Kitabı oku: «Grimm Masalları», sayfa 11
Bayan Tilki Nasıl Yeniden Evlendi?
Bir zamanlar karısının sevgisini sınamak isteyen dokuz kuyruklu, yaşlı bir Bay Tilki varmış. Tezgâhın altına kaskatı uzanarak ölü taklidi yapmış. Tek bir eklemini dahi hareket ettirmemiş. Bayan Tilki odasına çekilmiş, kendisini kilitlemiş. Uşağı kedi de mutfakta, şöminenin yanında taziyeleri kabul ediyormuş. Yaşlı Bay Tilki’nin öldüğü haberi yayılınca Bayan Tilki’ye yeni talipler gelmeye başlamış. Bir gün kapı çaldığında uşak duyup açmaya gitmiş. Karşısında genç bir tilki duruyormuş.
“Bayan Kedi ne yapıyorlar? Uyuyor mu yoksa uyanık mı?” diye sormuş.
Kedi cevap vermiş: “Uyumuyorum, oldukça uyanığım; biraz kaymak eritiyor, biraz da çay demliyorum. Bana katılıp bu mutluluğu benimle paylaşmak ister misiniz?”
“Teşekkürler, hanımefendi.” demiş tilki. “Bayan Tilki ne yapıyor?”
Uşak şöyle cevaplamış: “Büyük bir üzüntü içinde, üst katta oturuyor. Gözleri ağlamaktan şişti. Acısından başka bir şey hissetmiyor. Zavallı ve yaşlı Bay Tilki, artık yok.”
“Söyleyin ona hanımefendi, genç bir tilki ona talip olmaya geldi.”
“Elbette, genç efendim.” diye cevap vermiş kedi ve pıt pıt yukarı çıkıp küt küt kapıyı çalmış. “Bayan Tilki, orada mısınız?” diye seslenmiş.
“Evet, evet kedicik!”
“Aşağıda bir talibiniz var. Ona gitmesini mi söyleyeyim?”
“Acaba nasıl biri ki?” diye sormuş Bayan Tilki. “Sevgili Bay Tilki gibi dokuz güzel kuyruğu var mı?”
“Oh hayır.” diye cevaplamış kedi. “Onun sadece bir tane var.”
“O zaman istemiyorum onu.” demiş Bayan Tilki. Kedi de aşağıya inip talibi göndermiş.
Çok geçmeden kapıya başka bir talip gelmiş. Bunun iki kuyruğu varmış fakat sonu, ilkinden pek de farklı olmamış. Sonra gelenlerin hepsinin, bir öncekinden bir tane daha fazla kuyruğu varmış; birbiri ardına birçok tilki gelmiş fakat hepsi de kovulmuş. Ta ki yaşlı Bay Tilki gibi dokuz kuyruklu bir tanesi çıkıp gelene kadar! Bayan Tilki bunu duyunca neşeyle kediye şöyle bağırmış: “Kapıyı ve pencereyi sonuna kadar aç. Yaşlı Bay Tilki’yi de dışarı at.”
Fakat o sırada yaşlı Bay Tilki tezgâhın altından fırlamış, Bayan Tilki’yle beraber hepsini döverek dışarı atmış.
Yaşlı Tilki gerçekten öldüğünde Bayan Tilki’ye talip olarak bir kurt gelmiş ve kapıyı çalmış, uşak kapıyı açınca kurt öne doğru eğilerek selam vermiş ve demiş ki: “İyi günler, Bayan Kedi. Nasıl oldu da yalnız kaldınız burada? Bugün ne pişiyorsunuz?”
Kedi cevaplamış: “Bembeyaz ekmek ve tatlı mı tatlı süt. İçeri buyurup yemez miydiniz?”
“Çok teşekkürler, Bayan Kedi.” diye cevaplamış kurt. “Bayan Tilki evde mi?”
Kedi:
Acılı hanımım yukarıda,
Hapsetti kendini odasına.
Bay Tilki artık yok diye,
Durmuyor ağlaması da, diye cevap vermiş.
Kurt cevaplamış:
Başka bir koca istemiyor mu,
Kendisini ve evini korumak için?
Kedi pıt pıt yukarı çıkmış, pat pat kapıyı çalmış.
“Bayan Tilki, orada mısınız?” diye seslenmiş.
“Evet, evet kedicik!”
“Aşağıda bir talibiniz var. Gitmesini mi söyleyeyim?”
Bayan Tilki: “Beyefendinin kırmızı kuyrukları ve keskin bir burnu var mı?” diye sormuş.
“Hayır.” diye cevaplamış Bayan Kedi.
“O zaman onu istemiyorum.” demiş Bayan Tilki. Kurt gittikten sonra bir köpek, bir geyik, bir yaban tavşanı, bir ayı, bir aslan ve birkaç tane daha vahşi hayvan gelmiş. Fakat hiçbirinde de merhum Bay Tilki’deki gibi iyi özellikler yokmuş. Bu yüzden de uşak, hepsini reddetmek zorunda kalmış. Sonunda genç bir tilki gelmiş, Bayan Tilki kırmızı kuyrukları ve keskin bir burnu olup olmadığını sormuş.
“Evet, var.” demiş Bayan Kedi. “O zaman onunla evleneceğim.” demiş Bayan Tilki ve uşağına düğün hazırlıklarına başlamasını emretmiş.
Haydi Bayan Kedi; koş, süpür bütün evi
Pencereleri aç, çıkart evden Bay Tilki’yi.
Sonra ye, canının çektiği her şeyi
Hatta git, yakala bulduğun her fareyi.
Bayan Tilki danslar eşliğinde ve eğlenerek genç tilki beyefendiyle evlenmiş, duyduğum kadarıyla hâlâ dans ediyor bile olabilirler.
Tilki ve Kazlar
Bir zamanlar bir tilki, bir sürü şişman kazın bulunduğu bir çayıra gelmiş. Gülümseyerek: “Tam zamanında gelmişim! Sizi art arda yiyebileyim diye, ne de güzel beraberce oturuyorsunuz öyle.” demiş. Kazlar korkuyla gıdaklamış, sıçramış; tilkiye, hayatlarını bağışlaması için zavallı bir şekilde ağlamaya ve yalvarmaya başlamışlar. Fakat tilki hiçbir şey dinlememiş ve demiş ki: “Merhamet diye bir şey yok. Öleceksiniz.”
En sonunda biri cesaret bulmuş ve şöyle demiş: “Eğer biz zavallı kazlar, canlarımızı sana vermek zorundaysak bize sadece tek bir iyilik yap. Günah içinde ölmeyelim diye, son bir kez daha dua etmemize izin ver. Sonra da en şişmanımızı seçebilesin diye kendimiz sıraya gireceğiz.”
“Tamam.” demiş tilki. “Mantıklı bir istek. Gidin, duanızı edin, işiniz bitene kadar bekleyeceğim.”
Sonra ilki, uzun bir duaya başlamış:
“Ga! Ga!” ve o bitirmeyince ikincisi sırası gelene kadar beklememiş, o da başlamış: “Ga! Ga!”
Üçüncü ve dördüncü de onları takip etmiş; sonra hepsi, bir ağızdan gıdaklamaya başlamış. Dua etmeyi bitirdiklerinde hikâye de devam edecek fakat hâlâ dua ediyor ve pek duracağa da benzemiyorlar.
Tilki ve At
Bir çiftçinin yaşlanmış ve artık daha fazla iş göremez hâle gelmiş, sadık bir atı varmış; dolayısıyla efendisi artık ona yiyecek bir şey vermiyormuş ve bir gün demiş ki: “Artık senden bana fayda yok ama sana bir şans daha vereceğim eğer hâlâ bana bir aslan getirecek kadar güçlü olduğunu ispatlarsan sana bakmaya devam edeceğim fakat şimdi ahırımdan çık ve git.”
At çok üzülmüş ve soğuk havadan korunmak için kendisine küçük bir sığınak aramaya, ormana gitmiş.
Orada karşılaştığı tilki ona demiş ki: “Neden başını öne eğmiş, tek başına dolaşıyorsun?”
“Ne yazık ki…” diye cevap vermiş at. “Para hırsı ve sadakat aynı çatı altında barınamıyor. Efendim bunca yıldır ona sunduğum hizmetleri unuttu ve artık iyi çift süremediğimden bana bir daha yemek vermeyecek. Beni kapı dışarı etti.”
“Tek bir şans bile vermeden mi?” diye sormuş tilki. “Verdi ama hiç şansım yok. Dedi ki eğer ona bir aslan getirecek kadar güçlü olduğumu kanıtlarsam beni tutarmış fakat bunu yapamayacağımı bal gibi de biliyor.”
Tilki demiş ki: “Ben sana yardım ederim. Yere uzan, ölmüş gibi gerin ve hareket etme.”
At, tilkinin dediklerini yapmış ve tilki, ini pek de uzakta sayılmayan aslanın yanına gidip şöyle demiş: “Şurada ölü bir at uzanıyor, benimle gelirsen güzel bir ziyafet çekebilirsin.”
Aslan, tilkinin peşinden gitmiş. Birlikte atın yanında dururlarken tilki: “Yalnız burası senin için pek de rahat değil. Onu kuyruğundan sana bağlayacağım ki sen de onu mağarana sürükleyip huzur içinde yiyebilesin.” demiş.
Bu tavsiye aslanın pek hoşuna gitmiş. Uzanmış ve tilki, atı hızla ona bağlasın diye sessiz sessiz durmuş. Fakat tilki aslanın ayaklarını atın kuyruğuna bağlamış, dolamış ve o kadar güçlü sıkmış ki hiçbir kuvvet onu bozamazmış.
İşini bitirince atın omuzuna dokunmuş ve demiş ki: “Çek beyaz at, çek!”
Sonra at, bir anda ayağa kalkmış ve aslanı sürüklemiş. Aslan öyle bir kükremiş ki ormandaki tüm kuşlar korku içinde uçuşmuşlar; at, aslanın kükremesine aldırmayarak onu efendisinin kapısına doğru onu sürüklemiş. Efendisi aslanı görünce aklı başına gelmiş ve ata: “Benimle birlikte kalmaya devam edeceksin.” demiş. Ona ölene kadar da bir sürü yemek vermiş.
Tilki ve Kedi
Kedi, ormanda tilkiyle karşılaşmış ve kendi kendine: “O akıllı, deneyimli ve dünyadaki en saygın hayvan!” diye düşünerek onunla arkadaşça konuşmaya başlamış. “İyi günler, Sevgili Bay Tilki, nasılsınız? Nasıl gidiyor? Bu mevsimi nasıl geçiriyorsunuz?”
Tilki, büyük bir kendini beğenmişlikle kediyi tepeden aşağı süzmüş ve uzunca bir süre cevap verip vermeyeceğini bilememiş. Sonunda: “Ah, seni acınası tüy temizleyici! Seni benekli aptal, seni aç, fare budalası! Sen ne düşünebilirsin ki? Ne cüretle bana nasıl olduğumu soruyorsun sen? Ne öğrendin ki? Kaç tane yeteneğin var ki?”
“Bir tanesinin haricinde hiç yeteneğim yok.” diye cevaplamış kedi alçak gönüllülükle. “Neymiş o?” diye sormuş tilki. “Av köpekleri beni takip ederken bir ağaca zıplayıp kendimi kurtarabilirim.”
“Bu kadarcık mı?” demiş tilki. “Ben yüzlerce beceriye sahibim ve bir çuval dolusu kurnazlığım var. Sana acıyorum; gel benimle, insanların av köpeklerinden nasıl kurtulduğunu öğreteyim sana.”
Tam o sırada dört köpekli bir avcı gelmiş. Kedi, çevik bir şekilde ağaca fırlamış ve tepesine oturmuş. Dallar ve yapraklar da onu saklamış. “Göster marifetini Bay Tilki, göster marifetini.” diye bağırmış kedi ona. Fakat köpekler çoktan onu yakalayıp hızla yemişler.
“Ah, Bay Tilki!..” diye bağırmış kedi. “Yüzlerce becerinle yakalandın, kaldın! Eğer bendeki şu tek yetenek olsaydı sende, ölüp gitmezdin böyle.”
Dil Balığı
Balıklar uzunca bir süredir tedirginlermiş. Başlarında düzen ve adalet sağlayacak bir kralları olmadığı için mutsuzlarmış. Hiçbiri birbirine uymadan canlarının istediği gibi sağa sola yüzer ya da bir arada kalmak isteyenlerin arasından kendi yollarına giderlermiş. Güçlü olan, zayıf olana kuyruğuyla bir darbe indirip uzaklaştırır ya da çok uzatmadan onu yutarmış. “Ne hoş olurdu…” demişler. “Aramızda hak ve adalet sahibi bir kralımız olsa!”
Böylece, suda en hızlı yüzebilecek ve zayıf olanlara yardımcı olabilecek bir hükümdar seçmek için bir araya gelmişler.
Hepsi deniz kıyısında dizilmiş, turna balığı kuyruğuyla işaret verdiğinde hepsi yüzmeye başlamış. Turna balığı ok gibi öne doğru fırlamış ve hemen yanında da ringa balığı, yem balığı, tat-lısu levreği, sazan ve geri kalanlar varmış. Dil balığı bile onlarla yüzmüş ve kazanacağından eminmiş. Bir anda bir bağrış duyulmuş: “Ringa balığı birinci! Ringa balığı birinci!”
“Birinci kim?” diye kızgın bir şekilde bağırmış kıskanç dil balığı epey gerilerden. “Birinci kim?”
“Ringa balığı! Ringa balığı!” olmuş aldığı cevap.
“Çıplak ringa balığı mı?” diye bağırmış kıskanç yaratık. “Çıplak ringa balığı ha?”
O gün bu gündür dil balığının ağzı, ceza olarak bir tarafa doğru çarpık kalmış.
Çalı Kuşu
Gün içinde duyulan her sesin bir anlamı varmış. Demircinin çekici gümledikçe bağırıyormuş: “Vur! Vur!” diye. Marangozun testeresi gıcırdarken: “İşte gidiyoruz! İşte gidiyoruz!” diyormuş. Değirmen tekeri: “Yardım Allah’ım! Yardım Allah’ım!” diye tıkırdıyormuş. Ve eğer dolandırıcı değirmenci, değirmeni gizlice soyup gidecekse değirmen önce yavaşça: “Kim var orada? Kim var orada?” diye soruyormuş. Sonra hemencecik: “Değirmenci! Değirmenci!” diye cevap veriyormuş. Daha sonra da: “Utanmadan çalıyor! Utanmadan çalıyor! Bir seferde üç çuval!” diyormuş.
O zamanlar, kuşların şimdi bazılarına sözsüz bir müzik ve bazılarına da sadece ötüş, cırlama veya fısıltı gibi gelen dillerini herkes anlarmış. Kuşlar artık başlarında bir hükümdarları olsun istediklerinden aralarından birini seçmeye karar vermişler. Aralarından sadece, çalı kuşu buna karşı çıkmış. Özgürlüğüne çok düşkün olan kuş, mutsuzca bir oraya bir buraya uçarak: “Ben nereye gideceğim? Ben nereye gideceğim?” diye bağırmış. Sonra da kasvetli ve ıssız bir bataklıkta inzivaya çekilmiş, arkadaşlarının yanına hiç gitmemeye başlamış.
Artık bu konuyu tartışmak isteyen kuşlar güzel bir mayıs sabahı, tüm ormanlardan ve tarlalardan gelip toplanmışlar: kartallar, ispinozlar, baykuşlar, kargalar, tarla kuşları ve serçeler… Hepsini saymakla bitmez! Ağaçkakan, ibibik, hatta daha adı dahi olmayan minicik bir kuş bile bu ekibe katılmış. Her nasılsa olup bitenleri daha önce duymamış olan tavuk, bu büyük kalabalığı görünce şaşırıp kalmış.
“Ne, ne, ne yapılacak?” diye gıdaklamış fakat sevgilisi horoz, tavuğu sakinleştirmiş. En yüksekten uçabilenin kral olması gerektiğine karar verilmiş. Çalılıkların arasında oturan bir ağaç kurbağası, bu seçimden ötürü çok gözyaşı dökülebileceğini düşündüğünden bunu duyunca basmış yaygarayı: “Hayır, hayır, hayır, hayır!”
Ama karganın: “Gak! Gak!” demesiyle beraber hepsi suspus olmuş.
Bu güzel sabahta kimse, “Çok yükseklere uçtum, akşam bastırınca daha fazla gidemedim.” diyemesin diye bir an evvel yarışa başlamaları gerektiğine karar verilmiş. İşaretin verilmesiyle tüm topluluk havalanmış. Kanat çırpma ve pır pır seslerinin arasında birbirine karışan toz toprak, yükselen kara bir bulutu andırıyormuş. Ne var ki küçük kuşlar geride kalmış, daha fazla ilerleyemeyerek yere düşmüşler. Daha büyük kuşlar, daha fazla kalmışlar havada fakat kimse güneşin gözleri kamaştıracağı kadar yükseklere çıkan kartalla eş değilmiş. Diğerlerinin ona yetişemediğini görünce kartal: “Niye daha fazla yükseleyim ki?” diye düşünmüş.
“Kral benim.” diye bağırarak tekrar kendisini aşağılara bırakmış. Aşağıdaki kuşlar birden şöyle bağırmışlar: “Kralımız sen olmalısın, kimse bu kadar yükseğe uçmadı!”
“Ben hariç!” diye bağırmış kartalın göğsündeki tüylere tutunmuş hâlde uçmakta olan isimsiz, küçük kuş. Bu küçük kuş henüz hiç yorulmadığından o kadar yükseğe çıkmış ki neredeyse cennete varmış. Bu kadar yükselince kanatlarını kapatıp olanca gücüyle: “Kral benim! Kral benim!” diye bağırmış.
“Sen kralımız olamazsın!” diye bağırmış kuşlar kızgın bir şekilde. “Hile ve kurnazlıkla başardın bunu!”
Bu yüzden başka bir koşul getirmişler. Kim en aşağıya inebilirse kral o olmalıymış. Kaz, bir kez daha kocaman gövdesine rağmen kanat çırpmış. Tavuk kendi etrafında daireler çizmiş. Ördek en sonuncu gelmiş çünkü ayağını burkmuş. İsimsiz, küçük kuş bir fare deliği bulup içine saklanarak ince sesiyle oradan: “Kral benim! Kral benim!” diye bağırmış.
“Kralımız sen misin!” diye daha da sinirli bağırmış kuşlar. “Kurnazlığının hüküm süreceğini mi sanıyorsun?” diyerek onu deliğe hapsedip aç bırakmaya karar vermişler. Önüne gözcü olarak baykuşu dikmişler ve artık oradan kaçmasına imkân kalmamış. Akşam olunca tüm kuşlar kanatlarını çırpmaktan yorulmuş bir hâlde karıları ve çocuklarıyla yatmaya gitmişler. Baykuş tek başına, koca gözleriyle, sebatla bakarak fare deliğinin yanında dikilmiş. Bu sırada o da çok yorulmuş ve: “Kesinlikle bir gözümü kapatabilirim, diğeriyle de izlerim. Hem küçük düzenbaz bu delikten zaten çıkamaz.” diye düşünmüş. Böylelikle bir gözünü kapatmış ve diğeriyle doğrudan fare deliğine bakmış. Küçük arkadaşımız, kafasını dışarı çıkartıp etrafa bakmış ve tam sıvışayım derken baykuş hemen ileri atılmış. Küçük kuş da kafasını geri çekmiş.
Sonra baykuş diğer gözünü açmış ve az önce açık olanı kapatmış. Tüm gece boyunca bir o gözünü bir diğerini açıp kapatmış. Fakat bir seferinde bir gözünü kapatıp da diğerini açmayı unutunca her iki gözü de kapanır kapanmaz uykuya dalmış. Küçük velet bunu görür görmez kaçmış. O günden sonra baykuş, diğer kuşların korkusundan asla gün yüzüne çıkmaya cesaret edememiş; sadece geceleri uçar olmuş ve böyle iğrenç delikler yaptıkları için farelere düşman olup hep onları kovalamış. Küçük kuş da ortaya çıkmaya pek istekli değilmiş, yakalanırsa canını kaybedeceğinden korkuyormuş. Çitlerde hırsızlık yapar ve kendisini güvende hissettiğinde bazen: “Kral benim!” diye bağırırmış. Bu yüzden de diğer kuşlar onunla, “Çitlerin Kralı!” diye dalga geçerlermiş.
Ne var ki kimse küçük krala itaat etmek zorunda olmayan çalı kuşu kadar mutlu değilmiş. Güneş doğar doğmaz havada yükselir ve: “Ah, ne güzel! Ne güzel! Güzel, güzel! Ah ne güzel!” diye bağıra bağıra özgürlüğünün tadını çıkartarak uçarmış.
Söğüt Çalı Kuşu ve Ayı
Bir yaz günü ayı ve kurt ormanda yürüyorlarmış. Ayı, bir kuşun güzel şarkı söylediğini duyunca demiş ki: “Kurt kardeş, bu kadar güzel şarkı söyleyen hangi kuş?”
“Kuşların Kralı o.” demiş kurt. “Önünde eğilmeliyiz.”
Aslında öten kuş, çalı kuşuymuş. “Eğer öyleyse…” demiş ayı. “Onu kraliyet makamında görmeyi çok isterim; gel, beni oraya götür.”
“O iş göründüğü kadar kolay değil.” demiş kurt. “Kraliçe gelene kadar beklemen lazım.” Çok geçmeden kraliçe, gagasında biraz yiyecekle gelmiş ve yavrularını beslemeye başlamış. Ayı bir an evvel kuşun yanına gitmek istiyormuş ama kurt yakasından tutup: “Hayır, kral ve kraliçe oradan tekrar ayrılana kadar beklemeliyiz.” demiş. Sonra yuvanın bulunduğu deliği gözleyerek hızlı hızlı yürümüşler.
Ancak ayı, kraliyet makamını görene kadar rahat etmemiş ve kısa bir süre sonra tekrar oraya gitmiş. Kral ve kraliçe kuş o sırada uçup gitmiş olduğundan içeri bakan ayı, yuvanın içinde yatan beş-altı yavru kuş görmüş. “Kraliyet makamı bu mu?” diye bağırmış ayı. “Burası acınası bir yer ve siz kralın çocukları falan değilsiniz; siz sadece zavallı, sefil yavrularsınız!”
Söğüt çalı kuşu yavruları bunu duyunca çok kızarak: “Hayır, değiliz! Anne ve babamız asil canlılar! Ayı, bunun hesabını vereceksin!” demişler.
Ayı ve kurt huzursuzlanarak geri dönüp inlerine gitmişler. Söğüt çalı kuşu yavruları bağırıp çağırmaya devam etmişler, anne ve babaları tekrar yiyecek getirmek için geldiğinde: “Açlıktan ölsek dahi bir sineğe bile dokunmayacağız; ta ki siz bizim saygıdeğer, asil çocuklar olduğumuzu kanıtlayana kadar. Siz yokken ayı geldi ve bize hakaret etti!” demişler. Kral kuş, “Sakin olun, cezası neyse vereceğiz.” dedikten sonra kraliçeyle birlikte ayının mağarasına uçmuş ve içeri seslenmiş: “Yaşlı, homurdayan ayı! Benim çocuklarıma neden hakaret ettin? Seni bu yüzden cezalandıracağız, mahvolacaksın.”
Ayıya savaş açılmış ve tüm dört ayaklı hayvanlar bu savaşta yer almak üzere çağrılmış: öküzler, eşekler, inekler, geyikler ve dünya üzerindeki diğer dört ayaklı hayvanlar… Söğüt çalı kuşu, havada uçan her şeyi çağırmış. Sadece büyük ve küçük kuşlar değil; tatarcıklar, eşek arıları, bal arıları ve sineklerin hepsi gelmiş.
Savaşın başlama zamanı geldiğinde söğüt çalı kuşu, düşman ordusunu keşfetmesi için casuslar göndermiş. En cingöz olan sivrisinek; düşmanın toplandığı yere, ormana uçmuş ve konuşulanları duyabileceği bir ağaç yaprağının altına saklanmış. Ayı orada duruyormuş. O sırada tilkiyi çağırmış ve demiş ki: “Tilki, sen tüm hayvanların en kurnazısın, komutan sensin ve sen bizi yöneteceksin.”
“Peki…” demiş tilki. “Peki işaret olarak neye karar verdik?”
Kimse cevabı bilmediği için tilki demiş ki: “Benim kırmızı tüy yumağına benzeyen güzel, uzun tüylü bir kuyruğum var. Kuyruğumu biraz yukarı kaldırınca ‘Her şey iyi gidiyor, saldırın!’, kuyruğumu düşürürsem ‘Olabildiğince hızlı kaçın!’ demek olsun.” demiş. Sivrisinek bunu duyunca tekrar uçmuş ve söğüt çalı kuşuna her şeyi, ince ince ayrıntılarıyla anlatmış.
Gün ağardığında, savaş başlamak üzereyken tüm dört ayaklı hayvanlar öyle bir gürültüyle koşarak gelmişler ki yer sarsılmış. Söğüt çalı kuşu da uçarken kanatlarını öyle çarparak, çırparak, pır pır ederek gelmiş ki herkes korkmuş. Her iki taraf birbirlerine doğru ilerlemiş. Söğüt çalı kuşu, tilkinin kuyruğunun altına saklanıp tüm gücüyle onu sokmasını emrettiği eşek arısını aşağı göndermiş. Tilki, eşek arısının ilk sokuşunda zar zor da olsa bu acıya katlanmış ve kuyruğunu havada tutmayı başarmış. İkinci sokuşta bir an için kuyruğunu indirmek zorunda kalmış, üçüncüsünde artık daha fazla havada tutmaya dayanamadığından çığlık atıp kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış. Hayvanlar bunu görünce kazandıklarını düşünüp her biri deliklerine geri dönmeye başlamış ve kuşlar savaşı kazanmış.
Sonra kral ve kraliçe eve, yavrularının yanına uçmuşlar. “Çocuklar, eğlenin, doya doya yiyin, için! Savaşı biz kazandık!” diye bağırmışlar. Ancak yavrular: “Hayır, daha yemeyeceğiz; ayı buraya gelip bizden özür dilemeli ve bizim saygıdeğer çocuklar olduğumuzu söylemeli.”
Daha sonra söğüt çalı kuşu, ayının inine uçmuş ve şöyle demiş: “Homurdayan ayı, yuvama gelip çocuklarımdan özür dilemelisin yoksa tüm kaburgaların kırılacak.”
Ayı da büyük bir korkuyla sürünerek oraya girmiş ve yavrulardan özür dilemiş. Çalı kuşu yavruları; sonunda mutlu bir şekilde oturup, yiyip içerek gece geç saatlere kadar kutlama yapmışlar.
Küçük İnsanların Hediyeleri
Bir terzi ve bir kuyumcu birlikte seyahat ediyorlarmış. Bir akşam, güneş dağların ardında battığında uzaklardan, gittikçe daha da uzaklaşan bir müzik sesi duymuşlar. Bu tuhaf ses onlara tüm yorgunluklarını unutturacak kadar gelmiş ve hemen ilerlemeye başlamışlar. Küçük kadın ve erkeklerden oluşan bir kalabalıkla karşılaştıkları tepeye vardıklarında ay çoktan doğmuş. Küçük insanlar, büyük bir coşku içinde dönerek dans ediyorlarmış.
Seyyahların duydukları büyüleyici müzik meğer buradan geliyormuş. Grubun ortasında diğerlerinden biraz daha uzun olan bir adam oturuyormuş. Rengârenk bir ceket giymiş bu adamın gri sakalları, göğsüne doğru dökülüyormuş. İkisi birden şaşkınlık içinde orada kalakalmış ve dansı izlemişler. Yaşlı adam onlara aralarına katılabileceklerini gösteren bir işaret yapmış ve küçük insanlar çemberlerini açmışlar. Kamburu olan kuyumcu, diğer tüm kamburlar gibi yeterince cesurmuş ve hemen katılmak için adımını atmış; terzi ilk başta biraz korkup geri çekildiyse de her şeyin coşkuyla sürdüğünü görünce cesaretini toplamış ve ilerlemiş. Çember yine kapanmış ve bu küçük insanlar halkı, coşku içinde şarkı söylemeye ve dans etmeye devam etmiş.
Sonra yaşlı adam, kuşağında asılı duran büyük bıçağı çıkartıp bileylemiş ve yeterince keskinleştiğinde yabancılara bakmış. Adamlar iyice korkmuşlar fakat düşünmeye zamanları bile kalmadan yaşlı adam, kuyumcuyu yakalamış ve hızla kafasındaki saçları kazımış. Sonra aynısını terziye de yapmış. Adam işini tamamladıktan sonra dostane bir şekilde her ikisinin de omuzuna hafifçe vurunca korkuları falan kalmamış. Tüm bunların olmasına istekli bir şekilde ve herhangi bir mücadele vermeden izin verdikleri için onlara çok iyi davranmışlar. Yaşlı adam, parmağıyla bir köşede duran kömür yığınını göstermiş ve seyyahlara, el kol hareketleriyle onları ceplerine doldurmalarını söylemiş. Her ikisi de bu kömürlerin ne işe yarayacağını bilmemelerine rağmen denileni yapmış ve sonra da gece kalabilecekleri bir yer aramak üzere yollarına devam etmişler. Vadiye vardıklarında ve komşu manastırın saati on ikiyi vurduğunda şarkı durmuş. Bir anda her şey ortadan kaybolmuş ve tepe, ay ışığının altında ıssız kalmış.
İki seyyah, bir han bulmuş ve ceketleriyle hasır yataklara uzanmışlar fakat yorgunluktan ceplerindeki kömürleri çıkarmayı unutmuşlar. Bacaklarında bir ağırlıkla normalden daha erken uyanmışlar. Ceplerinde bir şeyler hissetmişler ve ceplerinin kömürle değil de saf altınla dolduğunu görünce gözlerine inanamamışlar, hatta kesilen saçları ve sakalları da eskisinden daha gür bir şekilde yeniden çıkmış.
Artık zengin insanlar olmuşlar. Açgözlülüğünden ceplerini terziden daha çok dolduran kuyumcu, terziden daha zengin olmuş. Açgözlü bir adamın her şeyi olsa bile daha fazlasını ister;
bu yüzden kuyumcu, terziye bir gün daha beklemeyi ve tepedeki yaşlı adamdan daha büyük hazineler getirebilmek için oraya tekrar gitmeyi teklif etmiş. Terzi bunu kabul etmemiş ve demiş ki: “Bendeki altınlar yeterli ve hâlimden gayet memnunum. Şimdi bir efendi olarak sevgilimle evlenecek ve mutlu bir adam olacağım.”
Ne var ki ısrarlara dayanamayıp arkadaşını memnun etmek için bir gün daha kalmış.
Akşam, kuyumcu daha fazla altın taşıyabilsin diye omuzlarına bir çift çanta asmış ve tepeye giden yola çıkmış. Bir gün önce olduğu gibi küçük insanları şarkı söyleyip dans ederken görmüş. Yaşlı adam tekrar onları tıraş etmiş ve biraz daha kömür almalarını işaret etmiş. Kuyumcu da çantaları olabildiğince doldurmuş ve hâlinden oldukça memnun bir şekilde geri dönmüş.
“Altın ağır gelse bile…” demiş. “Memnuniyetle buna katlanırım.”
Nihayet, sabah son derece zengin bir adam olma hayaliyle uykuya dalmış. Gözlerini açınca ceplerini yoklamak için aceleyle kalkmış fakat siyah kömürlerden başka bir şey bulamayınca çok şaşırmış. “Nasıl olsa bir gün önceki altınlar hâlâ duruyor.” diye düşünerek gidip bakınca onların da kömüre dönüştüğünü görmüş ve hayrete düşmüş! Kirli, kara elleriyle alnına vurmuş ve o an tüm kafasının kel olduğunu fark etmiş. Aynı şekilde sakalı da gitmiş. Talihsizliği bununla da bitmemiş. Sırtındaki kambur kadar büyük bir kambur da göğsünün önünde çıkmış. Sonunda kuyumcu, açgözlülüğünün bedelini ödediğini anlamış ve bağıra çağıra ağlamaya başlamış. O sırada uyanan iyi terzi, elinden geldiğince mutsuz arkadaşını sakinleştirerek ona demiş ki: “Bu seyahat süresince bana arkadaşlık ettin, benimle kalıp servetimi paylaşacaksın.”
Terzi, sözünü tuttuysa da zavallı kuyumcu hayatı boyunca iki kamburu taşımak ve kel kafasını da bir şapkayla kapatmak zorunda kalmış.