Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Vampir Öyküleri», sayfa 3

Yazı tipi:

Tartışmanın yararsız olduğunu fark edince, ondan bir sonraki sefere beni hemen çağırmalarını istedim. Yüzünde bir dahaki sefer olmamasını dileyen bir ifadeyle isteğimi kabul etti.

Umduğum gibi, arkamızda kalan beyaz çöl her yönden onu kesip bölen ince, mavi şeritlerle parçalanmaya başladı. Bugünkü konumumuz 80º 52’ enlemiydi ki bu da güneye doğru güçlü bir kayma olduğunu gösteriyor. Rüzgâr şimdiki gibi esmeye devam ederse, bizi burada tutan engelin tıpkı oluştuğu gibi hızla dağılacağına şüphe yok. Şimdilik yapabileceğimiz tek şey, en iyisini umarak beklemek. Büyük bir hızla kaderci birine dönüşüyorum. Rüzgâr ve buz gibi belirsiz şartlarla uğraşırken bir adamın yapabileceği başka bir şey yok. Belki de Hz. Muhammed’in ilk takipçilerini “kısmet” düşüncesine inanmaya iten de rüzgâr ve Arabistan çöllerinin kumlarıydı.

Bu yeni işaretlerin Kaptan üzerinde fazlasıyla kötü etkileri oldu. Hassas aklını karıştıracağından korkarak, bu yeni hikâyeyi ondan saklamaya çalıştım fakat adamlar kendi aralarında konuşurken onları duydu ve olayları kendisine anlatmaları için ısrar etti. Tahmin ettiğim gibi, bu hikâye deliliğini en uç noktada ortaya çıkardı. Dün gece karşımda oturmuş, kıvrak zekâsı ve güçlü yargılarıyla, son derece kendinden emin ve yerinde eleştirileriyle felsefeyi tartışan adamla aynı kişi olduklarına inanmakta güçlük çekiyorum. Kıç güvertede tıpkı kafese konmuş bir kaplan gibi bir ileri bir geri dolanıyor. Ara sıra özlem dolu bir ifadeyle duraksayarak, gözleriyle buzulları tarayarak iç geçiriyor. Sürekli olarak sessizce mırıldanıyor. Bir keresinde sesli bir şekilde şöyle söylediğini duydum: “Ama zaman çok az, sevgilim. Çok az!” Zavallı adam, onun gibi cesur bir denizciyi ve kendini kanıtlamış bir beyefendiyi bu şekilde görmek, hayal gücünün insan aklına neler yapabileceğini ve gerçek tehlikenin dışarıda değil de insanın kendi kafasının içinde olduğunu düşündürüyor. Kendini böyle bir durumda bulan başka biri olmuş mudur? Aklını yitirmiş bir kaptanla, hayalet gören tayfalar arasında! Bazen gemideki tek aklı başında kişi benmişim gibi hissediyorum. İkinci Makinist hariç tabii. Bu kendi hâlindeki adam Kızıl Deniz’deki tüm şeytanlar karşısına çıksa da, aletlerine dokunmadıkları ve kendisini rahat bıraktıkları sürece onları umursamayacaktır.

Buzlar hâlâ kırılmaya devam ediyor ve görünüşe göre yarın sabah buradan ayrılmamız kesinlikle mümkün olacak. Eve gidip burada yaşadıklarımı anlattığımda, bunları uydurduğumu düşünecekler.

24:00

Bir bardak sert brendi sayesinde şimdi kendimi biraz daha sakin hissediyor olsam da, fazlasıyla sarsılmış durumdayım. El yazımdan anlaşılacağı üzere, henüz kendime gelebilmiş değilim. Yaşadığım bu garip olaydan sonra merak ediyorum; acaba benim kabul edemediğim şeyler gördüklerini söylediklerinde, gemideki herkesi deli olmakla suçlamakta haklı mıydım? Öf! Böylesine basit bir şeyin sinirlerimi germesine izin verdiğim için aptal olmalıyım; ama yine de bütün bu olanların ardından yaşadıklarımın özel bir anlamı olmalı çünkü daha önce alay ettiğim hâlde, şimdi ne Bay Manson’ın hikâyesinden ne de İkinci Kaptan’ın anlattıklarından şüphe edebilirim.

Aslında büyütülecek bir şey değil. Sadece bir ses, o kadar. Bu yazdıklarımı okuyacak olanların, eğer biri okuyacak olursa tabii, şu anda ne hissettiğimi anlamasını ve olayın üzerimdeki etkisini kavramasını bekleyemem. Akşam yemeğinin ardından içeri girmeden önce sessizce pipomu içebilmek için güvertedeydim. Gece çok karanlıktı. Öyle karanlıktı ki filikalardan birinin altında durduğum yerden köprüde duran subayı göremiyordum. Çevremizi saran buzdan denize hâkim korkunç sessizlikten daha önce bahsetmiştim. Dünyanın diğer yerlerinde, bu kadar çorak ve ıssız olsalar bile, havanın hafif bir titreşimini duymak mümkündür. Çok uzaklardaki insanların mırıltılı sesinden, ağaçlardaki yaprakların, kuşların kanatlarının sesinden, hatta yerdeki otların belli belirsiz hışırtısından oluşan bir uğultu. İnsan bu sesi tam olarak algılayamaz, ancak ses ortadan kalktığında onu özleyecektir. Sadece burada, bu kutup denizinde mutlak sessizlik ve hareketsizlik o dehşet verici gerçekliğiyle üzerinize çöker. Kulağınızın herhangi bir fısıltı yakalayabilmek için kendini zorladığını ve gemideki her ses üzerinde hevesle dolandığını fark edersiniz. İşte böyle bir sessizlikte küpeşteye dayanmış pipomu içiyorken, tam aşağıdan, buzun üzerinden o çığlık yükseldi. Keskin ve tüyler ürpertici, gecenin sessizliğini parçalayan, şimdiye kadar hiçbir primadonnanın ulaşmayı başaramadığı bir notadan başlayıp, taşıdığı sonsuz kederin ağırlığı ile giderek yükselen, kayıp bir ruhun son haykırışı gibi. Bu korkunç çığlık hâlâ kulaklarımda yankılanıyor. Dayanılmaz bir keder ve özlem yüklüydü fakat diğer yandan da içinde gizli, vahşi bir sevinç vardı. Çok yakınımdan yükselmiş olmasına rağmen hiçbir şey göremedim, orada uzun süre bekledim fakat çığlık bir daha tekrarlanmadı. Bunun üzerine, hayatımda hiç sarsılmadığım kadar sarsılmış bir şekilde aşağıya indim. Bu sırada Bay Milne saati ayarlamak için yukarı çıkıyordu. “Ee, Doktor? Bunu siz de duydunuz mu? Ah, belki de bir batıl inanç, ha? Şimdi ne düşünüyorsunuz?” Ondan özür dileyerek, en az onun kadar şaşkın olduğumu itiraf ettim. Belki de yarın olaylar çok farklı görünecek. Ama şu anda düşündüklerimin çok azını yazmaya cesaret edebiliyorum. Birkaç gün geçip, üzerimden bu şaşkınlığı silkeledikten sonra yazdıklarımı okuduğumda kendimi bu kadar zayıf olduğum için hor göreceğimden eminim.

18 Eylül

Hâlâ o sesin etkisinde, rahatsız ve uykusuz bir gece geçirdim. Bitkin yüzüne ve kızarmış gözlerine bakılacak olursa, Kaptan da rahat bir gece geçirmiş gibi görünmüyor. Ona dün gece yaşadıklarımı anlatmadım, anlatmamalıyım da. Zaten fazlasıyla huzursuz görünüyor, bir ayağa kalkıp bir oturmasından, yerinde duramayacak kadar gergin olduğunu görebiliyorum.

Bu sabah buzulların arasından geçebileceğimiz bir yol açıldı, buza attığımız demiri geri çekerek, güney batı yönünde on iki mil kadar yol aldık. Ama sonunda en az geride bıraktıklarımız kadar büyük bir buz kütlesi yine ilerleyişimizi durdurdu. Yapabileceğimiz başka bir şey olmadığı için tekrar demir atıp beklemeye başladık. Eğer rüzgâr şiddetini korursa, buzların yirmi dört saat içinde tekrar dağılacağını tahmin ediyorum. Denizde bir ayı balığı sürüsü gördük ve birini avlamayı başardık; üç buçuk metreden daha uzun, devasa bir yaratık. Kutup ayılarına bile kafa tutan, vahşi ve saldırgan hayvanlar bunlar. Neyse ki oldukça hantallar, bu yüzden avlanmaları pek tehlike yaratmıyor.

Kaptan bunun atlattığımız son tehlike olduğunu düşünmüyor olmalı, yoksa gemideki diğer herkes mucizevi bir şekilde oradan kurtulduğumuza ve çok yakında açık denize döneceğimize inanırken, onun karamsar tutumunu sürdürmesini başka şekilde açıklayamıyorum.

Akşam yemeğinden sonra yan yana oturduğumuzda, “Sanırım artık bir sorun kalmadığını düşünüyorsun, Doktor?” diye sordu.

“Umarım,” diye yanıtladım onu.

“Bu kadar emin olmamalıyız. Ama yine de haklısın. Kısa bir süre sonra hepimiz sevdiklerimizin kollarında olacağız, değil mi, evlat? Ama çok emin olmamalıyız. Çok emin olmamalıyız.”

Bir süre sessizce oturdu. “Bak,” diye devam etti sonra, “Burası en sakin anında bile fazlasıyla tehlikeli bir yer. Korkunç, vahşi ve tehlikeli bir yer. Böyle bir yerde adamların aniden kaybolduklarını biliyorum. Bazen sadece ayağının kayması yeterli olur. Sadece ayağın kayar ve kendini bir çatlaktan aşağı düşerken bulursun. Nereye battığını gösteren tek şey, su yüzeyindeki yeşil bir baloncuk olur. Bu çok garip,” diye devam etti sinirli bir kahkahayla. “Bu tehlikeli dünyada geçirdiğim onca yıl boyunca aklıma hiçbir zaman bir vasiyet hazırlamak gelmedi. Geriye bırakılacak çok şeyim olduğu için değil, ama bir adam tehlikeye bu kadar yakınken her şey için hazırlıklı olmalı. Sence de öyle değil mi?”

“Kesinlikle,” diye cevap verdim. Konuyu nereye getireceğini merak ediyordum.

“Her şeyi ayarladığını bilirse, kendini daha rahat hissedecektir,” diye devam etti. “Eğer bundan sonra bana bir şey olacak olursa, senin benim için bunu yapacağını umuyorum. Kamaramda çok az şey var, ama yine de hepsinin satılmasını ve paranın tayfalar arasında paylaştırılmasını istiyorum. Kronometreyi, yolculuğumuzun küçük bir anısı olarak senin almanı istiyorum. Elbette bu sadece bir varsayım ancak yine de fırsat bulmuşken bunu seninle konuşmak istedim. Gerektiğinde sana güvenebileceğimi sanıyorum?”

“Bundan emin olabilirsiniz,” dedim. “Konuyu açtığınıza göre, o hâlde ben de…”

“Sen?” diye araya girdi, “Senin bir şeyin yok! Aklından nasıl bir saçmalık geçiyor, ha? Daha hayatına yeni başlamış senin gibi genç bir adamın ölümden bahsetmek için nasıl bir sebebi olabilir ki?! Hemen güverteye çıkıp biraz temiz hava al ve bu saçmalıkları da aklından çıkar!”

Aramızdaki bu konuşmayı ne kadar çok düşünürsem, bana verdiği rahatsızlık o kadar artıyor. Tam da tehlikeyi atlattığımız bir zamanda neden böyle bir konuyu açmış olabilir ki? Buna neden olan şey deliliği olmalı. Acaba intiharı mı düşünüyor? Bir keresinde insanın kendi kendini öldürmesinin ne kadar iğrenç bir şey olduğu konusunda büyük bir ciddiyetle konuştuğunu hatırlıyorum. Yine de gözümü üzerinden ayırmamam gerektiğini hissediyorum, kamarasına giremeyecek olsam da en azından o dışarıda olduğu sürece yakınında olmaya çalışmalıyım.

Bay Milne korkularımı yatıştırarak bunun sadece, “Kaptan’ın tarzı” olduğunu söylüyor. Olaya benden çok daha aydınlık bir tarafından bakıyor. Ona göre, yarından sonraki gün buzdan tamamen kurtulup, bir sonraki gün Jan Meyen’den geçeceğiz ve bir haftadan biraz fazla bir süre sonra da tekrar Shetland’ı görüyor olacağız. Onun bakış açısı, Kaptan’ın karamsar önlemlerine karşı dengeyi sağlıyor, sonuçta yaşlı ve tecrübeli bir denizci, ayrıca konuşmadan önce söyleyeceklerini iyi tartıyor.

***

Uzun zamandır beklediğim felaket gerçekleşti. Bu konuda ne yazacağımı bilemiyorum.

Kaptan gitti. Bize tekrar dönebilir ancak bundan şüpheliyim. Bundan gerçekten şüpheliyim. Saat, 19 Eylül sabahının yedisi. Bütün geceyi bir grup denizciyle geminin önünde uzanan buzulları ondan bir iz bulma umuduyla araştırarak geçirdim, fakat boşuna… Kaptan’ın kayboluşuna ilişkin bazı şeyleri buraya yazmalıyım. Eğer bu satırları biri okuyacak olursa, bu yazdıklarımı varsayımlara ya da başkalarından duyduğum hikâyelere dayanarak değil; bizzat benim, iyi eğitim almış, aklı başında bir adamın, gördüklerime dayanarak yazdığımı hatırlamasını isterim. Bazı sonuçlara kendim varmış olsam da, gördüklerim tamamen gerçekti.

Daha önce yazdığım konuşmamızın ardından Kaptan ruh hâlini korumaya devam etti. Sinirli ve sabırsızdı, kendine özgü hareketlerle kollarını ve bacaklarını sebepsiz şekilde sallayıp duruyordu. On beş dakika içinde yedi kez ana güverteye çıkıp, hızlı adımlarla birkaç tur atıp tekrar aşağı indi. Her seferinde onun peşinden gittim çünkü yüzünde endişelerimi haklı çıkaran bir ifade vardı. Benim bu endişemi fark ettiğinde, en ufak şakaya bile kahkahalarla gülerek ve abartılı neşe gösterileriyle beni rahatlatmaya çalıştı.

Akşam yemeğinden sonra bir kez daha kıç güvertesine çıktı. Ben de onunlaydım. Seren direklerinin arasından esen melankolik rüzgârın dışında, gece karanlık ve sessizdi. Kuzeybatıdan gelen kara bir bulut, parçalı kollarını ayın arasıra görünen parlak yüzüne doğru uzatmıştı. Kaptan bir aşağı bir yukarı sabırsızca dolaşırken birden benim onu izlediğimi fark ederek yanıma geldi ve aşağıda olmamın benim için daha iyi olacağını söyledi. Bu da yanında kalmam gerektiği konusundaki kararımı daha da güçlendirdi.

Sanırım beni uyardıktan sonra oradaki varlığımı tamamen unuttu ve parmaklıklara dayanarak yarısı karanlıkta kalan, diğer yarısı ise ay ışığında ışıldayan uçsuz bucaksız buzdan çölü izlemeye daldı. Birkaç kez saatine baktığını gördüm ve bir keresinde de kısa bir cümle mırıldandı. Söylediklerinden tek bir kelimeyi duyabildim: “Hazır”. Onun karanlıkta belli belirsiz görebildiğim uzun silüetine bakarken, biriyle buluşmayı bekleyen bir adam gördüğüm düşüncesi ürpertici bir şekilde içimi doldurdu. Kiminle buluşacaktı? Parçaları bir araya getirdikçe korkunç bir düşünce ortaya çıkıyordu, fakat ben bu sonucu kabul etmeye kesinlikle hazır değildim.

Duruşu aniden değişince bir şey gördüğünü sandım. Hemen yanına yaklaştım. Geminin önünde uzanan ince bir sis tabakasına soru soran gözlerle bakıyordu. Işık üzerine düştüğünde sislerin arasında belirsiz bir şekil göründü. Ay ince bir bulut tarafından örtülmüştü, tıpkı bir anemonun ince zarı gibi.

“Geliyorum, sevgilim, geliyorum,” diye fısıldadı Kaptan. Sesi şefkat ve sevgi doluydu, tıpkı uzun zamandır beklenen bir kavuşma anında sevgilinin kulağına fısıldanacak o tatlı sözler gibi.

Bundan sonra olanlar o kadar aniydi ki müdahale edemedim.

Küpeştenin önüne doğru hızla fırladı, oradan da buzun üzerine; sisin içindeki o soluk, gizemli şeklin hemen hemen yanına kadar koştu. Kollarını onu kucaklayacakmış gibi öne uzattı ve kolları bu şekilde öne uzanmış şekilde, sevgi sözcükleri eşliğinde karanlığın içine doğru koşarak kayboldu. Orada öylece kalakaldım, sessiz ve hareketsiz. Sesi artık duyulamayacak kadar uzaklaşana dek, gözlerimi giderek belirsizleşen görüntüsünden ayırmadan orada bekledim. Onu bir daha göreceğimi düşünmüyordum ki tam o anda ay bulutların ardından sıyrıldı ve gökyüzünden parlak ışıklarıyla buzu aydınlattı. İşte o zaman, donmuş düzlük boyunca inanılmaz bir hızla ilerleyen karaltısını tekrar gördüm. Onu son görüşüm buydu; belki de öyle kalacak. Onu aramak için hemen bir ekip hazırlandı, ben de aralarındaydım. Ama adamlar bu konuda pek istekli değildi, bu yüzden hiçbir iz bulamadan geri döndük. Yeni bir ekip birkaç saat içinde toplanacak. Bu satırları yazarken, yaşananların kötü bir kâbus olmadığına kendimi zorlukla inandırabiliyorum.

19:30

Kaptan’ı aramak için çıktığımız ikinci seferden de elimiz boş ve yorgunluktan bitkin hâlde geri döndük. Yüzey boyunca en az yirmi millik bir alanı taramış olmamıza rağmen devasa buzulun sonu gelecekmiş gibi görünmüyordu. Gece öyle dondurucu olmuştu ki, buzun yüzeyi tamamen donmuş ve katılaşarak granit gibi sertleşmişti. Oysa karda bize yol gösterebilecek ayak izleri bulabilirdik. Mürettebat, bir an önce güneye doğru yola çıkmamız konusunda sabırsızlanıyor. Gece esen rüzgâr sayesinde buzlar arasında yolumuz açıldı ve artık ufukta denizi görebiliyoruz. Hepsi Kaptan Craigie’nin öldüğünü ve kaçma şansımız varken hayatımızı bir hiç uğruna riske attığımızı düşünüyor. Bay Milne ve ben, onları yarın akşama kadar kalmak için güçlükle ikna edebildik, fakat her ne şartla olursa olsun, bundan daha fazla kalmayacağımıza da söz verdik. Bu yüzden, birkaç saatlik dinlenmenin ardından son bir arama yapmayı kararlaştırdık.

20 Eylül akşamı

Bu sabah bir grup adamla buzulun güneyini boydan boya geçtik, Bay Milne ve ekibi de aramalarını kuzey yönünde yaptılar. On ya da on iki mil boyunca, başımızın üzerinde defalarca uçan ve uçuş yüksekliğinden bir şahin olduğunu tahmin ettiğim bir kuş hariç, tek bir canlı izine rastlamadan ilerledik. Buz kütlesinin güney ucu, denizin içine doğru giderek inceliyordu. Bu incelmenin başladığı yere geldiğimizde adamlar durdular, ancak ben en sonuna kadar gitmekte, böylece hiçbir ihtimali atlamadığımızdan emin olmakta ısrar ettim.

Yüz metre kadar ilerlemiştik ki Peterheadli M’Donald ileride bir şey gördüğünü söyleyerek koşmaya başladı. Hepimiz bahsettiği şeyi görebiliyorduk ve biz de peşinden koştuk. Başta buzun üzerinde siyah bir karaltıydı fakat yakınlaştıkça bir adamın şeklini almaya başladı ve en sonunda da aradığımız adama dönüştü. Buzun üzerinde yüzüstü yatıyordu. Pek çok buz kristali ve kar tutamı koyu renkli denizci ceketinin üzerini örtmüştü. Biz yaklaştığımızda hafif bir esinti bu kar tanelerini yakalayarak havalandırdı ve etrafa savurdu, tam bir kısmı tekrar aşağı çökerken esinti onları tekrar havalandırdı ve dönerek denize doğru uzaklaştılar. Bana göre, bu sadece rüzgârda uçuşan kardan ibaretti ama adamların çoğu, başta bir kadın şekli gördüklerini ve bu şeklin eğilip Kaptan’ı öptükten sonra denize doğru hızla uzaklaştığını iddia ettiler. Ne kadar saçma görünse de, hiç kimsenin fikrini küçümsememeyi öğrendim artık.

Kaptan Nicholas Craigie’nin mutlu bir şekilde öldüğü açıktı; donmuş yüzünde geniş bir gülümseme vardı ve kolları hâlâ onu ölümün ötesindeki o karanlık dünyaya çağıran ziyaretçisini kollarında sımsıkı tutuyormuş gibi gergindi.

Aynı gün öğleden sonra onu geminin sancağına sarılı olarak denize bıraktık. Cenaze töreninde konuşmayı ben yaptım ve onun nazik kalbine çok şey borçlu olan adamları, sert denizciler olmalarına rağmen çocuklar gibi ağlayarak, Kaptan’ın hayatı boyunca kendine özgü yöntemlerle etrafına saçtığı sevgisinin karşılığını gösterdiler. Töreni boş, kasvetli bir şapırtı ile bitirdik; o aşağı doğru bizden uzaklaşırken, onu izledim. Denizin derinliklerinde ufak beyaz bir şekil olana ve sonra da karanlıkta tamamen kaybolana kadar… Denizin ölülerini özgür bırakacağı ve NicholasCraigie’nin buzların arasından yüzünde bir gülümsemeyle ve kolları sıcak bir karşılamaya hazırlanır gibi uzanmış şekilde çıkacağı güne dek, orada derinliklerde, sırları, kederi ve tüm diğer gizemleri kalbine gömülü olarak yatacak. Diğer hayatta bu hayatında olduğundan çok daha mutlu olabilmesi için dua ediyorum.

Günlüğüme devam etmeyeceğim. Eve giden yol önümüzde açık bir şekilde uzanıyor ve bizi hapseden buzullar çok yakında sadece birer hatıraya dönüşecekler. Son yaşadığım olayların şokunu üzerimden atabilmek için biraz zamana ihtiyacım var. Bu günlüğe başladığımda, günlüğü bu şekilde bitirmek zorunda kalacağımı hiç düşünmemiştim. Boş kamarada oturmuş bu satırları yazarken, hâlâ onun güvertede hızlı hızlı dolanan ayak seslerini duyduğumu hayal ediyorum. Bu gece bana verdiği görevi yerine getirmek için onun kamarasına girdim. Her şey bir önceki seferde gördüğüm gibiydi; sadece daha önce tarif ettiğim, yatağının başucuna asılı olan resim, sanırım bir bıçak yardımıyla çerçevesinden sökülüp alınmıştı. Yaşadığım tuhaf olaylar zincirinin bu son halkası ile Kutup Yıldızı’ndaki yolculuğumu anlatan bu günlüğü bitiriyorum.

(Dr. John M’Alister Ray Sr.’ın notu: Oğlumun Kutup Yıldızı’nın Kaptanı’nın tuhaf ölümüyle ilgili günlüğünde anlattıklarını okudum. Olayların tam olarak onun anlattığı şekilde geliştiğinden kesinlikle eminim çünkü onun son derece sağlam sinirleri olan ve hayal gücünden yoksun, dürüstlüğe çok önem veren bir adam olduğunu biliyorum. Yine de hikâye öyle olağandışı ve belirsiz ki, bunların yayınlanması konusunda uzun süre kararsız kaldım. Ancak geçtiğimiz birkaç günde bu günlükte anlatılanlardan bağımsız olarak tanıklık ettiklerim, olaya bambaşka bir boyut kazandırdı. İngiliz Tıp Birliği’nin bir toplantısına katılmak için gittiğim Edinburgh’ta, şimdi Saltash, Devonshire’da görev yapan eski bir meslektaşım olan Dr. P… ile karşılaştım. Oğlumun yaşadıklarını ona anlattığımda, bana adamı tanıdığını söyledi ve onu oğlumun anlattıklarıyla neredeyse aynı, sadece daha genç bir adam olarak tarif etti. Söylediğine göre bu adam Cornish kıyısında yaşayan, eşsiz güzellikte genç bir kızla nişanlıydı. Ancak yolculuklarından biri sırasında sevgili nişanlısı korkunç bir şekilde hayatını kaybetmişti.)

***

Tüm diğer yazarlar gibi, Doyle da hikâyelerinde kendi deneyimlerinden yararlanır. İlk deniz macerası, birkaç ay boyunca geminin cerrahı olarak görev yaptığı balina avcısı The Hope ile yaptığı yolculuktan esinlenilmişti. Kutup Yıldızı buzullar arasında sıkışıp kaldıktan sonra, gemide görev yapmakta olan genç tıp öğrencisi John M’Alister Ray, kaptanları Nicholas Craigie’nin uzun zaman önce kaybettiği büyük aşkının kılığına bürünmüş bir hayalet tarafından gemiden nasıl uzaklaştırıldığını anlatır. Mürettebat, kaptanı kurtarmaya çalışır ancak ona ulaşamadan çok önce donarak hayatını kaybeder. Vampirlerin hepsi kan içmezler. Pek çoğu insanın yaşaması için gereken diğer şeylerle beslenirler. Craigie’in ölümüne neden olan bir hayalet olabileceği gibi, batılı örneklerinin aksine insanın vücut sıcaklığını emen bir Eskimo Vampir de olabilir. (Her iki durumda da John M’Alister Ray, Dr.John H. Watson’ın ilk kez vücut bulmuş hâli olarak yorumlanabilir.)

Doyle, 1890’da yayınladığı ilk derlemesine bu hikâyenin adını vermiştir: “Kutup Yıldızı”nın Kaptanı’.