Kitabı oku: «Kaybedilen », sayfa 16

Yazı tipi:

Madeline şaşkınlık içinde geriledi.

“Yani, onun katil—?”

“O çok tehlikeli! Aşırı tehlikeli! Ve benim hemen onu bulmam gerek. Telefon numarası var mı sende? Ya da nerede yaşadığına dair bir fikrin?”

“Hayır, temizlik şirketine sor.” dedi Madeline korku dolu bir ses tonuyla. “Tüm bilgileri vardır onlarda. Dur, şirketin kartını vereyim.”

Madeline tezgahın arkasına geçip çekmeceyi karıştırdı ve Miller Temizlik Şirketi'nin kartını buldu. Hemen Riley'e verdi.

“Teşekkür ederim.” dedi Riley. “Çok teşekkür ederim.”

Başka bir şey söylemeden Riley dükkandan çıktı ve arabasına atlayıp kartta yazılı olan numarayı aradı. Telefon çaldı, çaldı… Ama cevap veren yoktu.

Adresi kafasında belirleyerek yola koyuldu.

*

Miller Temizlik Şirketi, Shellysford'dan yaklaşık bir kilometre uzaktaydı. Tuğladan sanal bir binaya sahip olan şirketin yıllardır iş yapıyormuş gibi bir görüntüsü vardı.

Riley içeri girdiğinde, çağa uymayan, tamamen düşük teknolojiye sahip bir şirket olduğunu gördü. Görünürde sadece bir tane eski moda bir bilgisayar vardı. Bina oldukça kalabalıktı; uzun bir masanın etrafında işe girmek isteyen adaylar formları doldurmaktaydı.

Diğer üç kişi—büyük olasılıkla müşteriler—resepsiyonun önünde bekliyordu. Hep bir ağızdan, şirketin çalışanlarıyla ilgili şikayetlerini dillendiriyorlardı.

Resepsiyonda iki tane uzun saçlı görevli vardı. Bir yandan şikayet eden müşterilerle baş etmeye çalışıyorlar bir yandan da telefonlara cevap veriyorlardı. Heüz 20'li yaşlarındaydılar. Aylak kesimden oldukları belliydi. Hiçbir şeyi düzgün beceremiyorlardı.

Riley bir şekilde sıyrılıp gençlerden birini tutmayı başardı. İsim kartında “Melvin” yazıyordu.

“Ben FBI'dan Ajan Riley Paige.” dedi. Melvin'in o hengâme arasında rozetini sormayacağını ümit ediyordu. “Bir cinayet soruşturması için buradayım. Yetkili sen misin?”

Melvin omuz silkti: “Sanırım…”

Yüzünde öyle boş bir ifade vardı ki Riley onun ya sarhoş olduğunu ya da gerizekalı olduğunu düşündü. Belki de her ikisiydi. En azından, rozetini falan soracak kadar zeki değildi.

Madelin'nın dükkanında çalışması için gönderdiğiniz adamı arıyorum.” dedi. “Bir temzilikçi. Adı, Dirk. Madeline, adamın soyismini bilmiyordu.”

Melvin kendi kendine mırıldandı. “Dirk, Dirk, Dirk … A, evet! Hatırladım. ‘Yavşak Dirk’ diye çağırırdık onu.” Dönüp diğer genç çalışana sordu: “Hey, Randy! Yavşak Dirk'e ne oldu?”

“Kovduk.” diye cevap verdi Randy. “İşlere geç gitmeye başlamıştı. Bazen hiç gelmiyordu bile. Tam bir baş belasıydı!”

“Bu olamaz!” dedi Riley. “Madeline onun hala burada çalıştığını söyledi. Daha bu sabah temizliğe gitmiş.”

Melvin şaşırmıştı.

“Onu kovduğumuza eminim.” dedi. Oturup bilgisayardan bir şeylere baktı. “Evet, onu kesinlikle kovmuşuz. Yaklaşık üç hafta önce…”

Melvin daha da şaşırmış bir ifadeyle gözlerini kısarak bilgisayar ekranına baktı.

“Hey, bu çok tuhaf!” dedi. “İşten kovulmasına rağmen, Madeline onun için sürekli bize para yatırmış. Biri ona yatırmaması gerektiğini söylemeli. Bir sürü parası boşa gidiyor.”

Durum Riley için gitgide aydınlanmaya başlıyordu. Kovulmasına ve artık maaş almamasına rağmen Dirk, Madeline'in dükkanına gitmeye devam ediyordu. Bunun için kendince nedenleri olduğu açıktı—şeytani nedenler.

“Soyismi ne bu Dirk'in?”diye sordu Riley.

Melvin'in gözleri bilgisayar ekranında dolanıyorda. Dirk'in feshedilen çalışma sözleşmesini aradığı belliydi.

“Monroe…” dedi Melvin. “Bilmek istediğiniz başka bir şey var mı?”

Riley, Melvin'in bu tarz özel bilgileri hiç zorluk çıkarmadan paylaşmasına sevinmişti.

“Adresine ve telefon numarasına da ihtiyacım var.” dedi Riley.

“Bize telefon numarası vermedi.” dedi Melvin, hala gözleri ekrandaydı. “Ama bir adres var elimizde. 15/20, Lynn Caddesi.”

İlk kez Randy, Riley ile Melvin'in konuşmasına dikkat kesilmişti. Melvin'in yanından başını uzatarak ekrana baktı.

“Dur bir dakika!” dedi Randy. “O adres tamamen sahte! Lynn Caddesi'ndeki bina numaraları arasında hiç o kadar büyük numara yok.”

Riley şaşırmamıştı. Dirk Monroe, açık bir şekilde, kendisinin nerede yaşadığını kimsenin bilmesini istemiyordu.

“Peki, ya Sosyal Güvenlik numarası?” diye sordu.

“Var.” dedi Melvin. Numarayı bir kağıda yazarak Riley'e verdi.

“Teşekkür ederim.” dedi Riley. Kağıdı da alıp oradan ayrıldı. Tam binadan çıkmıştı ki Bill aradı.

“Hey, Riley!” dedi Bill. “Keşke sana iyi haberler verebilseydim. Psikolog, Cosgrove ile görüştü ve onun, bırak 4 kadını, tek bir kişiyi bile öldüremeyecek biri olduğu kanısına vardı. Ayrıca—”

“Bill…” diyerek araya girdi Riley. “Elimde bir isim var—Dirk Monroe. Adamımız bu, eminim! Nerede yaşadığını bilmiyorum. Sosyal Güvenlik numarasından araştırabilir misin? Hemen?”

Bill numarayı alıp Riley'i bir süre bekletti. Riley beklerken, endişe içinde kaldırımda volta atıyordu. Nihayet Bill'in sesi duyuldu.

“Adresi buldum. Shellysford'dan yaklaşık 30km uzaklıktaki bir çiftlik. Kırsal bölgede.”

Bill adresi okudu.

“Ben gidiyorum.” dedi Riley.

Bill atıldı:

“Riley, neden bahsediyorsun sen? Destek ekiplerin gelmesini bekle. Bu adam tehlikeli!”

Riley'in tüm vücudu heyecan içindeydi resmen.

“Benimle tartışma Bill.” dedi. “Şimdiye kadar bunu öğrenmen gerekirdi.”

Riley, hoşçakal bile demeden telefonu kapattı. Yola koyulmuştu bile…

Bölüm 34

İleride bir çiftlik evi görününce Riley, umduğunun aksine kendini çok mutsuz hissetti. Sanki, kusursuz bir Amerika kırsal alanı yağlı boya resmine doğru ilerliyordu. Küçük bir vadinin içinde kurulan beyaz ahşap ev, samimi bir hava veriyordu. Ev eskiydi ama çok iyi bir şekilde korunduğu belliydi.

Çevresinde, birkaç tane ek bina vardı. Çiftlik evi kadar iyi bir durumda değillerdi. Neredeyse yıkılacakmış gibi duran ahır kadar büyük de değillerdi. Ama onların bu harabe görüntüsü, farklı bir çekiciliüe sahipti.

Riley, eve kısa bir mesafe kala arabasını park etti. Silahını kontrol edip arabadan indi. Temiz dağ havasını içine çekti.

Bu kadar sıcak bir yer olmamalı burası, diye geçirdi içinden. Ama tamamen mantıklı geliyordu. Babasıyla konuştuğundan beri katilin yaşadığı yerin, güzel bir yer olabileceği düşüncesi vardı içinde hep.

Ama, burada ayrıca bir de hazırlıksız olduğu tehlike söz konusuydu. Çevrenin bu güzelliğine aldanıp gardını düşürme tehlikesi. Sürekli, bu güzelliğin içinde bir şeytanın yaşadığını hatırlatmak zorundaydı kendine. Dehşet dolu gerçeklikle karşılaşmaya çok yaklaştığının farkındaydı. Ama nerede bulacağı konusunda hiçbir fikri yoktu.

Dönüp etrafına şöyle bir bakındı. Görünürde hiç kamyonet yoktu. Ya Dirk kamyonetle bir yere gitmişti ya da kamyoneti harabe yapılardan birine veya ahıra saklamıştı. Elbette, o cani herif her an her yerde olabilirdi—binalardan herhangi birinin içinde. Ama Riley, önce evi kontrol etmeye karar verdi.

Aniden, bir sesle ürperdi ve gözüne bulanık, hızlı bir hareketlilik takıldı. Ama korktuğunun aksine, bir grup tavuktu gözüne takılan. Birkaç tane tavuk, zemini gagalıyordu. Etrafta, rüzgarın etkisiyle sallanan otlar ve ağaç yaprakları dışında hareket eden başka bir şey yoktu. Tamamen yapayalnız hissetmişti  kendini.

Riley çiftlik evine yaklaştı. Merdivenlere vardığında silahını çıkardı ve girişe doğru ilerledi. Kapıyı çaldı. Hiç ses yoktu. Tekrar çaldı.

“Dirk Monroe'ye bir paket var!” diye bağırdı. “İmzanız gerekiyor!”

Yine bir ses çıkmadı.

Riley evin etrafını dolandı. Pencereler o kadar yüksekti ki içeriyi görmek imkansızdı. Arka kapıya gitti ama orası da kilitliydi.

Tekrar ön tarafa gelip bir kez daha kapıyı çaldı. Sadece sessizlik hakimdi. Kapının kilidi eski modeldi; maymuncukla açılbilen cinsten. Çantasında her zaman böyle durumlar için bir kapı açma seti taşırdı. Küçük bir yassı anahtarla kilidin dilini düşürebileceğinden emindi.

Silahını kılıfına koydu ve anahtarı aldı. Kapının kilidine soktu. Kilit dönene kadar sağa sola çevirip zorladı. Kapı kolunu çevirince kapı birden açılıverdi. Tekrar silahını aldı ve içeri girdi.

Evin içi de tıpkı dışarıdaki manzara gibi tablosaldı. Küçük, kusursuz bir kırsal eviydi. Temiz ve düzenliydi. Oturma odasında, kol ve arka kısımlarına beyaz dantellerin koyulduğu iki adet büyük yumuşak koltuk vardı.

Ev, sanki her an aile üyeleri bir yerden çıkıp gelecek ve kendisini buyur edecekmiş gibi samimi ve sıcak bir his vermişti Riley'e. Ama etrafa iyice göz attıkça bu his azalıyordu. Sanki bu evde hiç kimse yaşamıyor gibiydi. Her şey o kadar düzenliydi.

Babasının sözleri aklına geldi:

Yeniden başlamak istiyor. Geriye dönüp her şeye en başından yeniden başlamak istiyor.

Dirk'in burada yapmak istediği tam da buydu işte. Ama beceremiyordu. Çünkü hayatı, bir şekilde en başından itibaren umutsuz bir şekilde kötü gidiyordu. O da bunun farkındaydı ve bu yüzden, tabiri caizse işkence çekiyordu.

Mutlu çocukluğuna geri dönmenin yolunu bulmak yerine, kendisini gerçekdışı bir dünyaya hapsetmişti—tarihi müzelerde görülebilecek bir dünyaya. Odanın duvarında çerçevelenmiş bir kanaviçe bile asılıydı. Riley, buna iyice yaklaşarak baktı.

Elinde şemsiyesi ve üzerinde uzun elbisesi olan kız desenli bir kanaviçeydi bu. Altına şu sözler işlenmişti:

Güneyli bir dilber her zaman

zarif

ince

soylu…

Liste böylece devam ediyordu ama Riley kalanını okumadı. Gereken mesajı almıştı. Bu kanaviçe, tam anlamıyla bir arzulu düşüncenin ürünüydü. Bu çiftlikte hiçbir zaman yaşanmadığı ortadaydı. Sözde Güneyli Dilber, etrafında uşaklarla, çayını yudumlayarak hiç burada yaşamamıştı.

Yine de, bu fantezi burada yaşayan kişi için—ya da geçmişte yaşamış olan kişi için çok değerli olmalıydı. Belki de o kişi bir gün bir oyuncak bebek almıştır—bir hikaye kitabında geçen Güneyli Dilber'i temsil eden bir bebek.

Hiç ses var mı yok mu diye çevresini dinleye dinleye sessizce koridora geçti Riley. Bir tarafta, yemek odasına açılan kemerli bir kapı vardı. Sanki geçmişte dolanıyor olma hissi iyice artmıştı. Güneş ışıkları, pencerede asılı olan dantelli perdelerin arasından içeri giriyordu. Odada kusursuzca yerleştirilmiş bir masa ve çevresinde sandalyeler vardı. Sanki birilerini yemeğe bekliyormuş gibi… Ama diğer her şey gibi yemek odası da uzun zamandır kullanılmamıştı.

Koridorun diğer tarafında büyük ve eski usul bir mutfak vardı. Orada da her şey yerli yerindeydi; en ufak bir kullanılmışlık izi yoktu.

Riley'in tam önünde, koridorun sonunda kapalı bir kapı vardı. O tarafa doğru ilerlerken, duvarda asılı olan çerçeveli fotoğraflar ilgisini çekti. İyice yaklaşarak resimlere daha dikkatli baktı. Sıradan aile resimleriydi; kimisi siyah-beyaz, kimisi renkli. Çok eskiden çekilmiş gibilerdi—belki bir yüzyıl öncesinde…

Herkesin evinde görülebilecek türden resimlerdi—anne-baba, büyükanne-büyükbaba, çocuklar ve ziyafetle donatılmış yemek masası.

Birkaç on yıl öncesine ait gibi görünen, bir çocuğun okul resmi de vardı—saçını yeni kestirmiş düzenli bir öğrenci ve yüzünde zoraki bir gülümseme. Hemen sağındaki resimde bir anne, fırfırlı elbise giymiş bir kız çocuğuna sarılıyordu.

O sırada, Riley küçük bir şok yaşadı; kız çocuğunun da oğlan çocuğunun da yüzü birebir aynıydı. Aslında ikisi de aynı çocuktu. Kadının sarıldığı çocuk aslında kız değildi; peruk takıp elbise giymiş o okullu çocuktu. Riley ürperdi. Kostüm giyen çocuğun yüzündeki ifade bunun zararsız bir giyim ya da rahat bir karşı cins giyinişi olmadığını gösterir türdendi. Bu fotoğrafta,çocuğun gülümsemesi acılı ve zavallıydı—hatta sinirli ve nefret doluydu.

Son resimde, çocuk 10 yaşlarında falan görünüyordu. Elinde oyuncak bir bebek vardı. Arkasında duran kadının yüzünde uyumsuz ve anlaşılmaz bir neşe dolu bir gülümseme vardı. Riley iyice yaklaşıp resimdeki oyuncak bebeğe baktı ve tüyleri diken diken oldu.

Dükkandaki kitapta bulunan resimle birebir aynı bir bebekti. Tamamen aynıydı; uzun sarı saçları, açık mavi gözleri, güller ve pembe kurdele. Yıllar önce, o kadın çocuğa bu bebeği vermişti. Onu sevip değer vermesi umuduyla, zorla vermiş olmalıydı.

Çocuğun yüzündeki acılı ifade aslında her şeyi anlatıyordu. Bu sefer, sahte de olsa gülümsememişti. Yüzü iğrenme ve kendinden nefret etme hissiyle buruşmuştu. Bu fotoğraf, o çocukta bir daha asla düzelmeyecek bir yanın öldüğü anı resmetmişti. Tam o zaman, orada, o oyuncak bebeğin resmi çocuğun mutsuz genç hayallerinde kazılı kalmıştı. Hiçbir zaman ondan kurtulamamıştı. Ölü kadınlar üzerinde tekrar canlandırdığı bir resimdi bu.

Riley resimlerden yüzünü çevirdi. Koridorun sonundaki odaya yöneldi. Zorlukla yutkunuyordu.

İşte! dedi kendi kendine.

Emindi. Bu kapı, bu kırsalın ölü, sahte ve gerçekdışı güzelliği ile onun arkasına saklanmış korkunç ve çirkin gerçeklik arasındaki bariyerdi. O oda, bu mutlu normalliğin maskesinin tamamen düştüğü yerdi.

Silahını sağ eline alarak, sol eliyle kapıyı açtı. Oda karanlıktı ama koridordan yansıyan o azıcık ışıkla bile buranın, evin diğer yerlerinden farklı olduğu anlaşılıyordu. Yerde molozlar vardı.

Kapının yanındaki ışık düğmesini buldu ve bastı. Yanan tek ampul, resmen bir kabusu Riley'in önüne sermişti. İlk gözüne çarpan odanın ortasındaki metal boruydu. Yerden tavana kadar uzanıyordu. Yerdeki kan izleri neler olduğunu gösterir nitelikteydi. Tutsak olan kadınların çığlıkları yankılandı zihninde.

Odada kimse yoktu. Riley kendini toparladı ve ilerledi. Pencereler tahtalarla kapatılmıştı; içeri hiç güneş ışığı girmiyordu. Duvarlar pembeydi ve üzerinde hikaye kitabı resimleri çiziliydi. Ama çirkin lekelerle hepsi bozulmuştu.

Çocuk mobilyaları—fırfırlı koltuklar ve tabureler bir kız çocuğu için çok şey ifade ederdi—ters dönmüş ve kırılmıştı. Her tarafta oyuncak bebek parçaları vardı—içi çıkarılmış, kafası bir yerde, saçları bir yerde…  Küçük oyuncak bebek perukları çiviyle duvara asılmıştı.

Kendi tutsaklığını hatırlayan Riley'in kalbi korku ve hiddetle atmaya başlamıştı. Gördüğü manzara karşısında hissettiği öfke ve acıyla gözü dönen Riley, iyice odanın içine doğru ilerledi.

O anda ani bir hışırtı duydu arkasında ve birden lamba söndü.

Riley panikle dönüp ateş etti ama şansını kaybetmişti. Ağır ve sert bir şey iniverdi koluna aniden. Silahı karanlık içinde bir yere yuvarlandı.

Riley diğer darbeden kaçınmaya çalıştı ama sert ve ağır bir nesne kafasına indi ve sesli bir şekilde kafa tasını çatlattı. Odanın bir köşesine kıvranarak düştü.

Darbenin sesi kulaklarında yankılanıyordu. Sarsıntıdan doğan kamaşmalar meydana geldi beyninde. Yaralanmıştı ve bunun farkındaydı. Bilincini kaybetmemeye çalıştı ama sanki kum taneleri parmaklarının arasından akıp gidiyormuş gibiydi.

İşte yine oradaydı—o karanlığı yaran beyaz ateşin sesi. Yavaş yavaş, titreyen ışık, onu kimin taşıdığını gösteriyordu.

Bu defa, Riley'in annesiydi. Riley'in hemen önünde duruyordu. Aldığı ölümcül kurşun darbesiyle göğsü kanlar içindeydi; yüzü bir ölü gibi solgundu. Ama ağzını açıp konuşmaya başladığında, Riley'in babasının sesi çıkmıştı:

“Her şeyi yanlış yapıyorsun kızım.”

Riley, uyuşturan bir baş dönmesinin esiri olmuştu. Her şey dönüyordu. Dünya onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Annesi, bu berbat işkence aletini elinde tutarak ne yapıyordu?Neden babasının sesiyle konuşuyordu?

Riley bağırdı: “Neden sen Peterson değilsin?”

Aniden, ateş söndü. Geriye sadece sönen ateşin son kıvılcımları kalmıştı.

Zifiri karanlığın içinde yine babasının sesini duydu:

“İşte senin sorunun bu. Dünyadaki tüm kötülükleri bitirmek istiyorsun—hepsini aynı anda. Seçimini yapmak zorundasın. Her defasında sadece bir canavar!”

Kafası bulanmıştı. Riley babasının ne demek istediğini anlamaya çalıştı.

“Her defasında sadece bir canavar!” diye mırıldandı.

Bilinci, aklının berraklığını yok eder şekilde iyice zayıflamıştı. Kapının açıldığını ve koridordan gelen loş ışıkla, kapının orada bir adam silüetinin durduğunu gördü. Yüzünü göremiyordu.

Elinde bir şey vardı—şimdi fark etti, bir levye. Ayağında sadece çorap var gibiydi. Şimdiye kadar, onu yakalamak için doğru anı bekleyip, evin bir yerlerinde gizlenmiş olmalıydı.

Riley'in kolu ve kafası kötü şekilde yaralanmıştı. Kafatasının içinde yapışkan, sıvı bir sıcaklık hissetti. Kanıyordu; kötü derecede kanıyordu. Bilincini yitirmemek için büyük mücadele veriyordu.

Adamın güldüğünü işitti; bu gülümseme sesi oldukça yabancıydı. Düşünceleri tamamen karışmıştı. Peterson'un sesi değildi; karanlığın içinden gelen çok acımasız ve alaycı bir sesti. Meşalesi neredeydi? Neden her şey bu kadar farklıydı?

Durumun doğruluğunu anlamak için aklını zorladı.

Peterson değil, dedi kendi kendine. Dirk Monroe.

Sesli bir şekilde kendine fısıldadı: “Her defasında sadece bir canavar!”

Bu canavar, onu öldürmeye kararlıydı.

Zeminde kıvranarak süründü. Silahı neredeydi?

Adam, elindeki levyeyi sallaya sallaya ona yaklaştı. Riley, omuzuna yeni bir darbe yiyip yeniden yere yığılana kadar adamın bacaklarına doğru doğrulmuştu. Tam yeni bir darbe için daha kendini hazırlamıştı ki levyenin yere düştüğünü duydu.

Bir şey, sol ayağına dolanmış, onu çekiyordu. Adam, Riley'in ayağına bir halat bağlamış onu odanın ortasındaki molozlara ve metal boruya doğru sürüklüyordu. Mağdur dört kadının işkence görüp öldükleri yerdi burası.

Riley kafasını toplayıp, düşünmeye çalıştı. Katil seçmemişti onu. O kadar nefret ettiği bebeklerden alırken hiç görmemişti Riley'i. Yine de, evine girmiş olmasını kullanacaktı. Onu, sıradaki kurbanı yapacaktı. Ona acı çektirmeye kararlıydı. Riley acı içinde ölecekti.

Öyle olsa bile, Riley küçük bir ümide tutunuyordu. Bill ve takımı çok geçmeden burada olabilirdi. FBI evini sarınca, o zaman ne yapacaktı Dirk? Elbette anında Riley'i öldürürdü. Onun kurtarılmasına asla izin vermezdi. Yine de sonunda, o da can verirdi.

Ama neden onun son kurbanı Riley olmak zorundaydı? Sevdiklerinin yüzleri belirdi gözlerinin önünde—April, Bill—hatta, babası. Şimdi anlamıştı Riley; babasıyla, kötü bir düşünce bağını; dünyada sayısız şeytanın olduğuna dair algıyı paylaşıyordu. Yaşadığı her günü ve ardından, yapması gereken şeyi düşündü ve yavaş yavaş bir karara vardı. Kolay kolay ona teslim olamazdı. Kendi istediği şekilde ölecekti; katilin istediği şekilde değil.

Eliyle zemini yokladı ve sert bir şey buldu—bir bebek parçası değildi ama sert ve keskin bir şeydi. Bıçağının sapını kavradı. Elindeki şey kesinlikle ölen dört kadın üzerinde kullanılan bir bıçaktı.

Zaman bezdirici derecede yavaş ilerliyordu. Dirk'in ipi ortadaki boruya doladığını fark etti. Şimdi Riley'i boruya doğru çekiyordu.

Kendinden geçtiğinden emin olup Riley'e arkasını döndü. Tamamen onu boruya bağlamaya  ve ardından, ona neler yapacağına odaklanmıştı.

Bu dikkatsizliği Riley'e bir şans vermişti; tekrar arkasını dönmeden, çok kısa süreli bir şans. Yerde uzanmış vaziyette olduğu halde vücudunu kıvırarak oturur pozisyona getirdi. Dirk, bunu fark edince dönmeye yeltendi ama Riley daha hızlı davrandı. Boştaki sağ ayağından destek alarak katile doğru doğruldu.

Bıçağı direk karnına sapladı. Sonra çıkarıp tekrar tekrar saplamaya devam etti. Çığlık içinde inlediğini duydu. Riley, kendi bilinci tamamen gidene kadar katili bıçaklamaya devam etti.

Bölüm 35

Riley gözlerini açtı. Tüm vücudu ağrı içindeydi; özellikle, omzu ve başı. Karşısında Bill'in yüzünü gördü. Hayal mi görüyordu?

“Bill?” diye sordu.

Bill, rahatlamış bir şekilde gülümsedi. Riley'in başında, kanamayı durduran yumuşak bir şey tutuyordu.

“Tekrar hoşgeldin.” dedi.

Riley, hala o odada, direğin yanında olduğunu fark etti. Bir an için panikledi.

“Dirk nerede?” diye sordu.

“Öldü.” dedi Bill. “Hak ettiği şeyi verdin ona.”

Riley hayal görüp görmediğinden emin değildi.

“Görmem lazım.” dedi. Zorla başını çevirmeyi başardı. Dirk'in yerde yüz üstü bir şekilde kendi kanı içinde yattığını gördü. Gözleri açıldı Riley'in; hiç kırpmadı bile.

Bill, Riley'in başını kendine doğru çevirdi.

“Kımıldamaya çalışma.” dedi. “Kötü bir şekilde yaralanmışsın. İyileşeceksin. Ama çok fazla kan kaybetmişsin.”

Birden saplanan baş dönmesi, Bill'in haklı olduğunu gösteriyordu. Bilincini tekrar yitirmeden önce beş kelime fısıldadı:

“Her defasında sadece bir canavar…”

Bölüm 36

Özel Ajan Brent Meredith, içinde müsbet sonuçla biten bir notun iliştirildiği raporlar ve fotoğrafların olduğu kalın dava dosyasını kapattı. Riley de aynı şekilde mutlu hissediyordu. Bill ile Flores'un da öyle hissettiklerinden emindi. Davranış Analiz Birimi'nin konferans salonundaki masada hep birlikte oturuyorlardı. Riley'in her yeri yaralı ve sargı içinde olmasaydı, her şey kusursuz olacaktı tabii.

“Yani Dirk'in annesi oğlan yerine bir kız çocuğu olsun istemişti.” dedi Meredith. “Oğlunu, Güneyli Dilber'e dönüştürmeye çalışmıştı. Muhtemelen bu, madolyonun görünen kısmıydı. Kim bilir bir çocuk olarak daha ne tür travmalardan geçmişti.”

Bill sandalyesine yaslandı.

“Ona bu kadar acımayalım isterseniz…” dedi. “Çocukluğu travmalı geçen herkes katil bir sadiste dönmüyor. O, kendi seçimlerini kendisi yaptı.”

Meredith ve Flores, Bill'in sözlerini başlarıyla onayladılar.

“Peki,  Dirk'in annesine ne olduğunu bilen var mı?” diye sordu Riley.

“Kayıtlara göre beş yıl önce ölmüş.” dedi Flores. “Babası, daha Dirk bebekken, yıllar önce ortadan kaybolmuş.”

Dingin bir sessizlik çöktü salona. Riley, bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Kendilerini şeytani olanı yok etmeye adayan üç kişinin önündeydi. Şu an ne kadar mutlu olsalar da, şeytanın ruhu ve yapılacak daha çok şey onları bekliyordu. Bu, asla son bulmayacaktı. En azından, onlar için…

Kapı açıldı ve Carl Walder yüzünde kocaman bir sırıtmayla içeri girdi.

“İyi işti millet!” dedi. Riley'in silahını ve rozetini masanın üzerinden Riley'e fırlattı. “Bunlar senin!”

Riley buruk bir şekilde gülümsedi. Walder bırak özür dilemeyi, hatasını bile kabul etmeyecekti. Ama yine de sorun değildi. Hem zaten, özür dileseydi nasıl karşılaması gerektiğini bilmiyordu Riley. Muhtemelen nezaketle karşılamazdı.

“Bu arada, Riley…” dedi Walder, “…bu sabah beni Senatör aradı. İyileşmen için iyi dileklerini ve ayrıca, teşekkürlerini iletti. Seni yere göğe sığdıramıyor gibi.”

Riley şimdi neşesini bastırmaya çalıştı işte. Büyük olasılıkla, Walder'ın rozet ve silahını Riley'e geri verme sebebi bu telefondu. Newbrough'un son olarak söylediği şu cümle aklına geldi:

“Sen kimsenin 'yalaka köpeği' değilsin.”

Bu, Carl Walder için söylenemezdi.

“En kısa zamanda ofisime uğra.” dedi Walder. “Terfi işini konuşalım. Belki yönetim kademesine bir terfi olabilir. Bunu hak ettin.”

Başka bir şey söylemeden Walder odadan ayrıldı. Arkadaşlarının, Walder'ın bu kadar çabuk gitmesinden duydukları rahatlıkla derin bir nefes aldıklarını gördü.

“Bunu düşünmelisin, Riley.” dedi Meredith.

Riley kıkırdadı.

“Beni yönetici pozisyonunda gerçekten düşünebiliyor musunuz?”

Meredith omuz silkti.

“Sana ödenenden hep daha fazlasını yaptın. Birçok ajanın tüm hayatları boyunca yaptıkları saha çalışmasının en zorlusunu yaptın. Belki bir eğitmen olabilirsin. Tecrüben ve sezgilerinle ajanları eğitmede harika iş çıkaracağına eminim. Ne dersin?”

Riley bir düşündü. Genç ajanlara tam olarak ne öğretebilirdi ki? Şimdiye kadar sahip olduğu tek şey sezgileriydi ve bildiği kadarıyla bu, öğretilebilecek bir şey değildi. İnsanları kendi sezgileri konusunda eğitmenin hiçbir yolu yoktu. Herkesin ya sezgileri vardır ya da yoktur.

Hem, kendi sezgilerini gerçekten başkalarına öğretmek ister miydi ki? Kendi düşünceleri yüzünden birçok korku yaşamıştı; şeytani bir zihin gibi düşünebilmesi onu karanlığa hapsetmişti. Bu, katlanılması zor bir şeydi.

“Teşekkür ederim.” dedi Riley. “Ama ben, olduğum yeri seviyorum.”

Meredith başıyla onayladı ve sandalyesinden ayağa kalkarak şöyle dedi: “Bugünlük bu kadar. Gidip biraz dinlenin millet!”

Toplantı bitti. Riley ve Bill, kendilerini koridorda birlikte sessiz bir şekilde yürürken buldu. Binadan çıkıp, dışardaki bir banka oturdular. Bir süre bu şekilde sessizce geçti. İkisi de ne diyeceğini bilmiyor gibiydi. Aslında, söylenecek çok şey vardı.

“Bill…” dedi Riley hafifçe, “…sence yeniden partner olabilir miyiz?”

Biraz duraksadıktan sonra Bill karşılık verdi: “Sence?”

Dönüp birbirlerinin gözlerine baktılar. Riley, Bill'in yüzündeki acıyı görebiliyordu. Sarhoşken ettiği o telefonun verdiği yara henüz iyileşmemişti. Uzun bir zaman kalacağa benziyordu.

Ama bir şeyden emindi—doğru olan ama bir türlü kendisine itiraf edemediği bir şey. Bill ile aralarındaki bağ çok yoğun ve güçlüydü. Bill de kesinlikle aynı şekilde hissediyordu. Artık bu, birbirlerinden saklayabilecekleri bir sır olmaktan çıkmıştı. Eski hallerine dönebilmeleri artık mümkün değildi.

Partnerlikleri bitmişti. Bunu ikisi de biliyordu. Ama hiçbiri bunu sesli bir şekilde dile getiremiyordu.

“Evine git, Bill.” dedi Riley yumuşak bir ifadeyle. “Karınla her şeyi yoluna koymaya bak. Düşünmen gereken çocukların var.”

“Öyle yapacağım.” dedi Bill. “Ama umarım, seni kaybetmem—dostluğunu…”

Riley, eliyle eline hafifçe vurdu ve gülümsedi.

“Öyle bir ihtimal yok.” dedi.

İkisi de banktan kalkıp arabalarına doğru yürüdüler.

*

“Aklında ne var anne?” diye sordu April.

Riley ve April, gecenin bir yarısına kadar oturma odasındaki koltukta oturmuş televizyon izliyorlardı. O akşam Riley, April'e tüm olanları anlatmıştı—en azından, anlatabileceği şeyleri anlatmıştı.

Riley, April'in sorusuna cevap vermeden önce biraz tereddüt etti. Ama sesli bir şekilde dile getirmesi gerektiğini biliyordu. Ayrıca, April zaten biliyordu. Bu, bir sır değildi. Riley'in bir türlü kafasından atamadığı bir şeydi.

“Bugün bir adam öldürdüm.” dedi Riley.

April, endişeli ve sevgi dolu gözlerle annesine baktı.

“Biliyorum.” dedi. “Nasıl bir his?”

“Kelimelerle ifade etmek zor.” dedi Riley. “Korkunç bir şey. Hiç kimsenin yapmaya hakkının olmadığı bir şey—asla! Ama bazen bu, tek çare olabiliyor.”

Riley duraksadı. “Başka bir şey hissediyorum.” dedi. “Söylemeli miyim bilmiyorum.”

April sessizce gülümsedi: “Bir daha o sessiz kalma şeyini yapmayacağımızı sanıyordum anne.”

Riley kendini topladı ve karşılık verdi: “Kendimi hayatta hissediyorum. Tanrı bana yardım etti ve hayatta kalmamı sağladı. Ayrıca, artık Madeline'nın dükkanına gidip oyuncak bebek alan hiçbir kadının tehlikede olmadığını da biliyorum. Sadece… Madeline için mutluyum. Ona, böyle bir şey verebildiğim için mutluyum. Her ne kadar, o bunu hiç bilmeyecek olsa da…”

Riley, April'in elini sıktı.

“Geç oldu; yarın okulun var.” dedi.

April, annesini yanağından öptü.

“İyi geceler anne!” dedi ve odasına gitti.

Riley, yeni bir ağrı ve yorgunluk hissetti. Kendisinin de yatağa gitmesinin iyi olacağını düşündü. Yoksa burada, koltuğun üstünde uyuyakalacaktı.

Zorla ayağa kalktı ve odasına doğru yürüdü. Geceliği zaten üzerindeydi. Banyoya gidip dişlerini fırçalamadan, direk yatmak istedi.

Odasına girip lambayı açtığında hemen gözüne bir şey ilişti. Kalbi hızla çarpmaya başladı.

Yatağın içinde bir şey vardı.

Bir avuç dolusu küçük çakıl taşı…

Yaş sınırı:
16+
Litres'teki yayın tarihi:
10 eylül 2019
Hacim:
260 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
9781632915887
İndirme biçimi:
Serideki Birinci kitap "Bir Riley Paige Gizemi"
Serinin tüm kitapları
Metin
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,9, 8 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 4 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4,9, 7 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,5, 8 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 3,4, 9 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 2,5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 3, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre