Kitabı oku: «Kaybedilen », sayfa 15
Bölüm 32
Riley’in kalbi, Shellysford kasabasına yaklaştıkça heyecan içinde çarpmaya başlamıştı. Madeline'nin Tasarımları dükkanını bulmak oldukça kolaydı. Ana caddenin üstündeydi hemen ve isminin yazılı olduğu tabela görünür şekilde tam ön tarafındaydı. Shellysford, Riley'in beklediğinden daha büyük bir kasabaydı. Bulunan birkaç tarihi bina çok güzel korunmuştu ve ana cadde çok hoş bir dizayna sahipti. Bu zengin görünümlü çevreye daha şık tasarımlı kıyafet dükkanları yakışırdı.
Riley, arabasını dükkanın önündeki kaldırımın yanına park etti ve arabasından inerek şöyle bir etrafa göz attı. Dükkan vitrinindeki cansız mankenlerden birinin elinde bir oyuncak bebek olduğunu fark etti—başında tacı ve üzerinde pembe elbisesi ile bir prenses bebek. Bu kasabayı inceleyen ajanlar muhtemelen bunu bir çeşit vitrin süsü olarak düşünmüşlerdir. Vitrinde şöyle bir tabela osaydı işler daha da değişik olurdu elbette: Randevu ile Koleksiyon Bebekler Gösterilir.
Riley dükkandan içeri girdiğinde kapının üstündeki küçük zil çınladı ve kasadaki kadın dönerek Riley'e baktı. Kadın orta yaşlıydı ama fark edilir derecede genç bir görünüme sahipti. Kırlaşan saçları bile oldukça sağlıklı görünüyordu.
Riley, şöyle bir aklından seçeneklerini geçirdi. Rozeti olmadığı için dikkatli davranmak zorundaydı. Evet, diğer satıcılarla rozeti olmadan da konuşmayı başarmıştı. Ama kesinlikle bu kadınla rozetsiz konuşmak istemiyordu.
“Affedersiniz…” dedi Riley. “Madeline siz misiniz?”
Kadın gülümsedi. “Aslında ismim, Mildred ama Madeline'ı kullanıyorum. Daha çok hoşuma gidiyor. Hem, dükkan ismi olarak da Madeline daha hoş durdu. ‘Mildred’ın Tasarımları’ olsaydı, o aynı tınıyı vermezdi.” Kadın kıkırdayıp göz kırptı. “Hedeflediğim müşterileri çekemezdim o zaman.”
Şimdiye kadar iyi gidiyor. diye düşündü Riley. Kadın oldukça açık ve konuşkandı.
“Çok güzel bir yer…” dedi Riley etrafa bakarak. “Ama tek kişi için fazla bir iş değil mi? Yardımcınız var mı? Bu kadar işi tek başınıza yapıyor olamazsınız.”
Kadın omuzlarını silkti.
“Çoğunlukla ben yapıyorum.” dedi. “Bazen, ben müşterilerle ilgilenirken kayıt işiyle ilgilenen genç bir kız yardımcım var. Ama bugün sessiz bir gün. O yüzden, onun gelmesine gerek yok.”
En doğru yaklaşımı bulmaya çalışarak Riley, kıyafetlerin yanına gidip eliyle işaret etti.
“Çok güzel kıyafetler…” dedi. “Çoğu dükkanda bu tarz kıyafetler bulunmuyor.”
Bu sözler, Madeline'in hoşuna gitti.
“Evet, bunlar gibisini başka hiçbir yerde bulamazsınız.” dedi. “Hepsi yüksek kalite ama tarzlarının modası geçince onları indirimden alıyorum. Bu yüzden, şehirlere göre bunlar bir nevi 'dünün modası'.” Ardından, tekrar kıkırdayıp göz kırparak sözlerine devam etti: “Ama Shellysford gibi bir kasaba için—hmm, son moda olduklarını söyleyebiliriz.”
Madeline, askıdan lila renkli bir kokteyl elbisesi çıkardı.
“Bu size çok yakışır!” dedi. “Teninizle çok uyumlu—ve bence, kişiliğinizle de öyle.”
Riley hiç de öyle düşünmüyordu. Aslında, şimdiye kadar hiçbir mağazanın şık görünümlü kıyafetlerinden giymemişti. Yine de, bu elbisenin, golf kulübüne şu an giydiklerinden daha çok yakışacağından emindi.
“Aslında…” dedi Riley. “Oyuncak bebeklerinizden birkaçını görmeyi ümit ediyordum ben.”
Madeline biraz şaşırmış görünüyordu.
“Randevu aldınız mı?” diye sordu. “Aldıysanız eğer, ben unutmuş olmalıyım. Ayrıca, oyuncak bebek koleksiyonunu nereden duydunuz?”
Riley çantasındaki fişi çıkarıp Madeline'a gösterdi.
“Biri bana bunu verdi.” dedi Riley.
“Ha… Birisi yönlendirdi demek…” dedi Madeline; bu hoşuna gitmişti. “Peki, o zaman bir istisna yapabilirim sanırım.”
Dükkanın arka tarafına geçip büyük körüklü bir kapı açtı. Riley de onun peşinden gitti ve küçük bir odaya girdiler. Tüm raflar oyuncak bebeklerle doluydu ve yerdeki tezgahta ise çeşitli oyuncak bebek aksesuvarları vardı.
“Bu küçük işi yapmaya birkaç yıl önce başladım.” dedi Madeline. “İflas eden bir üretim firmasının mallarını düşük fiyata alma fırsatım oldu. Firma sahibi kuzenimdi. Bu yüzden bana özel bir indirim yaptı. Bu yatırımlarımı müşterilerime sunabildiğim için çok mutlu hissediyorum kendimi.”
Madeline bebeklerden birini eline alıp gururla baktı.
“Çok sevimli değiller mi?” dedi. “Küçük kızlar bunları çok seviyorlar. Aileleri de öyle… Her ne kadar antika olmasalar da bu bebekler, artık üretilmediklerinden koleksiyon değeri taşıyorlar. Şu kıyafetlere bir bakın! Bebeklerimin hepsine bu kıyafetlerden giydirebilirsiniz.”
Riley, raflardaki bebekleri iyice inceledi. Saç renkleri farklı olsa da birbirlerine çok benziyorlardı. Elbiseleri de farklıydı; modern elbiseli, prenses elbiseli, tarihi elbiseli… Aksesuvarlar arasında Riley, her tarza uygun eşyalar gördü. Bebeklerin fiyatları, yüz doların üstündeydi.
“Umarım neden bu bölmeyi halka açık yapmadığımı anlamışsınızdır.” diyerek açıklama yaptı Madeline. “Müşterilerimin çoğu elbiseler için geliyor. Ayrıca, aramızda kalsın…” dedi ses tonunu iyice kısarak ve devam etti, “…bu küçük şeylerin çoğu, kolayca çalınabiliyor. Bu yüzden, bunları kime göstereceğim konusunda dikkatli olmaya çalışıyorum.”
Bebeklerden birinin elbisesini düzelterek sordu Madeline: “Bu arada, isminiz nedir? Tüm müşterilerimin isimlerini bilmek isterim.”
“Riley Paige.”
Ardından, Madeline yüzünde sorgulayıcı bir gülümseme ile gözlerini kısarak baktı ve:
“Peki, size bunları tavsiye eden müşterimin ismi neydi acaba?” diye sordu.
“Reba Frye.” dedi Riley.
Madeline’nin yüzü gölgelendi.
“Ah, canım…” dedi. “Senatör'ün kızı… Geldiğini hatırlıyorum. Onun öl..” Bir süre sessizleşti ve başını salladı. “Ah, canım…” diye ekledi başını üzgün bir şekilde sallayarak.
Ardından, dikkatlice Riley'e baktı.
“Lütfen bana gazeteci olmadığınızı söyleyin.” dedi. “Eğer öyleyse, hemen gitmenizi rica edeceğim. Böyle bir şeyle anılmak dükkanım için çok kötü olacaktır.”
“Hayır, ben FBI ajanıyım.” dedi Riley. “Ve doğrusunu isterseniz, Reba Frye cinayetini araştırmak için buradayım. Biraz önce babası Senatör Newbrough ile görüştüm. Bana bu fişi verdi. Bu yüzden buradayım.”
Madeline'nın huzursuzluğu gitgide artmaya başladı.
“Rozetinizi görebilir miyim?” diye sordu.
Riley içini çekerek durdu. Bir şekilde blöf yapıp ona bunu yutturması gerekiyordu. En azından, biraz da olsa yalan söylemesi gerekiyordu.
“Bugün izinliyim.” dedi. “İzinli olduğumuz günlerde rozetlerimizi yanımızda taşımayız. Standart bir prosedür… İzinli olsam da elimden geldiğince bir şeyler bulmak için dinlenme vaktimden feragat edip geldim.”
Madeline anlamış gibi başını salladı. İnanmış görünüyordu—ya da başka bir deyişle, bu sözlere tamamen inanmadığı söylenemezdi. Riley, hiçbir açık vermemeye çalıştı.
“Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu Madeline.
“O günle ilgili bildiğiniz her şeyi anlatın. O gün başka kim çalışıyordu burada? Kaç tane müşteri gelmişti?”
Madeline elini uzattı. “Fişe bakabilir miyim? Tarih için…”
Riley fişi verdi.
“Evet, hatırlıyorum.” dedi Madeline fişe bakarak. “Birkaç hafta önceydi. İnanılmaz yoğun bir gündü.”
Riley iyice dikkat kesildi.
“Yoğun derken?” diye sordu Riley. “Ne yönden?”
Madeline düşünürken kaşlarını çattı.
“Bir koleksiyoncu geldi.” dedi. “Tek seferde 20 bebek birden satın aldı. Parası olmasına çok şaşırmıştım. Zira, o kadar zengin görünmüyordu. Daha çok, üzgün görünümlü yaşlı bir adamdı. Ona özel bir indirim de yaptım. Kızımla ben işimizi telefona da açık hale getirince her şey çığrından çıkmıştı resmen. Bu tarz bir işe alışık değildik neticede. Bir süre her şey bir hengame içinde devam etti.”
Riley tüm bu bilgileri toplayıp bir araya getirmeye çalışıyordu.
“Reba Frye da koleksiyoncunun olduğu zaman dükkanda mıydı?” diye sordu.
Madeline başıyla onay verdi. “Evet.” dedi. “Şimdi siz söyleyince aklıma geldi, o da buraydı.”
“Müşterilerinizin kayıtlarını tutuyor musunuz?” diye sordu Riley. “İletişim bilgileri falan..”
“Evet.” dedi Madeline.
“O adamın ismini ve adresini görmek istiyorum.” dedi Riley. “Bu, çok önemli!”
Madeline’in yüz ifadesi iyice temkinli bir hal aldı.
“Fişi size Senatör'ün verdiğini söylediniz, değil mi?” diye sordu.
“Başka nereden bulabilirim?” diye soruyla karşılık verdi Riley.
Madeline başıyla onayladı. “Doğru söylediğinize eminim ama yine de…”
Duraksadı; karar vermekte zorlanıyor gibiydi.
“Özür dilerim.” dedi birden. “Ama yapamam. Kayıtlara bakmanızdan bahsediyorum. Kimliğiniz bile yanınızda yok. Müşterilerimin özelini ifşa edemem. Hayır, Senatör'ün.. Pardon, Senatör değil, sizin kayıtlara arama belgeniz olmadan bakmanıza izin veremem. Üzgünüm ama bu, bana pek doğru gelmiyor. Umarım anlayış gösterirsiniz.”
Riley derin bir nefes aldı ve içinden durumu değerlendirmeye çalıştı. Bill'in en kısa zamanda geleceğinden hiç şüphesi yoktu. Ama ne kadar kısa bir sürede? Hem ya kadın o gelince de arama belgesi konusunda ısrar ederse? Bu, ne kadar zamanlarını alır? Şimdiye kadar edindiği tüm bilgilere göre, şu an bile bir kişinin daha hayatı tehlikede olabilirdi.
“Anlıyorum.” dedi Riley. “Peki, biraz etrafa bakabilir miyim? Belki bir ipucu bulabilirim.”
Madeline onayladı. “Elbette.” dedi. “İstediğiniz kadar…”
Riley'in kafasında hemen bir oyalama taktiği şekillendi. Madeline bazı aksesuvarları düzenlerken Riley bebeklere ve raflara göz atmaya başladı. Sanki bir bebeği almak istermişçesine en üstteki rafa uzandı ve raftaki tüm bebekleri kasti olarak yere düşürdü.
“Hay Allah!” dedi Riley. “Çok özür dilerim!”
Olabildiğince sakar bir edayla geri çekildi. Bu sefer de tezgahtaki aksesuvarlara çarpıp hepsini yere düşürdü.
“Ben.. Ben gerçekten özür dilerim!” dedi Riley yine.
“Sorun değil.” diye karşılık verdi Madeline sinirli bir tavırla. “Sadece—izin verin bunları düzelteyim.”
Madeline yere saçılan malları toplamaya başladı. Riley alelacele odadan çıkıp ana tezgaha yöneldi. Madeline'ın kendisini izlemediğinden emin olduktan sonra direk tezgahın arkasına geçiverdi. Kasanın hemen alt kısmındaki rafta bir kayıt defteri buldu.
Parmakları titriyordu. Riley tek tek defterdeki kayıtlara baktı. Hızlı bir şekilde tarihi, adamın adını ve adresini buldu. Yazmaya vakti olmadığından hemen bu bilgileri ezberledi.
Tam tezgahın arkasından çıkmıştı ki Madeline arka odadan çıkıp geldi. Yakalanmasına ramak kalmıştı. Madeline artık iyice şüphelenmişti.
“Gerçekten artık gitseniz iyi olur.” dedi. “Arama belgesi ile gelirseniz, size yardımcı olabilirim. Gerçekten Senatör ve ailesine elimden geldiğince yardımcı olmak isterim. Yaşadıkları kaldırılabilir bir acı değil. Ama şu an—sanırım gitmeniz en iyisi.”
Riley hızlıca çıkış kapısına gitti.
“Be—Ben anladım.” diyerek kekeledi. “Gerçekten çok özür dilerim.”
Hızla çıkıp arabasına bindi. Telefonunu alıp Bill'i aradı.
“Bill, ismini öğrendim!” diye bağırıverdi, Bill telefonu açar açmaz. “İsmi, Gerald Cosgrove. Adresini de aldım.”
Dikkatlice ezberlediği adresi hatırlayarak Bill'e söyledi.
“Birkaç dakikalık bir mesafedeyim.” dedi Bill. “İsmini ve adresini telsizden Büro’ya bildireceğim. Bakalım neler bulabilecekler. Doğruca senin yanına geliyorum.”
Bill telefonu kapattı. yerinde duramıyordu. Bill'in gelmesini sabırsızlıkla bekledi. Dönüp dükkana baktığında, Madeline'nın camın arkasında durmuş şüpheli bir ifadeyle kendisini izlediğini gördü. Riley güvensizliği için Madeline'ı suçlayamazdı. Deminden beri sergilediği davranışlar oldukça tuhaftı çünkü.
Riley’in telefonu çaldı. Hemen açtı.
“Bingo!” dedi Bill. “Adamın cinsel taciz suçundan sabıkası varmış. Bana verdiğin adres çok uzakta değil. Sen, benden biraz daha yakın sayılırsın.”
“Hemen oraya gidiyorum.” dedi Riley ve gaza bastı.
“Tanrı aşkına! Riley, oraya tek başına gitme!” diye bağırdı Bill. “Olduğun yerde beni bekle. En kısa sürede geliyorum. Duyuyor musun beni?”
Riley telefonu kapatıp yola koyuldu. Hayır, bekleyemezdi.
*
15 dakikadan daha az bir süre sonra Riley arabayı durdurup, tozlu ve terk edilmiş bir alana park etti. Alanın tam ortasında harabe görünümlü bir karavan bulunuyordu. Riley arabasından indi.
Ön taraftaki caddede eski bir araba park halinde duruyordu ama etrafta, Cindy McKinnon'un kaçırılması ile ilgili görgü şahidinin tasvir ettiği kamyonete dair hiçbir iz yoktu. Elbette, Cosgrove onu başka bir yerde saklıyor olmalıydı. Ya da belki de, takip edilme korkusuyla onu bir yerlerde terk etmiş de olabilirdi.
Riley, arsanın arka tarafında kilitli kapılar ve bir iki tane de döküntü kulübe görünce ürpermişti. Yakaladığı kadınları burada mı tutuyordu? Yeni kurbanını da mı şu anda burada tutuyor, işkence ediyor ve öldürmeye hazırlanıyordu?
Riley arsada dolaşarak etrafa bakındı.Arsa tamamen terk edilmiş değildi. Birkaç ev ile biraz mesafede karavanlar bulunuyordu. Yine de, bu kulübelerden birinde bağıran bir kadını duyabilecek kadar yakında kimse yok gibiydi.
Riley silahını çıkarıp karavana yaklaştı. Karavan, bulunduğu yere kalıcı bir şekilde oturtulmuştu ve sanki, yıllardır oradaymış gibi bir görüntüsü vardı. Bir süre önce de, sanki karavana daha çok düzenli ev havası vermek için birisi tam yan tarafına çiçek ekmişti. Ama şu anda orada çiçekten çok ot vardı.
Şimdiye kadar burası, Riley'in beklentilerini karşılıyordu. Doğru yere geldiğini hissediyordu.
“Artık işin bitti seni pislik!” diye kendi kendine söylendi. “Başka birinin daha canına kıyamayacaksın!”
Karavana vardığında, metal kapıya vurdu.
“Gerald Cosgrove!” diye bağırdı. “FBI! İçerde misin?”
Hiç cevap gelmedi. Riley cüruf biriketine çıkıp kapının küçük penceresinden içeri göz attı. Gördüğü manzara karşısında kemiklerine kadar ürperdi.
İçerisi oyuncak bebeklerle doluydu. Tek bir canlı bile yoktu. Sadece değişik şekil ve ebatlarda oyuncak bebekler vardı.
Riley kapının kolunu denedi. Kilitliydi. Tekrar kapıya vurdu. Bu defa, bir erkek sesi duyuldu.
“Git buradan! Beni yalnız bırak! Ben hiçbir şey yapmadım!”
Sanki bu ses, içeride yerde sürünen birinden geliyordu. Karavanın kapısı dışa doğru açılır şekilde tasarlandığından Riley tekme atıp kapıyı kıramıyordu. Bunun üzerine, kapının kilidine silahıyla ateş etti. Ve kapı açıldı.
Riley direk içeri daldı. Bir süre içerideki bebeklerin fazlalığından başı döndü. Yüzlerce bebek vardı. Her yerde—raflarda, masalarda, hatta zeminin her yerinde. Bebeklerin arasından, bölme duvarına korku içinde dayanmış duran adamı görmesi biraz zamanını aldı.
“Ateş etme…” diye yalvardı Cosgrove. Ellerini havaya kaldırmıştı ve titriyordu. “Ben yapmadım! Nolur ateş etme!”
Riley hemen adamın üstüne varıp onu ayağa kaldırdı. Ters çevirip, bir kolunu arkasına çekti ve sıkı sıkıya tuttu. Silahını kılıfına koyup kelepçelerini çıkardı.
“Diğer elini de ver!” dedi.
Adam baştan ayağa titriyordu. Hiç ikiletmeden elini uzattı. Riley, kelepçeleri takıp adamı garip bir şekilde sandalyeye oturttu.
60 yaşlarında, saçları tamamen ağarmış, zayıf görünümlü bir adamdı. Gözünden akan yaşlarla otuduğu sandalyede çok zavallı bir halde görünüyordu. Ama Riley hiç acımadı. Tüm bu oyuncaklar, adamın hasta ve sapkın biri olduğunu kanıtlıyordu zira.
Daha sorgulamaya başlamadan Bill'in sesi duyuldu.
“Tanrım! Riley, kapıya ateş ederek mi girdin buraya?”
Riley dönüp, karavana giren Bill'e baktı.
“Kapıyı açmadı, ne yapayım?” dedi Riley.
Bill homurdandı. “Sana dışarıda beklemeni söylediğimi hatırlıyorum.” dedi.
“Öyle bir şey yapmayacağımı biliyor olman gerekirdi.” dedi Riley. “Neyse… Geldiğine sevindim. Adamımız, bu gibi görünüyor.”
Adam ağlayarak söylenmeye başladı:
“Ben yapmadım! Ben değildim! Ben hapiste cezamı çektim! Tüm o işleri geride bıraktım!”
Riley, Bill'e sordu: “Bunun hakkında neler öğrendin?”
“Çocuk tacizine teşebbüsten bir süre içerde yatmış. O zamanda beri bir şey yok—şimdiye kadar…”
Bu, Riley için her şeyi açıklamaya yetiyordu. Bu cani adam, hiç şüphesiz daha büyük bir avın ve canavarlığın peşine düşmüştü.
“O, iki yıl önceydi.” dedi adam. “O zamandan beri düzgün yaşıyorum. İlaçlarımı alıyorum. Artık hiç öyle dürtülerim yok. Hepsi geçmişte kaldı. Hata yapıyorsunuz şu an.”
Bill, kinayeli bir ifadeyle sordu: “Yani sen, sütten çıkma ak kaşıksın, öyle mi?”
“Evet! Siz ne düşünürseniz düşünün, ben yapmadım!”
“Peki, bu bebekler ne?” diye sordu Riley.
Gözyaşları içinde kırık dökük gülümsedi Cosgrove:
“Güzel değiller mi?” dedi. “Azar azar biriktirdim hepsini. Birkaç hafta önce şansım yaver gitti ve Shellysford'daki o güzel dükkanı buldum. Bir sürü bebek ve bir sürü elbise vardı. O zaman, tüm Sosyal Güvenlik paramı orada harcadım ve alabildiğim kadar çok bebek aldım.”
Bill başını salladı. “Onlarla ne yaptığını bilmek isteyeceğimden emin değilim.” dedi.
“Düşündüğün gibi değil.” dedi Cosgrove. “Onlar benim ailem gibi. Benim tek arkadaşlarım. Sahip olduğum tek şey onlar… Evde onlarla oturuyorum. Bir yere gidecek fazla gücüm yok. Onlar bana iyi davranıyorlar. Beni yargılamıyorlar.”
Riley yeniden endişelenmeye başladı. Cosgrove'un şu an tuttuğu bir tutsak olabilir miydi?
“Arkadaki harabe kulübelerini kontrol edeceğim.” dedi.
“Elbette.” dedi Cosgrove. “Orada hiçbir şey yok. Saklayacak bir şeyim yok. Anahtarlar şurada.”
Kırılan kapının yanında duran anahtarları işaret etti. Riley gidip anahtarları aldı.
“Ben gidip bir bakacağım.” dedi.
“Yalnız başına olmaz, gidemezsin.” dedi Bill.
Önce, daha sağlam olsun diye Cosgrove'u Bill'in kelepçeleriyle buzdolabına kelepçelediler. Ardından, birlikte karavandan çıktılar. Arka tarafa geçip ilk kulübenin kilidini açtılar. İçeride, bahçe tırmığı dışında bir şey görünmüyordu.
Bill içeri girip etrafa baktı.
“Bir şey yok.” dedi. “Tek bir kan damlası dahi yok.”
Diğer kulübeye gidip kilidini açtılar ve içeri baktılar. Paslı bir çim biçmemakinesinin dışında kulübe bomboştu.
“Kurbanları başka bir yerde tutmuş olmalı.” dedi Bill.
Bill ve Riley karavana geri döndüler. Cosgrove hala orada oturuyordu. Üzgün bir şekilde bebeklerine bakıyordu. Riley, bu manzarayı hiç sevmedi—kendine ait gerçek bir hayatı olmayan ve büyük olasılıkla geleceği de olmayan bir adam.
Ama yine de, adamda Riley'i bırakmayan bir gizem vardı. Birkaç soru sormaya karar verdi.
“Gerald, geçen çarşamba sabahı neredeydin?”
“Ne?” diye karşılık verdi Cosgrove. “Neden bahsediyorsun? Bilmiyorum. Çarşambayı hatırlamıyorum. Muhtemelen buradaydım. Başka nerede olabilirim ki?”
Riley, daha meraklı bir ifadeyle baktı.
“Gerald…” dedi. “Bugün günlerden ne?”
Cosgrove’in gözleri kafası karışmış gibi açıldı.
“Be—Ben bilmiyorum.” diye kekeledi.
Riley bir düşündü—doğru söylüyor olabilir miydi? Bugün günlerden ne olduğunu gerçekten bilmiyor muydu? Oldukça inandırıcı bir şekilde cevap vermişti. Hiçbir sinir ya da öfke emaresi yoktu yüzünde. Karşılık verme çabası yoktu. Sadece korku ve çaresizlik vardı.
O esnada, kendine adamın sözlerine kanıp yumuşamaması gerektiğini hatırlattı. Gerçek bir psikopat bazen söylediği bir yalanla en iyi uzmanları bile kandırabilirdi.
Bill, Cosgrove'u buzdolabına bağlayan kelepçeleri çözdü. Ama elleri hala arkadan kelepçeliydi.
Bill bağırdı: “Gerald Cosgrove, üç kadını öldürme suçundan tutuklusun!”
Bill ve Riley, Gerald'ı birlikte karavandan çıkardılar. Bu sırada Bill, Gerald'a haklarını saymaya devam ediyordu. Ardından, Bill'in geldiği, Büro’ya ait olan tam donanımlı, arka ve ön koltukların birbirinden kafes barikatla ayrıldığı arabaya Gerald'ı tıktılar. Güvenli bir şekilde onu bağlayıp kelepçelediler. Sonrasında, ikisi de tek bir söz bile etmeden bir süre durdular.
“Yine yaptın yapacağını Riley!” dedi Bill hayranlıkla. “Herifi yakaladın—hem de rozetin bile yokken. Büro kesinlikle kollarını açıp memnuniyetle seni tekrar bağrına basacaktır!”
“Benim de seninle gelmemi ister misin?” diye sordu Riley.
Bill omuz silkti: “Gerek yok, ben icabına bakarım. Direk nezarete götüreceğim. Sen, kendi arabanı al.”
Riley, belki Bill geçen geceki yaşananlardan ötürü hala kızgındır diye fazla üstelemedi.
Bill'in ardından bakarken Riley, kendi başarısını ve verdiği sözü tutmasını kutlamak istedi. Ama nedense, içinde bir şeyler hiç de tatmin olmamıştı. Sürekli bir şey kafasını kurcalayıp duruyordu. Babasının sözleri yankılandı zihninde:
Sezgilerini takip etmekten asla vazgeçme.
Yavaş yavaş arabasıyla yol alırken Riley, bir şeyi fark etti.
Sezgileri, yanlış adamı yakaladıklarını söylüyordu.
Bölüm 33
Ertesi sabah Riley, April'i okula bırakırken, o düşünce zihnini kemirmeye devam ediyordu. Gece boyu uyumasına bile izin vermemişti.
Aradığımız adam gerçekten o muydu? diye sürekli sorup durdu kendine.
April arabadan inerken, endişeli bakışlarla annesine baktı.
“Anne, neyin var?” diye sordu.
Riley, bu soru karşısında birden şaşırmıştı. Kızıyla aralarındaki ilişki tamamen yeni bir hal almıştı—öncesine nazaran çok daha iyi bir hal. Ama Riley, April'in, kendisi hakkında endişelenmesine alışkın değildi. Güzel bir histi bu ama bir o kadar da tuhaf.
“Belli oluyor anlaşılan…” dedi Riley.
“Kesinlikle.” diye karşılık verdi April. Yavaşça annesinin elini tuttu. “Hadi, söyle bana.”
Riley bir an için düşündü. Kızının varlığından duyduğu hissi kelimelerle anlatamıyordu.
“Ben…” diye başladı ve ardından, sustu. Nasıl söylemesi gerektiğini bilmiyordu. “Doğru adamı yakaladığımdan emin değilim.”
April’in gözleri açıldı.
“Ben… Ne yapmam gerektiğinden emin değilim.” diye devam etti Riley.
April derin bir nefes aldı.
“Kendinden kuşku duyma anne.” dedi April. “Bunu hep yapıyorsun ve her zaman keşke yapmasaydım diyorsun. Sen de bana sürekli aynı şeyi söylemez misin? Kendinden kuşku duyma.”
April gülümsedi; Riley de gülümsemeyle karşılık verdi.
“Hemen gitmezsem derse gecikeceğim.” dedi April. “Bunu sonra yine konuşuruz.”
April, annesini yanağından öptü ve arabadan inerek hızla okuluna girdi.
Riley öylece durdu ve düşündü. Arabayı hemen çalıştırıp oradan ayrılmadı. Bunun yerine, Bill'i aradı.
“Bir şey çıktı mı?” diye sordu Riley, Bill telefonu açar açmaz.
Bill'in derin bir iç geçirdiğini duydu.
“Cosgrove, çok tuhaf biri.” dedi. “Şu an tamamen darma duman olmuş durumda—yorgun ve depresif. Ayrıca, çok fazla ağlıyor. Sanırım çok geçmeden dili çözülür. Ama…”
Bill duraksadı. Riley, onun da içinde bir şüphe olduğunu hissetti.
“Ama ne?” diye sordu.
“Bilmiyorum Riley. Aklı karışık gibi görünüyor. Neler olduğunun farkında olduğundan bile şüpheliyim. Durmadan gerçekle hayal arasında mekik dokuyor. Bazen, tutuklandığının bile farkında değilmiş gibi görünüyor. Belki de aldığı o ilaçlar onu bu hale getirmiştir. Ya da daha da basiti, bildiğin bunak bir akıl hastasıdır.”
Riley’in şüpheleri yine kendini göstermeye başladı.
“Sana ne diyor?” diye sordu.
“Çoğunlukla, bebeklerini sorup duruyor.” dedi Bill. “Sanki evde yalnız bırakmaması gereken gerçek çocukları ya da evcil hayvanlarıymış gibi onlar için endişeleniyor. Sürekli, onsuz yapamayacaklarını söylüyor. Çok uslu; hiç karşı gelmiyor. Ama bize hiçbir bilgi vermiyor. Öldürdüğü kadınlar hakkında ya da şu an esir tuttuğu kurbanı hakkında hiçbir şey söylemiyor.”
Riley bir süre Bill'in sözlerini kendi zihninde evirip çevirdi.
“Peki, ne düşünüyorsun?” diye sordu sonunda. “Aradığımız adam, o mu?”
Riley, Bill'in sesinde oluşan kabullenmek istemeyişi fark etti.
“Elbette o! Demek istediğim, elimizdeki her şey sadece onu işaret ediyor. Oyuncak bebekler, daha önceki sabıka kaydı… Her şey… Üstelik maktülle aynı anda dükkandaymış da. Daha ne olsun? Nasıl yanlış adamı tutuklamış olabiliriz ki?”
Riley hiçbir şey söylemedi. Karşı gelemedi. Ama Bill'in de kendi içinde sezgileriyle mücadele verdiğini fark etti.
Ardından, Riley sordu: “Madeline'ın eski çalışanlarıyla alakalı araştırma yapan oldu mu?”
“Evet.” dedi Bill. “Ama bir işe yaramadı. Madeline her zaman kayıt işi için lise öğrencilerini işe almış. Bu işe başladığından beri sürekli bu şekilde çalışmış.”
Riley'in giderek cesareti kırılıyordu. Bu davada hiç mi rahat bir nefes alamayacaklardı?
“Her neyse…” dedi Bill. “Bugün Merkez'den bir psikolog Cosgrove ile görüşecek. Belki bir şeyle çıkar da nerede durmamız gerektiğini öğrenebiliriz.”
“Tamam.” dedi Riley. “Beni haberdar et.”
Telefonu kapattı. Arabası hala çalışır vaziyetteydi ama okulun önünden henüz ayrılmamıştı. Nereye gidecekti? Şayet Newbrough onun gerçekten göreve dönmesini sağlayacaksa, henüz yapmamış olmalıydı. Çünkü hala ne rozeti ne de bir işi vardı.
En iyisi eve gitmek. diye düşündü.
Ama tam direksiyona sarılmıştı ki yine babasının sözleri beyninde yankılandı.
Sezgilerini takip etmekten asla vazgeçme.
Şu anda, sezgileri ona açık ve sesli bir şekilde Shellysford'a geri gitmesini söylüyordu. Nedenini tam olarak bilmiyordu ama gitmek zorundaydı.
*
Riley içeri girince yine kapının üstündeki ziller çınladı. Etrafta hiç müsteri yoktu. Madeline tezgahın arkasında başını kaldırıp baktı ve Riley'i görünce yüzünü astı. Riley, dükkan sahibinin kendisini tekrar gördüğüne hiç de mutlu olmadığını açıkça görebiliyordu.
“Madeline, dün için özür dilerim.” dedi Riley tezgaha yaklaşarak. “Sakarlığım tuttu birden. Gerçekten özür dilerim. Umarım hiçbir şey kırmamışımdır.”
Madeline kollarını bağladı ve Riley'e baktı.
“Bu sefer ne istiyorsun?” diye sordu.
“Hala bahsettiğim davayla uğraşıyorum.” dedi Riley. “Yardımına ihtiyacım var.”
Madeline birkaç saniye hiçbir şey söylemedi.
“FBI ajanı bile olsan henüz senin kim olduğunu tam olarak bilmiyorum.” dedi.
“Biliyorum ve bana güvenmediğin için seni suçlamıyorum.” diye karşılık verdi Riley. “Ama elimde Reba Frye'nin fişi vardı; hatırlıyorsun değil mi? Onu bana babasından başka kim verebilir? Beni gerçekten Senatör gönderdi buraya. En azından bunun doğru olduğunu biliyorsundur.”
Madeline temkinli bir ifadeyle başını salladı.
“Her neyse.. Sanırım bunun bir anlamı olmalı. Ne istiyorsun?”
“Bebek koleksiyonuna bir kez daha bakmama izin ver.” dedi Riley. “Bu sefer sorun çıkarmayacağıma söz veriyorum.”
“Pekala…” dedi Madeline. “Ama yalnız başına olmaz.”
“Anlaştık.” dedi Riley.
Madeline dükkanın arka tarafına geçip körüklü kapıyı açtı. Riley, bebekler ve aksesuvarların arasında dolanırken Madeline kapıda durup bir şahin gibi onu izledi. Riley, onun bu güzensizliğini anlayabiliyordu ama birinin bu şekilde kendisini izlemesi konsantrosyonunu bozuyordu—hele de, ne aradığını kendisinin bile bilmediği böyle bir durumda.
Tam o sırada, dış kapının üstündeki zil çınladı. Üç tane şamatacı müşteri dükkana girmişti.
“Tanrım!” dedi Madeline. Müşterileri ile ilgilenmek üzere hızla elbise bölümüne geçti. Riley, en azından bir süreliğine, bebeklerle yalnız kalmıştı.
Hepsini dikkatlice inceledi. Kimisi ayakta duruyordu; kimisi oturuyordu. Bebeklerin hepsinin üzerinde elbise ve önlük vardı. Ama, hepsi giyinik olmasına rağmen, oturan bebeklerin pozisyonu, katilin kurbanlarına verdiği pozisyonla bire bir aynıydı, ayakları dimdik uzatılmıştı. Katilin, ilhamını bu tarz bebeklerden aldığı kesindi.
Ama bu, Riley için yeterli değildi. Başaka ipuçları da olmalıydı.
Riley’in gözleri, alt raflardan birindeki resim kitaplarına takıldı. Eğilip kitapları tek tek raftan çıkarmaya başladı. Kitapların hepsi, oyuncak bebeklere benzeyen küçük kızların maceralarını konu alıyordu ve çok güzel bir şekilde görselleştirilmişti. Kitap kapaklarının üstündeki kızlar ve oyuncak bebekler birebir aynı elbiseyi giyiyorlardı. Riley, bu kitapların ve oyuncak bebeklerin bir set halinde birlikte satılmak üzere üretildiklerini fark etti.
Kitaplardan birinin kapağını görünce Riley donakaldı resmen. Kızın, uzun sarı saçları ve büyük, açık mavi gözleri vardı. Pembeli, beyazlı balon elbisesinin eteklerinde gül desenleri vardı. Başında ise pembe bir kurdele vardı. Kitabın adı, Güneyli Dilberin Büyük Balosu idi.
Kızın yüzüne daha da yakından bakınca Riley'in tüyleri diken diken oldu. Açık mavi olan gözleri aşırı derecede açıktı ve muazzam siyah kirpikleri vardı. Abartılı bir şekilde gülümseyen dudakları kalın ve açık pembeydi. Riley'in hiç şüphesi kalmamıştı artık. Katilin, bu resimi baz alarak hareket ettiği barizdi.
O sırada, müşterilerin dükkandan çıkmasıyla kapının zili yeniden çınladı. Madeline koşarak arka odaya geldi. Riley'in hiçbir sorun çıkarmamış olduğunu görünce rahatladı. Riley, kitabı ona gösterdi.
“Madeline, bu kitaptakiyle eşleşen bebek var mı?” diye sordu.
Madeline kitabın kapağına baktı ve rafları şöyle bir gözden geçirdi.
“Bir ara,onlardan birkaç tane olduğunu hatırlıyorum.” dedi. “Ama şu an hiç yok sanırım.” Bir süre düşündükten sonra sözlerine devam etti: “Şimdi düşündüm de, onların en sonuncusunu uzun bir zaman önce satmıştım.”
Riley, sesinin titremesini çok zor bastırabildi.
“Madeline, bunu yapmak istemediğini biliyorum Ama bu bebeği almış olabilecek müşterilerin isimleri konusunda bana yardım etmek zorundasın. Bunun ne kadar önemli olduğunu şu an sana anlatamam.”
Madeline, bu sefer Riley'in durumunu biraz anlamış gibiydi.
“Özür dilerim, yapamam.” dedi. “İstemediğimden değil ama yapamam. 10 ya da 15 yıl geçti üzerinden. Kayıt defterimde o zamana ait hiç kayıt yok.”
Riley’in cesareti kırılmıştı. Yeni bir çıkmaza girmişti. Elinden geldiğince çaba sarf etmişti. Buraya gelmek, sonuç olarak, bir işe yaramamıştı.
Riley gitmek üzere döndü. Dükkanın elbise kısmından geçip kapıyı açtı. Temiz havanın yüzüne çarpmasıyla, bir şey bedenini sarstı. Koku… Dışarıdaki temizhava, içerinin ne kadar ağır koktuğunu fark etmesine sebep oldu. Ağırdan ziyade keskin bir koku… Böyle süslü bir bayan giyim dükkanında rastlanmayacak bir kokuydu bu. Ne olabilirdi ki?
Derken, Riley fark etti. Amonyak kokusu!. Ama bu ne anlama geliyordu?
Sezgilerini takip et Riley!
Tam kapıdan çıkmak üzereydi ki durdu ve dönüp Madeline'a baktı.
“Bugün yerleri paspasladın mı hiç?” diye sordu.
Madeline başını salladı şaşkın bir ifadeyle.
“Bir temizlik şirketine yaptırıyorum o işi.” dedi. “Her seferinde bana bir temzilikçi yolluyorlar.”
Riley’in kalbi hızla çarpmaya başladı.
“Temizlikçi mi?” diye sordu. Sanki fısıldar gibi alçak bir tonla konuşmuştu.
Madeline başıyla onayladı.
“Sabah saatlerinde geliyor. Hergün değil ama. İsmi, Dirk.”
Dirk… Riley’in kalbi çarpmaya ve tüyleri ürpermeye başladı.
“Dirk… Soy ismi ne?” diye sordu.
Madeline omuzlarını silkti.
“Korkarım, soyismini bilmiyorum.” diye cevap verdi. “Çeklerini ben yazmıyorum. Muhtemelen temizlik şirketi yazıyordur. Ama bayağı pasaklı görünümlü biri. Doğrusunu istersen çok güvenilecek bir tip değil. ”
Riley, kendini yatıştırmak için uzun ve ağır bir şekilde nefes alıp verdi.
“Bu sabah burada mıydı?” diye sordu.
Madeline sessizce başıyla onayladı.
Riley yaklaşarak Madeline'ı uyardı.
“Madeline…” dedi. “…Ne yaparsan yap ama sakın bir daha onun dükkanına girmesine izin verme. Sakın!”