Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Bir Yolculuktur Aşk», sayfa 3

Yazı tipi:

Doğduğumda büyükannem bu kolyeyi boynuma takmış, “Bu kızın adı Elif. Yaşadığı sürece bu kolyedeki elif gibi dik duracak, bir tek Allah’ın önünde vav gibi eğilecek. Niyetimi kabul et Allah’ım,” demiş.

Adım Elif olmuş, kendimi bildim bileli boynumda taşıdığım ismim gibi dik durmuşum ben de. O yüzden annem, “Bu kızın her lafa bir cevabı var, değişik bu kız; hiç arkadaşı yok, dik başlı,” der dururdu. Oysa hiç anlamadı ismimi yaşadığımı.

Ve ben Elif…

Düşürdüm ellerimden tek kıymetlimi onun ayaklarına.

Olmadı büyükanneciğim, sözünü tutamadım, eğildim bu adamın karşısında. Hissettin de sen mi aldın ellerimden emanetini?

Yavaşça eğildi, kolyeyi yerden alıp avucuna yerleştirdi. Kalkarken saçlarını geriye itti. Yosun gözlerini bana doğrulturken boğazından aşağı derin bir nefes gönderdi. Öptü. Kolyemi öptü. Elife değdi dudakları. Az önce avuçlarımda olan, onun dudaklarına değdi. Gitmeden önce yaptı yapacağını da avuçlarımdan öptü adeta. Kanadı kırık bir kuşu tutar gibi nazikçe avucuyla sardı kolyemi. Her hareketi ayrı meseleydi, yazdıkça yazası gelirdi insanın. Son bir kez daha baktı ve yaktı.

Ve ona, “Allah’a emanet ol,” bile diyemeden gitti, gölgesinin bacağına yapışmasını umursamadı, zarifçe attı adımlarını. Uzaklaştı ve kayboldu.

O kısacık ânın ardında kalan hüzünle yedi çileli gün geçti.

Cuma oldu; sokakta çocuklar heyecanla toplandı, ben de penceremde saklandım, bekledik. Gelmedi. Belki de bir işi çıkmıştı.

Sonraki cuma hepimiz yerlerimizi aldık, bayram sabahını bekleyen çocuklar gibi bekledik. Gelmedi.

Sonraki haftalar çocuklar beklemeyi bırakıp oyunlarına devam ettiler. Ben bekledim… Kolyemle birlikte geleceği, bana hikâyeler anlatacağı, gamzesinde uyuyacağım, sakalını seveceğim, “Bugün çayı sen demle, ben hikâye anlatayım,” diyeceğim günleri bekledim. Gelmedi.

Başlamadan biten, tadı damağımda kalan, yutamadığım bir yudum nefes oldu boğazımda.

Gelmediği her cuma kendimi suçladım. Açmamalıydım o pencereyi, gözlerine hiç bakmamalıydım. Ne hakkım vardı çocukları onsuz bırakmaya, hikâyelerini dilinden almaya? Ne hakkım vardı bu sokak her cuma onu beklerken onu rahatsız edip buralardan sürgün etmeye?

Bir yandan kendimi suçluyor, bir yandan da büyükannemin söylediklerini hatırlıyordum; “Gönül meselesi insanı ateşe atar da fark ettirmez.” Ne kadar haklıymış. Bir adam gönlüme değdi diye mahrum ettim bunca güzelliği ondan. Yetmedi, eğildim karşısında, elifliğimi, elifimi verdim.

O gittikten sonra kendimi sorgulamadığım tek bir günüm olmadı. Acısı bile güzeldi, bana unuttuğum bir şeyi geri vermişti. O, kolyemle birlikte götürdüğü umutlarımın açtığı boşluğu dolduracak bir hissi geri vermişti bana. Söz konusu boşluk yıllarca kendimi kapattığım odada yeşeren özgürlüktü, küçük penceremden anlayamadığım kâinatı bilme hevesiydi.

Çantamı topladım. Ben ki bir adam için böyle eğilmiştim, vakit yolculuk vaktiydi. Demek ki bir yeri boş bırakmıştım, vakit onu bulma vaktiydi. Demek ki görmüştüm ama bakmamıştım, vakit bakma vaktiydi.

Benliğimi bulmadan dönemezdim bu yoldan.

Vakit, elif gibi dik durma vaktiydi.

3. Durak

Kalbini neye doğrultursan ya onu bulursun ya da onun sınavını olursun
Yüreğine bak, içinde saklanmış olan neyse, er ya da geç karşılaşacağın da odur

Şimdi

Elimizde yaşayabilecek sınırlı zaman var; otuz, elli, seksen ya da yüz sene. Bu zamanın ne kadarını kendimiz, ne kadarını başkaları için yaşadık; kaç senemizi kendimizi kanıtlamak için heba ettik, ne kadarını “El âlem ne der?” diyerek geçirdik, düşününce, insan heba olan zamana üzülüyor değil mi dostlar?

Bugünün telaşı yarına, dünün endişesi bugüne taşınıp şimdilerimiz arada kaynıyor. Kendimizi bir kenara koyup geçirdiğimiz zamanlar ömürden akıp gidiyor.

Şimdi de olmak, yani ânda kalmak insanın sahip olduğu en güçlü yanı. Müzik dinlerken enstrümanların büyüsüne kapılabilmek, yemek yerken sakince ve aheste lezzet duymaya bakmak, şu an yanımızda olan ve sahip olduklarımızla mutlu olabilmek güçlü bir silah gibi…

Müdahale edemeyeceğimiz geçmişi, asla elimizde olmayan geleceği sürekli düşünmek, o zamanlar için planlar yapmak, geçmişte olanların etkisiyle bugüne yön vermek, kaygı ve korkuyla yaşamak insana öyle büyük zararlar veriyor ki, en başında da vesvese geliyor.

“Dün başına kötü bir iş gelmişti. Aman ha sakın unutma yarınını ona göre planla, bir daha aynı hatayı yapmamak için temkinli ol, uğraş, plan yap,” diyor bu vesvese sesi. İçimizden geçen düşünceler aşağı yukarı bu şekilde, lakin geçmiş çoktan bir hikâye, gelecek ise hayal oldu. Dünya hayatında sahip olduğumuz tek şey “bu ân”.

Ânı fark edip o ânda olması gerektiği gibi yaşamaya başladıkça tüm sistem elektriklenip harekete geçiyor, hücreler kendilerinin farkına varıyor. İçinde bulunduğumuz şimdinin en özel, tek ve en değerli ân olduğunun farkına varınca o artık sıradan olmaktan çıkıyor, en basit bir eylem bile anlam ve değer kazanıyor.

Hayatımın yeni döneminde bana bu bilinci kazanmamda yardımcı olan Şimdinin Gücü kitabında şöyle diyordu;

Hiçbir şey geçmişte vuku bulmamıştır, o şimdide vuku bulmuştur.

Hiçbir şey gelecekte vuku bulmamıştır, o şimdide vuku bulacaktır.

Zaman bir sihir dostlar, Yaradan bize bunu ayeti kerimede şu şekilde açıklıyor:

“Allah, ‘Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?’ diye sorar. ‘Bir gün veya günün bir bölümü kadar kaldık; işte, saymakla görevli olanlara sor,’ derler. Allah buyurur: ‘Pek kısa bir süre kaldınız; keşke bunu (dünyada iken) bilmiş olsaydınız!’ ”

Mümin, 112-114

Bu ayet, dünyadaki zaman kavramının bizim zihnimizde oluşan bir tasavvurdan ibaret olduğunu söyler. Gerçek dünyaya geçtiğimizde zaman algısı da değişmiş oluyor; öyleyse önünde sonunda tek gerçek şimdiyken o zaman neden bekliyoruz ki?

Şimdi, elimizdeki en güzel ân…

Şimdi, sonsuz…

Şimdiler hiç bitmeyecek.

Yarın ne yemek yapalım, tatilde nereye gidelim diye bir sene sonrasına plan yapmayı bırak! Annemi yarın ararım deme! Sevdiğimin gönlünü yarın alırım diye düşünme! Dün elimizden kayıp gitti, yarınlar ise bizim değil!

Şimdi sev dost! Elinde başka zaman yok. O telefonu bir kere de uzaktaki akrabanın hâlini sormak için şimdi kullan! Vermek için çok olmasını bekleme bir ekmeğin, varsa böl ortadan, şimdi ver!

Mutlu olmak için bir şey olmasını bekleme! Havada uçan kuşu görebildiğin için gözlerine, sevenin varsa varlığına, sağlamsan sağlığına şimdi mutlu ol! Ve bekleme doğru insanı mutlu etmek için, seçmeden, ayırt etmeden mutlu et ki ışıldayasın, güneşin herkesin üstüne doğması gibi aydınlat etrafını!

Gönlünden gönlüne bir yol çiz! Gitmek için bekleme, valizini toplama; şiirlerin eksik, cümlelerin yarım kalsın! Bırak üstün başın dağınık olsun, oyalanma! Şimdi çık yolculuğuna! Ne zaman varacağını düşünme!

Unutma, mutluluk yolun sonuna varmak değil, yolda olmaktır.

Gitmek

Ayın şavkı vururken suyun üstüne, Kısmet’le belediye bankına kuruluyoruz. Denizin üstündeki gemileri izliyoruz, tüm yüklerine rağmen batmadan yüzen koca demir yığınlarından başka bir şey değiller, çünkü insan değil, yük taşıyorlar.

Gel gör ki benim derin düşüncelere dalmama yetiyorlar.

Düşünüyorum.

İnsan ruhunun değdiği her şeye duygu bulaşır çünkü Allah bize kendi ruhundan üfledi. Ondan bir parça sevgi bulaştı yüreğimize; biraz cesaret, merhamet ve güven bulaştı. Öyle güçlüydü ki bu duygu, soğuk bir metal parçasına bile türlü türlü anlamlar yükledi. Ona kendinden bir sıcaklık yükleyip sarıldı. Sonra ona tutunup gitti.

Gitmeler hep acı verdi. Biz kendimize acı çektirmeyi istediğimiz için gittik. Gitmek ve acı sarmaş dolaş oldular. Oysa gitmek her zaman acı değildi; varmak için gidince insan, yolda olduğu her âna şükrediyordu. Önüne çıkan tüm acılara eyvallah deyip sinesine basıyordu.

Peki gelmeden gitmek de neydi? Hangi acı ona gelmeden gitmeyi öğretmişti? Sanırım bir parçam onunla gittiği için kalbimin bir tarafı onda kalmış gibi düşünüp duruyordum gözlerindeki o buğulu hüznü. Ve gidişini… Gitmesi bu kadar acıtmazdı içimi, bir kez sesini duysaydım, tüm sesleri onunkine benzetirdim; bir kez de bana anlatsaydı hikâyelerini, ben tüm cümlelerimi ona kurar, hikâyelerinde kendime bir rol bulurdum. Bir kez adımı söylese, mıhlardım kulaklarıma da rüzgârın fısıltısında, kuşların cıvıltısında, çocukların sesinde onun ismimi söyleyişini duyar, avunurdum.

Bir kez gelse bir ömür yeterdi de gelmeden gitmesi yüreğime oturdu.

Emanet

Sana artık saklamak istemediğim, içimden öylece katıksız gelenleri emanet ediyorum ey dost!

Senin olarak değil, benim emanetim olarak gör, öyle anla… Bir kahvenin yanında süs değil, bir demlik çayın yanında yoldaş olsun.

Emanetlerin en güzeliyle şereflendirildik, can yüküyle yüklenip mana doldurulduk. Mevlana’nın dediği gibi, insan sadece et ve kemikti; ne zaman ki düşündü, o zaman hayat buldu.

Biri bir eşya verse, “Ben gelene kadar sana emanet, gelince senden alacağım,” dese gözümüz gibi bakar, dokunmaya çalışana kızar, “O bana emanet,” deyip saklarız. Ucuz ya da pahalı olması fark etmez, zarar görmesin diye kimsenin dokunmayacağı bir yere kaldırırız.

Peki biz?

Hiç düşünmeden sıktığımız canımız?

Sürekli yorduğumuz düşüncelerimiz?

İncittiğimiz duygular?

Kırılan kalbimiz?

Bize emanet değil mi?

Biri kırmak istediği zaman kalbimizi kaldırsak ya yüksek bir yere, boş işler peşinde kıvranan düşüncelerimizin emanet olduğunu bilip boşa harcamasak, hele ki değmeyecek insanlara oyuncak ettiğimiz duygularımızı çekip alsak ellerinden…

Beş kuruşluk eşyaya verdiğimiz değeri bizi bize emanet edene versek daha mutlu olur muyuz ey dost, ne dersin?

O biliyordu bizim kendimize emanet olamayacağımızı, bizi bizden daha iyi tanıdı. O yüzden kendine emanet etmeyi öğretti.

İşte bu yüzden… Allah’a emanet olun dostlar!

Işıklar

Karşı tarafın ışıkları yanıyor. İstanbul göz kırpmaya başlarken bu şehri terk etmenin vakti geliyor.

Nasıl vedalaşılır bilmiyorum, hiç ayrılmadım.

Işıklar göz kırpıyor.

Bulutlar ağlamaklı…

Boğaz sessiz…

Nasıl gideceğimi bilmiyorum, hiç gitmedim.

Işıklar parlıyor.

Bulutlar telaşlı…

Boğaz durgun…

Nasıl ayrılacağımı bilmiyorum, hiç uzaklaşmadım.

Bir otobüse bineceğim birazdan, nereye gittiği önemli olmayan. Belki döneceğim ya da hiç dönmeyeceğim.

Artık hep yolcu olacağım. Kendime varmadan kimsenin yüreğine yerleşmeyeceğim.

Elif gibi dikileceğim yanlış bildiklerimin önünde, bir tek secdede eğileceğim.

Bu yolda yandıkça sevinecek, ışığımla aydınlatacağım karanlıktan korkanları.

Hayırlısı

İyi ki kalem, kâğıt, bir de pencere kenarları var. En güzel pencere kenarında dökülür dertler kâğıda…

Yine bir pencere kenarında başlayan hikâyem onun gidişiyle penceresiz kalsa da şimdi bir otobüsün buğulu camında yazmaya devam ediyorum. Hep bir camın arkasından seslenmek nasibim olmuştu ona. Canımı yaksa da, hayırlısı buymuş demek. Yana yana, “Hayırlısı böyleymiş,” diyorum. Onun gidişi benim yolculuğumun vesilesi olduğu için hayırlıydı, böylece gidişi bile güzelleşti.

Küçükken her yaz köye gider, büyükannemin evinde kalırdık. Tüm senemin en güzel günlerini orada geçirirdim. Bahçedeki ağaçların altındaki sedire oturur sohbet ederdik. Diğer çocuklar oynayıp zıplar, yaramazlık yapardı. Bense sedirde büyükannemle hikâyeler uydurur, onun anlattıklarını dinlerdim. Anlamasam da kulaklarımı dört açar, kalbimi doğrulturdum.

Kucağına uzandığım bir akşamüstü, saçlarımı okşarken büyükannem bir hikâye anlatmaya başlamıştı:

Zamanın birinde gücü ve kudreti dillere destan bir padişah yaşarmış. Padişah avlanmayı çok sever, sık sık avlanırmış. Padişahın aklıselim, “Her şeyin hayırlısı, her şeyde bir hayır vardır,” cümlesini dilinden düşürmeyen bir de veziri varmış. Padişahın başına bir şey gelse vezir hep, “Padişahım üzülmeyin, her şeyde bir hayır vardır,” dermiş. Padişah da vezire bu yüzden bazı zamanlar hiddetlenirmiş.

Bir gün padişah vezirine, “Bugün ava nereye gidelim?” diye sormuş, vezir bir yer tarif etmiş. Oraya gitmişler fakat avlanırken padişah elinden yaralanmış, vezirleri ve askerleri kanayan elini sarmışlar lakin padişah acısının da etkisiyle vezirine, “Senin yüzünden oldu!” diyerek hiddetlenmiş. Vezir yine aynı cevabı vermiş: “Her işte bir hayır vardır padişahım, üzülmeyin.” Bunun üzerine padişah vezire çok kızıp, “Ben elimi yaralıyorum, sen bana ‘Her işte bir hayır vardır,’ diyorsun” deyip onu zindana attırmış. Vezir zindana giderken yine, “Her işte bir hayır vardır,” deyip gitmiş. Padişah yine öfkelenmiş, “Zindana attırıyorum, adam yine aynı şeyi söylüyor!” diyerek kendi kendine söylenmiş.

Padişah yanındaki askerlerle avlanmak için başka bir yer aramaya koyulmuş. İnsan ayağı değmemiş bir yer bulmuşlar, avlanırken oranın yerlileri padişah ve askerlerini kuşatıp esir etmişler. Yerliler her gün bir esiri kendi inançları gereği kurban ediyorlarmış, sıra padişaha gelmiş ama onu serbest bırakmışlar. Yerlilerin inancına göre sakat veya yaralı adamdan kurban olmazmış.

Yaşadıkları kötü tecrübe sonunda zar zor ülkesine varan padişah, vezirine hak vermiş. Hemen sarayına gidip vezirini serbest bıraktırmış, onu huzuruna çağırıp sormuş: “Haydi benim elimin kesilmesini anladık, peki senin zindana girmendeki ‘hayır’ nedir?” Vezir, “Zindana girmeyip sizinle gelseydim, yerliler şimdi diğerleri gibi beni de kurban etmiş olacaklardı,” diye cevaplamış.

Padişahın hâline çokça gülesim gelmişti, büyükannem ve ben birbirimize bakarak gülümsüyorduk. Sıcacık dudaklarıyla başımı öpüp hikâyesini kendi cümleleri ile bitirmişti büyükannem:

“Canın yanıyorsa, yakana bakma!

Mutluysan neden arama!

Üzgünsen sebep sorgulama!

Her şeye bir hayırlısı çek!

O ne güzel sözdür. Tüm olup biteni kendi iradenden daha güçlü olanın ellerine teslim ettiğinin kanıtıdır.

Kişiler ve olanlar sadece vesiledir. Seni üzenleri boşuna takma kafana. Her yaşadığının sana bir kazandırdığı vardır.

Tüm kötü anılara kocaman bir ‘hayırlısı böyleymiş’ çek ve kurtul yüreğindeki yüklerden.

Avuç içi kadar kalbini boyundan büyük yüklerin altında bırakma. Rabbin sana taşıyamayacağın yük yüklemedi.

Dün geçti, yarını bilemem yavrucuğum, lakin bugün her şeyin hayırlısı…”

Mektup

Merhaba şeker dağıtan adam,

Kim bilir hangi sokaktaki çocukları sevindiriyorsun şimdi, hangi hikâyelerle şaşırtıyor, hangi fıkrayla güldürüyorsun…

Sakallarını kestin mi yoksa? İnşallah kesmemişsindir, çünkü sakallarının arasında saklanan gülüşü bulmayı severdim ben.

Hikâyelerinde anlattıklarını tahmin edip kendime bir rol edinmeyi, gamzende yatacak döşek bulmayı, koca gözlerinin yosunlu dalgalarında saklı anlamı keşfetmeyi severdim. Sen bana hiç gelmeden, ben seni bulmak için pencere kenarında sabahlamayı severdim. Fark ettin mi, bu hikâyede hep arayan olmak düştü payıma, sonra da yollara düştüm işte… Giderken emanet ettiğin Leyla ile Mecnun gibi beni de düşürdün yollara.

Seni o kaldırımda bana bakarken hayal ettim. Gülümserken kıpırdayan dudaklarının resmini çizdim, hangi kelime anlatabilirdi ki dudak çizginin gülümserken zarifçe yükselen hâlindeki güzelliğini.

Küçücük bir masaldı bizim hikâyemiz. Sonu yaşanmamış bir şeyi anlatabilir mi insan? Dua ettim Allah’a, kalemime güç ver diye de… Şiirler yazmak istedim bizi anlatan, lakin bizden başka bir adım ilerleyemedim. Seni anlatmaya cümleler yetmezken bizi anlatmak için bulamıyordum tek kelime.

Kazımalıyım kalın kafama biz diye bir şey olmadığını değil mi şeker dağıtan adam? Tüm yaşanmayanlar, bizi yazmayan kalemim, arkana bakmadan gidişin işaretti biz diye bir şey olmadığına. Adını bile bilmezken biz olabilir miydik hiç?

Sahi senin adın ne? İsminle avunmak da mı helal değildi? Bir harfi de mi çok gördün be adam? Adının sonuna bir aitlik eki koyamadan gittin.

Sana haykırışlarım öyle çok ki, çıkmıyor sesim. Bizi bıraktın desem değil, umut verdin desem değil, küstün desem değil… Tüm haykırışlarım bir helallik istemeden gidişine.

Ne hakkın var ki deme sakın; gözlerimin hakkı var kirpiklerini görmeye çalışan, ellerimin hakkı var seni yazmaya çalışan, yüreğimin hakkı var her gelişinde umutlanıp gidişinle yıkılan ve alacağım bir emanet var sende, benden bir parça… Sende benim elifim var.

Peki senin ne hakkın var, tüm sokaklarım gidişine çıkarken bu hikâyeyi bitirmek için çıktığım yolda yazdığım mektubun sahibi olmaya?

Peki sen gitmeyi kimden öğrendin? Öyle ağır, sakin, emin adımlar atmayı nereden öğrendin? Zarifçe eğilip aldığın elifi avuçlarıma değen yerinden öpüp sonra arkana bakmadan kaybolmayı nereden öğrendin?

Sana böyle zarif gitmeyi kim öğretti be adam?

4. Durak

Senden gitmeyi göze alan adamı sessizce uğurla
Ve hayatından çıktığı için şükret
Allah bizi korumak için hayatımızdan gereksiz insanları temizler
Ancak bu şekilde gerçek sevgiye yer açılır

Şeftali Ağacı

Gün ağarırken uykulu gözlerimi yorgunlukla açıyorum. Kısmet kucağımda mırlarken otobüs terminale yanaşıyor. Kapıdan adımımı atar atmaz sabahın keskin soğuğuyla titreyerek hâlâ kucağımda olan Kısmet’e daha sıkı sarılıyorum.

Bu şehir genellikle yağmur kokardı, çünkü topraklar hep ıslaktı; ben de içime çeke çeke kokluyorum henüz Allah’ın yakınlarından gelmiş yağmurun toprakla buluşmasından doğan o misk kokuyu. Tıpkı büyükannem gibi kokuyor onun olduğu bu şehir.

Biraz yürüdükten, birkaç araç değiştirdikten sonra ancak öğle vakti varıyoruz büyükannemin evine. Sarmaşıkların sardığı paslı bahçe kapısını çekinerek itiyorum, gıcırdayarak açılıyor. Hâlinden hoşnut olmadığı belli… Anlaşılan uzun zamandır keyfini bozan kimse olmamış. Düşen yaprakların kapladığı taşlı bahçe yolundan evin olduğu küçük meydana ilerliyorum. Karşımda duran üç katlı taş ev babamdan bana, babasından ona, babasından da dedeme hatıraydı. Hâlâ capcanlı karşımda, sanki üstünden nesiller geçmemiş gibi dimdik ayakta. Kim bilir kaç çocuk koşturdu bu avluda, şu kapı kim bilir kaç kez açılıp kapandı, şu sedirde anneler çocuklarına ne güzel masallar anlatıp da uyuttu kim bilir…

Bahçenin ortasındaki yaşlı eve selam vererek sedire doğru gidiyorum. Yorgunluktan kapanan gözlerim karşıdaki şeftali ağacına ilişiyor. O güzel arkadaş kurumuş, ne meyvesi ne çiçeği ne de yaprakları kalmış. O da bırakmış beni anlaşılan.

Şeftali ağacı ölü gibi cansızdı. Dallarında tek bir yeşil yaprağı kalmamıştı. Çocukken onu aileden biri gibi görür, gövdesine karıncalar dadanınca onları temizlemeye çalışırdım. Bu uğurda kim bilir kaç karıncanın canına kıydım, inşallah haklarını helal ederler. Vallahi bilerek yapmadım, bilseydim müdahale eder miydim hiç doğanın işleyişine, kıyar mıydım hiç ufacık canlarına.

Ne garip değil mi dostlar, bizlerin yolculuğu toprakta son bulurken bitkilerin yolculuğu topraktan ayrıldıklarında bitiyor.

Ne güzel günler geçirmiştik şeftali ağacıyla. Ufak tefek bir ağaçtı, turuncu meyvesi ufak ve tüylü olurdu. Güzelliğini sergilemek için dallarını çiçeklerle donatır, sonra “sana bir sürprizim var” der gibi çiçeklerini küçük turuncu tüylü şeftalilere dönüştürürdü. O şeftalilerin lezzetini bir daha hiçbir şeftalide alamadım. Buradan gittikten sonra da şeftaliyi sevmez oldum zaten.

Çocukluğumdan beri kendi kendime sorular sorar, cevaplar arardım. Büyükannemle konuşamadığım zaman ikinci durağım işte hep bu şeftali ağacı olurdu. Bir gün ona büyükanneme sormaya utandığım bir soru sormaya karar verdim. En çok merak ettiğim, bir an önce tanışmak istediğim o duyguyu, aşkı. Neden onu seçtim bilmiyorum, neden küçücük kalbimle aşkı aradığımı da. Bildiğim tek şey, tüm hücrelerimin küçük bedenimi doldurabilecek bir sevgi arayışında olduğuydu. O zamanlar karşı cinse olan aşkı arıyorum sanırdım, ama saf yüreğim sonsuz bir aşkı aramaktaymış, geç öğrendim.

“Şeftali ağacı, sence aşk nedir?”

Sorum karşısında önce şaşırmış, sonra toparlanıp dallarıyla gövdesini açmıştı. Biraz düşündükten sonra konuşmaya başlamıştı:

“Aşk, küçük bir kız çocuğunun, çok sevdiği ayakkabısı ayağını acıtıp yara yapmasına rağmen onu giymekten vazgeçmemesidir evlat.”

“O zaman aşk, acıtan bir şey olmalı değil mi?”

“Yalnızca gerçek aşk acıtmaz evlat.”

“Gerçek aşk nedir şeftali ağacı?”

“Gerçek aşk, acı çektiğinde seni Yaradan’a yaklaştırandır.”

“Gerçek aşkta da canımız acıyacaksa nereden anlayacağız onu bulduğumuzu?”

“Fani aşk için acı çekenin yüreği yanar, sevgiliye koşar; gerçek aşk için acı çekenlerin ruhu yanar, yakana amenna deyip sevginin sahibine koşar.”

Bugün burada şeftali ağacının sözlerini bir kez daha hatırlayınca bana nasıl güzel bir hediye verdiğinin farkına varıyorum, hakikaten de gerçek aşkı bulmak ancak canını yakana amenna deyip vazgeçmekle başlıyordu.

Bu öğrettikleri için kendimi şeftali ağacına borçlu hissedip onu tekrar hayata döndürmek için elimden geleni yapmaya söz veriyorum. Zaten burada ondan başka kimsem de yok.

Vücudum daha fazla dayanamayıp sedire yığılıyor, Kısmet de yanıma kıvrılıyor. Derin ama huzurlu bir uykuya teslim oluyoruz.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Metin, ses formatı mevcut
₺48,07

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
18+
Litres'teki yayın tarihi:
23 ağustos 2023
Hacim:
2 s. 4 illüstrasyon
ISBN:
978-625-8222-50-0
Telif hakkı:
Hayy Kitap
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 5, 5 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre