzere bayıldım. Gri bir sis perdesi gözlerimin önünde döndü ve kendime geldiğimde yakamın açıldığını gördüm. Dudaklarımdaki brendinin tadını alıyordum. Holmes, elinde termosuyla üzerime eğilmiş, bana bakıyordu.

“Sevgili Watson!” dedi o çok iyi hatırladığım sesiyle, “Senden bin kere özür dilemeliyim. Böyle bir şey olacağını hiç tahmin edemezdim!..”

Onu kollarından yakaladım.

“Holmes!” diye bağırdım, “Gerçekten sen misin? Hayatta olma ihtimalin var mı? O korkunç uçurumdan yukarı tırmanmayı başarmış olabilir misin?”

“Bir dakika…” dedi, “Bunları konuşmak için kendini hazır hissediyor musun? Gereksiz bir gösteriyle tekrar ortaya çıkarak sana ciddi bir şok yaşattım.”

“Ben iyiyim. Ama gerçekten Holmes, hâlâ gözlerime inanamıyorum! Tanrı’m! Senin tekrar çalışma odamı ziyaret edeceğine hayatta inanmazdım!” Onu yine kolundan yakaladım ve o ince ama güçlü kolu hissettim. “Her neyse, bir hayalet olmadığını anladım artık.” dedim, “Sevgili dostum, seni gördüğüme ne kadar sevindim. Lütfen oturup o korkunç uçurumdan nasıl sağ çıktığını bana anlat.”

Karşıma geçip oturdu ve her zamanki kayıtsız tavırlarıyla piposunu yaktı. Üstünde hâlâ kitapçının hırpani paltosu vardı. Beyaz saç ve eski kitaplar bir yığın hâlinde masanın üzerinde duruyordu. Holmes eskisinden daha zayıf görünüyordu. Solgun yüzünün her zamankinden daha beyaz oluşu, onun çok da sağlıklı bir hayat sürmediğini gösteriyordu.

“Böyle gerilebildiğim için çok mutluyum Watson.” dedi, “Uzun boylu bir insanın saatler boyunca kısa adam rolüne bürünmesi hiç de kolay değil. Şimdi sevgili dostum, sana anlatacaklarımın dışında, önümüzde çok tehlikeli bir iş var bu gece, senin yardımlarını rica edeceğim. Yaşadıklarımı işimizi bitirdikten sonra sana anlatsam daha iyi olacak sanırım.”

“Beni merakta bırakıyorsun. Şimdi dinlemek isterim.”

“Bu gece benimle gelecek misin?”

“Ne zaman istersen ve nereye istersen gelirim.”

“Bu tam eski günlerdeki gibi oldu. Gitmeden önce bir şeyler yemek için zamanımız olacak. Pekâlâ, şimdilik şu uçuruma dönelim o zaman. Oradan çıkmakta hiç zorlanmadım; çünkü zaten oraya hiç düşmemiştim.”

“Hiç düşmedin mi?”

“Hayır Watson, hiç düşmedim. Sana yazdığım not gerçekti. O dar yolda Profesör Moriarty’nin o sinsi silüetini gördüğüm anda kariyerimin sonuna geldiğime az da olsa kanaat getirmiştim. Gri gözlerindeki merhametsizliği okuyabiliyordum. Onunla biraz konuştuktan sonra, sana bıraktığım o kısa notu yazmak için kendisinden kibarca izin istedim. Notu, sigara tabakamla birlikte değneğimin yanına bıraktıktan sonra, Moriarty peşimde, yolda yürümeye başladım. Yolun sonuna yaklaştığımda tetikte beklemekteydim. Silahını çekmedi, bana doğru koşarak uzun kollarıyla üzerime atıldı. Oyununun bittiğini anlamıştı ve artık tek amacı, benden intikam almaktı. Şelalenin kıyısında boğuşmaya başladık. Bir Japon güreşi olan baritsudan biraz anlarım ve gerektiğinde çok faydasını görmüşümdür. Hemen onun pençelerinden kurtuldum ve o, korkunç bir çığlıkla birkaç saniye debelenip iki eliyle havayı tırmaladı. Ancak tüm çabalarına rağmen dengede duramayıp aşağı düştü. Peşinden aşağıya bakıp o uzun mesafe boyunca onu düşerken izledim. Bir kayaya çarptı ve doğruca suya gömüldü.”

Holmes sigarasını içerken ben de hayretler içinde onun hikâyesini dinliyordum.

“Ama ayak izleri!” diye bağırdım, “İki kişinin yolun sonuna kadar gittiğini ama geri dönmediğini gösteren izleri kendi gözlerimle gördüm!”

“Durum şöyle gelişti: Profesör gözden kaybolur kaybolmaz, kaderin bana ne kadar büyük bir şans sunduğunu fark ettim. Beni öldürmeye yemin edenin bir tek Moriarty olmadığını biliyordum. Liderlerinin ölümüyle benden intikam almak isteyecek en az üç kişi daha tanıyordum. Hepsi çok tehlikeli adamlardı. Biri olmazsa diğeri beni mutlaka yakalardı. Diğer taraftan, eğer tüm dünya benim öldüğüme inanırsa o zaman onlar daha rahat hareket ederlerdi. Bunun sonucunda mutlaka bir açık vereceklerdi ve ben de onları daha kolay bertaraf edecektim. Bu işi bitirdikten sonra ise yaşadığımı daha kolay ilan edecektim. İnsan beyni o kadar çabuk düşünebiliyor ki sanıyorum Profesör Moriarty, Reichenbach Şelaleleri’nin dibine varmadan bunların hepsini planlayabilmiştim.

Neyse ayağa kalkıp arkamdaki kayalık geçidi inceledim. Benim de birkaç ay sonra okuduğum hikâyende duvarın pürüzsüz olduğunu belirtmişsin ama bu tam olarak doğru değildi. Ayağımı koyabileceğim birkaç yer ve daha da yukarıda büyükçe bir çıkıntı olduğunu gördüm. Yamaç o kadar yüksekti ki tırmanmanın imkânı yoktu ve iz bırakmadan ıslak yolda yürümek de bir o kadar imkânsızdı. Bu durumda, daha önce de yaptığım gibi çizmelerimi ters giyebilirdim tabii ama aynı yöne giden üç ayak izi işin içinde hile olduğunu belli ederdi. Bu durumda en çıkar yolun tırmanmak olduğuna karar verdim. Pek kolay bir şey değildi bu Watson. Şelale altımda kükrüyordu. Hayalci bir insan değilimdir ama Moriarty’nin çığlıklarını aşağıdan duyuyor gibiydim sanki. Yapacağım bir hata ölümcül olacaktı. Tutunduğum otlar pek çok kez elimde kalırken ayaklarımın kayanın ıslak zemininde kaydığı oldu ve o anlarda işimin biteceğini sandım. Ama her şeye rağmen tırmanmaya devam ettim ve sonunda birkaç metre genişliğinde, yumuşak yeşil yosunlarla kaplı bir çıkıntıya ulaştım. Orada görünmeden, rahatça saklanabilirdim. Sen, sevgili dostum Watson, diğerleriyle birlikte cinayet yerini iyi niyetli ama yetersiz bir şekilde incelerken ben yukarıdan sizi izliyordum.

Neyse sonunda, siz o kaçınılmaz ve her açıdan yanlış kararınızı verip otele dönünce ben de yalnız kaldım. Maceralarımın sonuna geldiğimi düşünmeye başlamıştım ki beklenmedik bir olay, bana hâlâ sürprizlerin olabileceğini göstermeye yetti. Yukarıdan düşen büyük bir kaya parçası tam önümden geçti, yola çarptı ve oradan doğruca uçuruma düştü. Bir an için bunun bir kaza olduğunu düşündüm ama bir dakika sonra yukarı baktığımda, kararmakta olan havaya rağmen bir adamın başını seçebildim. Sonra benim bir fit uzağıma, bulunduğum çıkıntıya bir kez daha bir kaya parçası düştü. Tabii, bunun ne demek olduğu belliydi… Moriarty yalnız değilmiş. Bir suç ortağı, profesör bana saldırırken nöbet tutmuş. Onu bir anlık görüşümle bile ne kadar tehlikeli bir adam olduğunu anladım. Benim onu göremeyeceğim bir mesafeden arkadaşının ölümüne ve benim kaçışıma şahitlik etmişti. Beklemişti, sonra da yamacın en tepesine çıkmıştı, arkadaşının başaramadığını başarmak niyetindeydi.

Ne yapacağımı düşünmek için pek vaktim yoktu Watson. Yine o zalim yüzü aşağı bakarken gördüm ve bunun, yeni bir kaya parçasının müjdecisi olduğunu anladım. Hızla patikaya geri dönmek için aşağıya inmeye başladım. Bunu soğukkanlı bir şekilde yapabileceğimi sanmıyordum. Bu, yukarı tırmanmaktan yüz kere daha zordu ama tehlikesini düşünecek pek vaktim yoktu; çünkü çıkıntıda ellerimle tutunurken bir kaya parçası daha hızla yanımdan geçti. Yarı yolda kaydım; ama Tanrı’ya şükür yara bere içinde de olsa yere inmeyi başardım. Hemen tabanları yağlayarak karanlıkta dağları geçtim ve bir hafta sonra kendimi Floransa’da buldum. Artık hiç kimse bana ne olduğunu bilmeyecekti.

Bir tane sırdaşım vardı, o da ağabeyim Mycroft’tu. Sana özür borcum var, sevgili Watson ama benim ölmüş olduğumu düşünmeniz çok önemliydi, hem benim talihsiz sonumun doğru olmadığını bilseydin bu kadar inandırıcı bir hikâye yazamayacağından emindim. Son üç yıldır sana yazmak için birkaç defa kalemi elime aldım; ama bana olan sevginden dolayı dayanamayıp boşboğazlık ederek sırrıma ihanet edeceğinden korktum. Onun için bu akşam kitaplarımı düşürdüğünde senden hemen uzaklaştım; çünkü o an tehlikedeydim ve senin göstereceğin herhangi bir şaşkınlık ya da duygusallık, benim gerçek kimliğimi ortaya çıkarabilirdi. Bu da acıklı ve onarılamaz sonuçlar doğururdu. Mycroft’a gelince; ihtiyacım olan parayı alabilmek için ona güvenmek zorundaydım. Londra’daki olaylar ümit ettiğim kadar iyi gitmemişti; çünkü Moriarty’nin suç örgütünün mahkemesi, onun en tehlikeli iki adamını ve benim en kindar düşmanlarımı serbest bırakmıştı. İki yıl Tibet’te gezindim ve sonra da biraz eğlenmek amacıyla Lhasa’ya giderek birkaç günümü baş lama ile geçirdim. Sigerson isimli bir Norveçlinin keşifleriyle ilgili çarpıcı hikâyeleri belki sen de duymuş olabilirsin ama bunların dostundan haberler olduğunu hiçbir zaman anlamadığından eminim. Oradan İran’a gittim, Mekke’ye uğradım, sonra Hartum’da, halifeyi ziyaret ettim ve bu kısa ama ilginç gezinin ayrıntılarını Dışişleri Bakanlığına bildirdim. Fransa’ya dönünce, güneyde, Montpellier’deki bir laboratuvarda, birkaç ay boyunca katran türevleri üzerine bir araştırma yürüttüm. Bu görevimi başarıyla sonuçlandırdıktan ve Londra’da sadece bir tane düşmanımın kaldığını öğrendikten sonra geri dönmeye karar verdim; ama ilginç Park Yolu Gizemi, bu kararımı daha da hızlandırdı. Bunda vakanın sadece ilginç olması değil, benim için kişisel bazı fırsatlar sunuyor olması da etkili oldu. Hemen Londra’ya geldim, şahsen Baker Caddesi’ne uğradım, Bayan Hudson’ın sinir krizleri geçirmesine sebep oldum ve Mycroft’un hem dairemi hem de evraklarımı olduğu gibi koruduğunu öğrendim. Evet, her şey böyle gelişti sevgili Watson ve bugün saat ikide, eski odamda, eski koltuğumda buldum kendimi. Diğer koltukta ise her zaman hayatıma renk katan eski arkadaşım Watson’ı görmek, o anki dileklerimin arasındaydı.”

O nisan gecesinde dinlediğim olağanüstü hikâye bundan ibaretti, bir daha asla göremeyeceğime inandığım o uzun boylu, canı bağışlanmış adam, keskin, hevesli yüzüyle karşımda dikilmeseydi bu olanlara hayatta inanmazdım. Holmes, bir şekilde benim acı kaybımdan haberdar olmuştu1 ve üzüntüsünü sözleriyle değil, tavırlarıyla belli ediyordu. “Acıyı unutmanın en iyi çaresi çalışmaktır, sevgili Watson.” dedi, “Ve bu gece öyle bir işimiz var ki eğer başarıya ulaştırabilirsek, bu gezegendeki bir adamın hayatını kurtarmış olacağız.” Daha fazlasını anlatması için yalvardım. “Sabah olmadan her şeyi gerektiğince öğrenmiş olacaksın.” diye cevap verdi, “Geçen üç yılı konuşmamız gerekiyor. Dokuz buçuğa, yani boş evle ilgili bu sıra dışı maceraya atılacağımız zamana kadar fazla konuşmaya gerek yok.”

Gerçekten eski günlerdeki gibiydi, tam söylediği saatte, onun yanında bir arabadaydım, cebimde tabancam ve kalbimde yeni bir maceranın heyecanı vardı. Holmes soğukkanlı, ciddi ve sessizdi. Sokak lambalarının ışığı, sert yüz hatlarına vurdukça kaşlarının düşünceli bir şekilde çatılmış, ince dudaklarının sımsıkı kapanmış olduğunu görebiliyordum. Londra’nın karanlık suç dünyasında ne tür bir canavar avlayacağımızı bilmiyordum ama usta avcının görüntüsünden, tehlikeli bir maceraya atıldığımızı anlayabiliyordum. Fakat bu asık suratın ara sıra gevşeyerek gösterdiği alaycı gülümseme, araştırmamızda az da olsa bir umut ışığı olduğunu gösteriyordu.

Baker Caddesi’ne doğru gittiğimizi düşünürken Holmes, arabayı Cavendish Meydanı’nda durdurdu. Arabadan iner inmez sağına soluna dikkatle bakınmaya başladığını, her sokak köşesinde, takip edilmediğinden emin olmak için dikkat kesildiğini fark ettim. Oldukça ilginç bir rotamız vardı. Holmes’un Londra’daki sapa yollar hakkındaki bilgisi müthişti. Aralarından emin adımlarla geçtiği otlaklar ve ahırların varlığından benim haberim bile olmamıştı o zamana kadar. Nihayet Manchester Caddesi’nden Blandford Caddesi’ne açılan eski ve kasvetli evlerle dolu ufak bir sokağa saptık. Buraya gelince dar girişli, ahşap çitlerle çevrili ıssız bir bahçeye girdik ve orada bulunan bir evin arka kapısını anahtarla açtı. Birlikte içeri girdikten sonra arkamızdan kapıyı kapattı.

Her yer zifirî karanlıktı ama boş bir ev olduğu apaçıktı. Çıplak yer döşemesi attığımız her adımda gıcırdıyor, çatırdıyordu ve tutunmak için duvara uzandığımda kâğıdın şeritler hâlinde döküldüğünü hissedebiliyordum. Holmes soğuk, ince parmaklarıyla el bileğimi kavrayarak koridorda bana yol gösterdi. En sonunda belli belirsiz bir kapı üstü penceresi gördük. Buraya gelince Holmes aniden sağa döndü ve büyük, kare, boş bir odada bulduk kendimizi. Köşeler kapkaranlıktı ama sokaktan gelen ışıklar odanın ortasını hafifçe aydınlatıyordu. Yakınlarda bir lamba yoktu ve pencereler bir karış tozla kaplı olduğundan içeride sadece birbirimizin hatlarını ayırt edebiliyorduk. Arkadaşım elini omzuma koydu ve dudaklarını kulaklarıma iyice yaklaştırdı.

“Nerede olduğumuzu biliyor musun?” diye fısıldadı.

“Burası Baker Caddesi olmalı.” diye cevap verdim tozlu pencereden bakarak.

“Aynen öyle. Eski dairemizin tam karşısında bulunan Camden Malikânesi’ndeyiz.”

“Ama neden buradayız?”

“Çünkü buradan çevreyi çok iyi görebiliriz. Kendini belli etmeden pencereye yaklaşmanı rica etsem ve bizim eski dairemize, yani senin hikâyelerinin başlangıç noktasına bakmanı istesem Watson… Üç yıllık yokluğumdan sonra hâlâ seni şaşırtıp şaşırtmadığımı göreceğiz.”

Ayak ucunda yürüyerek o pencereye baktım. Oraya bakar bakmaz nefesim kesildi ve hayretler içinde çığlık attım. Tül kapalıydı ve odada güçlü bir ışık yanıyordu. İçeride oturmuş bir adamın koyu silüeti, aydınlık pencereye vuruyordu. Başını tutuşu, köşeli omuzları ve çehresindeki sertlik beni kesinlikle yanıltmamıştı. Yüzü hafiften pencereye dönüktü ve büyükannelerimizin çerçeveletmeyi sevdiği o koyu, gölgeli resimler gibi bir etki yaratıyordu. Holmes’un muhteşem bir kopyasıydı. O kadar hayretler içinde kaldım ki gerçekten yanımda durduğuna emin olmak için ona dokundum. Sessiz kahkahalar içinde titriyordu.

“Eh?” dedi.

“Tanrı’m!” diye bağırdım, “Muhteşem olmuş!”

“Herhâlde ne yaşlanacağım ne de soyum tükenecek.” dedi. Bir sanatçının kendi eseri karşısında duyduğu mutluluğu ve gururu onun ses tonunda sezinlemiştim. “Bana çok benziyor değil mi?”

“Sen olduğuna yemin edebilirdim!”

“Bütün övgü, kalıbıyla birkaç gün uğraşan Grenoble’li Mösyö Oscar Meunier’ye aittir. Bal mumundan yapılmış bir büst… Geri kalanını bugün Baker Caddesi’ne olan ziyaretim sırasında ayarladım.”

“Neden böyle bir şey yaptın?”

“Çünkü Sevgili Watson, bazı kişilerin benim orada olduğumu düşünmeleri için önemli nedenlerim var.”

“Dairenin izlendiğini mi düşündün?”

“Dairemin izlendiğini biliyordum.”

“Kim tarafından?”

“Eski düşmanlarım tarafından Watson. Liderleri Reichenbach Şelaleleri’nin dibinde yatan adamlar tarafından. Hatırlayacaksın, sadece onlar yaşadığımı biliyorlardı. Er ya da geç daireme döneceğimden emindiler. Sürekli orayı izlediler ve bu sabah döndüğümü gördüler.”

“Nereden biliyorsun?”

“Çünkü pencereden baktığımda gözcülerini tanıdım. Zararsız bir adam, adı Parker, kendisi aslında bir cellat ve muhteşem arp çalıyor. Benim için onun pek önemi yok ama arkasındaki kişi çok önemli. Bu kişi, Moriarty’nin canciğer dostu, yamaçta üzerime kayaları atan adam ve Londra’nın en kurnaz, en tehlikeli suçlusudur. İşte o adam bu gece benim peşimde Watson; ama bizim de onun peşinde olduğumuzun farkında değil.”

Dostumun planları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu güvenli noktadan gözcüler gözleniyor, takipçiler takip ediliyordu. Yanı başımızdaki belli belirsiz gölge avımızdı ve biz de onun avcılarıydık. Karanlıkta sessizce, önümüzde koşuşturan insanları izlemeye başladık. Holmes sessiz ve hareketsizdi; ama onun sürekli tetikte olduğunu ve gözlerini yoldan geçen insanlardan ayırmadığını anlayabiliyordum. Çok kasvetli ve fırtınalı bir geceydi, uzun cadde boyunca rüzgâr, tiz sesiyle ıslık çalıyor gibiydi. Birçok insan, palto ve eşarplarına sarınmış, oradan oraya koşturuyordu. Bir iki defa aynı kişinin oradan geçtiğini hissettim. Kendilerini rüzgârdan korumak amacıyla yolun sonunda bulunan bir evin girişinde iki adam da dikkatimi çekmişti. Arkadaşıma bunu anlatmak istedim ama o, sabırsızca bir şeyler mırıldanarak caddeyi izlemeye devam etti. Durmadan kımıldanıp durdu ve parmaklarıyla duvara vurdu. Planlarının istediği gibi gitmediği için huzursuz olduğunu anlamıştım. En sonunda gece yarısı yaklaşıp da caddedeki insanlar azaldığında kontrol edilemez bir endişeyle odada bir aşağı bir yukarı dolaşıp durdu. Ona bir şey söylemek üzereyken gözlerim aydınlık pencereye takıldı ve daha önce yaşadığım şokun daha büyüğü ile karşı karşıya kaldım. Holmes’un kolunu yakalayarak oraya doğru işaret ettim.

“Gölge hareket etti!” diye bağırdım.

Artık yüzü değil de sırtı bize dönüktü.

Geçen üç yılın, sert mizacından ya da kıvrak zekâsından hiçbir şey kaybettiremediği belliydi.

“Tabii hareket edecek.” dedi, “Oraya hiç hareket etmeyen bir tane cansız manken dikeceğim ve Avrupa’nın en zeki adamlarını onunla kandırabileceğimi mi düşüneceğim!.. O kadar beceriksiz biri miyim Watson? İki saattir bu odadayız ve Bayan Hudson en az sekiz defa, yani her çeyrek saatte bir o mankeni hareket ettirdi. Önden geldiği için kadının gölgesini göremiyoruz. Ah!” Heyecanlanarak tiz bir sesle iç geçirdi. Loş ışıkta kafasını öne doğru eğmişti, tüm dikkatini vermekten kaskatı kesildiğini gördüm. Dışarıdaki cadde artık tamamen boştu. Belki o iki adam kapı girişinde çömeliyorlardı ama onları artık göremiyordum. Ortasında siyah silüetini gördüğümüz figürün sarı stor perdelerin arkasında durması dışında her şey sessiz ve karanlıktı. Holmes’un yoğun heyecanını bastırmaya çalıştığı o zayıf, ıslık gibi nidayı tekrar duydum. Bunu duyar duymaz beni odanın en karanlık köşesine çekti ve ikaz etmek için eliyle ağzımı kapattı. Parmaklarının titrediğini hissedebiliyordum. Arkadaşımın bu kadar heyecanlandığını hiç görmemiştim. Tüm bu olanlara rağmen cadde çok sessiz ve hareketsizdi.

Daha güçlü sezgilere sahip arkadaşımın bir şeyleri fark ettiğini hemen anlamıştım. Alçak, sinsi bir ses duyuldu; bu ses Baker Caddesi’nden gelmiyordu, gizlendiğimiz evin arka tarafından geliyordu. Bir kapı açıldı ve kapandı. Hemen arkasından ayak sesleri duyduk, sessiz olmaya çalışan birinin boş evde şiddetle yankılanan sesleriydi bunlar. Holmes eğilerek sırtını duvara dayadı ve ben de tabancamı kavrayarak onun gibi yaptım. Etrafıma pürdikkat bakınıyorken açık kapının karanlığında, bir ton daha koyu, belli belirsiz bir adamın hatlarını gördüm. Bir an için durdu, sonra da eğilerek ayak uçlarında, âdeta etrafa gözdağı verircesine odaya girdi. Bu meşum adam, artık üç yarda uzağımızdaydı ve üzerime atlayacağını düşünerek tetikte beklemeye başladım. Ama birdenbire bizim varlığımızdan haberi olmadığı aklıma geldi. Çok yakınımızdan geçerek pencereye doğru ilerledi, yavaşça ve sessizce camı yarım fit kadar araladı. Eğildiğinde, ışığın girmesine engel olan tozlu pencere kaldırılmış olduğundan yüzü kabak gibi ortaya çıkmıştı. Adam heyecandan kendinden geçmiş gibiydi. Gözleri yıldızlar gibi parlıyor, yüzü şiddetle titriyordu. Yaşlıca bir adamdı; ince, uzun bir burnu, geniş bir alnı ve kalın, kırlaşmış bir bıyığı vardı. Şapkasını geriye doğru itmişti ve önü açık paltosunun içindeki şık gömleği pırıl pırıl parlıyordu. Çok derin, vahşi çizgileriyle zayıf ve esmer bir yüzü vardı. Elinde baston gibi bir şey taşıyordu; ama yere bıraktığında metalik bir ses çıkarmıştı. Birden paltosunun cebinden bir şey çıkardı ve bir yay ya da vidanın yerine oturması gibi yüksek bir ses çıkana kadar bu nesneyle uğraştı. Dizlerinin üzerinde öne doğru eğilip bütün ağırlığını ve gücünü manivela gibi bir şeye verince yine öncekine benzer uzun bir ses duyuldu. Sonunda tekrar doğrulduğunda elinde, garip bir kabzası olan bir çeşit silah tutmakta olduğunu gördüm. Silahın haznesini açıp içine bir şeyler doldurdu ve hazneyi tekrar kapattı. Eğilerek namlunun ucunu açık pencerenin kenarına yerleştirdi, uzun bıyığının kabzaya değdiğini gördüm ve manzara karşısında gözlerinin parladığını fark ettim. Kabzayı omzuna bastırırken memnuniyetinden iç çektiğini duyduk, sarı zeminin üzerindeki siyah silüete nişan aldığını görünce şaşkınlıktan donakaldım. Bir an kaskatı kesilerek hareketsiz kaldı. Sonra parmağı tetiğe uzandı. Çok tuhaf, yüksek bir gürültüyle duyduğumuz vın sesinden sonra kırılan camın şangırtılarıyla irkildik. Hemen o anda Holmes bir keskin nişancının üzerine bir kaplan gibi atılarak onu yere doğru yüzüstü savurdu; ancak adam hemen harekete geçerek tüm gücüyle Holmes’un boğazına yapıştı. Bunu fırsat bilerek ben tabancamın kabzasıyla onun kafasına vurdum. Adam tekrar yere düştü. Üzerine atladım ve arkadaşım çok tiz ve yüksek sesle bir ıslık çalarken ben de onu sıkıca tuttum. Kaldırımda ayak sesleri duyuldu ve iki üniformalı polis ile bir tane sivil giyimli dedektif ön kapıdan dalarak bizim bulunduğumuz odaya koştular.

“Sen misin Lestrade?” dedi Holmes.

“Evet, Bay Holmes. Bu işi ben üstlendim. Seni tekrar Londra’da görmek ne güzel!”

“Biraz gayriresmî yardıma ihtiyacın varmış gibi görünüyor. Bir yılda üç tane faili meçhul cinayetin olması hiç de iyi değil Lestrade ama Molesey Gizemi’ni çözmekteki başarın fena değildi, yani her zamankinden daha iyiydin.”

1.Burada açık olarak belirtilmese de Dr. Watson’ın acı kaybı olarak bahsettiği kişi eşi Mary Watson’dır (Mary Morstan) (e.n.).
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
7 s. 13 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6485-22-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu