Kitabı oku: «Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3», sayfa 4
Bu şekilde sekiz hafta geçti; başrahiplik, okçuluk, silahlar, mimarlık3 ve Attica hakkında yazmıştım ve bir an önce B harfine geçmeyi ümit ediyordum. Kâğıda bayağı bir para vermiştim ve yazılarım neredeyse bir rafı doldurmuştu. Derken birdenbire her şey sona erdi.”
“Sona mı erdi?”
“Evet efendim. Bu sabah sona erdi. Her zamanki gibi saat onda işe gittim ama kapı kapalı ve kilitliydi. Küçük kare bir kartonu panelin ortasına çiviyle asmışlardı. İşte buyurun kendiniz okuyun.”
Bir kâğıt sayfası büyüklüğünde beyaz bir kartonu havaya tuttu. Şöyle yazıyordu:
KIZIL SAÇLILAR KULÜBÜ FESHEDİLDİ
9 Ekim,1890
Sherlock Holmes ile ben bu kısa ilanı ve arkasındaki hüzünlü yüzü inceledik; ancak birdenbire olayın komik yönü üstün geldi ve ikimiz de kahkahalara boğulduk.
“Burada komik olan hiçbir şey göremiyorum!” diye bağırdı müşterimiz saç diplerine kadar kızararak. “Eğer gülmekten başka bir işe yaramayacaksanız başka yere giderim!”
“Hayır, hayır!” diye bağırdı Holmes onu oturduğu yere tekrar itekleyerek. “Sizin bu davanızı hayatta kaçırmam. Oldukça ilginç ama eğer söylememe izin verirseniz, biraz komik bir yanı var. Kartonu kapıda bulduğunuzda ne yaptığınızı anlatır mısınız lütfen?”
“Sersem gibi olmuştum, efendim. Ne yapacağımı bilemedim. Sonra civardaki ofislere sordum ama hiç kimse bir şey bilmiyor gibiydi. En sonunda giriş katında yaşayan ev sahibine gittim, kendisi bir muhasebecidir. Ondan Kızıl Saçlılar Kulübü hakkında bilgi istedim. Böyle bir kulübü hiç duymadığını söyledi. Sonra Duncan Ross’ın kim olduğunu sordum. Bu ismi de ilk defa duyduğunu söyledi.
‘Yani…’ dedim. ‘4 numarada oturan beyefendi.’ ‘Ne? O kızıl saçlı adam mı?’
‘Evet.’
‘Ah!’ dedi. ‘Onun adı William Morris. O bir avukat ve yeni ofisi hazır olana kadar benim odalarımın birini geçici olarak kullanıyordu. Dün taşındı.’
‘Onu nerede bulabilirim?’
‘Yeni ofisinde. Bana adresini verdi evet, King Edward Caddesi, No:17, St. Paul’e yakındır.’
Oraya gittim Bay Holmes ama bu adreste protez diz kapağı yapan bir atölye vardı ve hiç kimse, ne William Morris ne de Duncan Ross ismini duymuştu.”
“Bunun üzerine ne yaptınız?” diye sordu Holmes.
“Eve, Saxe-Coburg Meydanı’na gittim ve yardımcımın tavsiyelerini dinledim; ama onun da bana pek faydası dokunmadı. Tek söyleyebildiği, beklediğim takdirde bana posta yoluyla ulaşacaklarıydı. Bu benim için yeterli değildi, Bay Holmes. Böyle bir işi mücadele etmeden kaybetmek istemiyordum ve sizin zavallı insanlara tavsiyeler verecek kadar iyi niyetli olduğunuzu duyar duymaz hemen atlayıp geldim.”
“Çok akıllıca bir iş yaptınız.” dedi Holmes. “Anlattıklarınız aşırı derecede ilginç ve size yardım etmekten mutluluk duyarım. Anlattıklarınıza bakılırsa göründüğünden daha ciddi olayların olduğunu tahmin ediyorum.”
“Yeterince ciddi!” dedi Bay Jabez Wilson. “Haftada dört pound kaybediyorum.”
“Kişisel olarak endişeleniyorsunuz.” dedi Holmes. “Ama bu olağanüstü kulübe karşı pek de şikâyetiniz olmamalı. Aksine, anladığım kadarıyla otuz pound kazandınız ve ansiklopedide A harfinin altında bulunan bilgileri öğrenmiş bulunuyorsunuz. Yani fazla bir kaybınız yok.”
“Hayır efendim ama onlar hakkında bilgi edinmek istiyorum. Kim onlar? Böyle bir eşek şakasını -eğer eşek şakasıysa- neden yaptıklarını öğrenmek istiyorum. Onlara bayağı pahalıya patlayan bir şaka oldu; tam tamına otuz iki pound.”
“Bunları öğrenmek için gayret edeceğiz. Bir iki sorum daha olacak, Bay Wilson. Bu ilana ilk olarak dikkatinizi çeken yardımcınız ne zamandır sizin için çalışıyor?”
“O zamanlar, yaklaşık bir aydır benimle çalışıyordu.”
“Nasıl işe başladı?”
“İlan vasıtasıyla.”
“Tek başvuran o muydu?”
“Hayır, yaklaşık bir düzine aday vardı.”
“Onu neden seçtiniz?”
“Çünkü pratik zekâlı biri gibi görünüyordu ve aynı zamanda daha ucuza çalışacaktı.”
“Tam olarak yarım maaş kadar ucuz.”
“Evet.”
“Bu Vincent Spaulding nasıl biri?”
“Ufak tefek, güçlü yapılı, kendince hızlı, yüzünde hiç kıl yok ama otuz yaşından küçük değildir. Alnında beyaz bir asit lekesi var.”
Holmes heyecanlanarak sandalyesinde doğruldu. “Ben de öyle tahmin etmiştim.” dedi. “Kulaklarının delik olduğu hiç dikkatinizi çekti mi?”
“Evet efendim. Küçükken bir Çingene’nin deldiğini söylemişti.”
“Hımm…” dedi Holmes koltuğuna gömülüp derin düşüncelere dalarak. “Hâlâ sizinle çalışıyor mu?”
“Ah, tabii efendim. Biraz önce onun yanından ayrıldım.”
“Siz yokken işleri idare edebiliyor mu?”
“Evet, şikâyetim yok efendim. Zaten sabahları pek iş olmuyor.”
“Bu, yeterli Bay Wilson. Bir iki gün içinde sizi aydınlatmaktan mutluluk duyacağım. Bugün cumartesi, sanıyorum pazartesi gününe kadar bir sonuca varırız.”
“Ee, Watson…” dedi Holmes misafirimiz ayrıldıktan sonra. “Ne diyorsun bu işe?”
“Pek bir şey anlamadım.” dedim açık konuşarak. “Oldukça gizemli görünüyor.”
“Sana bir kural söyleyeyim.” dedi Holmes. “Bir şey ne kadar tuhaf ise gizemi o kadar azdır. Alelade, niteliksiz suçlar esasen daha anlaşılmaz olur, tıpkı alelade bir yüzü tasvir etmeye çalışmak gibi zordur. Yalnız bu meselede hemen harekete geçmeliyim.”
“Ne yapacaksın?” diye sordum.
“Pipo içeceğim.” diye cevap verdi. “Bu en az üç pipoluk bir sorun. Benimle elli dakika kadar konuşmamanı rica ediyorum.” Dizlerini atmaca gibi burnuna doğru çekerek koltuğuna kıvrıldı gözleri kapalı bir hâlde. Piposu tuhaf bir kuşun gagası gibi duruyordu ağzında. Uykuya daldığını düşündüm hatta ben de uyukluyordum ki aniden karar veren bir adam edasıyla koltuğundan fırladı ve piposunu şömine rafına koydu.
“Sarasate, St. James Salonu’nda çalacak bu öğleden sonra.” dedi. “Ne diyorsun, Watson? Hastaların seni birkaç saatliğine bana bağışlarlar mı?”
“Bugün yapacak bir işim yok. Benim mesleğim çok fazla merak uyandırmıyor.”
“O zaman şapkanı al ve benimle gel. Önce şehre uğramam gerekiyor. Yolda bir şeyler yeriz. Programda çok fazla Alman müziği olduğunu gördüm, İtalyan ya da Fransız müziğine tercih ederim. İçe bakışa dayalı bir müzik ve ben de biraz içe bakış yapmak istiyorum. Haydi gidelim!”
Metro ile Aldersgate’e kadar gittik. Kısa bir yürüyüş sonrasında sabah dinlediğimiz o tuhaf hikâyenin geçtiği yere, Saxe-Coburg Meydanı’na ulaştık. Avuç içi kadar, fakir ama temiz bir yerdi. Pis, iki katlı, kiremitli evler; parmaklıklarla çevrili küçük alanlara bakıyordu. Çimlerle kaplı yerler ve birkaç tane solmuş defne ağacı, sisli ortamla büyük bir savaş veriyor gibiydi. Üç yaldızlı top ile süslü, beyaz renkle yazılmış, kahverengi üzerinde “JABEZ WILSON” yazan tabela, köşedeki evde asılıydı. Kızıl saçlı müşterimiz işlerini burada yürütüyordu. Sherlock Holmes evin önünde durup kafasını hafifçe yana eğdi. Göz kapaklarını kısarak pırıl pırıl gözleriyle evi incelemeye başladı. Sonra sokağın bir ucundan diğer ucuna kadar evleri inceleyerek yürüdü. En sonunda tefecinin evine gelip bastonunu iki üç kez kaldırıma kuvvetlice bastırarak sapladı ve sonra kapıyı çaldı. Pırıl pırıl temiz yüzlü bir delikanlı kapıyı hemen açtı ve onu içeriye buyur etti.
“Teşekkür ederim.” dedi Holmes. “Buradan Strand’e nasıl gidebileceğimi soracaktım.”
“Sağdan üçüncü sokağa sapın, sonra oradan da dördüncü sokağa girin.” diye cevap verdi delikanlı ve kapıyı kapattı.
“Akıllı bir çocuk.” dedi Holmes uzaklaşırken. “Bence Londra’nın en akıllı dördüncü adamı, hatta üçüncüsü olduğunu bile iddia ederim. Onunla ilgili bir şeyler biliyorum.”
“Bu belli oluyor.” dedim. “Bay Wilson’ın yardımcısının, Kızıl Saçlılar Kulübü gizeminde bir parmağı olduğunu varsayabiliriz. Sırf onu görebilmek için adres sorduğuna eminim.”
“Onu değil.”
“O hâlde?”
“Pantolonunun diz kısmını.”
“Peki, ne buldun?”
“Görmek istediğimi.”
“Kaldırımı niye eşeledin?”
“Sevgili doktor, şimdi gözlem yapma zamanı, konuşmanın sırası değil. Biz, düşmanın ülkesindeki iki gizli ajanız. Saxe-Coburg Meydanı hakkında bir şeyler biliyoruz. Şimdi gizli kalan diğer şeyleri keşfedelim.”
Bir resmin önü ile arkası birbirine ne kadar zıt ise Saxe-Coburg Meydanı’ndan döndüğümüzde karşımıza çıkan yol da meydanla o kadar tezatlık arz ediyordu. Şehrin trafiğini kuzeyden batıya taşıyan ana caddelerden biriydi. Ticaret merkezleri bölgede yoğun olduğu için buranın geleni gideni çoktu. Patika yollar, akın akın yürüyen yayaların ayak izlerinden dolayı siyahlaşmıştı. Lüks dükkânlarla görkemli iş merkezlerinin biraz önce ayrıldığımız sönük ve durgun meydana bitişik olduğunu görmek çok ilginçti.
“Bakalım şimdi…” dedi Holmes köşede durup etrafına bakınarak. “Buradaki evleri sırasıyla hatırlamak istiyorum. Londra hakkında bilgi edinmek benim hobilerimden biri. Tütün dükkânı Mortimer’s, ufak gazete bayisi, City ve Suburban Bankasının Coburg Şubesi, Vejetaryen Lokantası, McFarlane’ın araba garajı… Bunun sonunda da öbür sokağa geçiliyor. Evet doktor, işimizi yaptık ve artık şov zamanı! Önce bir sandviç yiyip kahve içelim, sonra bizi muammalarıyla sinirlendirecek kızıl saçlı müşterilerin olmadığı; tatlılığın, inceliğin ve uyumun bulunduğu keman dinletisine gidelim.”
Arkadaşım çok istekli bir müzisyendi ve sadece yetenekli bir icracı değil, aynı zamanda çok hünerli bir besteciydi. Bütün öğleden sonra bölmesinde mutluluk içinde oturarak dalıp gitmişti ve uzun, ince parmaklarını müziğin ritmine göre sallıyordu. Hafifçe gülümseyen yüzü ve baygın, romantik gözleri ile kendisini müziğe vermişti. Keskin zekâlı dedektif Holmes’tan çok farklıydı. Olağanüstü karakterindeki çift mizacı sırasıyla kendini gösterdi. Uç noktalara varacak kadar dürüst ve kurnaz oluşunun, ara sıra içinde ağır basan romantik ve düşünceli hâli temsil ettiğini düşünmüşümdür hep. Doğasındaki büyük değişimler, onu durgun bir adamdan aşırı enerji dolu biri hâline getirirdi. Bazı zamanlar -daha önceleri de pek çok kez gördüğüm gibi- kemanını ve ciltli, Gotik harfli kitaplarını alıp koltuğundan günlerce kalkmazken bazen de oldukça çetin bir ruh hâline girerdi. Aniden kovalama arzusuyla dolup taşar ve muhteşem mantık gücü, sezgisel bir seviyeye yükselirdi. Onun yöntemlerine alışık olmayan biri, sanki diğer ölümlülerle aynı bilgi dağarcığına sahip değilmiş gibi onu beğenmez, ona aşağılayıcı bir gözle bakardı. O öğleden sonrasında Holmes’u, St. James Salonu’nda, kendini müziğe o denli vermiş hâlde gördüğümde yakalamayı kafasına koyduğu insanları çok şanssız zamanların beklediğini hissettim.
“Şüphesiz eve gitmek istiyorsundur doktor.” dedi salondan ayrılırken.
“Evet, çok iyi olur.”
“Benim de birkaç saat sürecek bir işim var. Coburg Meydanı’ndaki mesele oldukça ciddi.”
“Neden ciddi?”
“Büyük bir suç işlemeyi tasarlıyorlar. Onları zamanında durdurabilmek için elimde her türlü delil var; ancak bugünün cumartesi oluşu durumu zorlaştırıyor. Bu gece yardımlarına ihtiyacım olacak.”
“Saat kaçta?”
“Gece saat onda gelmen yeterli.”
“Onda Baker Caddesi’nde olacağım.”
“Pekâlâ, bu arada doktor, biraz tehlikeli olabilir. O yüzden tabancanı yanına alsan iyi olur.” El sallarken bir anda dönüp kalabalığa karıştı.
Komşularımdan daha kalın kafalı olmadığıma inanıyorum ama Sherlock Holmes ile münasebetlerimizdeki aptallığım canımı sıkmaya başlamıştı. Onun duyduklarını duyuyor, onun gördüklerini görüyordum. Ama her şey bana karmaşık ve garip gelirken o sadece olmuş olanları değil, aynı zamanda olacakları da görebiliyordu. Kensington’daki evime giderken her şeyi gözden geçirdim; ansiklopediyi kopyalayan kızıl saçlının hikâyesinden Saxe-Coburg’e olan gezimize ve benden ayrılırken söylediği o uğursuz sözlere kadar her şeyi… Bu geceki gezimiz neyin nesiydi ve neden silahlı gidecektim? Nereye gidiyorduk ve orada ne yapacaktık? Tefecinin bu düzgün yüzlü yardımcısının çok dehşet verici bir adam olduğunu, Holmes’un üstü kapalı sözlerinden anlamıştım ve bu adam kötü şeyler yapacaktı. Parçaları birleştirmeye çalıştım ama bir süre sonra bundan ümitsizce vazgeçtim. En iyisi ne olup bittiğini öğrenene kadar meseleyi bir kenara bırakmaktı.
***
Saat dokuzu çeyrek geçe evden çıktım, Park’tan geçtim ve Oxford Caddesi’nden geçerek Baker Caddesi’ne ulaştım. İki arabacı kapıda duruyordu ve koridora girerken yukarıdan sesler duydum. Odaya girdiğimde Holmes, iki adamla hararetli bir şekilde sohbet ediyordu. Polis memuru olan Peter Jones’u hemen tanıdım. Diğeri uzun boylu, zayıf, hüzünlü bir yüz ifadesi olan bir adamdı. Çok parlak bir şapkayla insana kasvet verecek kadar düzgün bir redingot giymişti.
“Ah! Artık herkes geldi!” dedi Holmes, çift düğmeli gemici ceketini ilikleyip raftan avcı kırbacını alırken. “Watson, sanıyorum Scotland Yard’dan Bay Jones’u tanıyorsun. Seni Bay Merryweather ile tanıştırayım. Bu geceki maceramızda bize eşlik edecek.”
“Yine çiftler hâlinde avcılığa çıkıyoruz doktor.” dedi kibirli tavrıyla. “Bu arkadaşımız avı başlatmak için mükemmel bir aday. Tek istediği bütün koşuşturmaları yapacak bir köpek.”
“Çılgın bir kaz kafalı bu koşuşturmaları sona erdirmez umarım.” dedi Bay Merryweather canı sıkılmış bir şekilde.
“Bay Holmes’a güvenebilirsiniz efendim.” dedi polis memuru mağrurca. “Kendine has yöntemleri var ve eğer kusura bakmazsa bu yöntemleri biraz fazla teorik ve gerçeklerden uzak bulduğumu söyleyeceğim. Yine de onda bir dedektif ruhu olduğunu kabul etmeliyim. Sholto cinayetinde ve Agra hazinesinde olduğu gibi, birkaç kez neredeyse polis memurlarından bile daha iyi sonuçlar elde etti.”
“Eğer öyle diyorsanız Bay Jones, doğrudur.” dedi yabancı kayıtsızca. “Yine de itiraf etmeliyim ki iskambil kâğıtlarımı özledim. Yirmi yedi yıldır ilk defa cumartesimi kâğıt oynamadan geçiriyorum.”
“Sanıyorum…” dedi Sherlock Holmes. “Hayatında oynamadığın kadar büyük bir miktarla oynayacaksın ve oyun da çok heyecanlı olacak bu gece. Bay Merryweather, ortaya konan para otuz bin pound ve sen de uzun zamandır yakalamak istediğin adamı yakalayacaksın Jones.”
“John Clay; katil, hırsız, şiddet yanlısı ve sahtekâr bir genç adamdır Bay Merryweather ama çok profesyoneldir ve Londra’da herhangi bir suçludan ziyade, kelepçeleri en çok onun bileklerine geçirmek istiyorum. Müthiş bir adamdır bu John Clay. Dedesi bir dük idi. Eton ve Oxford’da bulunmuş. Beyni, parmakları kadar hızlı çalışır. Her köşede onun izine rastlamamıza rağmen kendisini nerede yakalayacağımızı tespit edemiyoruz. Onu bir hafta İskoçya’da dolandırıcılık yaparken diğer hafta ise Cornwall’da yetimhane inşa etmek için para toplarken görebilirsiniz. Yıllardır izini sürüyorum ve bir kere bile onu göremedim.”
“Ümit ederim ki bu gece sizi tanıştırma fırsatına nail olurum. Benim de Bay John Clay ile yaşadığım birkaç olay var ve profesyonelliğin doruğunda olduğunu kabul ediyorum. Saat onu geçmiş, bir an önce işe koyulsak iyi olur. Siz ikiniz ilk arabaya binersiniz. Biz de Watson ile arkadakini alırız.”
Uzun yolculuğumuz boyunca Holmes pek konuşmadı, onun yerine arkasına yaslanıp öğleden sonra dinlediği parçaları mırıldandı. Farrington Caddesi’ne girene kadar, gaz lambaları yanan, dolambaçlı caddelerden geçtik at arabamızla.
“Yaklaştık.” dedi arkadaşım. “Merryweather denen adam bir banka müdürü ve bu olayla kişisel olarak ilgileniyor. Jones’un da bizimle gelmesinde bir sakınca görmedim. Mesleğinde tam bir aptal olmasına rağmen fena bir adam değil. Onun bir olumlu yanı var. Bir buldok köpeği kadar cesurdur ve âdeta bir yengeç gibi tuttuğunu bırakmaz. İşte geldik. Bizi bekliyorlar.”
O sabahki kalabalık yola yeni gelmiştik. Arabalarımızı gönderdik ve Bay Merryweather önderliğinde dar bir koridordan geçtik. Yan kapıya geldiğimizde bize kapıyı açtı. Sonunda çok büyük demir kapısı olan küçük bir koridora girdik. Bu kapı, sarmal merdivenlerin olduğu bir yere açıldı ve burası da çok büyük bir kapıyla sonlandı. Bay Merryweather feneri yakmak için duraksadıktan sonra bizi karanlık, toprak kokulu bir yere yönlendirdi. Üçüncü bir kapıyı açtıktan sonra da sandıklarla ve çok büyük kutularla dolu olan mahzen gibi bir yere soktu.
“Yukarıdan bir zarar gelecek gibi durmuyor.” dedi Holmes feneri kaldırıp etrafı süzerken.
“Aşağıdan da öyle…” dedi Bay Merryweather yerdeki kaldırım taşlarını bastonuyla itekleyerek. “Aman Tanrı’m, bunun içi boş gibi!” dedi sonra yukarıya şaşkınlıkla bakarak.
“Biraz daha sessiz olmanızı isteyeceğim!” dedi Holmes kızarak. “Görevimizin başarıyla sonuçlanması ihtimalini yeterince tehlikeye attınız. Lütfen o sandıklardan birinin üzerine oturun ve hiçbir şeye karışmayın!”
Bay Merryweather sandıklardan birine tünedi vakurca. Yüz ifadesinden çok incindiği anlaşılıyordu. Bu arada Holmes, fener ve büyüteciyle taşların arasındaki çatlakları titizlikle incelemeye başladı çömelmiş bir vaziyette. Birkaç saniye ona yeterli oldu ve tekrar ayağa fırlayarak merceği cebine yerleştirdi.
“En az bir saatimiz var.” dedi. “Çünkü iyi niyetli tefecimiz, güvenle yatağına girmeden önce hiçbir şey yapamazlar; ancak ondan sonra bir dakika bile kaybetmeyeceklerdir; çünkü işlerini ne kadar çabuk bitirirlerse kaçmak için o kadar çok zamanları olacak. Şu an, doktor -gerçi anladığından kuşkum yok- büyük bankaların birinin Londra’daki şubesinin kasasındayız. Bay Merryweather şubenin müdürü ve sana Londra’nın korkusuz suçlularının bu kasayla neden çok ilgilendiklerini anlatacak.”
“Fransız altınlarımız var.” diye fısıldadı müdür. “Bunları çalmak için birtakım girişimlerde bulunulacağı ihbarı geldi.”
“Fransız altını mı?”
“Evet. Birkaç ay önce kaynaklarımızı güçlendirme fırsatımız oldu ve bu imkândan yararlanarak Fransız Bankasından otuz bin Napolyon altını borç aldık. Bu altınları bankada istifleme olanağımızın olmadığını ve bu kasada tuttuğumuzu öğrendiler. Şu an üzerinde oturduğum sandığın içinde iki bin Napolyon altını var. Genelde tek bir şubede bulundurduğumuz külçe altın rezervinden çok daha fazlası var burada ve müdürlerimiz bu konuda kuşkulanmakta haklılar.”
“Ve çok doğru düşünüyorlar.” dedi Holmes. “Artık küçük planımızı hazırlama zamanı geldi. Bir saat içinde olayların başlayacağını sanıyorum. Bu arada, Bay Merryweather, o fenerin üzerini örtmeliyiz.”
“Karanlıkta mı oturacağız?”
“Maalesef öyle. Cebimde bir deste kâğıt var. Dörtlüyü oluşturduğumuza göre yine kâğıt oynama şansına sahip olacaksınız! Ancak anladığım kadarıyla düşmanın hazırlıkları o kadar ileri bir seviyeye ulaştı ki bir ışığın yanmasıyla her şeyi berbat edebiliriz. İlk olarak pozisyonlarımızı ayarlamalıyız. Bunlar korkunç insanlar ve zayıf bir anlarında onları yakalasak bile dikkatsiz davranmamız hâlinde bize zarar verebilirler. Ben bu sandığın arkasına gizleneceğim. Siz de aynısını yapın. Ben ışığı birdenbire onlara doğrultunca siz de üzerlerine atlayın. Eğer ateş ederlerse Watson, sen de ateş etmek için hiç tereddüt etme!”
Tabancamı ateş etmeye hazır bir hâlde, arkasına saklandığım tahta sandıklardan birinin üzerine yerleştirdim. Holmes fenerin üzerini örterek hepimizi zifirî karanlıkta bıraktı -daha önce hiç şahit olmadığım mutlak bir karanlık… Bize hâlâ fenerin orada olduğu güvencesini veren sıcak metal kokusunu duyabiliyorduk. Beklemekten sinirlerim iyice gerilmişti. Her yer aniden kararınca banka kasasının soğuk ve rutubetli havası çok kasvetli gelmeye başlamıştı.
“Tek çıkış yolları var.” diye fısıldadı Holmes. “Evin arkasından Saxe-Coburg Meydanı’na… Senden istediğimi yapmışsındır umarım, Jones?”
“Bir müfettiş ve iki memur ön kapıda bekliyorlar.”
“O zaman bütün delikleri kapadık. Şimdi sessiz olup beklemeliyiz.”
Zaman geçmek bilmedi! Notlarımızı karşılaştırdıktan sonra ancak bir saat on beş dakika gibi bir süre geçmiş olmasına rağmen sanki bütün gece bitmiş de hava aydınlanıyor sanmıştım. Pozisyonumu değiştirmeye korktuğumdan tüm uzuvlarım yorulmuş, kaskatı kesilmişti. Gerginliğim de had safhaya gelmişti. Fakat işitme duyum o kadar keskinleşmişti ki arkadaşlarımın hafif hafif nefes alışlarını bile duyabiliyordum. İri yarı Jones’un daha derin ve ağır nefesi ile banka müdürünün zayıf, iç çeker gibi aldığı nefesi farklıydı. Durduğum yerden zemine bakarken birdenbire gözüme bir ışık pırıltısı çarptı.
Başta kızıl alev renginde ufacık bir kıvılcımdı. Sonra uzayarak sarı bir çizgiye dönüştü. Hiçbir ikaz ya da ses duyulmadan aniden yerde bir boşluk oluştu ve bir el görüldü. Beyaz, bir kadınınkini andıran el, ışığın olduğu küçük alanda etrafı yokladı. Bir iki dakika içinde bu el, oynak parmaklarıyla yerden dışarı pırtladı. Görünmesiyle kaybolması bir oldu ve taşlar arasındaki o ufacık pırıltının dışında her yer kapkaranlık oldu.
Yok olması bir anlıktı. Sonra, beyaz taşlardan birinin yan tarafa doğru itilmesiyle kare şeklinde bir delik oluştu ve bir fenerin yoğun ışığı her tarafı aydınlattı. Temiz, çocuksu bir yüz içeriye, heyecanla etrafa baktı ve bu yüzün sahibi, elleriyle deliğin her iki tarafına tutunarak önce omuz hizasına, sonra beline kadar göründü. Bir dizini kenara dayayana kadar dışarı çıkmaya çabaladı. Bir dakika sonra deliğin kenarında duruyordu ve kendisi gibi ufak tefek kıvrak arkadaşına çıkması için yardım ediyordu. Arkadaşının soluk yüzü ve kıpkırmızı saçları vardı.
“Kimse yok.” diye fısıldadı. “Keski ve çantaları aldın mı? Aman Tanrı’m! Atla, Archie, atla, ben seni korurum!”
Sherlock Holmes öne doğru atlamış davetsiz misafiri yakasından yakalamıştı. Diğeri deliğe doğru atlarken Jones, onu paltosunun alt tarafından tuttu fakat yakalayamadı. Bu, paltosunun yırtılmasına neden oldu. Işık, tabanca namlusunun üzerinde parladı; ama Holmes avcı kırbacını adamın bileğine indirdi ve tabanca taş zemine düştü.
“İşe yaramaz, John Clay!” dedi Holmes yumuşak bir şekilde. “Hiç şansın yok!”
“Görüyorum.” dedi öteki serinkanlılıkla. “Ama sanıyorum arkadaşım iyi durumda, gerçi paltosunun etek kısmını yakalamışsınız ama…”
“Onu kapıda üç adamımız bekliyor.” dedi Holmes.
“Ah elbette! Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüşsünüz. Sizi tebrik ederim!”
“Ben de sizi.” dedi Holmes. “Kırmızı saç fikri hiç görülmemiş, etkileyici bir fikirdi.”
“Yakında arkadaşınızı göreceksiniz.” dedi Jones. “Deliklere girmek konusunda benden daha hızlı. Kelepçeleri ayarlarken biraz bekleyin.”
“Yalvarıyorum o pis ellerinizle bana dokunmayın!” dedi kelepçeler bileklerine geçirilirken. “Damarlarımda asil bir kanın aktığının farkında mısınız acaba? Ayrıca bana bir iyilik yapın ve benimle konuşurken ‘efendim’ ve ‘lütfen’ sözcüklerini kullanın.”
“Peki!” dedi Jones alaylı alaylı. “Lütfen efendim merdivenlerden çıkar mısınız! Orada ekselanslarını karakola götürmek üzere bir araba bekliyor.”
“Bu daha iyi oldu.” dedi John Clay sakince. Eğilip üçümüze de selam verdikten sonra dedektifin nezaretinde merdivenlerden sessizce çıktı.
“Gerçekten Bay Holmes…” dedi Bay Merryweather onları takip ederken. “Bankanın sana nasıl teşekkür edeceğini ya da borcunu nasıl ödeyeceğini bilemiyorum. Daha önce hiç karşılaşmadığım bu olay, banka soygunlarının bu en kararlı girişimini, en mükemmel şekilde ortaya çıkardın ve suçluları bozguna uğrattın.”
“Bay John Clay ile benim de halletmem gereken bir iki mesele vardı.” dedi Holmes. “Bu olayı çözmek için biraz masraf ettim. Bankanın bunu karşılayacağından eminim ama bunun dışında bu ilginç deneyimi yaşayarak ve Kızıl Saçlılar Kulübü hikâyesini dinleyerek her şeyin karşılığını fazlasıyla aldım.”
***
“Görüyor musun Watson?” dedi Holmes, sabahın ilk ışıklarında Baker Caddesi’nde oturmuş viski sodasını yudumlarken. “Kulüp adına verilen ilan ile ansiklopediyi kopyalamanın amacı en başından beri belliydi. Bu çok zeki olmayan tefeciyi günde birkaç saatliğine ayak altından uzaklaştırmak gerekiyordu. İlginç bir yöntemdi ama daha iyisini bulamazlardı. Şüphesiz bu yöntemi kullanmayı Clay’in aklına getiren, suç ortağının ilginç saç rengi olmuştu. Haftada dört pound’la onun ilgisini çekti. Ayrıca kaz gelecek yerden tavuğu neden esirgesinler ki? Gazeteye ilan verdiler. Bir dolandırıcı, geçici olarak kullandıkları ofiste olacaktı. Diğer dolandırıcı ise başvuru yapması için onu teşvik edecekti ve böylece her sabah onu uzaklaştırarak durumu güvence altına almış olacaklardı. Yardımcının yarım maaşa çalıştığını duyduğum andan itibaren bir amacı güvenceye aldıklarını anlamıştım.”
“Amaçlarının ne olduğunu nasıl anladın?”
“Evde bir kadın olsaydı bunun sadece basit bir dalavere olduğunu düşünürdüm ama bu mümkün değildi. Adamın anca kendine yeten bir işi vardı ve evin içinde böyle büyük hazırlıklar gerektiren bir şey yoktu, üstelik yapılan harcamalar da az buz değildi. O zaman evin dışında bir şey olmalıydı. Ama ne? Yardımcının fotoğraf çekme merakını ve sonra da bodrumda kaybolmasını düşündüm. Bodrum! Karmaşık ipucunun sonu burasıydı. Sonra bu esrarengiz yardımcı hakkında biraz tahkikat yaptırdım ve öğrendim ki Londra’nın en serinkanlı ve cesur suçlularından biriyle karşı karşıyayım. Bodrum katında bir şeyler yapıyor olmalıydı -aylar boyunca ve her gün saatlerce süren bir şeydi. Tekrar ne olabileceğini düşündüm. Aklıma gelen tek şey başka bir binaya tünel kazıyor olmasıydı.
Olayın geçtiği yere gittiğimizde ancak bu kadarını düşünebilmiştim. Kaldırıma bastonumla vurduğumda seni şaşırtmıştım. Bodrum katının ön tarafa mı yoksa arka tarafa mı uzandığını anlamaya çalışıyordum. Sonra zile bastım ve tam ümit ettiğim gibi kapıyı yardımcısı açtı. Onunla aramızda birtakım çekişmeler yaşanmıştı ama daha önce birbirimizi hiç görmemiştik. Yüzüne doğru dürüst bakmadım bile. Asıl amacım dizlerini görmekti. Sende fark etmişsindir ne kadar eski, buruşuk ve lekeli olduklarını. Tünel kazdıklarının kanıtıydı bu. Geriye sadece neden tünel kazdıklarını bulmak kalmıştı. Köşeyi döndüğümde arkadaşımızın evinin hemen bitişiğinde City ve Suburban Bankasının olduğunu görür görmez problemi çözmüştüm. Sen konserden eve gittikten sonra Scotland Yard’ı ve banka müdürünü aradım. Geri kalanını biliyorsun zaten.”
“Peki, bu gece girişimde bulunacaklarını nereden anladın?” diye sordum.
“Kulüp ofislerini kapatarak artık Bay Jabez Wilson’a gerek kalmadığını gösterdiler; diğer bir deyişle tüneli tamamladılar. Ancak hemen işe başlamak zorundaydılar. Aksi hâlde tünel bulunabilirdi ya da altın külçeler nakledilebilirdi. Onlar için en uygun gün cumartesiydi; çünkü kaçmak için iki günleri olacaktı. Bütün bu nedenlerden dolayı bu gece geleceklerinden emindim.”
“Çok güzel mantık yürütmüşsün.” dedim memnuniyetimi gizlemeden. “Çok uzun bir zincir ama her halkası gerçek.”
“Beni can sıkıntısından kurtardı.” dedi esneyerek. “Yazık ki her şey üstüme üstüme geliyor yine! Hayatım, var olmanın monotonluğundan kaçma çabasıyla geçti. Bu küçük meseleler bana bu konuda yardımcı oluyor.”
“Sen ırkımızın velinimetisin!” dedim.
Omuzlarını silkti. “Eh, belki biraz faydam oluyordur…” dedi. “Gustave Flaubert’in George Sand’e yazdığı gibi, ‘L’homme c’est rien-l’oeuvre c’est tout.’4
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.