Kitabı oku: «Vampir Öyküleri», sayfa 4
JOHN BARRINGTON COWLES
BÖLÜM BİR
Zavallı arkadaşım John Barrington Cowles’ın ölümünü doğaüstü bazı olaylara yüklemek kabalık gibi görünebilir. Böyle bir sonuca varmadan önce güçlü kanıtların ortaya konması gerektiğinin de farkındayım.
Bu yüzden, böylesine üzücü bir sonuca neden olan tüm olayları mümkün olduğunca açık ve kesin bir şekilde açıklamaya çalışacağım ve kararı okuyucuya bırakacağım. Belki benim için hâlâ karanlıkta olan bazı noktalara ışık tutacak birileri çıkabilir.
Barrington Cowles’la tıp dersleri almak için gittiğim Edinburgh Üniversitesi’nde tanıştım. Northumberland Sokağı’ndaki ev sahibem, çocukları olmayan dul bir kadındı ve geçimini oldukça büyük olan evinin bazı odalarını öğrencilere kiralayarak sağlıyordu.
Barrington Cowles da aynı evde, benim bulunduğum katta bir oda kiralamıştı ve yemek yediğimiz küçük oturma odasını onunla paylaşıyorduk. Böylece, onunla öldüğü güne dek gölgelenmeden devam edecek sıkı bir arkadaşlık kurduk.
Cowles’ın babası muhafız alayı albayıydı ve yıllarca Hindistan’da görev yapmıştı. Oğluna dolgun bir harçlık vermesinin haricinde nadiren bir ebeveynin ilgisini ve şefkatini gösteriyordu; arasıra kısa mektuplar yazması hariç.
Kendisi de Hindistan’da doğmuş olan arkadaşım bu ilgisizlik yüzünden fazlasıyla incinmiş durumdaydı, annesini de kaybettiği için bu boşluğu dolduracak başka kimsesi de yoktu. Bu yüzden, bütün ilgisini benim üzerimde yoğunlaştırdı ve erkekler arasında sık rastlanmayan bir şekilde bana bağlandı. Hatta çok daha güçlü ve derin bir tutkuyla dolduğunda bile aramızdaki bu bağın etkilenmesine izin vermedi. Cowles uzun boylu, ince yapılı, esmer tenliydi ve koyu renkli gözlerinde duyarlı bir bakış vardı. Bir kadının dikkatini onun kadar çok çekecek pek fazla adam tanımadım. İfadesi genelde dalgın, hatta cansız olmasına rağmen, ilgisini çekecek bir konu açılacak olursa, birdenbire heyecanlanıyor ve hareketleri canlanıyordu. Böyle anlarda yüzü renkleniyor, gözleri parıldamaya başlıyordu. Bir şeyler anlatırken kendisini dinleyenleri de beraberinde sürükleyebilecek kadar iyi bir konuşmacıydı.
Doğuştan sahip olduğu tüm bu avantajlara rağmen, oldukça yalnız bir hayatı vardı, kadınlardan özellikle uzak duruyor ve tüm zamanını okumaya veriyordu. Kendi senesinin en başarılı isimlerinden biri olarak, anatomide üst düzey başarı ve fizikte Neil Arnott Ödülleri’ni almıştı.
O kızı ilk gördüğümüz anı öyle iyi hatırlıyorum ki! Tekrar tekrar o günü düşünüp, onu ilk gördüğümde bende uyandırdığı tam etkiyi bulmaya çalışıyorum. Onu tanıdıktan sonra bütün fikirlerim değişti, bu yüzden tarafsız olarak içgüdülerimin onun hakkında ne söylediğini merak ediyorum. Ancak daha sonradan içimde uyanan önyargıları göz ardı etmek oldukça güç.
1879 baharında İskoç Kraliyet Akademisi’nin açılışıydı. Zavallı arkadaşım sanata aşırı derecede düşkündü, güzel bir nota veya tuvaller üzerindeki nazik fırça darbeleri ona büyük bir zevk veriyordu. Resim sergisini dolaşmak için açılışa gitmiştik ve büyük salonda ayakta duruyorduk; tam bu sırada, odanın diğer ucunda duran son derece güzel bir kadını fark ettim. Bütün hayatım boyunca bu kadar etkileyici bir güzellik görmemiştim. Yunan heykellerinin güzelliğine sahipti; geniş bir alın ve mermer kadar pürüzsüz bir ten, yüzünü çevreleyen ipeksi bukleler, düzgün, zarif bir burun, ince ve belirgin dudaklar, yuvarlak ve yumuşak hatlı, buna rağmen güçlü bir karaktere işaret eden ince bir çene. Ve o gözler. O muhteşem gözler! Değişken ifadeleri hakkında biraz olsun fikir verebilecek olsaydım keşke. Bazen çelik gibi sert, ama aynı zamanda kadınsı bir şefkatle parıldayan, hükmetme gücüyle dolu, ancak bu yoğun gücün birdenbire kadınsı bir zayıflığın içinde eriyip kaybolduğu o muhteşem gözler. Ama bunları daha sonra öğrenecektim.
Genç bayanın yanında uzun boylu, sarışın biri vardı. Onun bir hukuk öğrencisi olduğunu hatırladım, kendisiyle uzaktan bir tanışıklığımız vardı. Archibald Reeves -adı buydu- dikkat çekici, yakışıklı bir adamdı ve bildiğim kadarıyla üniversitedeki her türlü çılgınlığın elebaşı sayılırdı. Onun hakkında son zamanlarda pek fazla şey duymamıştım, tek bildiğim nişanlandığı ve evlenmek üzere olduğuydu. O hâlde, diye düşündüm, yanındaki nişanlısı olmalıydı. Salonun ortasındaki kadife kanepeye oturarak, kataloğumun arkasından gizlice genç çifti izledim.
Ona baktıkça güzelliği beni daha da fazla etkiledi. Boyu biraz kısa olmasına rağmen, güzelliği ve duruşu öylesine kusursuzdu ki onun ortalamadan daha kısa olduğunu düşünmek için ancak başka biriyle kıyaslamanız gerekiyordu. Ben onları izlerken, Reeves başka birilerinin yanına çağrıldı ve nişanlısı yalnız kaldı. Kız, sırtını resimlere dönerek zaman geçirmek için etrafı izlemeye başladı, bu sırada onun güzelliğinden ve zarafetinden etkilenmiş bir düzine meraklı gözün kendisini izlediğini de görmezden geliyordu. Bir eli resimlerin önüne gerilmiş kırmızı ipek kordonda, kendinden emin bir ifadeyle çevresindeki yüzleri tek tek inceliyor, fakat sanki baktıkları duvarlardaki cansız tablolarmış gibi hiçbirine dikkat etmiyordu. Aniden bakışları bir yerde odaklandı ve yoğunlaştı. Böylesine güçlü bir şekilde dikkatini çeken şeyi merak ederek bakışlarını izledim.
John Barrington Cowles asalet ve gökyüzüne dair -sanırım Noel Paton’un bir tablosuydu- bir tablonun önünde duruyordu. Onu daha önce hiç bu kadar etkileyici görmemiştim. Daha önce yakışıklı biri olduğunu söylemiştim, ancak o anda olağanüstü görünüyordu. O anda nerede olduğunu unuttuğu ve kendini tamamen incelediği resmin güzelliğine kaptırdığı belliydi. Gözleri ışıldıyordu ve esmer yanakları hafifçe pembeleşmişti. Kız büyük bir dikkatle ona bakmayı sürdürdü. Ta ki arkadaşım daldığı düşüncelerden uyanıp aniden başını çevirene dek, böylece bakışları karşılaştı. Kız hemen bakışlarını çevirdi ama Barrington bir süre daha ona bakmayı sürdürdü. Tabloyu unutmuştu bile ve ruhu bir kez daha yere inmişti.
Gece boyunca birkaç kez daha onu gördük ve arkadaşımın gözlerinin özellikle onu aradığını fark ettim. Ancak oradan ayrılıp Princess Sokağı boyunca kol kola yürümeye başlayana dek; kız hakkında hiçbir yorum yapmadı.
“Siyah elbiseli, beyaz kürklü o güzel kadını sen de fark ettin mi?”
“Evet, fark ettim.”
“Onu tanıyor musun?” diye sordu merakla. “Kim olduğu hakkında bir fikrin var mı?”
“Onu şahsen tanımıyorum ama onun hakkında her şeyi öğrenebileceğimi sanıyorum,” dedim. “Nişanlısı Archie Reeves ile pek çok ortak arkadaşımız var.”
“Nişanlısı!” diye haykırdı Cowles.
“Ne oldu, dostum,” diye güldüm. “Daha önce bir kez bile konuşmadığın bu kızın nişanlı olmasına üzülecek kadar duyarlı olduğunu söyleme sakın bana!”
Kendini zorlayarak o da güldü; “Şey… Tam olarak üzdüğü söylenemez. Ama itiraf etmeliyim ki hayatımda hiç kimse beni bu kadar çok etkilemedi. Sadece yüzünün güzelliği değil -kaldı ki bu da başlı başına yeterli bir sebep aslında- aynı zamanda bu yüzün karakteri ve taşıdığı zekâ pırıltıları da. Umarım, eğer gerçekten nişanlıysa, onu hak edecek biriyle nişanlıdır.
“Bu kadar içten konuştuğuna bakılacak olursa,” diye belirttim, “Bu ilk görüşte aşk olmalı, Jack. Eğer seni rahatlatacaksa, onu tanıyan biriyle karşılaştığımda senin için birkaç soru sorabilirim.”
Barrington Cowles bana teşekkür etti ve sonra sohbetimiz başka konularda devam etti. Sonraki birkaç gün boyunca ikimiz de bu konudan bahsetmedik, ama arkadaşım her zamankinden biraz daha dalgın ve düşünceli görünüyordu. Bir gün üniversitenin merdivenlerinde ikinci dereceden kuzenim, genç Brodie’ye rastladığımda olayı neredeyse unutmuştum. Brodie’nin yüzünde yeni haberler getirdiğine dair bir ifade vardı.
“Reeves’i tanıyorsun, değil mi?” diye başladı söze.
“Evet. Ne olmuş ona?”
“Nişanı iptal edilmiş!”
“İptal mi?” diye haykırdım. “Daha geçen gün nişanlandığını duymuştum.”
“Oh, evet, ama şimdi tamamen bitti. Bana kardeşi söyledi. Eğer kendisi bundan vazgeçtiyse, gerçekten de iki yüzlülük etmiş çünkü nişanlısı çok tatlı bir kızdı.”
“Onu görmüştüm,” dedim. “Ama adını bilmiyorum.”
“Adı Bayan Northcott. Yaşlı teyzesiyle beraber Abercrombie’de oturuyor. Kimse, akrabalarının kim olduğu ya da nereden geldiği hakkında bir şey bilmiyor. Ama dünyadaki en talihsiz kız olduğu kesin, zavallı şey.”
“Neden?”
“Şey, bu onun ikinci nişanı,” diye anlatmaya başladı Brodie. Herkes hakkında her şeyi bilmekle övünürdü. “Daha önce Prescottile, ölen William Prescott ile nişanlıydı. Çok üzücü bir hikâye! Düğün tarihi bile belirlenmişti ve birden ölüm haberi gelince bu tam bir şok yarattı.”
“Şok mu?” diye sordum, olayı biraz hatırlar gibi olmuştum.
“Evet, Prescott’ın ölümü. Bir gece, Abercrombie’ye onları ziyarete gelmiş ve geç saatlere kadar kalmış. Kimse tam olarak ne zaman oradan ayrıldığını bilmiyor, ancak gece saat bir gibi, onu tanıyan bir arkadaşı hızla Queen’s Parkı’na doğru giderken görmüş kendisini. Ona selam vermiş fakat Prescott onu görmezlikten gelerek yoluna devam etmiş. Son kez, canlı olarak o zaman görülmüş. Bundan üç gün sonra, cesedi St. Anthony Kilisesi’nin aşağısındaki St. Margaret Gölü’nde yüzerken bulunmuş. Kimse tam olarak neler olduğunu bilmese de, son karar geçici delilik olduğu yönündeydi.”
“Çok garip,” diye fikrimi belirttim.
“Evet, üstelik zavallı kız için de son derece korkunç,” dedi Brodie.“Şimdi de bu. Kız gerçekten yıkılmış olmalı. Oysa ne kadar nazik ve duyarlı biri…”
“Onu tanıyorsun, o hâlde?” diye sordum.
“Oh, evet, tanıyorum. Onunla birkaç kez karşılaştım. Seni de onunla tanıştırabilirim.”
“Şey, bu kendim için istediğim bir şey değil. Daha çok bir arkadaşım adına. Ama bu olayın ardından hemen dışarı çıkacağını sanmıyorum. Bir süre sonra teklifini memnuniyetle kabul edebilirim.”
El sıkıştık ve bundan sonra uzunca bir süre konu hakkında düşünmedim.
***
Bayan Northcott ile ilgili anlatacağım bir sonraki olay pek hoş olmamasına rağmen, onunla ilgili her şeyi açıkça ortaya koymak için bunu yapmak zorundayım. Bu anlatacaklarım ileride yaşanacaklara ışık tutacağı için, mümkün olduğunca açık ve ayrıntılı olmaya çalışacağım. Kuzenimle yaptığımız bu konuşmadan birkaç ay sonra, soğuk bir gecede, katıldığım bir toplantıdan eve dönerken, şehrin en ücra sokaklarından birinden geçiyordum. Saat oldukça geç olmuştu ve ben meyhanelerden birinin kapısı önünde toplanmış birkaç ayyaşın arasından geçmeye çalışıyordum. Bu arada biri aralarından fırlayarak önüme çıktı ve sarhoş bakışlarla elini bana uzattı. Gaz lambasının ışığında yüzü tamamen aydınlandığında, büyük bir şaşkınlıkla karşımda duran bu adamın, bir zamanlar okulun en şık giyinen ve en popüler gençlerinden biri olan Archibald Reeves olduğunu fark ettim. Hayrete düşmüş olsam da, bu yüzü tanımamak mümkün değildi. Şimdi alkolün etkisiyle şişmiş olsa da, hâlâ eski etkileyici hatları görmek mümkündü. Sadece bir geceliğine de olsa onu kurtarmaya karar verdim.
“Merhaba, Reeves!” dedim. “Hadi benimle gel, sizin tarafa doğru gidiyorum.”
Durumuyla ilgili tutarsız bir şeyler mırıldanarak benden özür diledi ve koluma girdi. Beraber kaldığı yere doğru yürürken durumunun sadece bir gecelik sarhoşluktan ibaret olmadığını fark ettim. Uzun süredir devam eden bu aşırılık hem sinirlerini hem de aklını etkilemeye başlamıştı. Elleri kuru ve sıcaktı ve kaldırıma düşen her gölgeden irkilerek korkar olmuştu. Konuşurken kendi kendine sayıklıyordu, bu sayıklamalar bir sarhoşunkinden çok, aklını yitirmek üzere olan bir adamın anlamsız sayıklamalarıydı.
Onu evine götürdüğümde giysilerinin bir kısmını çıkarmasına yardım ettim ve onu yatağına yatırdım. Nabzı oldukça hızlı atıyordu ve ateşi çıkmış gibiydi. Kendinden geçmiş görünüyordu; bu yüzden odadan çıkıp ev sahibesiyle konuşmaya, ona göz kulak olmasını istemeye karar verdim. Aniden doğrularak, beni kolumdan yakaladı.
“Gitme,” diye sızlandı. “Burada olduğun zaman kendimi güvende hissediyorum. Sen buradayken O’ndan korkmuyorum.”
“O’ndan mı?” dedim. “Kimden?”
“O kadından! O’ndan!” diye huysuzca yanıtladı beni. “Ah, O’nu tanımıyorsun. Şeytanın ta kendisi o. Güzel. Çok güzel!
Ama bir şeytan!”
“Ateşin var ve kendinde değilsin. Biraz uyumayı dene. Uyandığında daha iyi hissedeceksin.”
“Uyumak?” diye homurdandı. “Karanlıkta yatağımın ucunda oturduğunu ve o muhteşem gözlerle sürekli beni izlediğini gördüğüm hâlde nasıl uyuyabilirim? Sana söylüyorum, içimdeki tüm erkekliği ve gücü benden çekip alıyor. Bu yüzden içiyorum. Tanrı yardımcım olsun. Şimdi de yarı sarhoşum!”
“Sadece çok hastasın,” dedim şakaklarını biraz sirkeyle ovarak. “Bu yüzden sanrılar görüyorsun. Söylediklerinin farkında değilsin.”
“Evet, farkındayım,” diye sertçe yanıtladı bana bakarak. “Ne söylediğimin farkındayım. Bunu başıma ben sardım. Bu benim tercihimdi. Ama aksini kabul edemedim. Ah, Tanrı’m, bunu yapamadım. Ona olan sadakatimi devam ettiremedim. Bir adamın yapabileceğinden çok fazla bu!”
Yatağının bir yanında, alevler içindeki elini avuçlarımın arasında tutarak oturdum ve söylediklerini düşündüm. Bir süre sessizce yattı, sonra gözlerini bana doğru çevirerek ağlamaklı bir sesle, “Neden beni daha önce uyarmadı?” diye fısıldadı. “Neden ben onu sevmeyi öğrenene kadar bekledi?”
Bu cümleyi birkaç kez tekrarladı, bir yandan da ateşler içindeki başını sağa sola sallıyordu. Sonunda yorgun düşerek rahatsız bir uykuya daldı. Odadan çıktım ve ona iyi bakılacağından emin olduktan sonra oradan ayrıldım. Ancak izleyen günler boyunca sözleri kulaklarımda yankılanıp durdu ve bundan sonra yaşanacaklar düşünüldüğünde, bu sözler daha da derin bir anlam kazandı.
Arkadaşım Barrington Cowles yaz tatili için uzaktaydı ve birkaç ay boyunca ondan haber alamadım. Ancak kış ayları yaklaştığında, ondan Northumberland Sokağı’ndaki eski odamızı tekrar kiralamamı ve hangi trenle geleceğini bildiren bir telgraf aldım. Onu karşılamaya gittiğimde arkadaşımı son derece sağlıklı ve keyifli görmek beni memnun etti.
“Bu arada,” dedi aniden, şömine başında oturmuş yaz tatilinde neler yaptığımızdan bahsederken. “Beni hâlâ tebrik etmedin!”
“Hangi konuda, dostum?” diye sordum.
“Ne! Yani nişanlandığımı duymadığını mı söylüyorsun?”
“Nişan mı? Hayır!” dedim şaşkınlıkla. “Ama bunu duyduğuma çok sevindim, seni tüm kalbimle tebrik ediyorum.”
“Bunu nasıl duymadığını merak ediyorum,” dedi. “Çok ilginç bir tesadüf aslında! Akademinin açılışında çok beğendiğimiz o kızı hatırlıyor musun?”
“Ne!” diye haykırdım. Kalbimde aniden büyük bir endişe belirmeye başladı. “Bana O’nunla nişanlandığını mı söylüyorsun?”
“Şaşıracağını düşünmüştüm,” dedi. “Peterhead, Aberdeenshire’da yaşlı teyzemin yanında kaldığım sırada Northcottlar da ziyaret için oradaydılar. Ortak tanıdıklarımız olduğu için de kısa süre sonra tanıştık. İlk önce nişanlı oluşu hakkındaki endişelerimin boşuna olduğunu öğrendim. Sonrasında ise, eh, Peterhead gibi bir yerde onun gibi bir kızla birlikte olduğunda sonrasında neler olabileceğini benim anlatmama gerek yok sanırım. En önemlisi,” diye ekledi, “Aptalca ve sabırsızca bir şey yaptığımı düşünüyordum. Ama bir an bile yaptıklarımdan pişman olmadım. Kate’i tanıdıkça ona daha çok hayran oluyorum ve onu daha çok seviyorum. Yine önce onunla tanışman gerek, böylece onun hakkında kendin karar verebilirsin.”
Mümkün olduğu kadar sevinmiş görünerek buna çok memnun olacağımı söyledim, ancak içten içe büyük bir endişe hissediyordum. Reeves’in sözleri ve genç Prescott’ın talihsiz kaderini hatırladıkça, bunun için elimde belli bir kanıt olmasa bile, o kadına karşı derin bir güvensizlik ve korku beni ele geçirdi. Belki de bu aptalca bir ön yargıydı ya da boş bir batıl inanç. Hatta belki benim çılgın teorilerime uyması için, istemeyerek de olsa, onun söylediklerini ve yaptıklarını biraz çarpıtmış olabilirim. En azından anlattıklarımı açıklamak için bazılarının iddiaları buydu. Eğer birazdan anlatacağım gerçeklere rağmen bu düşüncelerini devam ettirebiliyorlarsa, o hâlde böyle düşünmeye devam edebilirler.
Birkaç gün sonra arkadaşımla beraber Miss Northcott’ı görmeye gittik. Abercrombie’den aşağı doğru yürürken acı içinde bir köpek havlaması duyduğumuzu hatırlıyorum; sonunda sesin gitmekte olduğumuz evden geldiği ortaya çıktı. Bizi üst kata aldılar ve burada Bayan Northcott’un teyzesi Bayan Merton ve genç hanımefendinin kendisiyle tanıştırıldım. Her zamanki gibi güzel görünüyordu ve ona bakınca arkadaşımın bu kadına neden âşık olduğunu anlayabiliyordum. Yüzü her zamankinden biraz daha pembeleşmişti ve elinde biraz önce acı inlemelerini işittiğimiz küçük bir İskoç Teriyeri’ni cezalandırmak için kullandığı kalın bir köpek kamçısı tutuyordu. Zavallı hayvan duvarın kenarına sinmiş acıyla inliyordu, belli ki iyice korkmuştu.
“Ee, Kate,” dedi arkadaşım yerlerimize oturduktan sonra, “Yine Carlo ile mi uğraşıyorsun?”
“Bu sefer sadece küçük bir uyarı,” diyerek etkileyici bir şekilde gülümsedi. “Yaşlı ve iyi bir dost o, ama ara sıra yaptıklarının düzeltilmesi gerekiyor.”
Sonra bana dönerek, “Bu hepimiz için geçerli, Bay Armitage, öyle değil mi? Hayatlarımızın sonunda alacağımız bir ceza yerine, kötü bir şey yaptığımızda, tıpkı köpeklerde olduğu gibi, biz de hemen anında cezalandırılsak, bu daha iyi olmaz mıydı? Bu, bizi daha dikkatli yapmaz mıydı?”
Ona katıldığımı söyledim.
“Bir adamın yanlış bir şey yaptığında dev bir el tarafından yakalanıp kendinden geçinceye dek kırbaçlandığını düşünürsek…” Konuşurken bir yandan da beyaz parmaklarını doladığı kırbacı vahşi bir şekilde sıkıyordu. “Bu, onu iyi tarafta tutmak için üstün ahlak teorilerinden çok daha etkili bir yöntem olmaz mıydı?”
“Kate,” diye araya girdi arkadaşım, “Neden bugün bu kadar zalimsin?”
Güldü. “Hayır, Jack. Ben sadece Bay Armitage’e düşünebileceği bir teori sunuyorum.”
Daha sonra ikisi Aberdeenshire’daki anılarından bahsetmeye başladılar, ben de kısa sohbetimiz boyunca sessiz kalmış olan Bayan Merton’u inceleme fırsatı buldum. Oldukça garip görünüşlü, yaşlı bir kadındı. Görünüşüyle ilgili ilk dikkat ettiğiniz şey, mutlak bir renk ihtiyacıydı. Saçları kar gibi beyaz, yüzü de son derece solgundu. Dudakları kansız ve hatta gözleri bile o kadar açık bir maviydi ki, hemen hemen hiçbir canlılık belirtisi göstermiyordu. Gri ipek elbisesi de bu genel görünüşü ile uyum içindeydi. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı, ancak ne anlama geldiğini o anda yorumlamak mümkün değildi.
Elindeki nakışla uğraşırken kollarını kımıldattıkça elbisesi kuru, melankolik bir sesle hışırdıyordu, tıpkı sonbahar yaprakları gibi. Görünüşünde hüzünlü ve kederli bir şeyler vardı. Sandalyemi biraz daha yaklaştırarak Edinburgh’u beğenip beğenmediğini ve burada ne kadar zamandır bulunduğunu sordum. Onunla konuştuğumda şaşırarak korkmuş bir ifadeyle bana baktı. Ve sonra yüzündeki o ifadenin anlamını fark ettim. Korkuydu. Kahredici ve derin bir korku. Bu o kadar belirgindi ki, zavallı kadının hayatında çok kötü deneyimler ya da korkunç talihsizlikler yaşadığına emindim.
“Oh, evet, beğendim,” diye cevap verdi yumuşak, ürkek bir sesle. “Ve uzun süredir buradayız. Yo, aslında çok uzun sayılmaz. Ama buraya taşınalı epey oldu.” Tereddüt ederek, sanki yanlış bir şey söylemekten çekinerek konuşuyordu.
“İskoçya’nın yerlilerindensiniz sanırım,” dedim.
“Hayır. Tam olarak değil. Hiçbir yerde yerli sayılmayız. Biliyorsunuz, biz kozmopolitiz.” Göz ucuyla Bayan Northcott’a baktı, ancak o ikisi hâlâ pencere kenarındaki sohbetlerini sürdürüyorlardı. Sonra aniden bana doğru eğilerek, yüzünde son derece yoğun bir içtenlikle şöyle dedi:
“Lütfen benimle daha fazla konuşmayın. Bundan hoşlanmıyoruz ve siz gittikten sonra muhtemelen bunun cezasını çekeceğim. Lütfen bunu yapmayın.”
Bu ricasının nedenini ona soracaktım ama buna hazırlandığımı görünce, yavaşça doğrularak odadan ayrıldı. Bu sırada âşıkların sohbetlerine ara verdiklerini ve Bayan Northcott’un keskin, gri gözlerle beni süzdüğünü fark ettim.
“Teyzemi bağışlamalısınız, Bay Armitage,” dedi. “Kendisi yaşlı ve çabuk yoruluyor. Lütfen buraya gelip albümüme bakın.”
Bir süre portreleri inceleyerek zaman geçirdik. Bayan Northcott’un anne ve babası sıradan insanlar gibi görünüyorlardı ve ikisinin de yüzlerinde kızlarının yüzündeki karakterin işaretleri görünmüyordu. Ama resimlerin arasında eski bir fotoğraf özellikle dikkatimi çekti. Kırk yaşlarında ve çok yakışıklı bir adamın fotoğrafıydı. Düzgünce tıraş olmuş yüzü, sert hatlı çenesi ve keskin dudakları olağanüstü bir güç ifadesi taşıyordu. Ama gözleri, yüzüne gömülmüş derin çukurlar gibiydi ve alnının üst kısmında görünüşünün etkileyiciliğini azaltan yılan şeklinde bir yara izi vardı. Neredeyse istemeyerek, adamı işaret ettim, “İşte Bayan Northcott, ailede kime benzediğinizi bulduk.”
“Öyle mi düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Korkarım bana çok kötü bir iltifatta bulunuyorsunuz. Anthony amcam her zaman ailedeki kara koyun olarak bilinirdi.”
“O hâlde,” dedim, “Kuşkusuz talihsiz bir benzetme yaptım.”
“Oh, önemli değil,” dedi. “Ben her zaman ailedekilerin toplamından daha değerli olduğunu düşünmüşümdür. 41. Alay’da subaydı, Pers Savaşı sırasında hayatını kaybetti; bu yüzden, oldukça asil bir şekilde öldü.”
“Ben de böyle bir ölüm isterdim,” diye araya girdi Cowles. Heyecanlandığı zamanlarda olduğu gibi koyu renkli gözleri parıldıyordu. “Her zaman bu berbat ilaç işindense, babamın işini seçmeyi istemişimdir.”
“Hadi ama, Jack, daha ölmeyeceksin,” dedi, şefkatle arkadaşımın elini kendi elleri arasına alarak.
Onu anlayamıyordum. Onda beni şaşırtan, erkeksi bir kararlılıkla kadınsı bir şefkatin olağanüstü bileşimi vardı. Bu yüzden, eve dönerken Cowles o kaçınılmaz soruyu sorduğunda nasıl cevap vereceğimi bilemedim.
“Ee, O’nun hakkında ne düşünüyorsun?”
“Bence büyüleyici bir güzelliğe sahip,” dedim dikkatle.
“Bu doğru,” dedi sertçe. “Ama bunu onunla tanışmadan önce de biliyordun.”
“Üstelik oldukça da zeki,” diye ekledim.
Barrington Cowles bir süre sessizce yürüdü, sonra aniden bana dönerek o tuhaf soruyu sordu:
“Acımasız olduğunu düşünüyor musun? Yani başkalarına acı vermekten hoşlanan bir kız olduğunu düşünüyor musun?”
“Şey, aslında hakkında bir yargıya varmak için çok kısa bir süreydi.”
Ben bunu söyledikten sonra sessizce yürümeyi sürdürdük.
“O yaşlı bir aptal,” diye mırıldandı Cowles sonunda. “Çıldırmış.”
“Kim?”
“Kim olabilir? O yaşlı kadın, -Kate’in teyzesi- Bayan Merton ya daadı her neyse.”
İşte o zaman, zavallı renksiz arkadaşımın Cowles’le de konuştuğunu anladım ama tek öğrenebildiğim buydu.
Arkadaşım o gece erkenden yattı ama ben duyduklarımı ve gördüklerimi düşünerek uzun süre ateşin başında oturdum. Kız hakkında çözemediğim bir gizem olduğunu düşünüyordum; öyle karanlık bir sır ki, tüm varsayımlara meydan okuyordu. Evliliklerinden önce Prescott’la görüşmelerini düşündüm, sonra da gecenin sonunda yaşananları. Bunları Reeves’in sarhoşken acıyla sızlanırken söyledikleri ile birleştirdim. “Neden bana daha önce söylemedi,” demişti ve söylediği diğer şeyleri düşündüm. Daha sonra aklım Bayan Merton’a ve beni nasıl uyardığına kaydı, Cowles’in kadından nasıl bahsettiğini ve hatta zavallı inleyen köpekle kırbacı düşündüm.
Hatırladığım ve bir araya getirdiğim bütün parçaları düşündüğümde, o kız hakkında hiç hoş olmayan şeyler çıkıyordu karşıma; ancak yine de onun hakkında kesin bir yargıya varmama neden olacak elle tutulur bir nedenim yoktu. Onu neye karşı uyaracağıma tam olarak karar vermeden arkadaşımı uyarmaya kalkmak, durumu daha da kötüleştirebilirdi. Kıza karşı yapacağım her suçlamayı görmezden gelecekti. Ne yapabilirdim? Daha önce yaşananlar ve kızın karakteri hakkında nasıl somut bir yargıya varabilirdim? Edinburgh’ta hiç kimse onları tanımıyordu. Kız bir yetimdi ve bildiğim kadarıyla bundan önce nerede yaşadığıyla ilgili hiçbir zaman konuşmamıştı. Aniden aklıma bir fikir geldi. Babamın arkadaşlarından Albay Joyce, ayaklanmaya kadar uzun süre Hindistan’da görev yapmıştı ve muhtemelen oradaki pek çok subayı tanıyordu. Hemen bir kâğıt alarak, Albay’abir mektup yazmaya koyuldum. Ona 41. Alay’da görev yapmış ve Pers Savaşı’nda hayatını kaybetmiş olan Yüzbaşı Northcott hakkında bazı şeyler öğrenmek istediğimi söyledim. Fotoğrafından aklımda kalan bütün ayrıntıları hatırlamaya çalışarak adamı tarif ettim ve bitirir bitirmez de, daha o gece mektubu postaya verdim. Yapabileceğim her şeyi yaptığımdan emin olduktan sonra yattım, ancak uyuyamayacak kadar endişeliydim.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.