Kitabı oku: «Bir Yolculuktur Aşk», sayfa 2
İlerlemek
İnsanoğlu hayata teşrifinden ölümüne kadar usulünce ve telaşsız bir devinim içinde değişiyor. Bir bebeğin büyürken her hafta, her ay geçmesi gereken aşamalar, çoğunlukla hiçbir etkiye gerek duymadan, doğasına uygun olarak gerçekleşiyor. Önce bebeğin saçları dökülüyor, sonra daha güçlü çıkıyor; ağlama refleksi bilinçli seslere dönüşüyor, çelimsiz gibi görünen bacakları yürümeye-koşmaya başlıyor, hatta ne kadar düşüp yaralansa da yürümekten asla vazgeçmeyecek güçte gelişiyor, dişler, çıkması gereken sırada ve zamanda bitiveriyor. Tüm ilerlemeler tam zamanında, bebek hazır olduğunda o mükemmel yaradılışa uygun hiçbir müdahale gerekmeden gerçekleşiyor.
Geçen zamanla bebeklik ve çocukluk dönemlerindeki saflığını yitiren insan, büyüdükçe kabına sığamadığı dönemlerden geçiyor. Ben de bu zamanlarda sanki bir yere çakılıp kalmıştım. Öyle ki günler, aylar, yıllar geçerken ben hep yerimdeydim de bir türlü ilerleyemiyordum. Bu yolculuğa çıkmadan önceki arayış zamanlarımın başlarıydı, âna çakılı kaldığım, saatin ilerlediği, lakin benim bir arpa boyu yol alamadığım zamanlar…
Okumaya başladım. Sayfaların arasında mutlaka beni ileri taşıyacak bir cümle, bir işaret olmalıydı. Günlerce, gecelerce soluksuz okudum. Susamışın suya kanması gibi, bazen bir cümleyi on kez, yirmi kez okudum. İdrak edemiyor, güçlük çekiyordum ki bu normaldi çünkü görmesini bilmiyor, özünü göremiyor, sadece kelimelerin birleşip ortaya çıkardığı anlamı idrak etmeye çalışıyordum. Resim sanatından anlamayan birinin tuvaldeki fırça darbelerine anlamsız çizgiler olarak bakması gibiydi görüşüm. Kaba, tuhaf, yabancı bir bakış…
Zamanla tüm bunların ilerlemeye başlamak için bir ön hazırlık aşaması olduğunu fark ettim. Kâinattaki her şeyde olduğu gibi… Bir bebeğin de bir ağacın da doğup büyüme yolculuğu nasıl ki fıtratındaki gibi telaşsız ve usulüne uygun ise, benim yolculuğum da öyle olmalıydı. Evrende hiçbir şeyin acelesi yoktu; ağaçlar filiz vermek için baharı, kuşlar göçmek için soğuk havaları bekler; tırtılın kelebek olmak için kozasında olgunlaşmaya ihtiyacı vardır ki uçabilsin.
Bir balon nasıl ki fazla nefes verildiğinde patlarsa, kapasitesinden fazla dolan kap nasıl ki dolup taşarsa, Yaradan biliyordu ki benim henüz derinlikten uzak gönül kabım da bir anda haddinden fazla ilimle dolarsa yüreğim bunu kaldıramaz, infilak ederdi. Belki isyana düşer, anlamlandıramaz, algılayamazdım çünkü şu an içinde bulunduğum hâl henüz Allah’ın merhametli ve zarif yolundan uzaktı. Çok şükAllah kendi yoluna yaklaştırırken şok etkisiyle değil, tüm bu ufak nazik işaretlerle beni uyarıyor, adeta, “acele etmeden devam et kulum,” diyordu.
Oku
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
İlk emir, ilk söz, ilk ayet…
“Oku!” dedi, Allah okuma yazması olmayan bir kula önce okumayı öğrenmesini söyledi. “Kâinatı, gökyüzünü, gaybı, insanları anla; hayvanları, bitkileri, canlı-cansız tüm varlıkları bil; karıncanın sesinde ismimi duy, varlığımı oku,” dedi. “Dilinle değil, kalbinle oku,” diye emrolundu da Peygamber’in bedeni tir tir titredi. Okuduklarını hazmetmek için günlerce evden çıkmadı.
Varlığımıza hiçbir delil yokken bizi bir kan pıhtısından yaratan kudret, ömür yolculuğunun bir yerinde kalbimize dokunuyor; tıpkı Cebrail’in Peygamber’i sarsması gibi sarsıyor. Bazen bir hastalıkla, kazayla ya da belayla, evlatla, belki de mutlulukla, zenginlikle kendimize gelmemiz için sarsıyor. Kimi bu emri anlıyor da idrak başlıyor. Kâinatı artık O’nun izleriyle okuyor. Kimi ise başına gelenler karşısında daha çok asileşip, “Ben okumayı zaten bilirim,” diyerek devam ettiği yolda karşılaştığı güzellikleri kendi hikmeti sanıyor, fenalıklarda ise isyan ediyor.
Oysa hiç bilenle bilmeyen aynı olur mu?
Bu dünya yolculuğunda da okuyanla okumayan ayrılmıştır. Bu yolda en çok gezen değil, en çok anlayan kazanır.
Tefekkür için oturduğumuz çınar ağacının altında ben defterime düşündüklerimi yazarken Kısmet çoktan peşinden koşturacak bir kelebek bulmuş. O kelebeği kovalarken görüyorum ki kendi fıtratına uygun davranıyor, ya biz?
Bu sefer derin bir idrakle yazmaya devam ediyorum.
Birlikte bugünü hem yaşamaya hem de okumaya var mısınız dostlar?
Bu yolculukta berabersek haydi gelin bugünü okuyalım. Güneşin selamıyla ağaran bir günde pencereyi açıp temiz havanın ciğerlerimize dolmasını hissedelim; hani o ufacık serçe var ya, onun kar kış demeden taşıdığı dallarla yuvasını kurmasını izleyelim. Bugün uzakta bir yerde kırmızı ve yeşil ışıklarla aydınlanan karanlık bir gökyüzü var, aynı anda mavi bir bulutun altında yemyeşil bir bahçe ve yıldırımların çaktığı bir gökyüzünün altında korkarak annesine sarılan bir çocuk ve şefkatle onu sarmalayan bir anne. “Aynı atmosferin altında aynı anda ne kadar şey hissedebiliriz?” demeyelim, ki kâinatta tüm hislerin bir karşılığı var.
Pencereden baktığımızda bunu anlamaya niyet edelim.
Tüm uzuvlarımız yerindeyken şükretmenin güzelliğini, bu satırları okuyabilen gözlerimizin muhteşemliğini, bizi çok seven insanların gönlündeki sevdayı, içimizdeki merhamet duygusunu, karşımıza çıkan şerlerin altındaki hayrı, sahip olduklarımızın ne kadar kıymetli olduğunu okuyalım. Okuyalım ki delalet aradan çekilsin, idrak güneşi doğsun.
“Oku!” diye seslenen Rabbe, “Okuyorum Rabbim, artık anlamaya çalışıyorum,” diyebilmek için okuyalım.
Uyan
Hani rüyanın en güzel yerinde uyanırsın da içini bir hüzün kaplar; devam etmek istersin, hatta hiç uyanmamak, hep o rüyayı yaşamak, o kadar sahidir. Uyandığında kendini yatağında bulunca derin bir nefes vererek rüyanın lezzeti damağında kalsa da şükredersin.
Bazen de kâbuslarla boğuşursun da bir an önce uyanmak istersin. Kalbin yerinden çıkacak gibi atar, korkuyu ve acıyı tüm bedeninde hissedersin. Kaçmak istersin, koşarsın. Tam uçurumdan düşüp yere çakılacakken uyanırsın; derin bir nefes verip, “Sadece bir rüyaymış,” der de yaşamaya devam edersin.
Güzel bir rüyadan uyanınca üzülen insan, kötü bir rüyadan uyanınca mutlu olan yine insan… O zaman uyanmak her zaman güzel değil, uyanmak ancak kötü bir rüya gördüğümüz zaman güzel.
Peki yaşadığımız dünya güzel mi?
Her gün işlenen cinayetler, kaybolan çocuklar, trafik çilesi, hastalıklar, çalınan haklar, ahlaksızlıklar güzel mi? Hepsi kâbus gibi… O zaman uyanmanın neresi güzel?
Peki, bu hayat kötü mü?
Her gün uyanıp evine ekmek götürmek için işe gidenler, ihtiyacı olanlara yardıma koşanlar, adalet için savaşanlar, denizin mavisi, açan laleler, parklarda oynayan çocuklar, aşklar, bir yüreğe dokunan öğretmen, dertlere derman olmaya vesile verilen çabalar, sabah fırından çıkan sıcak ekmeğin kokusu, sonunda istediğine kavuşmuş mutlu gönüller… Hepsi güzel bir rüya gibi… O zaman uyumanın neresi güzel?
Kâbus da görsek güzellik de görsek uyandığımıza şükretmeliyiz dostlar çünkü uyanmak fırsattır. Uyumak, bilincimizin kapalı olduğu, dinlenmeye çekildiğimiz ve ruhumuzun kontrol edilemeyen yerlere gittiği bir andır, tıpkı ölüm gibi…
Eğer uyandıysan şükret çünkü o kâbusu sana gösterenin elbette yaşatmaya da gücü yeter.
Eğer uyandıysan şükret çünkü o güzelliği sana gösteren elbette yaşamana imkân sağlar.
Rüya ve hayat birbirine çok benzer. İkisi de sahte güzellikler sunar, ikisi de geçicidir, ikisinde de ya kopmak istemezsin ya da bir an önce gitmek istersin.
Bu dünya rüya içinde rüya… Uyanmak, ancak zaman sınırı olmayan bir yere olmalı. Sonsuzluk gibi… O zaman ölenler uyandı. Hâlâ uyuyan bizleriz.
Ölüp uyanmadan önce uyan ey dost! Bu dünyayı bir rüya olduğunu bilerek yaşa ki kötülüğüne de güzelliğine de kapılma. Yolculuğun hep bir gün gerçekten uyanacağını bilerek geçsin.
Üstünlük
Hem gidiyor hem de Yaradan’ın “Oku,” diye emredip açık bıraktığı kâinat kitabını okumaya çalışıyorum. Ağaçlıklı bir sokakta yürüyoruz. Ben önde, Kısmet arkada. O hep arkada kalır, turuncu kuyruğunu yere sürte sürte salınırdı. Biraz havalıydı bizim Kısmet ama iyi kediydi. “Benimle gelir misin?” dediğimde keyfinin kaçacağını bilirdi. Öyle ya, artık mahalledeki diğer kedilere hava atamayacak, pencerenin kenarında saatlerce tembel tembel pinekleyemeyecekti ve annemin lezzetli yemeklerine bir süre hasret kalacak, sokak kedisi gibi peşimde gezecekti. Yine de kabul ediyor, yola çıkıyoruz ve şimdi çocukluğumdaki sokağa benzer bir sokakta ben önde, o arkada yürüyoruz.
Sağda solda sıralı müstakil evler var, aralarında uzun uzun kavak ağaçları… Kiminin bahçesinde rengârenk açmış çiçekler, bazısında ise meyve vermiş ağaçlar var. Sokakta bisiklete biniyor birkaç çocuk, biz yanlarından geçerken Kısmet’in alımlı yürüyüşüne çeviriyorlar bakışlarını. Aniden ufak bir kız çocuğu dengesini kaybederek yalpalıyor ve ufak bisikletinden düşüp toprak zemine yuvarlanıyor. Dizi soyulmuş, ince ince kanıyor, belli ki canı acımış. Düştüğü yerde öylece kalakalıp sessizce ağlamaya başlıyor. Diğer çocuklar onu pek umursamayıp bisikletlerini sürmeye devam ediyor, gözden kayboluyorlar.
Kısmet’le ona doğru yaklaşıyoruz, öyle ya, sevimli kedimin mutlu edemeyeceği çocuk yok! Nitekim o turuncu tüyleriyle kız çocuğunun etrafında dolanıp patisini dizine değdiriyor ve mırıldayarak sevdiriyor kendini. Ufak kız Kısmet’i severken ben de onun kestane rengi dalgalı saçlarını seviyorum.
“Haydi gel, mikrop kapmasın dizin, temizleyelim,” diyerek karşımızdaki çeşmeyi gösteriyorum.
“Tamam abla,” diyor, mahcup. Koca gözleri ışıldıyor, sanki az önce ağlayan çocuk birden etraftan kayboluyor.
Ben de uzaklara dalıp çocuk olmanın en güzel tarafının bu olduğunu hatırlıyorum; unutuvermek. Mutluluğu acıya değişirken bunu hızlıca hiç düşünmeden yapabilmek.
Minik kızın dizini yıkarken Kısmet’e su sıçratıyoruz. Bu durumdan pek hoşnut kalmıyor tabii, biz de gülüşüyoruz memnuniyetsiz hırlamalarına. Ufak kız bu kadar içten gülerken koca kahverengi gözlerine bakıyorum; kalem gibi çizilmiş kara kaşlarının altında nasıl umut dolu ışıldadıklarından muhtemelen haberi yok. Kan kırmızı dolgun dudakları bembeyaz tenine hediye edilmiş bir gül demeti gibi kondurulmuş yüzüne. Öyle muazzam bir manzara ki bu izlediğim, baktıkça bakmaktan alamıyor insan kendini.
Minik kıza bakarken onun bana hissettirdiği eski, lakin tanıdık hâli, ona duyduğum sıcaklık, tanıyor gibi hissetmem onda kendi çocukluğumu hatırlamamdandı.
Babam kirli yüzümden akan yaşların bıraktığı izleri silerken kızgınlıkla dert yanardım.
“Baba beni oyunlarına almıyorlar! ‘Sen küçüksün, anlamazsın,’ diye oynatmıyorlar! Onlara yetişeceğim diye sürekli düşüyorum, keşke beni daha önce doğursaydınız, ben de büyük olsaydım!”
Bunları söylerken her zamanki gibi ağlıyordum, sonra babam gidip beni oyuna almayan çocuklarla konuşuyordu. Bana kötü davrananları azarlayarak, “Bir daha yapmayacaksınız,” diyordu. Ben de diğer çocukların korkusu geçene kadar güvenle gidip oynuyordum, sonra dizlerimdeki yaralar daha iyileşmeden bir diğeri açılıyordu çünkü onlar bir iki gün sonra eski tavırlarını tekrar takınınca peşlerinden koşmaya başlıyordum. Düşüyordum. Kalkıyordum. Tekrar düşüyordum.
Sokakta düşüp kalktıkça, daha büyük çocuklar beni itekleyip oyunlarına almadıkça üzülüp hırslanıyor; bir an önce büyümek istiyordum ki kimse beni küçük ve aciz göremesin.
Yine oyuna katılmayıp kenara itildiğim bir gün ağlayarak eve koşmuştum. Salonda kitap okuyan babam görmesin diye de koşarak üst kattaki odama çıkıp pencerenin kenarındaki yerime yerleşmiştim. Dışarıda çocuklar ufacık kalbimi paramparça etmelerine hiç aldırmadan oyunlarını oynamaya devam ediyorlardı.
Şimdi anlıyorum, o gün o küçük yaşta, yaşımdan büyük ruhumla ilk arayış sorumu sormuştum kendime: İnsanlar nasıl oluyor da bir başkasını üzüp mutlu olabiliyorlar?
Babamın iki kez tıklattığı kapı gıcırdayarak açılmıştı. Zarif babam kapıyı çalıp izin istemeden odama girmezdi, o gün de böyle yaptıktan sonra gözleriyle izin alarak yanıma gelip pencerenin kenarındaki yerini aldı.
“Sokaktan neden bu kadar çabuk döndün Elif’im?”
Hiç unutmuyorum, babam üzülmesin diye, “Oynamaktan yoruldum da dinlenmek istedim,” dememi. Bir yandan da yalanımdan utanarak içimden, “Allah’ım özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim!” diye tekrarlamıştım birkaç kez.
Babam anlamıştı tabii olanları ama benim o an bu konuyu konuşmak istemediğimi bildiğinden ve daha fazla üzülmemem için sesini çıkarmamış, inanmış gibi yapmıştı cevabıma. Pencere kenarına karşılıklı oturmuştuk. İkimiz de birbirimize rol yapıyor, ikimiz de hem hâlimizi anlıyor hem de yaralarımızı ortaya saçmıyorduk. Anlayışı bol nazik babam hem beni üzmemeye gayret ediyor hem de içimden geçenleri okuyordu. Sanki Yaradan, sorularıma cevap versin diye ihtiyacım olan zamanlarda babamı hızır gibi yetiştiriyordu.
Nitekim o gün de tek tük ak düşmüş saçlarını düşünür gibi kaşıyıp başını duvara yaslamış, o sakinleştiren kadife sesiyle, sessizliği düğüne çeviren konuşmasına başlamıştı.
“Ben çocukken çok çelimsizdim biliyor musun? Bacaklarım incecikti, pek iyi koşamaz, ağır işler yapamazdım. Hem de senin gibi sokağın ve ailenin en küçük çocuğu olduğumdan itilip kakılırdım. Sürekli, ‘Sen zayıfsın, kenara çık,’ derlerdi. Mütemadiyen dalga geçerlerdi. Yani pek de hoş bir çocukluk dönemi geçirdiğim söylenemez.”
Gözlerim büyümüş, babama kulak kesilmişken, “Demek ki kaderim babama benzemiş,” diye sevinmiştim. Sonucu ne olursa olsun, bir şekilde babamla aynı şeyleri yaşamak beni mutlu etmişti.
O sırada gülümseyerek muhabbetine devam eden babacığım şöyle diyordu:
“Daha önce de bahsetmiştim, deden evlatlarına karşı sevgisini gösteren bir baba değildi, onun tarafından pek sevgi görmedim. Komşu çocuklarının anneleri çocuklarının yaptıklarıyla başarılarını anlatıp övünürken büyükannen bir kez bile benimle gurur duymadı. Bu durum beni öyle çok üzüyordu ki, ben de kendi kendime hep bir an önce büyüyüp abimi ablamı geçeceğime, çok başarılı olup annemin benimle gurur duyması için çalışacağıma yemin etmiştim. Güçlü olmak ve herkesin takdirini kazanmak istiyordum.”
“Oldu mu peki babacığım, başardın mı bunu?” diye heyecanla sormuş, ondan gelecek “evet” cevabını duyup umutlanmak istemiştim.
“Hayır kızım, başaramadım çünkü vazgeçtim. Büyüdükçe anladım ki, o zamanlar bana göre küçük görülmemin bir sebebi vardı. O zamanlar saf çocuk kalbime kibir ve gurur tohumlarının ekilmesine izin verilmiyordu. Ben de bunu bilmeden üzülüyordum ama bu üzüntü, güçlenmesi gereken kişilik toprağımın ihtiyacı olan yağmurun yağmasını sağlıyordu. Hiçbir şeyi doğru düzgün yapamamanın arkasındaki ‘Haddini bil!’ sesi, annemin beni övmeyişi, hepsinin bir sebebi vardı; günahsız bir çocuğun kalbine üstünlük ve gurur tohumları değil, alçakgönüllülük fidanı yerleşsin. Bu dünyada üstünlük taslayacağı hiçbir şeyi olmayan bir insan olsun.”
Bu ders değildi, bu, korumaktı. Kendini kendinle vuracağın vakit görünmeyen bir elin seni yolundan uzaklaştıracak duyguları kalbinden söküp atmasıydı.
Devam etti babam.
“Bazen böyle olur, Allah içimizdeki kötü duyguların büyüyüp benliğimize hizmet etmemesi için umduklarımızı buldurmaz çünkü O’nun için üstünlük ancak takva iledir. O, kıyafetlerin uyumuna, paramızın çokluğuna, güzelliğe, kültüre, sosyal çevremize, gücümüze bakmaz. Kim bana daha yakın olmaya çalışıyor diye gözetler…”
* * *
Buğulanan gözlerimi silerken küçük kız hâlâ Kısmet’le oynuyor. Ona tüm bunları anlatmak istesem de tutuyorum kendimi. Yanına yaklaşıp dizlerimin üstüne çöküyorum ve küçük ellerini tutup avuçlarından öperken koca gözlerinde gördüğüm küçük Elif’e göz kırpıyorum.
Kulağına yaklaşıp, “Sana özel bir şey söyleyeceğim,” diyorum. Şaşkın bir ifadeyle açıyor koca gözlerini.
“Ben bir yolculuktayım, geldiğim yerin çok büyük bir sultanı var. O ne derse o yapılır, ol deyince istediği her şey olur,” diyorum.
“Gerçekten mi?” diye soruyor heyecanla.
“Evet, gerçekten. Bana dedi ki, yolculuğunda ufak bir kızla karşılaşacaksın, ona selamımı söyle. O benim için çok değerlidir. Kanayan dizlerinden öp ve ona de ki, ileride çok güzel bir park var, parktaki en büyük ağacın altında ona bir hediye bıraktım, bu hediye onun zarif kalbi için.”
Heyecandan yanakları kızarıyor, biraz daha yaklaşsam ufacık kalbinin atışını duyacak gibiyim.
“Gerçekten mi?” Titreyen sesiyle hâlâ söylediklerime inanamıyor. “Başka bir çocuk olmasın? O ben miyim?”
“Hayır, sensin. Bu sokağın en küçük kızı sen değil misin?”
“Evet!” diyor heyecanla.
“O zaman annenden izin aldıktan sonra parka gidip hediyeni al, olur mu?”
Yüzünde güller açıyor bile, hemen kabul ediyor ve, “Anneee!” diye bağırarak evine doğru koşuyor.
Onun gidişini izlerken birden silkelenip, ondan önce varıp hediyesini bırakmak için acele etmem gerektiği aklıma gelince Kısmet’i kucakladığım gibi parka koşuyorum.
2. Durak
Yol ikiye ayrılır; ya idrak eder kabulleniriz ya da isyan eder savruluruz
Niyet
Gidiyordum ama ne için yürüdüğümün bilincinde değildim. Bakıyordum ama görmediğim için kör bir bakışın ötesine geçemiyordum. Hareketlerim manadan yoksun olduğu için sonuçta yaptığım işler mekanikti.
Hiçbir işimin düzgün gitmediği zamanlar nedenler arayıp durdum. Neden olmuyordu? Neden yaptığım işler içime sinmiyordu? Dışarıdan bakınca her şey yolundaydı, o zaman bu bendeki iç huzursuzluğunun sebebi neydi?
İşte bu zamanlar, sıkıntılar beni sonucu keşif dolu bir arayışa itecekti. Başlangıcı sıkıntılı, sonucu huzur dolu arayışım, “her işte bir hayır vardır” sözünün sağlaması gibiydi.
Hiçbir şey bilmeden gayriihtiyari yapmaya başladığım ilk şey dua etmek oldu.
“Allah’ım, beni kâinatı Senin anlamamı istediğin şekilde görebilecek bir anlayışa erdir.”
Her sabah gözlerimi açar açmaz içimden geçirdiğim ilk şey buydu, ki o zaman cevabı zaten bulduğumun farkında değildim. Yaptığım şey “niyet etmek”ti, dualarım zamanla niyet etmeye evrildi. Bir süre sonra artık her uyandığımda, “Allah’ım, bugün kâinatı arzuladığın gibi görmeyi istiyorum,” diye niyetlendim. Öyle ki, gün içinde birçok kez her davranışımdan önce bu şekilde Yaradan’la konuşuyor, kendimi ve yapmak istediklerimi O’na bildiriyordum. Sonraki süreçler puzzle’ın parçalarının yerine oturup resmin tamamlanması gibiydi; bu zamana kadar ipucu olarak gönderilen tüm parçalar kalp gözümde can bulmuştu.
Öyle ya, eylemi anlamlı kılan, yapılan işlere ruh veren niyet etmekti. Eylemlerim ne kadar doğru olsa da nihayetinde eksikti çünkü amacımı Yaradan’a bildirmiyor, böylece O’nun hikmetinden nasiplenemiyordum. Karıncanın ayak sesinden haberi olan Allah içimizdekilerin hepsini zaten biliyordu, muhakkak niyetimizi bilmeye de ihtiyacı yoktu ama bizim O’nun huzurunda kendimizi ifade etmeye ihtiyacımız vardı. O’nunla konuşup davranışlarımıza bir anlam yüklemeye, O’nun rahmetinden faydalanmaya ihtiyacı olan bizlerdik. Toprağa rastgele atılmış bir tohumla, büyüyüp tatlı meyveler versin ve dalları kuvvetli ve yemyeşil olsun diye niyet edilip, özenle ekilip sulanan tohum aynı olur muydu hiç? Aynı meyveyi verseler dahi güzel niyetle ekilmiş tohumun meyvesi yendiği vakit vücutta etkisi farklı iyilikte olacaktır çünkü niyet tüm hücrelere bir anlam yüklemiş ve gelişigüzel değil, kendilerinden haberdar olmalarını sağlamıştır.
“Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.” O günlerimi, karamsarlıktan çıkış yolumu düşünürken aklıma gelen bu hadis tüylerimi diken diken ediyor. Bu kutlu sözler bana, sen bir hayrı yapmayı gönlünden geçir, ola ki bir engel çıktı yapamadın, olsun, kalbini temiz tutarak istemen daha hayırlıdır, çünkü Allah kullarına amelden ziyade içteki niyete göre rahmet eder demek istiyordu. Nasıl müjdeli bir haberdi bu! “Sen yeter ki safi amaçla iyi bir iş yapmayı düşün, bana haber ver, izin iste; sonra o güzel niyetini olmuş bil,” diyerek sevindiriyordu Yaradan bizi.
İşte böyle dostlar, cevap bulmaya niyetlenince Yaradan yanıtları türlü vesilelerle gönderiyor. O gün bugündür niyet etmenin sırrını öğrendikten sonra sevmeye niyet eder oldum, değil mi ki her güzel işin başı sevgi. Benim de eksiğim, kana kana içmek istediğim suydu aşk…
Sevda yolu, âşığın kalbine hicret etmek… Ben de bu yolculukta niyet ettim Sevgili yolunda Yaradan’ın huzuruna varmaya.
Bilirim bu yol çetindir. Yorulacağım, ağlayacağım, yaralanacağım, lakin bir gün O’na varacağım.
Kalan ömrümün tüm durakları O’nda beklesin, sokaklarım gözlerinde bitsin, duruşlarım kucağında konaklasın.
Kaybedecek vakit yok! Çünkü hiçbir yol yoktur ki sonu olmasın.
Pencere
Her ruhun dünya yolculuğunda ulaştığı bir nirvanası vardır. Nirvanaya ulaşabilmek için ömür yolculuğunda çeşitli duraklar var, bu duraklara ben “manevi kurtuluş durağı” diyorum. Duraklar bir kayıp, bir düşünüş, bir mucize, hastalık ya da dünya sınavı olarak çıkıveriyor karşımıza. Bu durumlarla karşılaştığımız o durakta soluklanarak gönderilmek istenen mesajı sakince karşılayıp adabınca okuyabilirsek, içerdiği güzelliği bulabilirsek, o durak, yani o çetin sınav böylece “manevi bir kurtuluş” olup, ruhun rahatlayıp huzur bulmasına dönüşüyor.
Benim yolculuğumun “manevi kurtuluş durağı” bir pencere kenarında başladı; kâinatı izlediğim, düşünüp kitap okuduğum, yazdığım, dertlendiğim cilası atmış eski tahta bir pencere kenarı tüm bu yazdıklarımın nirvanası oldu.
Pencerem artık çok yaşlanmıştı, boyası dökük ve kulpu kırıktı. Kışın soğuk soğuk estirirdi üzerime ama alınmazdım onun bu serseri hâllerine. Diğer pencerelerden farklı gösterirdi sanki dışarıyı. O kadar yer gezmiş, birçok pencereden bakmış da değildim ama bu eski hâliyle farklı bir görüş açısı sunuyordu pencerem. Bazen, “Boş ver, görme,” der gibi puslanırdı, ben silerdim. Arkamdan tekrar buğulanır, hüzünlenip damlacıklar akıtır, bazen, “Kalk, sabah oldu, bugün çok güzel bir gün,” der gibi güneşi gözüme yansıtırdı.
Bir öğlen vaktiydi, yatağıma uzanmış, Kısmet’le birlikte okuyorduk. O gün eski pencerem dışarı bakmamı ister gibi kurtların yediği tahtalarının arasındaki paslı menteşelerini usulca gıcırdatıp açıldı. Elimdeki kitabı yatağın üstüne bırakarak ayağa kalktım. Pencere mıknatıs gibi kendine çekiyordu beni. Sardunyaların arasından başımı usulca dışarı uzattım, dışarıdan bakınca parmaklıkların arasında dururken kabuğundan çıkan bir kaplumbağaya benzediğime emindim. Eski dostum pencere o gün öyle bir şey gösterdi ki bana, onu gördüğüm an kozasının içinde yaşayan tırtılın can atışı gibi bir kelebek olmaya niyetlendim, hem de zemheride…
Sokaktaki adama göz kırpıyordu pencerem. Hani filmlerde bir tek görülmesi istenen şey netleşir, diğer her yer buğulanır ya, işte ben de o an bir tek o adamı görüyordum. Ağaçların sallanışı, bulutların hareketi, çocukların gülüşmeleri, sokaktan geçen helvacının sesi, hepsi birer buğu, çok uzaklardan gelen cılız bir ses olmuştu. Farkında olduğum tek şey, yüzüne taktığı tebessümü daha önce hiç görmediğim kadar güzel bir adam ve kalbimin bir durup bir atan gümbürtüsüydü. O sokaktan ayrıldıktan ne kadar sonra toparlanıp kendimi yatağa atabildim, zaman geçti mi, yoksa hâlâ aynı yerde miydi, saat kaçtı bilmiyordum. Annemin yemek çağrısını kaç kez geri çevirdim, kaç vakit okundu ezan duymamıştım. Bu hülyalı saatler geçtikten sonra her gün onu tekrar görebilmek için pencere kenarında, uçmaya yabancı kanatlarımla saatlerce gelmesini bekledim.
Her cuma sokağımızdan geçer olmuştu. Ağır adımlarla yürürken takkesini başından çıkarıp cebine koymasından cuma namazından çıkmış olduğu belliydi. Sokakta oynayan çocukları sevip oğlanlarla kısa bir maç yapar, biraz sonra da diğer cebinden şekerler çıkarıp dağıtır, Aliye Teyze’nin kapısına oturup çocuklarla birlikte yerdi. Sakallarının arasından belli belirsiz gülüşünü görürdüm, çocuklara ne anlatıyorsa, o kadar eğlenirlerdi ki, orada olmayı isterdim. O çocuklardan biri olup anlattığı hikâyeyi dinleyebilmek…
Heybetiyle yürüdüğü yerleri sarsan, lakin sanki bir o kadar da ürkek bir adam… Uzun boylu, lakin sanki taşıdığı yüklerin altında giderek ezilen bir adam… Yeşil gözlü, lakin sanki karalara bakan bir adamdı o.
Tüm gün onu tasavvur ediyordum, tüm hafta cuma saatinin gelmesini beklemekle geçiyordu. Koşarak pencereye gidiyor, sardunyaların arasına saklanarak onu izliyordum. Onu izlemek, o çok sevdiğin filmin son dakikaları kadar heyecan vericiydi. Bu şekilde her cuma pencerede bekledim onu ve o her cuma geldi. Kumaş pantolon ve beyaz gömlek giyerdi, çocukları sevindirmediği tek bir gün olmadı. Onlar hep güldüler, ben hep izledim.
“Acaba ne anlatıyor çocuklara?” diye düşünürken hayaller kurdum, her akşam sohbet ettim şeker dağıtan adamla. Bazen Leyla ile Mecnun’dan konuştuk, bazen de dünyanın bir ucuna gittik. Kendi kendime onun anlattığı gibi hikâyeler anlattım, onlar gibi gülmeye çalıştım; olmadı, bir türlü beceremedim onsuzken onunlaymış gibi gülümsemeyi. Kalbimde açan sevda çiçeklerine o kadar cahildim ki, onunla birlikte gülmek için onların arasında olmalıyım sandım. Gelecek cuma pencereyi açmaya karar vererek ayrıldım şeker dağıtan adamdan.
Cuma gelmişti, heyecandan titriyordum. Birazdan gelirdi. En sevdiğim mavi çiçekli elbisemi giydim, kolyemi elbisenin üstüne çıkardım. Bir de büyükannem gibi kokan lavanta kolonyasından süründüm. Bu hâlimden hem utanıyor hem de hislerime yenik düşüyordum. Gri hayatımda epeydir heyecan, aşk duygularından uzak, güvenli limanımda demirliydi gemilerim; ne ki babamın dediği üzere, “gemiler limanda güvendedir, lakin limanlar için yapılmamıştırlar”. İçimdeki gemiler de fırtınanın çıkacağını bilse de denize açılmaya can atıyordu.
Parmaklarımın ucunda sekerken tahtalar çıplak ayaklarımın ağırlığıyla incinerek ahladı, ama aldırmadım. Koşar adım yürüdüm. Pencerenin önünde öylece kalakaldım. Tülü hafifçe araladım ama kendimi belli etmedim, gelmesini bekledim.
Geldi…
Geceden siyah dalgalı saçlarını sağ eliyle geri itti, sonra beyaz gömleğinin kapalı olan en üstteki düğmesini açtı. Pantolonunun cebinden sarkan kravatı, kolunda taşıdığı ceketiyle çocuklara doğru yürümeye başladı. Çocuklar onu görünce koşarak sarıldılar. Biri bacağına sarıldı, kimi sakalını sevdi, bazı kız çocukları ona çiçek verdi. Kız çocuklarının ona olan sevgisi erkek çocuklarınkinden farklıydı. Gözlerindeki hayranlığı buradan anlayabiliyordum çünkü ben de pek farklı değildim, onu bu eski penceremden seyrederken her hareketine hayran kalıyordum.
Şeker dağıtan adam çocuklarla hasret giderdikten sonra pantolonunun kırışan ütüsünü umursamadan kaldırıma oturdu. Sokağın haylaz çocuğu Mustafa bile top oynamayı bırakıp onun yanına geldi. Tüm çocuklar tam kadro hazırdı. Onun bu hâli bana babamı hatırlatıyordu. O, sokağın ufaklığı Melek’in gözlerine şefkatle bakarken babamın gözlerimin içine bakıp, “Sen benim meleğimsin,” dediği günlerin misk kokusu yakıyordu genzimi. Acıdan dolan gözlerimi ovuştururken bugünkü hikâyesini anlatmaya başlamıştı bile. Dudakları kâh heyecanla gülümsüyor kâh üzüntüyle büzülüyor, elleriyle gökyüzünü işaret ediyor, boşluğa şekiller çiziyordu. Çocuklar ise ağzı açık onun sanki gerçekmiş gibi anlattığı masalı pürdikkat dinliyorlardı. Karşımda olan biteni tiyatro sahnesinden bir kesit gibi benden başka seyreden var mıydı bilmem. Sanki tüm dünya ona bakıyordu. İçimi bir ürperti sarıyordu. Ya onu benim gibi gören biri varsa?
Şeker dağıtan adam heyecanla anlatırken hikâyesini, bir gün o hikâyelerin birinde ben olabilir miyim diye düşünmekten alamıyordum kendimi. Acaba cümlelerine ismim müdahil olabilir miydi? Gülüşünün nedeni olabilir miydim günün birinde?
İçime cevabını veremediğim sorular doluyordu. Nasıl oluyordu da pencerenin arkasından gördüğüm bu adam gönlüme dokunabiliyordu? Üstün güçleri mi vardı? Neden uzun, ince elleri çocukların başını okşarken başım omzuna yaslanmak istiyordu? Kalbim kopacak gibi yerinden oynuyor, yosun gözleri etrafa bakarken beni görür diye endişeleniyordum.
Korkuyordum. Pencerenin arkasından yolunu gözlediğim, dudaklarını okuduğum, sakallarını sevdiğim, hikâyelerine gizli gizli kendimi koyduğum adam beni görür diye saklanıyordum perdenin arkasında. Görmeden, konuşmadan, dokunmadan hayatıma girip cuma günlerimi bayrama çeviren bu adam eğer gözlerime dokunursa yüreğimi bayrama çevirecek de ben de ömrümü ömrüne kurban edeceğim diye korkuyordum.
Kısmet kaç zamandır bu hâlimden hoşnut değildi. Sıkıntılı sıkıntılı mırlıyor, onu izlediğim zamanlar odadan çıkıp alt kata annemin yanına iniyor, sanki beni şikâyet eder gibi tıslıyordu. Bendeki bu mecnun hâli tek fark eden kişiydi Kısmet.
Pencereden ona bakıyordum; bakmadan duramıyor, gözlerimi alamıyordum; ne de güzel konuşuyordu. Belli belirsiz bir gamze vardı sakallarının arasında, bir gözüküp bir kayboluyordu. O çukurun içine hapsolsaydım, orada yaşayıp oraya gömülseydim, hiç ses etmeyip amenna derdim her gülüşüne.
Birazdan gidecekti, vedalaşıyordu çocuklarla. Az zamanım vardı. Ya şimdi çıkacaktım gizlendiğim yerden ya da kırılan cesaretimle onun tekrar gelmesini bekleyecektim. Babam, “Bir işi yapmaya bir kez tereddüt edersen bir dahaki sefere gereken cesareti gösteremezsin,” derdi. Derin bir nefes alıp pencerenin koluna sımsıkı sarıldım. Pencerenin zavallı kolunun ölümü elimden olacaktı.
Var gücümle kendime çektiğim pencere sarsılarak, gıcırdayarak, yıllardır açılmıyormuş gibi dışarı doğru açıldı. Pencerenin evin taş duvarına vuran tık sesiyle kafasını kaldırıp koca gözleriyle gözlerime baktı.
Ne bakması?
Vurdu…
Göz bebeğimden girdi nazarı, yüreğimden çıktı.
Tüm hücrelerim ayaklandı, ruhum çıkacak oldu parmak uçlarımdan. Ayaklarım uyuştu, düşeyazdım. Kaskatı kesilen bedenim olduğu yere mıhlanmış, gözlerinden başka yere gidemiyordu bakışlarım; öyle ki, o andan bir nefes gitmek Bağdat kadar uzaktı.
Bu hâl nasıl olmuştu da aniden böylesine tesir etmişti bana? Aşk şarabından içmeden sarhoş olmuştum. Yıllardır benliğimi saran boşluk o baktıkça doluyordu sanki.
Elim göğsümdeki kolyemi sımsıkı sararken ondan başka tutunacak kimsem yoktu. Gözyaşlarım biriktikçe görmemeye başladım. Etraf buğulanmıştı, usulca kalkıp gözlerini gözlerime mühürlemiş vaziyette birkaç adım attı. O yaklaştıkça dalgalanan gözlerinde taşıdığı hüznü gördüm. O gülümsemelerin arkasında koca bedeninde sakladığı ufak çocuğun gözleri yaşlarla doluydu, belki de o yüzdendi çocukları mutlu etme çabası.
Zaman ağır çekimde ilerliyordu. Yönünü bana çevirmesiyle etrafımdaki dünya anlamını yitirmişti. Filmlerde görmüştüm bu sahneleri, bir gün hayatımın hiç unutamayacağım bir kesiti olacağını bilemezdim.
Bana doğru ilerledikçe çıplak ayaklarımdan yüreğime yürüyen yangının acısıyla sıkı sıkı tutunduğum kolyem birden ellerimden kayıp penceremin altında duran adamın önüne düştü. Kolyem, sahip olduğum tek değerli dünyalıktı. Büyükannemden yadigâr, gül rengi kolyenin üstüne kahverengi bir taş oturtulmuştu, kenarları dantel gibi işliydi. Eski kokardı ve taşın üstünde siyah boyayla çizilmiş bir harf vardı. Elif…