Kitabı oku: «ORMAN EVINDEKI SIRLAR SAKLI HAZINE»

Yazı tipi:
Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları

GEZGİN DEDEKTİFLER DİZİSİ (5 kitap)

Eski Evin Kiracıları

Palmiye Sokak No. 5

Macera Peşinde

Safir Taşlı Maske

Tapınaktaki Sır

HUYSUZ, SAKAR VE YALNIZ BAY KUŞ’UN ANILARI (4 kitap)

Pigretto’daki Anıları

Letargo’daki Anıları

Monello İlkokulundaki Anıları

Isola’daki Anıları

Korsan Kapkara Bay Kuş

RAUF VE 2125’LİLER KULÜBÜ

Geleceğin Anahtarı

Geçmişten Gelen Şövalye

ORMAN EVİNDEKİ SIRLAR

Elmas Broş

Yazar Hakkında

1970 yılında İstanbul’da doğdu. 1992 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden mezun oldu. 1992 ve 1996 yıllarında kısa bir süreliğine Amerika’da bulundu. Aynı yıllar içinde Kaliforniya Üniversitesi’nde İngilizce öğrenimi gördü.

1997 yılından bu yana eşi ve kızıyla birlikte İtalya’da yaşamını sürdürmektedir.

Yazara;

www.almilaaydin.com

info@almilaaydin.com

adresinden ulaşabilirsiniz.

Alara’ya…


ORMAN EVİNE DÖNÜŞ

Gözlerimi aralamaya çalışırken, ağzımı sonuna kadar açarak esnedim. Sevimsiz, koyu yeşil renkteki perdeyi aralayarak dışarı bakınca, ister istemez gözlerimi kıstım. Öğle güneşinin hiç acıması yoktu; var gücüyle ışıldıyordu. Elimi yüzüme siper ederek bakmayı sürdürdüm. Yol kenarındaki uçsuz bucaksızmış gibi görünen ayçiçeği tarlaları nasıl da kayıp gidiyordu. O sarılığın arasında, ileride, tepeye doğru tek tük evler göze çarpıyordu. En az ayçiçekleri kadar sarıydılar.

Gözlerimi o sarılıktan, gövdesiyle ve patileriyle yan koltuğu, kocaman kafasıyla kucağımı kaplayan beyazlığa kaydırdım. Pufi uyuklamayı sürdürüyordu. Hiç de öyle güneşten rahatsız olmuş gibi bir hâli yoktu. Zaten bu birkaç saatlik otobüs yolculuğu boyunca hep uyumuştu. Kim bilir belki de zavallıcığı otobüs tutmuştu da ondan sesi çıkmıyordu. Birdenbire, Pufi ya hastalandıysa, diye düşündüm. Düşüncesi bile üzülmeme yetmişti. Dudaklarımı sarkıtıp upuzun, bembeyaz tüylerini okşadım. Okşamamla da ayağa fırlaması bir oldu.



“Seni şapşal kuçu!” diye gülerek söylendim. “Korkuttun beni! Hastalandığını sandım!”

Pufi bunun üzerine sanki son derece sağlıklı olduğunu kanıtlamak istermiş gibi kucağıma atladı. Sonra da burnunu cama yapıştırıp dışarı bakmaya başladı.

“Ayçiçeklerinin arasında koşturmak için neler vermezdin, değil mi?” diye sordum. Sanki ayçiçeğinin ne olduğunu anlamış gibi tüylerini savurarak neşeyle havladı.

Zavallıcığı, “Yavaş ol!” diye payladım. “Otobüs yolcularını rahatsız edeceksin!”

Pufi’nin otobüs yolcularını umursadığı yoktu. Yine havlayarak, koltuğun kenarına sıkıştırdığım sırt çantasına kafasını sokmaya çalıştı. Bisküvilerin kokusunu almış olmalıydı. Yolcular homurdanmaya başlamadan, Pufi’yi susturmanın tek yolu ağzını bisküviyle doldurmaktı!

Yıldız şeklindeki birkaç bisküviyi Pufi’den kurtarıp dişlemeye koyuldum. Bir yandan pencereden dışarı bakıyordum. Ayçiçeği tarlalarını arkamızda bırakmıştık. Saate baktım. Kasabaya varmamıza az kalmış olmalıydı. Batı’yı, Çörek Hanım’ı ve Çırak’ı geçen yazdan beri görmemiştim.

Çörek Hanım birkaç kez telefon edip annemle konuşmuştu. Evinde telefon olmadığı için biz onu arayamıyorduk. Batı’dan ise hiç haber alamamıştım. Gönderdiğim mektuplara da yanıt vermemişti. Gerçi mektupların eline geçip geçmediğinden bile emin değildim. Çünkü ormandaki evlerin kapı numarası yoktu. Hatta sokak isimleri bile bilinmiyordu. Her ev, sahibinin adıyla anılıyordu. Postacıların işini kolaylaştırmak için her şey düşünülmüştü!

Geçen yaz, Batı’nın bizi uğurlamak için arabanın ardından koşması gözümün önüne geldi. Yüzüme bir gülümseme yayıldı. Birlikte vakit geçireceğimizi düşündükçe içim içime sığmıyordu. Hem Çırak’ı da görecektim. Çırak’ın kapı kulbundan telsiz onarımına kadar elinden her iş gelirdi. İhtiyaç olduğunda yardıma koşmaktan hiç kaçınmazdı; iyi bir arkadaştı. Elbette bir de tavan arasında geçireceğim saatler vardı.

Tavan arası karıştırılmayı bekleyen kutularla ve sandıklarla doluydu. Üstelik geçen yaz Çörek Hanım orayı oyun odasına dönüştürebileceğimizi söylemişti. Benim ise bu konuda oldukça parlak fikirlerim vardı. Ve fikirlerimi bir an önce uygulamak için sabırsızlanıyordum.

O sırada pencerenin dışındaki manzaranın gittikçe daha ağır aktığını fark ettim. Otobüs yavaşlamıştı. Demek ki kasabaya girmek üzereydik. Birden heyecanım arttı. Pufi’nin elinden son kalan bisküvi parçalarını kurtarıp sırt çantamı toparladım. Obur yaratığa, “Geldik, Pufi!” diye bildirdim.

Yüzünü bana çevirip kulaklarını dikti ve kuyruğunu sallamaya başladı. O da en az benim kadar sevinçliydi.

Kasabanın girişinde iyice yavaşlayıp durduk. Küçük bir kasaba olduğundan otobüs garı yoktu.

Çantamı sırtıma takıp Pufi’yi kucakladım. Diğer yolcularla birlikte, yüzümü kaplayan gülümsemeyle otobüsten indim.

Otobüsün çevresi yolcuları karşılamaya gelen kasabalılarla doluydu. Valizimi muavinin elinden alırken, meraklı gözlerle çevreme bakındım. Tanıdık yüzler arıyordum. Oysa tanıdık kimsecikler yoktu.

Kalabalığın arasından sıyrılıp bir kenarda beklemeye başladım. Gülümsemem yüzümde donup kalmıştı. Kimse Pufi’yle beni karşılamaya gelmemişti! Pufi iniltiye benzer bir ses çıkararak baktı. Belli ki o da hayal kırıklığına uğramıştı. İkimiz de karşılama komitesi beklemiyorduk. Ama en azından Çörek Hanım’ı, yanında Batı’yla sabırsızlık içinde bulmayı umuyorduk.

Ne yapacağımı bilmiyordum. Umutsuz bir ifadeyle etrafıma bakındım. Kasabaya tek başıma gelebilmek için anneme döktüğüm dilleri düşününce omuzlarım düştü.

Günlerce, “Artık yalnız başına yolculuk edebilecek kadar büyüdüm.” diye söylenip durmuştum. “Hem yalnız bile sayılmam, yanımda Pufi de olacak.” demiştim. Bir başına yaz kampına giden arkadaşlarımın isimlerini sayıp dökmüştüm. “Artık bana çocukmuşum gibi davranmaktan vazgeç!” diyerek sesimi bile yükseltmiştim. Annem ise gözlerini iri iri açıp şaşkınlık içinde, “Ama sen daha çocuksun! Başka nasıl davranabilirim ki!” demişti.

İşte haklı çıkmıştı. Burada Pufi’yle kalakalmıştık. Otobüsün çevresini saran kalabalık da dağılmaya başlamıştı. Pufi’ye, “Ne yapacağız şimdi?” diye sordum. Pufi acıklı gözlerle bakmakla yetindi.

Çaresizce valizimin kenarına iliştim. Bir sonraki otobüsle gerisin geriye eve dönecek hâlim yoktu. Valizimi çekiştirerek Çörek Hanım’ın evine gitmek de pek akıllıca olmazdı. Hem annem, Çörek Hanım’ın beni karşılamaya geleceğini, otobüsten inince bir yere kımıldamamamı tembihlemişti. O anda aklıma parlak bir fikir geldi. Nalbur dükkânına gidecek, Çırak’ı bulup yardımını isteyecektim. Dükkân az ilerideydi. Hem böylece bir yere kımıldamış da sayılmazdım.

Tam ayağa kalkıp valizimi çekiştirmeye koyulmuştum ki, adımın çağrıldığını duydum. “Şans!” Bu sese, insanın tüylerini diken diken eden bir zincir gıcırtısı karışıyordu. Karşıdan geleni görünce sevinçten çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Olduğum yerde zıplayarak iki kolumu birden havaya kaldırıp salladım. Aylardır ıssız bir adada kalmış ve kurtarılmak üzere olan biri gibiydim.

Batı kıpkırmızı bir suratla pedallara asılmış, geliyordu. Kan ter içindeydi. Siyah, düz saçları yüzüne yapışmıştı. Siyah, iri gözleri saçlarının arasından zor seçiliyordu. Tanıdık bir yüz gördüğüm için öylesine sevinçliydim ki, niye yalnız geldiğini düşünmedim bile.

Ani bir frenle, bisikletin arka lastiğini sola savurarak tam önümde durdu. Kocaman bir toz bulutunun havalanmasına neden olmuştu. Elimi sağa sola sallayarak gözümün önündeki toz bulutunu dağıttım. Yüzümde buruk bir gülümsemeyle, “Pufi’yle unutulduğumuzu sanmıştık.” dedim. Pufi ise beni yalancı çıkarmak için elinden geleni yapıyordu. Deli gibi havlayıp kuyruğunu sallıyordu. Hiç de öyle buruk bir hâli yoktu.



Batı bisikletinden inmeden ayağa dikildi. Geçen yazdan beri boyu çok uzamıştı. Neyse ki ben de uzamıştım. “Geciktiğimi biliyorum, ama doktorun işinin bitmesini beklemek zorunda kaldım.” dedi.

Bal rengi gözlerim kocaman açılmıştı. “Doktor mu?”

Batı onaylarcasına başını sallamakla yetindi. Açıklama yapmaya niyeti yoktu.

Bu kez, “Kim hastalandı?” diye sordum. Merakım iyice artmıştı.

Batı, “Kimse hastalanmadı.” dedi. “Sadece Çörek Hanım bacağını incitti!”

Kulaklarıma inanamıyordum. “Sadece bacağını incitti de ne demek!” Çörek Hanım seksen yaşlarındaydı ve o yaşta birinin bacağını incitmesi küçümsenecek bir durum değildi ki!

Batı kendini savunmak ister gibi iki elini yana açtı. “Çörek Hanım önemli olmadığını söylüyor. Birkaç güne kadar ayağa kalkarmış.”

Batı’nın açıklamasını yeterli bulmamıştım. “Peki doktor ne diyor bu duruma?” diye sordum.

“Dinlenmesi gerektiğini söylüyor. Ayağının üstüne basabilmesi için birkaç günden daha fazla zaman gerekebilirmiş.”

Çörek Hanım’ı bir an önce görmeliydim. “Neyse ki artık ben burdayım.” dedim, bilmiş bir tavırla. “Ben ilgilenirim onunla.”

Batı, “Hadi gidelim o hâlde.” diyerek bisikletinin gidonunu geldiği yöne çevirdi. Ardından ayaklarının dibinde dolanan Pufi’yi kucaklayıp öndeki sepetin içinde yerleştirdi. Ben ise bisikletin arkasına oturacaktım. Ama küçük bir sorun vardı: Valizimi koyacak yer yoktu!

“Valizim ne olacak peki?” diye inledim.

Batı gözlerini kocaman açıp siyah tekerlekli kırmızı valizime baktı. “Ne var onun içinde?” diye hayretle sordu.

Nasıl sersemce bir soruydu bu. “Eşyalarım tabii ki!” diye cevapladım. “Giysilerim, kitaplarım, tokalarım, tarağım…”

“Onca eşyayı ne yapacaksın? Burada sadece bir ay kalacağını sanıyordum.”

Evet, dercesine başımı salladım. “Bir ay boyunca aynı giysileri giyecek değilim ya!..”

Batı omuzlarını silkmekle yetindi. Üstünde geçen yaz giydiği dar paçalı pantolonu vardı. Üstelik artık ona eskisinden de küçük geliyordu. Giyim konusunu pek dert etmediği belliydi. “Valizini nalbur dükkânına götürelim.” dedi. “Nalburdan rica ederiz, kamyonetiyle geçer, Çörek Hanım’ın evine bırakır.”

İyi fikirdi. Hem dükkânda Çırak’ı da görmüş olurdum.

Batı Pufi’yle birlikte dışarıda beklerken dükkâna daldım. Nalbur beni görür görmez tanıdı. Valizimi gösterince gülümseyerek, “Tasa etme!” dedi. “Dükkânı kapatınca Çörek Hanım’ın evine uğrarım.”

Teşekkür edip çıkmadan önce Çırak’ı sormayı da ihmal etmedim. Yine çevredeki evlerden birinin onarımına yardıma gitmişti. Çırak kadar çalışkan birini hiç tanımadığımı düşündüm.

Batı’nın bisikletinin arkasına yerleşirken, “Valizden de kurtulduğumuza göre, artık Çörek Hanım’ın yanına gidebiliriz.” diye şakıdım. Ama sonra birden durdum. Batı’nın yorgunluktan dili damağına yapışmıştı. Üstelik aynı yolu bizi de taşıyarak geri dönecekti. Tam pedallara asılmak üzereydi ki, “Önce birer dondurmaya ne dersin?” diye atıldım. “Hem postaneye uğrayıp anneme geldiğimi de haber veririm.”

Dondurma lafını duyan Pufi, bizden önce bisikletten atlayıp dondurmacının yolunu tutuverdi. Geçen yaz yalayıp yuttuğu dondurmaları hatırladığı belliydi. Dayanamayıp kahkahayı patlattım. Batı’ya, “Pufi evin yolunu bulamaz, ama dondurmacının yolunu bulur.” dedim.


HUYSUZ KIZ

Orman evini görünce sevinçle, “Geldik!” diye bağırdım. Benim sesime Pufi’nin havlamaları karışıyordu.

Ev geçen yazdan beri ne kadar da değişmişti. Hiç de öyle döküntü görünmüyordu. Sadece sundurmadaki korkulukların, kepenklerin ve giriş kapısının yeşil renkleri birbirinden farklı tonlardaydı ve biraz tuhaf görünüyordu. Ama evin bu hâliyle doğayla uyum içinde olduğu kesindi. Üstelik artık evin yarısı değil, tamamı soluk griydi ve her iki tarafı da sarmaşıklarla kaplıydı. Kiremitler ise olmaları gerektiği yerdeydiler, yani çatıda; kırılmış hâlde sundurmada değil!

Sundurmadaki masada beyaz bir örtüyle, beyaz tabaklar vardı. Masaya baktığımı gören Batı kıpkırmızı kesilerek gülümsedi. “Sofrayı ben kurdum.” dedi. “Gelişinin şerefine!”

Aslında Çörek Hanım’ın isteği üzerine sofrayı kurduğuna emindim; yine de sevinçten ağzım kulaklarımdaydı. Sonra gözüm merdivenlerin başındaki bisiklete kaydı. Batı’nın geçen yaz bana hediye ettiği bisikletti bu. Hâlâ pembeydi, ama en azından daha az dökük görünüyordu.

Bu kez bisiklete baktığımı gören Batı, “Kimi parçalarını yeniledim.” dedi. “Gidonun plastiklerini, pedallarını, önündeki metal sepeti değiştirdim. Sepet artık iyice paslanmıştı. Ama pembe bulamadığım için beyaz bir tane taktım.”

“Çok güzel olmuş.” diye mırıldandım. Bisikletin en azından sepeti pembe olmadığı için memnundum.

Sundurmanın merdivenlerini atlayarak çıktım ve eve daldım. Çörek Hanım işte oradaydı. Salondaki kanepede yarı uzanmış hâldeydi. Sırt çantamı bir kenara bıraktım. “Geçmiş olsun!” diyerek yavaşça boynuna sarıldım. “Merak etmeyin, artık ben buradayım.”

Çörek Hanım mutlulukla gülümsedi. “Hoş geldin, Şans! Asıl sen merak etme, bir iki güne kalmaz ayağa kalkarım ben. Sevmem öyle bütün gün yatmayı…”

“Ama doktor…” diyerek sözünü kesmeye kalkınca, “Boş ver şimdi beni…” deyip konuyu değiştirdi. “Açsındır, Batı da acıkmıştır. Hemen bir şeyler yesek iyi olacak.”

Gerçi karnımı doyurmadan önce tavan arasına koşmayı tercih ederdim, ama sesimi çıkaramadım. Çörek Hanım onunla vakit geçirmek istemediğimi düşünebilirdi. Yemekten sonra çıkıp bakmak daha uygundu. Hem tavan arasının altını üstüne getirmek için önümde upuzun bir ay vardı.

“Ben sofrayı kurmuştum zaten.” diyen Batı’nın sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Dağılmış bir bisikleti kolaylıkla onaran ve bununla hiç övünmeyen Batı, sofrayı kurduğu için kutlama bekler gibiydi.

Bunun üzerine, “Ben de yemeği hazırlarım.” diye atıldım. Yemek hazırlamaktaki deneyimim tabağa bisküvi koymak ve sandviç yapmakla sınırlıydı. Ancak bunu belli etmemeye kararlıydım. Nasıl yapacağıma dair hiç fikrim olmasa da, mutfağa girip krallara lâyık bir ziyafet hazırlayacaktım!

Tam kara kara düşünerek mutfağa yönelmiştim ki, Çörek Hanım’ın kahkahası duyuldu. “İlahi çocuk! Onca yoldan geldin, bir de yemek mi hazırlamayı düşünüyorsun. Yemekler çoktan hazır! Hem de bir orduyu doyuracak kadar… Masaya taşımanız yeterli.”

Kadıncağızın sözleri üzerine gülümsedim. İçim rahatlamıştı.

Masayı donattıktan sonra Çörek Hanım’a yardımcı olup hep birlikte sofraya oturduk. Yemek boyunca, görüşmeyeli neler yaptığımızı anlattık birbirimize. Bu arada çatlayana kadar yemek yemeği de ihmal etmedik. Pufi bile öylesine doymuştu ki, daha Batı’yla ben sofrayı toplamadan sundurmanın serin bir köşesine çekildi. Oysa hep tabaklar ortadan kalkana kadar yalanmaya devam ederdi.

Bulaşıkları da yıkadıktan sonra, salona Çörek Hanım’ın yanına gidip koltuklardan birine yerleştim. Kadıncağız bana dönüp, “Eee… Ne yapıyorsun sen burada?” dedi.

Ne demek istediğini anlamamıştım. Kaşlarımı kaldırıp sorarcasına bakınca, gülümsedi. “Buraya tüm vaktini evde geçirmeye gelmedin herhalde!” Ardından bahçede bisikletiyle dolanan Batı’yı işaret etti. “Sen de çık dışarı, bu güzel havanın tadını çıkart! Kış boyu kirli şehir havasıyla dolan ciğerlerin temizlensin!”

“Peki ya siz…” diyerek karşı çıkacak olduysam da, Çörek Hanım beni dinlemedi bile. Bir eliyle dışarı çıkmamı işaret ederken, diğeriyle gözlüğünü düzeltti ve sehpanın üstündeki gezi kitaplarından birine uzandı. “Uzun zamandır ihmal ettiğim bir şehirle özlem gidereceğim.” diye mırıldandı.

Omuzlarımı silkip yerimden fırladım. “Geç kalmayız!” diyerek kendimi dışarı attım. Bir yandan da tavan arası ziyaretinin akşam yemeğinden sonraya kaldığını aklımdan geçirdim.

Beni gören Batı, bisikletinin ön tekerleğini havaya kaldırarak yanıma geldi. Bu becerisiyle gurur duyuyordu anlaşılan. Çünkü, “İstersen nasıl yapılacağını sana da öğretirim.” dedi.

Sesimi çıkarmadım. Bisikletim iki tekerleğin üstünde bile zor gidiyordu. Akrobatik hareketler yapmaya kalkarsam dağılması işten bile değildi. Onun yerine Batı’yı mutlu edeceğini düşünerek, “Yeni pedalları deneme turuna çıkmaya ne dersin?” diye sordum. Batı’nın ağzı kulaklarındaydı. Yanılmamıştım, bisikletimi yenilediği için onu takdir ettiğimi duyunca sevinmişti.

Çok yemekten koşturacak hâli olmayan Pufi’yi bisikletimin sepetine yerleştirdim. Yol alırken, başını yukarı kaldırıp esen hafif rüzgârın tadını çıkartmaya koyuldu.

Bu kez ormanın daha önce hiç gitmediğim tarafına doğru yöneldik. Bir süre sonra Batı’ya, “Burada ağaçlar daha mı sık?” diye sordum.

Batı, “Sanmam.” diye cevapladı. “Aynı orman!”

Kendimi tutamayıp kıkırdadım. Aynı orman olduğunu ben de biliyordum. Ancak daracık toprak yolda ikimiz yan yana bile zor ilerliyorduk ve etrafta hiç ev yoktu. Belli ki ormanın bu kısmına henüz kimse el atmamıştı. Her yer ağaçlara aitti!

Ben de Pufi gibi yüzümü yalayan hafif rüzgârın tadını çıkarmaya koyuldum. Rüzgâr beraberinde mis gibi çiçek kokularını da getiriyordu. Kendimi nasıl da iyi hissediyordum. Kuşlar da benimle aynı fikirde olmalıydılar ki, susmamacasına cıvıldıyorlardı. Onların cıvıltısına ara sıra duyulan zincir gıcırtısı karışıyordu. Batı, “Eve döner dönmez bisikletimin zincirini yağlasam iyi olacak!” dedi.

Gülümsedim. “Benim bisikletimle uğraşmaktan kendininkiyle ilgilenemedin, değil mi?”

Batı, “Aslında onun için değil…” diye ağzında gevelerken birden durdu. “Şuraya bak!” diye bağırdı.

İşaret ettiği yere bakınca ister istemez hafif bir sevinç çığlığı attım. Önümüzdeki ağaçlardan birinin dışarı taşmış köklerinin üstünde minik bir sincap koşturuyordu. Bizi fark edince durup baktı. Aslında baktığı Batı’yla ben değildik, Pufi’ydi.

İşte tam o sırada olanlar oldu: Pufi ondan beklenmeyecek bir hızla sepetten aşağı atladı. Bunu gören sincap kuyruğunu savurarak kaçtı. Pufi delirmiş gibi havlayarak sincabın peşine düştü ve ortadan kayboldu.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
12 nisan 2024
Hacim:
16 s. 27 illüstrasyon
ISBN:
9789752115866
Telif hakkı:
Автор
İndirme biçimi:

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu