Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3», sayfa 2

Yazı tipi:

Bohemya’da Skandal

O, her zaman Sherlock Holmes için “o kadın” olarak kaldı. Başka bir isimle ondan hiç bahsetmedi. Holmes’a göre hemcinslerinden daha üstündü. Hem de onları gölgede bırakacak kadar… Irene Adler’a aşk benzeri duygular beslediğini söyleyemeyeceğim; çünkü onun duygusuz ve kusursuz, aynı zamanda takdire şayan aklı, bu tür hislere zıt düşüyordu. Bence, dünyanın en mükemmel tümdengelim inceleme makinesiydi. Bir sevgili olarak ise kendisini oldukça güvenilmez görüyordu. Daha yumuşak ihtiraslardan; ancak alaylı bir üslupla ve küçümseyerek bahsederdi. Bir gözlemci için, bunlar takdir edilecek şeylerdi -insanın güdü ve davranışlarının altında yatan gerçeği gizlemesi için mükemmel bir yoldu- ama eğitimli bir mantıkçı için kendi hassas ve iyi programlanmış yaradılışında böyle şeylerin yer işgal ettiğini itiraf etmesi, zihnini başka tarafa çeken ve ruh sağlığı konusunda şüphe uyandıran bir faktördür. Hassas aletlerinden birinin gıcırdaması ya da güçlü merceklerinden birinin çatlaması bile onun mizacında biri için bu tür duygular kadar rahatsız edici olamazdı. Onun için ancak tek bir kadın vardı: belirsiz, şüpheli anısıyla, merhum Irene Adler.

“Dörtlerin Yemini” başlığı altında iddialıca anlattığım gibi olağanüstü olaylar zincirinden sonra Holmes’u pek sık göremedim. Evlenmiş olmam bizi birbirimizden biraz uzaklaştırmıştı. Mutluluğumun yanı sıra kendimi evin reisi olarak gördüğümden kabaran duygularım, ev ağırlıklı ilgi alanlarımın ortaya çıkmasına, tüm dikkatimin buna yönelmesine yol açtı. O ise bohem ruhuyla her türlü sosyallikten nefret eden Holmes idi. Eski kitaplarına gömülü vaziyette, haftalar geçtikçe kokainle hırsı arasında gidip gelerek, uyuşturucunun rehavetiyle, hevesli yapısının aşırı enerjisiyle, Baker Caddesi’ndeki evimizde kalmayı yeğledi. Ancak suç bilimiyle hâlâ çok ilgileniyor, ipuçlarını gözlemlerken engin yeteneğiyle olağanüstü gücünden faydalanıyor ve polisin ümitsiz olarak gördüğü davaların gizemini çözüyordu. Ara sıra yaptıkları hakkında bazı söylentiler kulağıma geliyordu: Trepoff cinayetinde Odesa’ya çağrılması, Trincomalee’de Atkins Kardeşler’in olağanüstü trajedisinin aydınlatılmasındaki rolü ve en sonunda Hollanda’da hüküm süren kraliyet ailesi için büyük bir titizlikle başardığı görev gibi… Günlük gazete okurlarıyla çok azını paylaştığım tüm bu başarıları dışında eski arkadaşımı ve dostumu yeterince iyi tanımadığımı anladım.

Bir gece -aslına bakarsanız 20 Mart 1888 gecesi- bir hastamdan çıkmış eve dönüyordum -artık mesleğimi icra ediyordum- ve yolum Baker Caddesi’ne düştü. Çok iyi bildiğim kapının önünden geçerken -ki burayı hep sevgiyle ve karanlık olaylarla bağdaştırmışımdır-Holmes’u tekrar görmek ve olağanüstü güçleriyle hâlâ meşgul olup olmadığını öğrenmek için güçlü bir isteğe kapıldım. Odaları çok iyi ışıklandırılmıştı ve yukarı baktığımda, onun uzun boylu figürünün perdenin arkasından, karanlık bir silüet olarak iki kez geçişini gördüm. Kafası eğik, elleri arkasında, hızla ve hevesle odada dolaşıyordu. Her hareketini, her huyunu iyi bildiğimden bu hâlini görünce neler olduğunu hemen anladım. Yine iş başındaydı. Uyuşturucunun hülyalı etkisinden sıyrılmış, yeni bir problemin izini sürüyordu. Zile bastım ve bir zamanlar benimle paylaştığı odalara yöneldim.

Çok coşku ile karşılanmadım. Zaten bu, onda nadir gördüğüm bir tepkiydi; ama sanıyorum beni gördüğüne sevinmişti. Tek kelime etmeden samimi bir bakışla koltuğa oturmamı işaret etti, purolarını uzattı ve köşede duran içkileri gösterdi. Sonra ateşin yanında durarak her zamanki iç gözlemsel tarzıyla beni süzdü.

“Evlilik sana yaramış.” dedi. “Seni en son gördüğümden beri sanıyorum üç buçuk kilo almışsın.”

“Üç kilo.” dedim.

“Haklısın, biraz daha düşünmeliydim… Sadece birazcık daha… Watson, tekrar çalışıyorsun gördüğüm kadarıyla. Yine üniforma giymeye niyetlendiğini bana söylememiştin.”

“Peki, nereden anladın?”

“Görüyorum ve sonuç çıkarıyorum. Son zamanlarda yağmurda kalıp iliklerine kadar ıslandığını, çok sakar ve pervasız bir hizmetçiniz olduğunu da anlıyorum.”

“Sevgili Holmes…” dedim. “Bu biraz fazla oldu. Birkaç yüzyıl önce yaşasaydın seni kesin ateşe atarlardı. Perşembe günü şehir dışında yürüyüşe çıktığım ve korkunç bir vaziyette eve geldiğim doğru ama elbiselerimi değiştirdiğim hâlde böyle bir sonuca nasıl vardığını aklım almıyor. Mary Jane’e gelince; iflah olmaz biri o ve bu yüzden eşim onu ikaz etti; ama yine de bunu nasıl başarabildiğini anlayamıyorum.”

Kendi kendine kıkırdayarak uzun parmaklı ellerini ovuşturdu.

“Çok basit.” dedi. “Şömine ateşinin üzerine doğru parladığı sol ayakkabının iç kısmındaki deride yaklaşık altı tane çizik var. Tabakalaşmış çamuru çıkarmak için tabanın kenarlarının çok dikkatsiz biri tarafından kazındığı aşikâr. Gördüğün gibi iki sonuca birden ulaştım. Kötü havada dışarı çıktığını ve Londra hizmetçilerinden birinin çizmeni kötü bir şekilde temizlediğini anladım. Çalışıyor olmana gelince; eğer biri odama iyodoform kokarak girerse, sağ işaret parmağında gümüş nitrattan oluşan siyah bir leke varsa ve stetoskobunu gizlediği silindir şapkasının sağ tarafında bir pırtlama görünüyorsa o kişinin, tıp mesleğini icra etmediğini söylemem için kör olmam gerekir.”

Yaptığı tümdengelim işlemini anlatırkenki rahatlığı karşısında gülmeye başladım. “Nasıl yaptığını anlatınca…” dedim. “O kadar basit geliyor ki benim de kolaylıkla başarabileceğimi düşünüyorum ama sonucu nasıl çıkardığını söyleyene kadar hep şaşkınlık içindeyim. Buna rağmen benim gözlerimin seninki kadar keskin olduğunu düşünüyorum.”

“Aynen öyle!” dedi ve sigarasını yakarak koltuğa oturdu. “Yalnız sen gözlemlemiyorsun. Bunun farkında olman gerekir. Örneğin, koridordan bu odaya kadar çıkan merdivenleri pek çok defa gördün.”

“Evet, pek çok defa.”

“Ne sıklıkta peki?”

“Eh, yüzlerce defa olmalı.”

“O zaman kaç basamak var?”

“Kaç tane mi? Bilmiyorum.”

“Düşündüğüm gibi. Gördün ama gözlemlemedin. Anlatmak istediğim nokta bu. Ben on yedi basamak olduğunu biliyorum çünkü hem gördüm hem gözlemledim. Bu arada, böyle ufak tefek meselelerle ilgilendiğin ve bir iki tane önemsiz deneyimimi kaleme aldığın için bunun da ilgini çekeceğini sanıyorum.” Masanın üzerinde duran kalın, pembe renkli bir kâğıdı bana uzattı. “Son postayla geldi.” dedi. “Yüksek sesle oku.”

Kâğıdın üzerinde ne tarih ne imza ne de adres vardı.

“Bu akşam saat 7.45’te bir ziyaretçiniz olacak.” diye yazıyordu. “Bir beyefendi size çok önemli bir konu için danışmak istiyor. Avrupa’da, kraliyet ailelerinden biri için yapmış olduğunuz hizmetten dolayı abartılmayacak kadar önemli meseleler konusunda size güvenilebileceğini göstermiş bulunuyorsunuz. Sizinle ilgili söylentileri etraftan öğrenmiş bulunuyoruz. O saatte dairenizde bulunun ve eğer ziyaretçiniz maske giymiş olursa lütfen kusuruna bakmayın.”

“Oldukça gizemli.” dedim. “Sence bu ne anlama geliyor?”

“Henüz elimde hiçbir veri yok. Eğer elinde veri yoksa teoriler kurmak çok büyük bir hatadır. Genelde insanlar acımasızca gerçekleri saptırarak teorilerine uydurmaya çalışırlar. Oysa teoriler gerçeklere uydurulmalıdır. Evet, bu mesajın kendisine bir göz atalım. Nasıl bir sonuç çıkarıyorsun?”

Dikkatle yazıyı ve yazının bulunduğu kâğıdı inceledim.

“Bunu yazan kişinin maddi durumu iyi olmalı.” dedim arkadaşımın yöntemlerini taklit etme çabasıyla. “Kâğıdın paketi iki üç şilinden daha az değildir, tuhaf bir şekilde oldukça sağlam ve kalın.”

“Tuhaf… İşte aradığım kelime!” dedi Holmes. “Kesinlikle İngiliz kâğıtlarına benzemiyor. Işığa doğru tutar mısın?”

Dediğini yaptım ve kâğıdın dokusuna işlenmiş büyük “E” ve yanında küçük “g”, bir “P” ve büyük “G” ile küçük “t” harflerini gördüm.

“Bundan ne anlam çıkarıyorsun?” diye sordu Holmes.

“Üreticinin adı şüphesiz ya da onun monogramı.”

“Hayır, öyle değil. ‘G’ ve ‘t’, ‘Gesellschaft’ demek yani Almancada ‘şirket’ anlamında. Bizde de alışıldığı üzere kısaltması var. ‘P’ yani ‘Papier’, ‘kâğıt’ anlamındadır. ‘Eg’ için coğrafya indeksine bakalım.”

Raftan ağır ve kalın bir cilt indirdi. “Eglow, Eglonitz, işte burada, Egria! Almanca konuşan bir ülkeymiş; Bohemya’da, Carlsbad’tan fazla uzakta değilmiş. Wallenstein’ın ölüm yeri olması, sayısız cam ve kâğıt fabrikalarının bulunması ile meşhur, ilginç bir yerdir. Ha, ha oğlum, buna ne diyorsun?” Gözleri parlayarak sigarasından büyük, mavi ve mükemmel bir duman üfledi havaya.

“Kâğıt, Bohemya’da imal edilmiş.” dedim.

“Aynen öyle ve bu mesajı bir Alman yazdı. Cümle yapısındaki tuhaflığı fark ettin mi? ‘Sizinle ilgili söylentileri etraftan öğrenmiş bulunuyoruz.’ Bir Fransız ya da Rus bu şekilde yazmaz; ancak Almanlar fiillerinde nezaketsiz davranırlar. Geriye sadece Bohemya kâğıdı üzerine yazan ve yüzünü göstermektense maskeyle gizlemeyi tercih eden bu Alman’ın ne istediğini öğrenmek kalıyor. İşte geliyor ve yanılmıyorsam şüphelerimize açıklık getirecektir.”

Biz konuşurken; at nallarının şiddetli sesi sonrasında kaldırım kenarında duran tekerleklerin gıcırdaması ve akabinde zil sesi duyuldu. Holmes ıslık çaldı.

“Anladığım kadarıyla çift olmalılar.” dedi. “Evet.” diye devam etti camdan bakarak. “Evet, güzel bir kupa arabasının önünde iki tane güzellik var. Tanesi yüz elli gine eder! Bu işte para var Watson, para var!..”

“Gitsem iyi olur, Holmes.”

“Kesinlikle olmaz doktor! Olduğun yerde kal! Boswell’im1 olmadan ben mahvolurum. Ayrıca bu, ilginç bir olaya benziyor. Eğer kaçırırsan yazık olur.”

“Ama müşterin…”

“Onu boş ver! Yardımına ihtiyaç duyabilirim ve belki o da yardımını isteyebilir. İşte geliyor. Koltuğa oturuver doktor ve bizi iyice dinle.”

Merdivenlerde ve koridorun orada duyulan yavaş adımların sesi, adam kapının önüne geldiğinde durdu. Sonra sert bir kapı vuruşu duyuldu.

“Buyurun!” dedi Holmes.

Boyunun 1.85’ten daha kısa olması imkânsız görünen, Herkül gibi göğüs ve kollara sahip bir adam içeri girdi. Pahalı giysiler giyiyordu; ancak İngiltere’de onu gören herkes bir zevksizlik abidesi olduğunu söylerdi. Çift düğmeli paltosunun kollarında ve ön kısmında astragandan yapılmış kalın şeritler vardı. Omzuna attığı koyu mavi, kıpkırmızı ipekten bir astarı olan pelerini parlak, beril taşlı bir broşla, boyun kısmında tutturulmuştu. Baldırlarına kadar uzanan çizmelerinin üst kısmında kalın, kahverengi bir kürk vardı ve böylece görünüşü barbar bir varlık izlenimi uyandırıyordu. Elinde geniş kenarlı bir şapka vardı. Diğer eliyle de yüzünün üstünden elmacık kemiklerine kadar uzanan ve yüzünü gizleyen siyah maskeyi düzeltiyordu. Büyük bir ihtimalle kapıdayken takmıştı çünkü içeri girerken eli hâlâ havadaydı. Yüzünün görünen alt kısmından güçlü bir karaktere sahip olduğunu, kalın sarkık dudağı ile uzun ve çıkık çenesindense inatçılık derecesine varacak kadar kararlı olduğunu anlayabiliyorduk.

“Notumu aldınız mı?” dedi Alman aksanıyla ve derinden gelen, nahoş bir sesle konuşarak.

“Geleceğimi söylemiştim.” Hangimize hitap edeceğini bilemediğinden sırayla ikimize de baktı.

“Lütfen oturun.” dedi Holmes. “Bu, benim arkadaşım ve meslektaşım Dr. Watson. Fırsat buldukça davalarımda bana yardımcı oluyor. Biz kiminle tanışma şerefine nailiz?”

“Ben Bohemyalı bir asilzadeyim. Adım Kont von Kramm. Anladığım kadarıyla bu bey, yani arkadaşınız, onurlu ve ağzı sıkı biri; çünkü benim için bunun çok önemli olduğunu bilmenizi isterim. Eğer düşündüğüm gibi biri değilse sizinle tek başıma konuşmayı tercih ederim.”

Gitmek için ayağa kalktığımda Holmes beni bileğimden yakalayarak tekrar koltuğuma doğru itti. “Ya ikimiz ya hiç!” dedi. “Bana söyleyeceğiniz her şeyi bu beyin yanında da anlatabilirsiniz.”

Kont geniş omuzlarını silkti. “O zaman öncelikle şunu söylemeliyim…” dedi. “İki yıl boyunca her şey gizli kalmalı, bu sürenin sonunda olacaklar önemli değil. Ve bunun Avrupa tarihini çok etkileyecek bir olay olabileceğini söylememde bir sakınca yoktur.”

“Söz veriyorum gizli kalacak.” dedi Holmes.

“Ben de.”

“Maskenin kusuruna bakmayın.” dedi ilginç ziyaretçimiz. “Beni işe alan saygıdeğer kişi, kim olduğumun bilinmesini istemiyor ve hemen itiraf etmeliyim ki kendimi tanıttığım unvan, aslında benim gerçek adım değil.”

“Farkındayım.” dedi Holmes soğuk bir edayla.

“Durum çok hassas. Avrupa’nın kraliyet ailelerinden birini büyük bir skandal ve ciddi bir tehlikeden korumak amacıyla her türlü önlemi almalıyız. Açıkçası bu mesele, Ormstein Hanedanı’ndan olan Bohemya krallarının soyu ile ilgilidir.”

“Bunu zaten anlamıştım.” dedi Holmes koltuğuna yerleşip gözlerini kapatarak.

Ziyaretçimiz şaşkınlığını gizlemeyerek bu durgun, tembelce oturan figüre baktı. Şüphesiz, Holmes’u ona, Avrupa’nın en zeki mantıkçısı ve enerjik ajanı olarak tasvir etmişlerdi. Holmes yavaşça gözlerini açıp devasa müşterisine sabırsızlıkla baktı.

“Majesteleri olayı anlatmayı lütfederse…” dedi. “Size daha iyi tavsiyelerde bulunabilirim.”

Adam sandalyesinden fırlayıp kontrol edilemeyen bir heyecanla odada bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Sonra da umutsuzluğunu gösterircesine yüzündeki maskeyi çıkarıp yere fırlattı. “Haklısınız!” diye bağırdı. “Ben kralım. Bunu gizlemek için niye uğraşıyorum ki?”

“Hakikaten neden?” diye mırıldandı Holmes. “Majesteleri daha konuşmaya başlamadan Bohemya Krallığı soyundan, Cassel-Felstein’ın grandükü, Wilhelm Gottsreich Sigismond von Ormstein olduğunuzu biliyordum.”

“Ama beni anlamalısınız!” dedi tuhaf ziyaretçimiz, tekrar oturup elini geniş, beyaz alnına götürerek. “Böyle işleri kendi başıma yapmaya alışık olmadığımı anlamalısınız; ancak durum o kadar hassas ki başka birine güvenip size gönderemezdim. Size danışmak için kimliğimi gizleyerek Prag’dan geldim.”

“O zaman lütfen danışın.” dedi Holmes bir kez daha gözlerini kapatarak.

“Kısaca olaylar şöyle: Yaklaşık beş yıl önce Varşova’ya yaptığım oldukça uzun bir gezi sırasında tanınmış, maceraperest bir kadın ile ahbaplık ettim. Adı Irene Adler idi. Bu isim size tanıdık geliyordur şüphesiz.”

“Sana zahmet, fihristime bakar mısın doktor?” dedi Holmes gözlerini açmadan. Yıllardır, dava listelerini kaydetmek gibi bir sistem edinmişti Holmes. Böylece bir konu ya da isim söylendiğinde gerekli bilgilere hemen ulaşabiliyordu. Bu kadın hakkındaki bilgiyi, Yahudi bir haham ile bir kurmay yüzbaşının deniz balıkları üzerine yazdığı konu incelemesinin arasına sıkışmış hâlde buldum.

“Bakalım şimdi…” dedi Holmes. “Hımm! 1885’te New Jersey’de doğmuş. Kontralto… Hımm! La Scala… Hımm! Prima Donna Imperial Varşova Operası! Evet! Operadan emekli. Ha! Londra’da yaşıyor. Evet! Majesteleri, anladığım kadarıyla sizin bu genç bayanla bir münasebetiniz olmuş, şerefinizi tehlikeye atacak mektuplar yazmışsınız ve şimdi de o mektupları geri almayı arzuluyorsunuz.”

“Aynen öyle. Ama…”

“Gizli bir evlilik var mıydı?”

“Hayır.”

“Resmî belgeler veya sertifikalar?”

“Hayır.”

“Sizi anlamakta zorlanıyorum, majesteleri. Bu genç bayan şantaj ya da başka bir sebeple bu mektupları ortaya çıkarırsa bunların doğruluğunu nasıl kanıtlayacak?”

“Benim el yazım…”

“Öf, öf! Sahte yazı!” “Benim özel kâğıtlarım.”

“Çalındı!”

“Benim özel mührüm.”

“Taklit edildi!”

“Fotoğrafım.”

“Satın alındı!”

“O fotoğrafta ikimiz de vardık.”

“Oh, Tanrı’m! Bu çok kötü! Majesteleri gerçekten düşüncesizlik etmişler.”

“Çıldırmıştım, deliye dönmüştüm!”

“Şerefinizi gerçekten tehlikeye atmışsınız.”

“O zamanlar veliahttım. Gençtim. Şimdi otuz yaşındayım.”

“Fotoğrafı tekrar ele geçirmeliyiz.”

“Denedik ama başaramadık.”

“Majesteleri biraz para harcamak zorunda. Satın almalıyız.”

“Satmıyor.”

“Çalınsa?”

“Beş kere denedik. İki defa, para karşılığı, hırsızlar evinin altını üstüne getirdi. Bir keresinde gezi sırasında bavullarını değiştirdik. İki defa yolunu kestik ama sonuç alamadık.”

“İzine bile rastlamadınız mı?”

“Hem de hiç.”

Holmes güldü. “Oldukça zorlu bir problem.” dedi.

“Ama benim için ciddi bir problem.” dedi kral serzenişle.

“Kesinlikle. Peki, fotoğrafla ne yapacağını söylüyor?”

“Beni mahvedeceğini.”

“Ama nasıl?”

“Evlenmek üzereyim.”

“Biliyorum.”

“İskandinav kralının ikinci kızı olan Clotilde Lothman von Saxe-Meningen ile evleneceğim. Ailesinin katı kurallarını biliyorsunuzdur. Kendisi çok hassas bir ruha sahip. Davranışlarımdan duyacağı en ufak bir şüphe bu evliliğin sonu anlamına gelir.”

“Ya Irene Adler?”

“Onlara fotoğrafı göndermekle tehdit ediyor beni. Yapar da… Yapacağından eminim. Onu tanımıyorsunuz; çelik gibi bir kalbi var. Bir kadının sahip olabileceği en güzel yüze ve en cesaretli erkeğin zekâsına sahiptir. Artık başka bir kadınla evleniyor olmama rağmen yine de istediği şeyi yapmaktan kaçınmaz.”

“Bu fotoğrafı henüz göndermediğine emin misiniz?”

“Eminim.”

“Nasıl emin oluyorsunuz?”

“Çünkü nişanın resmen ilan edildiği gün göndereceğini söyledi. Bu da gelecek pazartesi demektir.”

“Demek önümüzde üç günümüz var.” dedi Holmes esneyerek. “Bu yönden şanslıyız; çünkü şu an halletmem gereken bir iki mesele var. Elbette, majesteleri bir süre Londra’da kalacak değil mi?”

“Pek tabii. Beni Langham’de Kont von Kramm adıyla bulabilirsiniz.”

“O hâlde gelişmeleri size posta yoluyla bildiririm.”

“Lütfen öyle yapın. Heyecanla bekliyor olacağım.”

“Peki, ya para?”

“Açık krediniz var.”

“Tamamen mi?”

“İnanın, o fotoğraf için krallığımın bir bölgesini vermeye hazırım.”

“Ya şimdi gerekli olan harcamalar?”

Kral, pelerininin altından ağır, güderi bir torba çıkararak masanın üstüne bıraktı.

“Burada üç yüz pound’luk altın, kâğıt para olarak da yedi yüz pound var.” dedi.

Holmes, defterinden bir sayfaya makbuzu yazarak ona uzattı.

“Peki matmazelin adresi nedir?” diye sordu.

“Briony Lodge, Serpentine Caddesi, St. John’s Wood.”

Holmes bunu not ettikten sonra, “Bir sorum daha olacak.” dedi. “Fotoğraf biraz büyük bir boyutta mıydı?”

“Evet.”

“O hâlde iyi geceler, majesteleri. Yakında size iyi haberler vereceğimize inanıyorum.”

“Sana da iyi geceler, Watson!” diye ekledi, kraliyet arabasının tekerlekleri hızla caddede ilerlerken. “Yarın öğleden sonra saat üçte gelirsen bu meseleyi seninle konuşmayı çok isterim.”

***

Saat tam üçte Baker Caddesi’ndeydim ama Holmes henüz dönmemişti. Ev sahibi onun sabah saat sekizi biraz geçerken evden ayrıldığını söyledi. İşi ne kadar uzun sürerse sürsün onu bekleme niyetiyle şöminenin yanına oturdum. Yazıya döktüğüm diğer iki araştırma gibi karanlık ve tuhaf özelliklere sahip olmamasına rağmen bu soruşturmayla çok derinden ilgileniyordum; çünkü davanın tabiatı ve müşterinin asilzade oluşu ayrı bir nitelik katıyordu olaya. Elbette arkadaşımın şu an ilgilendiği araştırmanın doğasından apayrı olarak onun olayları ustalıkla idrak edişi ve zekice mantık yürütmelerini, metotlarını incelerken en karışık gizemleri bile hızlı ve kurnaz yollarla çözmesini takip etmenin bana verdiği hazzı kelimelerle anlatmakta zorlanıyorum. Daimî başarısına o kadar alışmıştım ki aksini düşünmek aklıma bile gelmiyordu.

Kapı açıldığında saat dörde geliyordu. Sarhoş görünümlü, dağınık saçlı, uzun favorileri olan ve rezil kıyafetli bir seyis içeri girdi. Arkadaşımın kılık değiştirmedeki yeteneklerini çok iyi bildiğimden o olduğuna emin olmak için üç defa bakmak zorunda kaldım. Kafasıyla selam verdikten sonra yatak odasına geçti ve beş dakika sonra yünlü bir takım giymiş saygıdeğer, yaşlıca bir bey olarak tekrar karşıma çıktı. Ellerini ceplerine sokarak bacaklarını şömineye doğru uzattı ve uzun uzun kahkahalarla gülmeye başladı.

“Aman Tanrı’m!” diye bağırdı. Sonra nefesi kesildi, yine gülmeye başladı; ta ki çaresizce yorgun düşüp kendini koltuğa atana kadar.

“Ne oldu?”

“Çok komik bir şey oldu. Sabahımı nasıl geçirdiğimi, neler yaptığımı tahmin bile edemezsin!”

“Tahmin edemiyorum. Herhâlde Bayan Irene Adler’ın alışkanlıklarını gözlemliyor, belki de evini izliyordun.”

“Aynen öyle ama sonuç biraz değişik oldu. Sana anlatacağım. Bu sabah saat sekizi biraz geçerken işsiz kalmış bir seyis olarak evden ayrıldım. Ata meraklı erkekler arasında müthiş bir yardımseverlik vardır. Onlardan biri gibi davranırsan öğrenmek istediğin her şeyi öğrenebilirsin. Briony Lodge’ı hemen buldum. Arka tarafta bahçesi olan ama yola çok yakın inşa edilmiş iki katlı, küçük ve zarif bir villaydı. Sağ tarafında, üzerlerinde bir çocuğun bile kolaylıkla açabileceği o saçma sapan İngiliz kilitlerinden olan pencereleriyle, güzel döşenmiş bir oturma odası vardı. Arka tarafta pek bir şey yoktu ama garajın üstünden koridora açılan pencereye ulaşmak çok kolaydı. Her açıdan dikkatle inceledim ama kayda değer bir şey yoktu.

Sonra caddede yürürken -tam tahmin ettiğim gibi- bahçenin duvarlarından birine bitişik, dar bir yol üzerinde bir ahır gördüm. Seyislere atlarını tımar etmekte yardımcı oldum ve karşılığında iki peni, yarım bardak içecek, iki sarımlık tütün ve Bayan Adler hakkında istediğim kadar bilgi aldım. Bunun dışında mahallede oturan ve hiç ilgimi çekmeyen yarım düzine insanın biyografilerini dinlemek zorunda kaldım.”

“Irene Adler hakkında neler öğrendin?” diye sordum.

“Ah onun için bütün erkekler kırılıp döküldü! Bu gezegendeki o şapkanın altında bulunan en zarif varlıkmış. Serpentine Ahırları’ndaki erkekler böyle konuşuyor. Sakin bir hayatı var, konserlerde şarkı söylüyor, her gün beşte çıkıp saat yedide akşam yemeğine dönüyor. Şarkı söylemeye gitmezse çok nadiren dışarı çıkıyor. Bir tane erkek ziyaretçisi var ama o da çok sık uğruyor. Bu esmer ve yakışıklı arkadaşı günde en az bir kere ama genelde iki kere onu arıyor. Inner Temple’dan Bay Godfrey Norton. Arabacıyla sırdaş olmanın avantajlarını görebiliyor musun? Birçok defa onu evine götürmüş ve her şeyi öğrenmiş. Anlattıkları her şeyi dinledikten sonra Briony Lodge’da bir kez daha dolaşıp planımı düşündüm.

Bu Godfrey Norton denen adam belli ki meselede önemli bir etken. O bir avukat. Kaygı verici, değil mi? Aralarındaki ilişki neydi ve neden sürekli ziyarete geliyordu? Bu kadın onun müşterisi mi arkadaşı mı yoksa metresi miydi? Eğer müşterisiyse kadın, saklaması için fotoğrafı ona vermiş olmalı ama öyle değilse böyle yapması daha düşük bir ihtimal. Bunun cevabını bulduğumda ya Briony Lodge’da araştırmaya devam edecek ya da Temple’da beyefendinin odasına yoğunlaşacaktım. Hassas bir noktaydı ve araştırmamın genişlemesine sebep oluyordu. Detaylarla seni sıktığımı biliyorum ama durumu anlaman için bu ufak sorunları bilmen gerekiyor.”

“Seni dikkatle dinliyorum.” dedim.

“Olayları kafamda tartarken Briony Lodge’a bir fayton geldi ve bir beyefendi dışarı fırladı. Çok yakışıklı, esmer, gaga burunluydu ve bıyıklıydı; bahsedilen adamın ta kendisi olmalıydı. Acelesi varmış gibi görünüyordu, arabacıya beklemesini söyledi ve kendi evine giren bir adam edasıyla hizmetçi kapıyı açar açmaz içeri daldı.

Yaklaşık yarım saat kadar evde kaldı; onu oturma odasının penceresinden bir aşağı bir yukarı yürürken, heyecanla bir şeyler anlatırken ve kollarını sallarken görebiliyordum. Kadın ise görünürlerde yoktu. Biraz sonra dışarı çıktığında öncekinden daha telaşlı bir hâldeydi. Arabaya binerken cebinden altın bir saat çıkarıp büyük bir ciddiyetle baktı. ‘Çok hızlı sürmeni istiyorum!’ diye bağırdı. ‘Önce Regent Caddesi’nde Gross & Hankey’s’e, sonra da Edgeware yolunda St. Monica Kilisesi’ne gideceğiz. Eğer yirmi dakikada beni oraya ulaştırırsan sana yarım şilin vereceğim!’

Hızla ilerliyorlardı ve ben peşlerinden gidip gitmemeyi düşünürken ufak bir lando yaklaştı. Arabacının paltosu yarıya kadar düğmelenmiş, kravatı kulağının arkasına savrulmuş ve atın tokasındaki madenî parçalar dışarı çıkmıştı. Yaklaşınca kadın kapıdan fırlayıp arabanın içine atladı. Onu bir anlığına görebildim ama çok güzel bir kadın olduğunu fark ettim; her erkeğin uğruna ölebileceği bir yüze sahipti.

‘St. Monica Kilisesi’ne John!’ diye bağırdı. ‘Ve yirmi dakika içinde ulaşırsan sana yarım altın vereceğim!’

Bu fırsatı kaçırmamalıydım Watson. Peşinden koşmayı ya da lando arabanın arkasına tünemeyi düşünürken bir başka arabanın geldiğini gördüm. Sürücü, paspal hâlime iki kere baktı ama itiraz edemeden hemen atladım. ‘St. Monica Kilisesi’ne!’ dedim. ‘Ve yirmi dakikada gidersen sana yarım altın vereceğim.’ Saat 11.35 idi ve nelerin döndüğü çok belliydi.

Şoför âdeta uçuyordu. Ben bundan daha hızlı araba sürdüğümü hiç hatırlamıyorum ama yine de diğerleri bizden önce gelmişlerdi. Enerjileri tükenmiş atlarla hem araba hem de lando kapıdaydı. Adama hemen parasını ödeyip kiliseye koştum. Takibe aldığım iki kişi ve onlara sitem ediyormuş gibi görünen cübbeli bir rahip dışında tek bir insan bile yoktu. Bu üçü, kilise mihrabının önünde düğümlenmiş gibi öylece duruyorlardı. Kiliseye uğramış herhangi bir vatandaş gibi sıraların arasında yürüdüm. Aniden üçü birden, mihrabın oradan dönüp bana baktılar ve ben şaşırmaya fırsat bile bulamadan Godfrey Norton son sürat bana doğru koşmaya başladı.

‘Tanrı’ya şükür!’ diye bağırdı. ‘Çok iyi. Gel buraya! Gel!’

‘Ne oldu?’ diye sordum.

‘Gel, be adam, gel! Sadece üç dakika sürecek yoksa yasal sayılmayacak.’

Mihraba neredeyse sürüklenerek götürülüyordum ve kendimi ne olduğunu anlamadan kulağıma fısıldananlara cevap verirken, bilmediğim şeyleri doğrularken ve hiç evlenmemiş Irene Adler ile bekâr Godfrey Norton’ın beraberliğini sağlamlaştırmada yardımcı olurken buldum. Her şey bir anda olup bitti. Bir tarafımda beyefendi, diğer tarafımda Bayan Adler bana teşekkür ediyordu. Öbür yandan gözleri parlayan rahip bana bakıyordu. Hayatım boyunca böyle akılalmaz bir durumda bulmamıştım kendimi ve sadece bunu düşünerek kahkahalar atıyorum şimdi. Sanıyorum evlilikle ilgili belgelerini geçersiz kılan bir şey varmış ve papaz, bir şahit olmadan onları evlendirmeyi reddetmiş. Benim şans eseri orada bulunmam damadın dışarı fırlayıp bir şahit aramasını son anda engellemiş. Gelin hanım bana bir altın verdi ve ben de bu olayın anısı olarak onu saatimin zincirine takmaya karar verdim.”

“Bu beklenmedik olaylar gidişatı değiştirmiş.” dedim. “Şimdi ne yapacaksın?”

“Eh, planlarım çok ciddi bir tehdit altına girmiş oldu. Çiftin hemen ortadan kaybolacağını düşündüm. Bu yüzden çok acil tedbirler almak icap ediyordu; ancak kilise kapısında ayrıldılar ve beyefendi Temple’a, bayan da eve doğru yöneldi. Ayrılırlarken ‘Her zamanki gibi beşte parkta dolaşacağım.’ dedi kadın. Bundan başka bir şey duymadım. İkisi farklı yönlere giderken ben de planlarımı düzenlemek için ayrıldım.”

“Peki, nedir onlar?”

“Biraz soğuk et ve bir bardak bira.” diye cevap verdi zili çalarak. “Yemek yemeyi düşünecek hâlim kalmadı ve bu akşam daha da meşgul olacağımı sanıyorum. Ah, bu arada doktor, beraber çalışmamız gerekebilir.”

“Çok memnun olurum.”

“Kanunları çiğnemek pahasına bile mi?”

“Hiç önemli değil.”

“Ya tutuklanman gerekirse?”

“İyi bir neden için olacağına eminim.”

“Ah, çok mükemmel bir nedenim var!”

“O hâlde seninleyim.”

“Sana güvenebileceğimi biliyordum.”

“Peki, ne yapmamı istiyorsun?

“Bayan Turner, tepsimi getirdikten sonra sana açıklayacağım. Şimdi…” diyerek ev sahibinin getirdiği sade yiyecekler üzerine odaklandı. “Çok fazla vaktim olmadığı için yemeğimi yerken açıklayacağım. Saat beşe yaklaşıyor. İki saat içinde harekete geçmeliyiz. Bayan Irene -ya da madam mı demeliyim- gezisinden yedide dönüyor. Onu karşılamak için Briony Lodge’da olmalıyız.”

“Sonra ne yapacağız?”

“İşin o kısmını bana bırak. Ben hepsini önceden ayarladım. Ancak bir noktada ısrar etmeliyim. Ne olursa olsun hiçbir şekilde karışmayacaksın. Anlıyor musun?”

“Tarafsız mı kalacağım yani?”

“Hiçbir müdahalede bulunmayacaksın. Biraz tatsızlık yaşanabilir. Sakın bir şey yapma! Olanlar, sonuçta eve girmemi sağlayacak. Dört beş dakika sonra da oturma odasının penceresi açılacak. Sen o pencereye yakın bir yerlerde duracaksın.”

“Evet.”

“Beni izleyeceksin, beni görebileceğin bir yerde olacağım.”

“Evet.”

“Elimi kaldırdığımda sana içeri atman için verdiğim şeyi atacaksın ve ‘Yangın var!’ diye bağıracaksın. Anlatabiliyor muyum?”

“Kesinlikle.”

“Yapılacak şey çok zor değil.” dedi cebinden puro şeklinde bir silindir çıkararak. “Bildiğimiz sis bombası ve uçlarında ışık saçacak bir kapak bulunuyor. Senin görevin bu kadar. ‘Yangın var!’ diye bağırdığında bu, kalabalığın dikkatini çekecektir. Sonra sokağın sonuna yürüyebilirsin, ben de on dakika sonra yanında olacağım. Her şeyi açık seçik anlatabildim mi?”

“Normal davranacağım, pencerenin kenarında duracağım, seni izleyeceğim, sinyal geldiğinde bunu atıp ‘Yangın var!’ diye bağıracağım ve sokağın köşesinde seni bekleyeceğim.”

“Aynen öyle.”

“Bana tamamıyla güvenebilirsin.”

“Harika! O zaman oynayacağım rol için hazırlık yapmalıyım.”

Yatak odasına gidip birkaç dakika sonra samimi, kendi hâlinde, toplumun din adamı algısına uymayan bir papaz görünümüyle karşıma çıktı. Geniş kenarlı siyah şapkası, bol pantolonu, beyaz kravatı, sempatik gülüşü, dikkatli bakışı ve iyiliksever görünümüyle tıpkı Bay John Hare gibiydi. Holmes sadece kostümünü değil, aynı zamanda ifadesini, davranışlarını, ruhunu da değiştirmiş gibi görünüyordu. O, suç bilimindeki uzmanlık alanında kendini geliştirirken sahneler çok iyi bir aktörü, bilim ise çok zeki bir mantıkçıyı kaybetmişti.

Baker Caddesi’nden ayrıldığımızda saat altıyı çeyrek geçiyordu ve Serpentine Caddesi’ne vardığımızda daha on dakikamız vardı. Hava hafif karanlıktı.Biz Briony Lodge’ın önünde mesken sahibini beklerken caddedeki lambalar daha yeni yakılıyordu. Sherlock Holmes’un kısa ve öz anlatımından sonra gördüğüm ev, tam hayal ettiğim gibiydi ama semt beklediğimden daha çok hareketliydi. Sessiz bir mahalledeki küçük bir cadde için oldukça hayat doluydu. Bir köşede sigara içip kahkahalar atan bir grup pejmürde giyimli erkek, bir bileyci, bir hemşireyle flört eden iki bekçi, ağızlarında purolarıyla gezinen iyi giyimli birkaç adam vardı.

“Görüyor musun?” dedi Holmes, evin önünde dolaşarak. “Bu evlilik her şeyi daha da kolaylaştırıyor. Fotoğraf iki uçlu bir silaha dönüşüyor. Bizim müşterimizin, fotoğrafı prensesin görmesinden memnun olmayacağı gibi Bayan Adler da Bay Godfrey Norton’ın görmesinden hoşnut olmayacaktır. Şimdi sorumuz şu: Fotoğrafı nerede bulacağız?”

“Gerçekten nerede acaba?”

“Yanında taşıma olasılığı çok düşük. Biraz büyükçe bir boyutta çünkü. Kadın elbisesinin içinde gizlemek de zor. Kralın, önünü kesip arattırabileceğini de biliyor. Zaten bu şekilde iki girişimde bulunulmuş. O hâlde yanında taşımadığı sonucuna varabiliriz.”

“O zaman nerede?”

“Ya bankerine ya da avukatına verdi. İki olasılığımız var; ama ben onlara verdiğini de sanmıyorum. Kadınlar genelde ketumdur ve her şeyi gizlilikle halletmeyi severler. Niye başkasına versin ki? Ayrıca birkaç gün içinde fotoğraf, ortaya çıkarma kararını da unutmayalım. Bu yüzden kolayca ulaşabileceği bir yerde olmalı. Büyük ihtimalle evinde bir yerlerdedir.”

1.James Boswell, 1740-1795. İskoç avukat, yazar ve anı yazarıdır. Boswell adı, İngiliz dilinde; Boswell, Boswellian, Boswellizm terimlerinde kullanılır. Bu terim, “daimî refakatçi / arkadaş / yoldaş ve gözlemci” anlamlarına gelir (e.n.).
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6485-21-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu