Kitabı oku: «Grimm Masalları», sayfa 12
Cin
Bir zamanlar, her gün saray bahçesine yürüyüşe giden zengin bir kralın üç kızı varmış. Kral, her türden güzel ağaca çok düşkünmüş. Ancak bir tanesine öyle bir düşkünmüş ki biri dalından bir elma koparsa o kişinin yerin metrelerce altına girmesini diliyormuş. Ekin zamanı gelince bu ağaçtaki elmalar kan gibi kıpkırmızı olurmuş. Üç kız her gün ağacın altına gidip rüzgâr bir elma düşürmüş mü, düşürmemiş mi diye bakarlarmış. Ağacın kırılacak kadar elmayla dolup taşmasına ve dallarının yerlere sarkmasına rağmen toprağa düşmüş tek bir elma bile bulamazlarmış.
Kralın en küçük kızının canı çok elma çekiyormuş, kız kardeşlerine: “Babamız bizi yer altına gönderemeyecek kadar çok seviyor, bence bize bir şey yapamaz.” demiş ve konuşurken irice bir elmayı koparmış. Sonra kız kardeşlerine koşarak: “Sadece tadına bakın kardeşlerim, hayatımda hiç bu kadar lezzetli bir şey tatmamıştım.” demiş. Diğer iki kardeş de elmanın birazını yer yemez üçü birden toprağın dibine batıvermişler.
Öğlen olunca kral, kızlarını yemeğe çağırmak istemiş fakat onları hiçbir yerde bulamamış. Çok tasalanan kral, tüm ülkeye kızlarını her kim geri getirirse o kişinin kızlarından biri ile evlenebileceğini duyurmuş. Bunun üzerine pek çok genç delikanlı onları aramak için ülkeyi altüst etmiş fakat tek bir ize bile rastlayan olmamış. Ülkedeki herkes, kendilerine daima kibar davranan kızları çok severmiş.
Üç genç avcı seyahat ederlerken içinde muhteşem odaların olduğu, şahane bir kaleye varmışlar. Odalardan birinde bir masa, üzerinde de hâlâ dumanı tüten sıcak ve leziz yiyecekler varmış. Fakat kalenin içinde tek bir insan bile görmemişler.
Yarım gün orada bekledikleri hâlde yiyecekler hâlâ sıcak ve dumanı tüterek masada duruyormuş. Sonunda o kadar acıkmışlar ki oturup yemekleri yemişler ve sonra da bu kalede kalıp yaşamaya karar vermişler. İçlerinden kurayla çekilen biri evde kalacak, diğer ikisi de kralın kızlarını arayacakmış. Kura çekmişler ve kura yaşça en büyüklerine çıkmış, böylece ertesi gün daha küçük olan diğer ikisi kızları aramaya gittiğinde en büyükleri de evde kalmak zorundaymış.
Öğlen, küçük mü küçük bir cüce gelmiş ve bir parça ekmek dilenmiş. Avcı, orada bulduğu ekmekten bir parça kesip tam cüceye verecekmiş ki adam ekmeği düşürmüş ve avcıya bir parça daha verip veremeyeceğini sormuş. Avcı yine aynısını yapmak üzereyken cüce onu bir sopa darbesiyle durdurmuş ve adamı saçından yakalayıp iyice dövmüş.
Ertesi gün, ikinci avcı evde kalmış ama onun günü de pek iyi geçmemiş. Diğer ikisi akşam dönünce ona: “Günün nasıl geçti?” diye sormuşlar. O da büyük kardeşine başına gelenleri anlatmış ve birlikte talihsizliklerinden yakınmışlar ama en küçüklerine hiçbir şey dememişler. Onu sevmiyorlar ve çok saf olduğu için ona, Aptal Hans diyorlarmış.
Üçüncü gün, en genç olanları evde kalmış ve tekrar küçük cüce gelip bir ekmek parçası dilenmiş. Genç ona ekmeği verince cüce önceki gibi onu düşürmüş ve tekrar bir parça verip veremeyeceğini sormuş. Sonra Hans, küçük cüceye: “Bu parçayı kendin niye almıyorsun ki? Eğer yiyeceğin ekmek için bu kadar sıkıntıya bile giremiyorsan ona sahip olmayı hak etmiyorsun demektir.” demiş. Cüce çok sinirlenip avcının bunu yapmak zorunda olduğunu söyleyince avcı yapmamış ve cüceyi bir güzel pataklamış. Sonra cüce acı içinde bağırarak: “Dur, dur; bırak gideyim, sana kralın kızlarının nerede olduğunu söyleyeceğim.” demiş.
Hans, bunu duyunca cüceyi dövmeyi bırakmış. Cüce, kendisinin bir orman cini olduğunu; kendisi gibi binlercesinin bulunduğunu ve eğer kendisiyle gelirse ona kralın kızlarının nerede olduğunu gösterebileceğini söylemiş. Sonra Hans’a derin bir kuyu göstermiş fakat içinde hiç su yokmuş. Cin, Hans’ın diğer arkadaşlarının onunla adil bir şekilde mücadele etmeyeceklerini bildiğini ve dolayısıyla kralın kızlarını götürmek istiyorsa bunu tek başına yapması gerektiğini söylemiş. Diğer iki kardeş, kralın kızlarını bulmak için herhangi bir tehlikeye girmek istemeyeceklermiş. Hans’ın büyük bir sepet alıp askısıyla, ziliyle içine oturması ve aşağı salınması gerekiyormuş. Aşağıda üç oda varmış, her birinde ise kafalarını keseceği çok kafalı bir ejderha ile bir prenses varmış. Cüce, tüm bunları söyledikten sonra ortadan kaybolmuş.
Akşam olunca iki kardeş gelip gününün nasıl geçtiğini sorunca Hans: “Şu ana kadar oldukça iyi.” demiş ve öğle vaktinde bir parça ekmek dilenen küçük bir cüceden başka kimseyi görmediğini, ona birazcık ekmek verdiğini; ekmeği yere düşürdüğünde dediğini yapmayınca cücenin sinirden gözünün döndüğünü, sonra cüceyi dövdüğünü ve cücenin de kralın kızlarının nerede olduğunu söylediğini anlatmış. Diğerleri sinirden kıpkırmızı olmuşlar.
Ertesi sabah birlikte kuyuya gitmişler ve ilk önce sepete kimin bineceğine karar vermek için kura çekmişler. Kura yine en büyüklerine çıkmış. O da sepetin içine girip yanına bir de çan almış. Diğer kardeşlerine de: “Çanı çalarsam beni tekrar yukarı çekin.” demiş. Aşağıya birazcık inince çanı çalmış ve hemen onu yukarı çekmişler. Sonra sepete ikincisi binmiş fakat o da ilki gibi yapmış. Sonra en küçük kardeşin sırası gelmiş ve o neredeyse dibe kadar inmiş. Sepetten inince hançerini almış ve yürüyüp ilk kapının dışında durup dinlemiş. Yüksek sesle horlayan ejderhanın sesini duymuş. Kapıyı yavaşça açmış. Prenseslerden biri orada, kucağında dokuz ejderha kafası ile oturuyor ve onların saçlarını tarıyormuş. Adam hançerini alıp savurunca dokuzu da düşmüş. Prenses yerinden sıçrayıp, kollarıyla onun boynuna sarılıp Hans’ı defalarca öpmüş. Saf altından yapılmış korsesini alıp onun boynuna asmış. Sonra avcı, beş kafalı ejderhanın bulunduğu ikinci prensesin yanına gitmiş ve onu da kurtarmış. Son olarak da dört kafalı ejderhanın bulunduğu en küçük prensesin yanına aynı şekilde gitmiş. Hepsi coşku içinde kurtuluşlarını kutlayıp avcıyı kucaklayıp öpmüşler.
Avcı, yukarıdakiler duysun diye yüksek sesle çanı çalmış; prensesleri bir bir sepete koymuş ve hepsini yukarı göndermiş fakat sıra ona gelince cücenin kardeşleriyle ilgili söylediklerini hatırlayarak orada duran büyük bir taşı alıp sepete koymuş. Gerçekten de kardeşlerinin onunla ilgili hiç de iyi planları yokmuş. Sepet kuyunun yarısına geldiğinde üvey kardeşleri ipi kesmiş ve içinde taş olan sepet yere düşünce genç avcının öldüğünü düşünmüşler. Sonra da prenseslerle birlikte krala gitmişler ve prensesleri de onları kurtaranların kendileri olduğunu söylemeleri için tembihlemişler. İkisi de bir prensesle evlenmek istiyormuş.
Bu sırada en genç avcı, büyük bir keder içinde kuyunun dibindeki üç odayı geziyor ve hayatının burada son bulacağını düşünüyormuş. Duvarda asılı bir flüt görünce kendi kendine: “Neden orada asılı duruyorsun, burada kimse eğlenemez ki!” demiş. Aynı şekilde ejderhanın kafasına bakmış ve demiş ki: “Artık bana yardım edemezsin.”
O kadar uzun süre bir ileri bir geri yürümüş ki neredeyse yerleri aşındırmış. Aklına başka bir düşünce gelmiş, flütü duvardan almış, birkaç nota çalmış ve nihayet birdenbire müzikle beraber karşısında birkaç cin belirmiş. Sonra çaldığı her notayla bir tane daha, bir tane daha…
Oda tamamen cüce cinlerle dolana kadar çalmış. Hepsi ne dilediğini sormuş, o da gün ışığında yukarı çıkmak istediğini söylemiş. Saçlarından yakalayıp yukarı çekerek onu tekrar yüzeye çıkartmışlar. Avcı hemen kralın sarayına gitmiş. Prenseslerden birinin düğünü yapılacağı sırada kral ve üç kızının olduğu odaya girmiş. Prensesler onu görünce bayıldığından kral sinirlenmiş ve avcının çocuklarına zarar vermiş olabildiğini düşünerek onu hemen hapse attırmış. Prensesler kendilerine gelince krala, avcıyı tekrar salıvermesi için yalvarmışlar. Kral nedenini sorduğunda ona bunu anlatamayacaklarını söylemişler fakat babaları, bunu en azından gidip şöminenin ateşine anlatmaları gerektiğini söylemiş ve dışarı çıkıp kapıdan her şeyi dinlemiş. İki kardeşi darağacında astırmış, üçüncüye de en küçük kızını eş olarak vermiş.
Kimsesiz Kuş
Bir gün bir ormancı avlanmaya çıkmış. Daha ormanda çok ilerlememişken çocuk ağlamasına benzer bir ses duymuş. Hemen sese doğru yönelmiş ve çok geçmeden dallarından birinde küçük bir çocuk olan yüksek bir ağaca gelmiş. Kucağında yavrusu olan bir anne, ağacın altına kıvrılıp uyuyakalmış. Yavruyu gören bir avcı kuş, tam onu kapıp götürürken ormancı silahını ateşlediğinde korkudan yavruyu düşürmüş. Giysileri yüksek bir ağacın dalına takılan bebek, ormancı gelene kadar ağaçta asılı bir hâlde ağlamış. Ormancı: “Zavallı küçük yaratık!” demiş kendi kendine ve ağaca tırmanıp yavruyu aşağı indirmiş. “Bu yavruyu eve götüreceğim, küçük Lena’m ile birlikte büyürler.” diye düşünmüş.
Uyanıp da yavrusunu göremeyen anne, büyük bir üzüntü içinde onu bulmak için aceleyle yola koyulmuş. Zavallı yavrusunun ölmüş olabileceğinden çok korkmuş.
O küçük, kaybolmuş bebek; ormancının küçük kızıyla birlikte büyümüş. Birbirlerini o kadar çok seviyorlarmış ki kısa bir süreliğine dahi ayrı kaldıklarında çok üzülüyorlarmış.
Ormancı, yavruya kuş tarafından kaçırıldığı için “Minik Kuş” adını vermiş. Lena ve Minik Kuş, birkaç yıl boyunca birlikte mutluluk içinde büyümüşler. Fakat ormancının, çocukları pek sevmeyen bir aşçısı varmış ve Minik Kuş’un davetsiz misafir olduğunu düşündüğünden ondan kurtulmak istiyormuş. Bir akşam Lena, kadının kuyuya iki kova götürdüğünü ve yirmi seferden fazla, bu kovaları suyla doldurup taşıdığını görmüş.
“Bu kadar suyla ne yapacaksın?” diye sormuş çocuk. “Kimseye bir kelime dahi etmeyeceğine söz verirsen söylerim.” diye cevaplamış kadın. “Kimseye söylemem.” demiş Lena.
“Oh, çok iyi, o zaman buraya bak. Yarın sabah erkenden bunca suyu ateşin üzerindeki kazana koyacağım ve kaynayınca Minik Kuş’u içine atıp akşam yemeği olarak pişireceğim.”
Bunu duyan zavallı Lena, büyük bir endişe içinde Minik Kuş’u bulmaya gitmiş.
“Eğer sen beni terk etmezsen ben de seni terk etmem.” demiş Lena. “Öyleyse…” demiş Minik Kuş. “Ben seni asla ama asla terk etmeyeceğim.”
Lena: “Tamam o zaman.” diye cevap vermiş. “Ben şimdi gidiyorum. Sen de benimle gel çünkü yaşlı aşçı yarın sabah babam avlanmaya gittiğinde erkenden kalkıp seni pişirmek için çokça su kaynatacak. Eğer benimle kalırsan seni kurtarabilirim. Bu yüzden asla beni bırakma.”
“Hayır, asla, asla!” diye haykırmış Minik Kuş.
Çocuklar şafağa kadar uyanık kalmışlar. Sonra da yaşlı cadı suyu hazırlamaya başlayana kadar evden kaçıp çoktan uzaklara varmışlar. Cadı, ateşini yakmış ve su kaynar kaynamaz zavallı, küçük Minik Kuş’u getirip kazana atmak için yatak odasına gitmiş. Yatağa gelip boş olduğunu görünce her iki çocuğun da gitmiş olduğunu fark ederek korkmuş ve kendi kendine: “Çocukları bulamazsam ormancı geldiğinde ne derim? Olabildiğince çabuk aşağıya inip onları yakalaması için birini göndereyim.” diyerek aşağıya inmiş ve çiftçilerden üçünü çocukların peşinden gidip getirmeleri için göndermiş.
Ormanda, ağaçların arasında oturan çocuklar uzaktan adamların geldiğini görmüş. “Seni asla terk etmeyeceğim Minik Kuş!” demiş Lena hemen. “Sen beni terk edecek misin?”
“Asla, asla!” diye karşılık vermiş Minik Kuş. “O zaman…” diye bağırmış Lena. “Sen bir gül ağacına dön, ben de güllerden biri olayım!”
Üç çiftçi, yaşlı cadının bakmalarını söylediği yere gelmiş fakat bir gül ağacı ile bir tanecik gülden başka hiçbir şey bulamamışlar. “Çocuklar burada değil.” diyerek geri dönmüşler ve aşçıya da sadece gül ve çalılık bulduklarını, çocuklardan hiçbir iz olmadığını söylemişler. Yaşlı kadın bunları duyunca sinirlenerek: “Sizi aptallar! Gül çalılığının kökünü kesmeli ve güllerden birini koparıp olabildiğince çabuk getirmeliydiniz. Tekrar gidin.”
Lena, adamların tekrar geldiklerini görünce yine kılık değiştirmiş. Minik Kuş da öyle çabuk değişmiş ki üç çiftçi, yaşlı kadının gönderdiği yere geldiklerince sadece kulesi olan bir mabet bulmuşlar. Minik Kuş mabet, Lena da onun kulesiymiş. Sonra adamlar birbirlerine: “Buraya boşuna gelmişiz. Eve geri dönebiliriz.” demişler. Yaşlı cadı yine sinirlenmiş. “Sizi aptallar!” demiş. “Mabedi ve kulesini buraya getirmeliydiniz. Bu sefer kendim gidip getireceğim!”
Yaşlı cadı, çocukları bulmak için üç çiftçiyi de yanına alarak yola koyulmuş. Uzaktan üç çiftçinin ve arkalarından da yaşlı kadının sallana sallana geldiklerini görünce Lena demiş ki: “Minik Kuş, birbirimizi asla terk etmeyeceğiz.”
“Hayır, hayır! Asla!” diye cevaplamış Minik Kuş. “O zaman sen bir gölete dönüş, ben de üzerinde yüzen bir ördek olayım.”
Yaşlı kadın göleti görür görmez yere uzanıp hepsini içmeye yeltenmiş. Fakat ördek öyle hızlıymış ki gagasıyla yaşlı kadının kafasını tutup onu suyun altına çekmiş ve boğulana kadar orada tutmuş. Sonra iki çocuk normal şekillerine bürünüp üç çiftçiyle beraber evlerine doğru gitmişler. Hepsi de böyle yaşlı bir cadıdan kurtulmuş olmanın mutluluğu içindeymiş. Ormancı, çocuklarıyla beraber ormandaki evinde mutluluk içinde yaşamış. Hatta, hâlâ orada olabilirler.
Su Perisi
Bir gün küçük bir çocuk ve kız kardeşi, bir kuyunun yakınlarında oynuyorlarmış; ikisi de dikkatsiz davrandıkları için kuyuya düşmüşler. Suyun altında bir peri ile karşılaşmışlar, peri onlara: “Şimdi elime düştünüz işte, artık benim her dediğimi yapacaksınız.” demiş. İkisini de taşıyarak evine götürmüş. Eve vardıklarında peri, genç kıza sert ve karmakarışık bir keteni ayırıp örmesini emretmiş, ayrıca ona suyla doldurması için içi delik dolu bir fıçı vermiş; çocuğu da kör bir baltayla ormana yollamış ve ateş için ağaç kesip odun toplamasını söylemiş. Çocuklar, perinin kendilerine bu şekilde davranmasından o kadar bıkmışlar ki perinin dışarıda olacağı bir pazar gününe kadar beklemişler ve kaçmışlar. Fakat peri çok yakınlardaymış ve çocuklar kuşlar gibi uçarak uzaklaşırken onları fark etmiş, koca koca adımlarla peşlerine düşmüş.
Çocuklar uzaktan periyi görmüşler. Küçük kız arkasına doğru kocaman bir fırça fırlatmış, fırça aniden iğne gibi uçları olan bir dağa dönüşmüş ve peri bu dağa tırmanırken çok zorlanmış. Fakat çocuklar perinin dağı aşıp yaklaştığını görmüşler. Bunun üzerine çocuk arkasına bir tarak atmış ve bu tarak, dik dik yüzlerce ucu olan bir tarak dağına dönüşmüş fakat peri bunu da nasıl atlatacağını biliyormuş, güçlükle de olsa dağı tırmanmış. Daha sonra küçük kız arkasına bir ayna atmış ve ayna, kötü perinin tırmanması mümkün olmayacak kadar kaygan bir dağa dönüşmüş.
Peri: “Eve gidip baltamı alayım ve aynayı kırayım.” diye düşünmüş. Ancak geri dönüp aynayı kırdığında çocuklar çoktan onun yakalayamayacağı kadar uzağa gitmişler. Peri de tekrar kuyuya dönmeye mecbur kalmış.
Masa, Eşek ve Sopa
Bir zamanlar üç oğlu ve bir keçisi olan bir terzi varmış. Keçi hepsini sütüyle beslediği için, iyi yiyecekler yemesi gerekliymiş. Bu yüzden de her gün sırayla çocuklar tarafından suyun kenarındaki ağaçlığa götürülürmüş. Bir gün en büyük kardeş; keçiyi en iyi filizlerin olduğu, karnını tıka basa doyurup etrafta dolaşabileceği mabedin bahçesine götürmüş. Akşam eve dönme vakti geldiğinde: “Keçi, doydun mu?” demiş. Keçi cevaplamış:
O kadar doydum ki
Yiyemem tek bir tane bile,
Filiz daha fazla, mee!
“Öyleyse haydi eve.” demiş genç çocuk. Keçiyi, boynuna ipini geçirdiği gibi ağılına götürmüş ve oracığa bağlamış. “Evet.” demiş terzi. “Keçiyi güzel bir şekilde besledin mi?”
“Evet.” diye cevaplamış oğlu. “O kadar doydu ki tek bir filiz bile yiyemez hâle geldi.”
Baba yine de kendi gözleriyle görmek için ağıla gitmiş, keçisini okşamış ve: “Benim güzel keçim, doydun mu?” diye sormuş. Keçi cevaplamış:
Nasıl doyayım ki?
Bulamadım yiyecek hiçbir şey,
Ne kadar baksam da etrafıma, mee!
“Neler duyuyorum!” diye bağırmış terzi. Koşarak oğlunun yanına gitmiş ve: “Seni yalancı, keçi doydu dedin ama hâlâ açmış.” diyerek hesap sormuş.
Öfkeyle cetvelini kapıp oğluna vura vura onu kapı dışarı etmiş. Ertesi gün, ikinci oğlun sırası geldiğinde o da bahçenin çitlerinin arkasında iyi, yeşil filizlerin olduğu güzel bir yer bulmuş ve keçi bunların hepsini yemiş. Akşam eve gitme vakti geldiğinde keçiye sormuş: “Keçi, doydun mu?”
Keçi cevaplamış:
O kadar doydum ki
Yiyemem tek bir tane bile,
Filiz daha fazla, mee!
“Öyleyse haydi eve.” demiş çocuk ve keçiyi ağılına götürüp bağlamış. “Evet.” demiş terzi. “Keçi yeterince beslendi mi?”
“Evet.” diye cevaplamış oğlu. “O kadar doydu ki tek bir filiz bile yiyemez hâle geldi.”
Terzi yine de rahat hissetmemiş ve ağıla gitmiş: “Benim güzel keçim, doydun mu?” diye sormuş. Keçi cevaplamış:
Nasıl doyayım ki?
Bulamadım yiyecek hiçbir şey,
Ne kadar baksam da etrafıma, mee!
“Hiçbir işe yaramaz haylaz!” diye bağırmış terzi. “Oruç mu tutturuyorsun güzelim hayvana?” diyerek eve koşmuş ve oğlunu değneğiyle kovalayarak evden dışarı atmış.
Daha sonra üçüncü oğlun sırası gelmiş, üçüncü oğul emin olmak için olabilecek en güzel filizlerle çalıların olduğu bir yer bulmuş ve keçiyi orada otlamaya bırakmış. Akşam eve gitme vakti geldiğinde: “Keçi, doydun mu?” diye sormuş. Keçi cevaplamış:
O kadar doydum ki
Yiyemem tek bir tane bile,
Filiz daha fazla, mee!
“Öyleyse haydi eve.” demiş çocuk ve keçiyi ağılına götürüp bağlamış. “Evet.” demiş terzi. “Keçi yeterince beslendi mi?”
“Evet.” demiş oğlu. “O kadar doydu ki tek bir filiz bile yiyemez hâle geldi.”
Ama terzi, oğlunun sözüne güvenmeyerek keçinin yanına gitmiş ve: “Benim güzel keçim, gerçekten doydun mu?” diye sormuş. Kötü niyetli hayvan cevaplamış:
Nasıl doyayım ki?
Bulmadım yiyecek hiçbir şey,
Ne kadar baksam da etrafıma, mee!
“Seni sefil!” diye haykırmış terzi. “Diğerleri gibi işe yaramaz ve kaygısızsın sen de. Böyle aptalları yanımda barındırmayacağım daha fazla.” diyerek eve doğru koşturduğu gibi o öfkeyle eline değneği kapmış ve oğlunun sağına, soluna vurmaya başlamış. Çocuğun sırtına sırtına, o kadar acımasızca vurmuş ki çocuk acısından evden kaçmış.
Böylece terzi, keçisiyle yalnız kalmış. Ertesi gün ağıla gitmiş, keçiyi salmış ve: “Gel benim güzel hayvanım, kendim götüreceğim seni çimenliklere.” demiş. Keçiye ip bağlayıp onu, tadabileceği bir sürü yiyeceğin olduğu yeşil çimenlere ve çayırlara götürmüş. “Şimdi, gönlünün istediği kadar yiyebilirsin.” diyerek keçiyi akşama kadar orada bırakmış. Daha sonra geri dönmüş ve sormuş: “Keçi, doydun mu?”
Keçi cevaplamış:
O kadar doydum ki
Yiyemem tek bir tane bile,
Filiz daha fazla, mee!
“Öyleyse eve.” demiş terzi ve keçiyi ağılına götürüp bağlamış. Keçinin yanından ayrılmadan önce bir kez daha dönüp sormuş: “Artık bir kereliğine de olsa doydun, değil mi?”
Ama keçi itiraz etmiş ve şöyle demiş:
Nasıl doyayım ki?
Bulamadım yiyecek hiçbir şey,
Ne kadar baksam da etrafıma, mee!
Terzi bunu duyduğunda şaşkına dönerek üç oğlunu da boş yere kovduğunu anlamış. “Bir dakika.” demiş. “Seni iyilikbilmez hayvan! Seni sadece kovmak yetmez! Sana onurlu bir terziyle alay etmek neymiş, göstereceğim.”
Hemen gidip usturasını almış, keçiyi tutup kafasını avucunun içi kadar pürüzsüz hâle gelinceye kadar tıraş etmiş. Cetveli bu iş için fazla değerli bir araç olduğundan, kamçıyı kapıp öyle bir şaklatmış ki keçi zıplayarak ve bağırarak kaçmış. Terzi, evinde yalnız başına otururken çok üzülmüş. Geri gelseler oğullarını seve seve kabul edermiş ancak hiç kimse onların nereye gittiklerini bilmiyormuş.
En büyük çocuk evden kovulduğu zaman bir marangozun yanına çırak olarak girmiş ve büyük gayretle kendisini işine adamış. Ayrılma zamanı geldiğinde ustası ona, küçük bir masa vermiş. Çok gösterişli olmayan ahşap bir masaymış bu fakat muhteşem bir özelliği varmış. Biri onu yere koyup da “Masa, donat kendini.” dediği zaman küçük masa temiz bir örtüyle kaplanır; üstüne birer tabak, bıçak, çatal gelir; kızarmış ve haşlanmış etler tabağa dizilir; insanı coşturacak kadar güzel, enfes içecekler geliverirmiş. Genç çırak hayata atılmaya hazır olduğunu düşünerek mutlu bir şekilde yola düşmüş. Kaldığı hanın iyi olup olmadığını ya da yiyecek bir şeyler bulup bulamayacağını hiç dert etmeden dolaşmış. Acıktığı zaman ormanda, açık alanda ya da çayırlıkta olduğuna aldırış etmeden masayı yere koyar, “Donat kendini!” der demez gönlünün istediği her şey masaya gelirmiş. En sonunda, şimdiye kadar öfkesinin geçmiş olduğunu düşündüğü babasının yanına gitmeye karar vermiş. Belki de bu muhteşem masadan dolayı babası onu tekrar, seve seve eve kabul edermiş.
Bir gün eve dönüş yolunda, çok kalabalık bir handa duraklamış. Handakiler ona “Hoş geldin.” dedikten sonra yiyecek bir şey bulamayacağını söyleyerek birlikte yemek yemek üzere yanlarına davet etmişler. “Hayır.” demiş genç marangoz. “Sizi mahrum etmeyi aklımdan bile geçiremem, en iyisi siz benim misafirim olun.”
Hepsi birden gülerek onun şaka yaptığını düşünmüşler. Genç, küçük tahta masasını getirip odanın ortasına koyarak: “Masa, donat kendini!” demiş. Masa birden, handakilerin sunduklarından çok daha güzel yiyeceklerle donanmış ve masadan yayılan kokular oradaki herkesin ağzını sulandırmış. “Yemeye koyulun, güzel dostlar.” demiş marangoz ve masayı görenler ikinci kez davet etmeye gerek kalmadan bıçak ve çatalları kapmışlar. Daha da muhteşemi, bir tabak boşalır boşalmaz yerine yenisinin gelmesiymiş. Bütün bu süre boyunca hanın sahibi bir köşede durup olan biteni izlerken: “Bu güzel yemekler, hanımı ne kadar da canlı hâle getirirdi.” diye düşünmeye başlamış.
Marangoz ve dostları mutlu bir şekilde gece geç saatlere kadar eğlendikten sonra uyumaya çekilmişler. Genç marangoz, masasını duvara dayayıp odasına gitmiş. Ancak hancının gözüne masayı düşünmekten uyku girmiyormuş. Kilerinde tıpkı bu masaya benzeyen eski bir masa olduğunu hatırlayarak gidip eski masayı getirmiş ve marangozun masasıyla değiştirmiş. Ertesi sabah marangoz hesabını ödemiş, masasını almış ve yanlış masayı aldığı aklına bile gelmeden yoluna devam etmiş. Öğleye doğru eve vardığında babası onu büyük bir sevinçle karşılamış.
“Evet, benim güzel oğlum, neler öğrendin?” diye sormuş oğluna adam. “Marangozluğu öğrendim, baba.” diye cevaplamış oğlu. “İyi bir iş.” diye karşılık vermiş babası. “Peki, seyahatinden buraya ne getirdin?”
“Elimdeki en iyi şey, baba, bu küçük masa.” demiş, oğul. Terzi masanın her tarafını inceledikten sonra: “Pek de sanat eseri bir şeye benzemiyor. Değersiz, eski bir masa bu.” demiş. “Ama çok muhteşem bir masa bu.” diye cevaplamış oğlu. “Onu yere koyup kendini donatmasını söylediğimde birden en güzel etler üzerinde belirir. İçecekleri o kadar lezzetlidir ki insana coşku verir. Bütün dostları ve komşuları çağıralım, herkese bir ziyafet çekelim, eğlensinler. Masa herkese yetecek kadar yiyecek sağlar.”
Herkes toplandığında masayı odanın ortasına koyup emretmiş: “Masa, donat kendini!” Ancak masada hiçbir değişiklik olmamış. Konuşmadan anlamayan herhangi bir masa gibi bomboş duruyormuş. Marangoz, masanın donanmadığını görünce herkesin içinde utancından kızarmış. Kalabalık onunla alay edip aç ve mutsuz bir şekilde geri dönmüş. Çocuk da başka bir ustanın yanında çırak olarak çalışmaya başlamış.
İkinci çocuk bir değirmencinin yanına girmiş. Zamanı geldiğinde ustası ona: “Hep çok ahlaklı davrandın, sana çok değerli bir eşek vereceğim lakin araba çekmeyecek ya da eşya taşımayacaksın.”
“O zaman ne işe yarar ki?” diye sormuş genç çırak. “Bu eşek altın kusuyor.” diye cevaplamış değirmenci. “Önüne bir bez koyup: Anır bakalım dediğinde her yerinden altın gelmeye başlar.“
“Daha ne isteyeyim ki?” diyerek ustasına teşekkür ettikten sonra o da kendisini yollara atmış. Ne zaman altına ihtiyacı olsa eşeğine sadece, “Anır bakalım.” demesiyle sel gibi altın parçaları akıyormuş. Bu yüzden seyahati boyunca hiç derdi olmadan nereye giderse gitsin, en iyi şekilde yaşamış. Uzun bir süre dünyayı dolaştıktan sonra şimdiye kadar öfkesinin geçmiş olacağını düşündüğü babasının yanına gitmeye karar vermiş. Belki de babası, altın kusan eşeği sayesinde onu seve seve tekrar kabul edebilirmiş.
Dönüş yolunda o da abisinin masasının değiştirildiği hana denk gelmiş. Hancı eşeği alıp ahıra bağlamak isteyince genç çırak: “Dert etme sen arkadaşım, ben eşeğimi kendim götürüp ahıra bağlarım, öylece onu nerede bulacağımı da bilirim.” demiş.
Hancı, bunun tuhaf olduğunu düşünerek kendi eşeğini kendisi bağlamaya alışık bir adamın harcayacak fazla bir parası olmadığını düşünmüş ancak bu yabancı cebini yoklayıp iki altın parçası çıkartarak akşam yemeği için kendisine iyi bir şeyler hazırlamasını söylemiş. Han sahibi şaşırarak koşup elinden geldiğince güzel bir sofra hazırlatmış. Yemekten sonra misafir hesabı sorduğunda koparabildiği kadar fazla para koparmak isteyen hancı, iki altın parçası daha istemiş. Çırak cebini yoklamış ama boşmuş. “Bir dakika hancı, gidip biraz para getireceğim.” dedikten sonra odadan masa örtüsünü de alarak dışarı çıkmış. Hancı masa örtüsüyle ne yapacağını anlamadığından sessizce ve merak içinde arkasından gitmiş. Misafir, ahırın kapısını kapatınca o da bir delikten gözetlemeye başlamış. Yabancının, bezi eşeğin önüne serip: “Anır bakalım.” dediğini, daha sonra da eşeğin her yere altın saçmaya başladığını görmüş.
“Aman Allah’ım!” demiş hancı. “Para kazanmanın en kolay yolu! Böyle bir cüzdanın kime, ne zararı olur?”
Daha sonra misafir, hesabını ödeyip yatmaya gitmiş. Ancak hancı gecenin bir yarısı, altın saçan eşeğin yerine başka bir eşek bağlamış. Ertesi sabah genç çırak, hiçbir şeyden şüphe etmeden eşeğiyle beraber yola koyulmuş. Öğlene kadar eve varmış. Babası onu gördüğüne çok sevinerek seve seve kabul etmiş. “Ne zanaatla uğraştın oğlum?” diye sormuş terzi. “Değirmenci oldum, sevgili babacığım!” diye cevap vermiş oğlu. Babası, “Seyahatlerinden eve ne getirdin?” diye sorunca da: “Sadece bir eşek.” diye cevap vermiş.
“Burada bir sürü eşeğimiz var zaten.” demiş baba. “Güzel bir keçi getirseydin çok daha iyi olurdu.”
Oğlan da: “Evet ama bu sıradan bir eşek değil. ‘Anır bakalım.’ dediğim zaman, bu güzel hayvan çuval dolusu altın kusar. Komşuları bir araya toplayalım. Hepsini zengin edeceğim.” diye cevap vermiş.
“Ne güzel olur.” demiş terzi. “Benim de çalışmaya ihtiyacım kalmaz.”
Aceleyle dışarı çıkmış ve komşuları bir araya toplamış. Hepsi toplandığı zaman değirmenci eşek için yer açıp, eşeği getirip önüne bir bez sermiş. “Şimdi dikkatle izleyin.” demiş ve bağırmış: “Anır bakalım.”
Ne var ki tek bir altın parçası bile gelmemiş. Herkes onunla dalga geçip de oğlunun dedikleri olmayınca yaşlı terzinin suratı asılmış ve işinin başına dönmekten başka bir çaresi kalmamış. Genç adam da bir değirmencinin yanında çalışmaya başlamış.
Üçüncü kardeş bir tornacıya çırak olmuş. Bu iş çok ince bir sanat olduğu için, tornacılığı öğrenmesi uzun zamanını almış. Kardeşleri, mektupla işlerin nasıl ters gittiğini ve hancının seyahatlerinin son gününde onları değerli eşyalarından nasıl mahrum ettiğini anlatmış. Tornacı, işini iyi öğrendiği ve seyahat etmeye hazır olduğu zaman, ustası çalışkanlığına karşılık kendisini ödüllendirmek için ona içinde sopa olan bir çanta vermiş.
“Çantayı sırtıma takabilirim, çok da işime yarar ama sopanın bana ne faydası olacak?” diye sormuş genç adam. “Söyleyeyim.” diye cevaplamış ustası da. “Eğer biri sana zarar vermek isterse: ‘Sopa, çantadan dışarı!’ demen yeterli. Sopa onların üstüne atlayacak ve onları öyle kötü dövecektir ki yerlerinden bir hafta kıpırdayamayacaklardır. Sen: ‘Sopa, tekrar çantaya.’ diyene kadar da durmayacaktır.”
Çırak, ona teşekkür ederek çantasını almış ve seyahatine başlamış. Biri ona saldırırsa: “Sopa, çantadan dışarı.” diyecek ve sopa çantadan çıkıp üstlerine atılacak, onlara bir sürü darbe yağdıracak ve işi çözecekmiş. Bir gece genç çırak iki kardeşinin de kandırıldığı hana gelmiş. Çantasını masaya koymuş ve dünyada gördüğü güzel şeyleri anlatmaya başlamış.
“Evet.” demiş. “Kendini donatan masandan, altın veren eşeğinden ve daha bir sürü güzel şeyden bahsedebilirsin ama benim çantamda taşıdığım hazinemle karşılaştırınca bunların hiçbir değeri kalmayacak.”
Bu sözden sonra hancı kulaklarını açıp dinlemeye başlamış. “Ne olabilir ki?” diye düşünmüş. “Büyük ihtimalle çanta değerli taşlarla doludur ve bu da benim hakkım çünkü güzel şeylerin hepsi üçlü şekilde gelirler.”
Yatma vakti geldiğinde misafir, bir banka uzanmış ve çantasını yastık niyetine başının altına koymuş. Hancı, genç adamın derin uykuda olduğunu düşündüğünde yavaş yavaş eğilerek gelmiş; dikkatli bir şekilde değiştirmek için yavaşça çantayı çekmiş ve yerine başka bir çanta koymuş. Tornacı da bunun olmasını bekliyormuş. Tam hancı çantayı başının altından alırken bağırmış: “Sopa, çantadan dışarı!”
Sopa, hemen çantadan çıkıp yükselerek hancının sırtına inmiş. Hancı boşu boşuna merhamet diliyormuş. Ne kadar çok bağırdıysa sopa da o kadar sert iniyormuş sırtına. Sonunda yorgun bir şekilde yere düşmüş.
Daha sonra tornacı, “Eğer masayla eşeği hemen bana vermezsen bu oyunu tekrar tekrar oynarız.” deyince hancı: “Aman Allah’ım, hayır!” diye haykırarak yere çökmüş. Ardından: “Bu lanet şeyi çantaya geri koyarsan her şeyi sana seve seve veririm.” demiş. Bunun üzerine genç adam: “Bu seferlik adil değil, cömert olacağım. Ama ayağını denk al!” diye cevap vermiş. Sonra da: “Sopa, tekrar çantaya.” diye bağırmış.
Ertesi sabah tornacı masa ve eşek ile beraber babasına doğru yola koyulmuş. Terzi onu tekrar gördüğüne çok sevinmiş ve dışarıda ne zanaatlar öğrendiğini sormuş. “Sevgili babacığım.” demiş oğlu. “Tornacı oldum.”
“Çok ince bir zanaat.” demiş babası. “Peki seyahatlerinden ne getirdin evine?”
“Çok değerli bir şey babacığım.” diye cevaplamış oğlan. “İçinde sopa olan bir çanta.”
“Ne?” diye haykırmış babası. “Bir sopa mı? Niye o kadar taşıdın yanında, istediğin zaman bir ağaçtan koparabilirsin bir sopayı.”
Delikanlı: “Ama sıradan bir sopa değil, sevgili babacığım. ‘Sopa, çantadan dışarı.’ dediğim zaman bana zarar vermek isteyen birinin üstüne atlayıveriyor ve pişman olup özür dileyene kadar da onu dövüyor. Bak, bu sopa sayesinde iki kardeşimin hırsız hancıya kaptırdığı masa ve eşeği de geri aldım. Şimdi ikisini de çağıralım ve bütün komşuları davet edelim. Böylece gönüllerinin istediği gibi yiyip içsinler, ceplerini altınla doldursunlar.”
Yaşlı terzi olanlara inanamamış ama oğullarını ve komşularını bir araya toplamış. Sonra tornacı; eşeği getirmiş, önünde bir örtü açmış ve kardeşine şöyle demiş: “Konuş onunla sevgili kardeşim.”
Değirmenci: “Anır bakalım.” der demez örtü taşıyabileceklerinden çok daha fazla altınla kaplanmış. Eminim siz de orada olmak isterdiniz. Ardından, tornacı masayı hazırlamış ve demiş ki: “Şimdi sevgili kardeşim, sen de konuş onunla.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.