Kitabı oku: «Grimm Masalları», sayfa 6
Kılık Değiştiren Prenses
Kralın birinin dünyada eşi benzeri görülmemiş güzellikte, altın saçlı bir karısı varmış. Kadın bir gün ansızın hastalanmış ve öleceğini anladığında da kralı çağırıp ona: “Biliyorum ki ben öldükten sonra sen başka bir kadınla evleneceksin. Ama bana söz vermelisin. Ne kadar güzel olursa olsun, benim kadar güzel değilse ve benim gibi altın sarısı saçları yoksa evlenme.” demiş. Kral, karısına söz verdikten hemen sonra da kadın ölmüş.
Uzunca bir süre kralın acısı dinmemiş ve bir daha evlenmesinin imkânsız olduğunu düşünmüş. En sonunda yardımcıları ona gelip: “Bir kral eşsiz kalmamalı, bir kraliçemiz olmalı.” demişler.
En sonunda kral evlenmeye razı gelmiş ve ülkenin dört bir yanına ilk kraliçe kadar güzel olan bir gelin bulmak üzere elçiler gönderilmiş. Ancak hiçbir yerde ölen kraliçe kadar güzel tek bir kadın dahi bulunamamış. Bulunanların ise altın sarısı saçları yokmuş. Sonunda elçiler elleri boş hâlde geri dönmüşler.
Kralın sarayında aynı ölen kraliçe kadar güzel, üstelik de onun gibi altın sarısı saçlı bir hizmetçi kız varmış. Kraliçe, bu hizmetçi kızı çok sevdiği ve kendisine benzettiği için onu herkese “prenses” olarak tanıtmış. Hizmetçi kız büyüdükçe kral, onun kraliçeye ne kadar çok benzediğini görmüş. Yardımcılarını çağırmış ve onlara: “Kraliçenin prenses dediği kızla evleneceğim, neredeyse onun aynısı. Karıma verdiğim sözü tutmanın başka yolu kalmadı.” demiş.
Bunu duyan yardımcılar hayrete düşmüşler ve: “Bir kralın bir hizmetçiyle evlenmesi yasaktır. Böyle bir yanlıştan ancak şeytan doğar ve bütün krallık yıkılır.” demişler.
Prenses yani hizmetçi kız; kralın fikrini duyduğunda çok telaşlanmış, üstelik ne kadar kararlı olduğunu gördükçe de daha fazla endişelenmeye başlamış. Ancak kralı ve kendisini bu durumdan kurtarabilmek umuduyla krala: “İstediğinizi yerine getirmek için üç dileğim var: Güneş kadar sarı, ay kadar gümüşi ve yıldızlar kadar parıltılı üç elbise istiyorum. Ayrıca da krallıktaki bin ayrı hayvanın kürkünden yapılmış bir pelerin istiyorum.” demiş.
Prenses kendi kendine: “Öyle imkânsız şeyler istedim ki umarım kralı o korkunç niyetinden bu şekilde vazgeçirebilirim.” diye düşünmüş.
Ancak kral hiç de kararından vazgeçecekmiş gibi görünmüyormuş. Ülkedeki tüm yetenekli kadınlar prensesin istediği güneş kadar sarı, ay kadar gümüşi ve yıldızlar kadar parıltılı üç elbiseyi dikmek için görevlendirilmiş. Pelerinin yapılması için de bütün avcıları ormana gönderip vahşi hayvanların kürklerini getirmelerini emretmiş. Her şey tamamlandığında da hepsini götürüp prensese teslim etmiş ve: “Yarın evleneceğiz.” demiş.
Prenses, kralın fikrini artık hiçbir şeyin değiştiremeyeceğini anlamış ve saraydan kaçmaya karar vermiş.
Gece herkes uyurken prenses kalkmış ve mücevher kutusundan altın bir yüzük, altın bir çıkrık ve bir de altın kanca almış. Güneş, ay ve yıldızları andıran yeni elbiselerini bir fındık kabuğunun içine sığacak şekilde katlamış; kürklü pelerinini de giyip yüzünü ve ellerini ceviz suyuyla siyaha boyadıktan sonra sarayı terk etmiş.
Bütün gece yolculuk yaptıktan sonra en sonunda büyük bir ormana gelmiş ve çok yorulduğu için bir ağacın kovuğuna sokulup uyumuş. Güneş doğmuş ama prenses öğleye kadar uyumaya devam etmiş.
Aynı gün, ormanın ait olduğu krallığın kralı avlanıyormuş. Köpekleri prensesin uyuduğu ağaca geldiklerinde havlayarak ağacın etrafında dönmeye başlamışlar. Kral, avcılarını çağırarak: “Gidip şu köpeklerin neye havladığına bir bakın bakalım.” demiş.
Avcılar gidip baktıktan sonra krala gelip ağacın kovuğunda dünyanın en harika yaratığının uyumakta olduğunu, üzerinde de bin ayrı kürkten yapılma bir pelerin olduğunu söylemişler.
Bunun üzerine kral: “Gidip onu canlı olarak yakalayın ve at arabasına bağlayıp saraya getirin.” diye emretmiş.
Avcılar prensesi bağlarken prenses uyanmış ve korkuyla onlara: “Ben sadece annesi babası tarafından terk edilmiş fakir bir kızım. Bana acıyın ve beni de yanınıza alın.” diye bağırmış. Onlar da: “Evet ufaklık, sen mutfakta aşçının işine yarayabilirsin. Bizimle gel, en azından yerleri süpürürsün.” demişler.
Sonra da onu arabaya bindirip krallarının şatosuna götürmüşler. Ona merdiven altında, hiç güneş görmeyen, küçük bir oda vermişler ve: “Burada kalıp uyuyabilirsin.” demişler. Prenses odun toplamak, su getirmek, ateş yakmak, tavuk yolmak, sebze yetiştirmek, paspas yapmak üzere mutfağa gönderilmiş.
Ona Yaban Gülü diyorlarmış ve Yaban Gülü; uzun süre, böyle sefil hâlde, burada yaşamış. Güzel prenses bunun ne zaman ya da nasıl sona ereceğini hiç bilmiyormuş. Ta ki şatoda düzenlenen festival bitene dek bu şekilde yaşamaya devam etmiş. Festival başladığında ilk gün, mutfaktaki aşçıya: “Kısa bir süreliğine dışarı çıkıp ziyaretçilerin gelişini izleyebilir miyim? Kapının hemen dışında duracağım.” diye sormuş. Aşçı da ona: “Tamam, gidebilirsin ama yarım saat sonra külleri süpürüp mutfağı düzenlemek için burada olman gerekiyor.” demiş.
Sonra prenses küçük gaz lambasını alıp odasına gitmiş. Kürklü pelerini çıkartmış, gerçek güzelliği ortaya çıksın diye ellerindeki ve yüzündeki siyah boyaları yıkamış. Sonra fındık kabuğunu açıp içinden güneş sarısı olan elbisesini çıkartmış ve giymiş. Tamamen hazırlandıktan sonra dışarı çıkıp şatonun giriş kapısında kendisini, saraya gelen ziyaretçilerden biri gibi tanıtmış. Kimse onun Yaban Gülü olduğunu anlamamış. Herkes onun bir prenses olduğunu düşündüğü için krala, gelişi haber verilmiş. Kral, hemen prensesi karşılamaya gitmiş ve onu dansa davet etmiş. Dans ederlerken kral: “Daha önce hiç bu kadar güzel bir kız görmedim.” diye düşünmüş.
Dans biter bitmez prenses eğilip kralı selamlamış ve kral daha arkasını bile dönmeden ortadan kaybolmuş, kimseler de nereye gittiğini görmemiş. Şatonun kapısındaki muhafızı çağırıp sormuşlar ancak o da kızı kapıdan geçerken görmediğini söylemiş.
Prenses hemen odasına koşmuş. Hızla elbisesini çıkartmış. Kürklü pelerini giymiş ve elini yüzünü yine siyaha boyayıp tekrar Yaban Gülü oluvermiş. Mutfağa gidip de külleri süpürdüğü sırada aşçı: “Süpürme işini yarına bırak, şimdi krala çorba yapmanı istiyorum. Hazır olunca ben de tadına bakacağım ancak sakın içine tek bir saç telini bile düşürme yoksa bundan sonra burada aç kalırsın.” demiş.
Sonra aşçı dışarı çıkmış. Yaban Gülü, krala güzel bir çorba yapmış ve ekmek kesmiş. Her şey hazır olunca da hemen odasına gidip küçük altın yüzüğünü almış ve çorba kâsesine atmış.
Kral, balo salonundan ayrılınca hemen çorbasını istemiş. Çorbayı içerken de bunun hayatında içtiği en güzel çorba olduğunu düşünmüş. Tam çorbayı bitirmiş ki kâsenin dibinde altın bir yüzük olduğunu görmüş. O yüzüğün oraya nasıl geldiğini bir türlü anlayamamış. Hemen aşçıyı çağırmış. Çağrıldığını duyan aşçı çok korkmuş ve Yaban Gülü’ne: “Kesin çorbanın içine saç teli düşürmüşsündür. Eğer öyleyse seni mahvedeceğim!” diyerek kralın yanına gitmiş.
Kral, aşçı gelir gelmez: “Bu çorbayı kim yaptı?” diye sormuş. O da: “Ben yaptım.” diye cevap vermiş. Ancak Kral: “Bu doğru değil. Bu çorba senin daha önce yaptıklarından çok farklı ve çok daha güzel. Sen yapmış olamazsın.” demiş.
Bunun üzerine aşçı, çorbayı Yaban Gülü’nün yaptığını itiraf etmek zorunda kalmış. Kral bu sefer: “Git bana onu gönder.” demiş.
Kız, kralın yanına geldiğinde kral ona: “Sen kimsin?” diye sormuş. Prenses de ona: “Ben kimsesiz, fakir bir çocuğum.” diye cevap vermiş. Kral bu sefer, “Benim sarayımda ne arıyorsun peki?” diye sorunca: “Aşçıya yardım ederek ekmeğimi kazanmaya çalışıyorum.” demiş. Kral: “Peki bu yüzük, bu çorbaya nasıl girdi?” diye sormuş. O da: “Yüzük konusunda hiçbir bilgim yok.” demiş.
Kral, Yaban Gülü’nden hiçbir şey öğrenemeyeceğini anlayınca onu geri göndermiş. Bir süre sonra sarayda yeni bir festival düzenlenmiş. Yaban Gülü yine aşçıdan izin alıp ziyaretçilere bakmaya gideceğini söylemiş. Aşçı da ona: “Tamam, git ama yarım saat sonra krala çorba yapmak için gelmelisin. Biliyorsun, senin çorbanı çok seviyor.” demiş.
Prenses döneceğine söz vermiş ve koşa koşa odasına gidip yüzünü, ellerini yıkamış; fındık kabuğunun içinden bu sefer ay rengi elbisesini çıkartıp giymiş. Sonra da yine prenses olarak ziyaretçilerin arasına karışmış. Kral büyük bir memnuniyetle yine onu karşılamaya gelmiş, onu tekrar görebildiği için çok mutluymuş. Dans başladığında onu dansa kaldırmış. Balo sona erdiğinde prenses öyle hızlı bir şekilde ortadan kaybolmuş ki kral neler olduğunu bir türlü anlayamamış. Prenses hızla küçük odasına gidip, kılık değiştirip Yaban Gülü hâline gelmiş ve çorba yapmak için mutfağa koşmuş.
Aşçı yukarıdayken hemen odasından küçük altın çıkrığını alıp çorbanın içine atmış. Kral yine çorbayı büyük bir afiyetle yemiş. Bu da aynı, önceki kadar lezzetliymiş. Aşçıyı çağırıp çorbayı kimin yaptığını sorduğunda aşçı, yine Yaban Gülü’nün yaptığını itiraf etmek zorunda kalmış. Yaban Gülü bir kez daha kralın huzuruna çağrılmış ama kral yine onun zavallı, kimsesiz bir çocuk olduğu ve altın çıkrık hakkında hiçbir şey bilmediği dışında bir şey öğrenememiş.
Saraydaki üçüncü festivalde her şey yine öncekiler gibi olmuş. Ancak bu sefer aşçı: “Senin gidip de balo salonundaki dansları izlemene izin vereceğim. Her ne kadar yaptığın çorba benimkilerden daha lezzetli olsa da nasıl oluyorsa her seferinde içinden, oraya nasıl düştüğünü bilmediğimiz bir şeyler çıkıyor; o yüzden bence sen bir cadısın.” demiş. Yaban Gülü durup dinlenmeden hızla odasına gidip hazırlanmış. Bu sefer yıldızlar kadar parıltılı olan elbisesini giymiş. Kral, onu karşılamaya gittiğinde onun hayatında karşılaştığı en güzel kadın olduğunu düşünmüş. Dans ederlerken prenses fark etmeden kral onun parmağına altın bir yüzük takmış. Öncesinde de dansın her zamankinden daha uzun sürmesini emretmiş. Dans bittiğinde kral, prensesin elini bırakmak istememiş ama o elini çekerek hızla diğer insanların arasına karışıp gözden kaybolmuş.
Prenses soluk soluğa kendisini odasına atmış. Mutfağa her zamankinden biraz daha geç kaldığını fark edince elbisesini değiştirmeye vakti olmadığı için hemen kürklü pelerinini sırtına atmış ve aceleyle ne yüzünü her zamanki kadar boyayabilmiş ne de altın sarısı saçlarını tam olarak gizleyebilmiş. Üstelik, ellerini boyamayı da unutmuş. Neyse ki mutfağa girdiğinde aşçı hâlâ yokmuş. O da kralın çorbasını pişirip içine altın kancasını atmış.
Kral, çorbanın içinde üçüncü kez altın bir parça bulunca hemen Yaban Gülü’nü çağırtmış. Kız odaya girdiğinde beyaz parmaklarında kendi taktığı altın yüzüğü görmüş. Hemen kızı elinden yakalayıp sıkıca tutmuş ancak kız kurtulmaya çalışırken pelerini açılmış ve parıltılı elbisesi ortaya çıkmış. Kral, pelerini yakalayıp yırtmış ve o anda prensesin altın sarısı saçları omuzlarına dökülüvermiş. Ve öylece, bütün endamıyla kralın karşısında kalıvermiş ve artık daha fazla kendisini gizleyemeyeceğini anlamış. Yüzündeki boyaları da silince kral, yine karşısında dünyanın en güzel kadınını bulmuş.
Kral, prensese: “Benim karım olmalısın. Senin kim olduğunu bilmesem de bir daha asla ayrılmayacağız.” demiş.
Prenses, krala başından geçenleri anlatmış ve aslında kraliçenin isteğiyle bir prenses olduğunu söylemiş. Çok geçmeden evlenmiş ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar.
Külkedisi
Bir zamanlar, zengin bir adam varmış. Adamın karısı hasta düşmüş ve ölümünün yaklaştığını anladığında da biricik kızını yatağının yanına çağırmış ve: “Sevgili yavrum, daima iyi ve inançlı ol. Allah daima seni koruyacaktır. Ben de seni cennetten daima izleyeceğim ve her zaman seninle olacağım.” dedikten sonra ölmüş. Genç kız her gün annesinin mezarına gidip ağlıyormuş ve her zaman da annesinin öğütlediği gibi iyi ve inançlı olmuş. Kış geldiğinde her yer bembeyaz karla kaplanmış, sonra bahar gelmiş ve güneş karları eritmiş. Gel zaman git zaman, kızın babası başka bir kadınla evlenmiş.
Adamın yeni karısı iki kızını da beraberinde getirmiş. Görünüşte güzel ve hoş olan bu kızların kalpleri çok kötüymüş. Zavallı genç kız için artık çok kötü günler başlamış.
Kızlar: “Bu aptal yaratık bizimle aynı odada mı oturacak? Yediği yemeği hak etmeli. Bir mutfak hizmetçisinden başka bir şey olamaz.” diye onu dışlayarak bütün güzel elbiselerini atıp ona sadece eski püskü, gri bir elbise ve tahta ayakkabılar vermişler.
“Şu gururlu prensese bakın, ne kadar da şık oldu!” diye gülerek genç kızla alay etmiş ve onu mutfağa göndermişler. Genç kız, mutfakta sabahtan akşama kadar çalışmak zorunda kalmış. Sabahları çok erken uyanıp su getiriyor, ateşi yakıyor, yemek yapıyor ve bulaşıkları yıkıyormuş. Üstelik üvey kız kardeşleri de ona eziyet etmek için ellerinden geleni yapıyorlarmış. Onunla alay ediyor, yanan ateşe mercimek ve fasulyeleri fırlatıp sonra da oradan almasını istiyorlarmış. Bütün gün çok çalışıp yorulduğu hâlde akşamları yatacak bir yatağı bile yokmuş. O da küllerin üzerinde uyumak zorunda kalıyormuş. Bu yüzden de üstü başı tozlu ve kirli olduğu, her yerine küller bulaştığı için ona Külkedisi diyorlarmış.
Bir gün babası bir fuara giderken iki üvey kızına kendisinden gelirken ne istediklerini sormuş. Biri, güzel giysiler; diğeri de mücevher ve inciler istemiş. Külkedisi ise babasından, yolda şapkasına çarpan ilk dalı getirmesini istemiş.
Adam iki üvey kızına güzel elbiseler, inciler ve mücevherler almış. Eve dönerken yeşil bir patikadan geçiyormuş ki şapkasına bir fındık dalı çarpmış. O da dalı kopartıp Külkedisi’ne vermek üzere eve götürmüş. Eve döndüğünde üvey kızlarına istedikleri elbise ve mücevherleri verirken Külkedisi’ne de yolda koparttığı fındık dalını vermiş. Kız ona teşekkür etmiş ve dalı götürüp annesinin mezarına dikmiş. Orada öyle çok ağlamış ki dalı gözyaşlarıyla sulamış. Dal büyümüş, koca bir ağaç olmuş. Külkedisi her gün üç kez bu ağacı görmeye gitmiş, orada ağlayıp dua etmiş. Her dilek dilediğinde ağaçtan beyaz bir güvercin havalanıyor ve dilekleri gerçekleşiyormuş.
Günlerden bir gün, ülkenin kralı üç gün sürecek bir balo düzenlemiş. Ülkenin bütün genç ve güzel kızları bu baloya davetliymiş. Prens, gelen konuklar arasından evleneceği kızı seçecekmiş. İki üvey kız kardeş, kendilerinin de bu baloya davet edildiklerini öğrenince çok sevinmişler. Külkedisi’ni çağırıp: “Saçımızı tara, ayakkabılarımızı parlat, kemerlerimizi bağla! Kralın sarayına, baloya gideceğiz.” demişler.
Külkedisi bunu duyunca ağlamaya başlamış. O da bu baloya gitmeyi çok istiyormuş. Üvey annesine, kendisine izin vermesi için yalvarmış. Ancak kadın: “Neee! Sen mi? Bu tozlu, kirli giysilerinle bir de baloya gidip dans mı edeceksin?” diyerek izin vermemiş.
Külkedisi gitmek için ısrar etmeye devam edince bu sefer kadın: “Küllerin içine bir kâse dolusu mercimek yaydım, eğer hepsini iki saat içinde tek tek toparlayabilirsen bizimle gelebilirsin.” demiş.
Bunun üzerine genç kız çaresizce arka kapıdan bahçeye çıkmış ve kuşları çağırmış:
Ey nazik güvercinler, üveyikler,
Ve bütün kuşlar!
Gelin ve yardım edin ayıklamama,
Küllerin içinden güzel mercimekleri.
İyi taneleri atın kâseye,
Kalanları alın mideye.
O sırada mutfağın penceresine iki beyaz güvercin, hemen ardından da iki üveyik gelmiş. En sonunda da bir sürü kuş çırpınıp cıvıldayarak gelip küllerin içine konmuş. Hepsi birden gagalarıyla küllerin arasından mercimek tanelerini ayıklamaya başlamışlar. Daha bir saat bile olmadan hepsi ayıklanmış, kuşlar da uçup gitmiş.
Külkedisi hemen neşe içinde mercimek kâsesini alıp üvey annesine götürmüş. Artık gitmesine izin vereceğini düşünüyormuş. Ama üvey anne: “Hayır, Külkedisi. Baloda giyebileceğin uygun elbiselerin yok, dans etmeyi de bilmiyorsun. Bizi rezil edeceksin!” diye yine itiraz etmiş. Külkedisi hayal kırıklığından ağlamaya başladığında da kadın: “Küllerin arasına serptiğim iki kâse mercimeği de güzelce ayıklarsan bizimle ancak o zaman gelebilirsin.” diye eklemiş. Bunu tekrar yapmasının imkânsız olduğunu düşünüyormuş. Genç kız yine arka kapıdan bahçeye çıkıp kuşları yardımına çağırmış:
Ey nazik güvercinler, üveyikler,
Ve bütün kuşlar!
Gelin ve yardım edin ayıklamama,
Küllerin içinden güzel mercimekleri.
İyi taneleri atın kâseye,
Kalanları alın mideye.
O sırada mutfağın penceresine iki beyaz güvercin hemen ardından da iki üveyik gelmiş. En sonunda da bir sürü kuş çırpınıp cıvıldayarak gelip küllerin arasına konmuş. Hepsi birden gagalarıyla küllerin arasından mercimek tanelerini ayıklamaya başlamışlar. Daha bir saat bile olmadan bütün mercimekler ayıklanmış, kuşlar da uçup gitmişler. Külkedisi hemen neşe içinde mercimek kâsesini alıp üvey annesine götürmüş. Artık gitmesine izin vereceğini düşünüyormuş. Ama üvey anne: “Hayır Külkedisi. Baloda giyebileceğin uygun elbiselerin yok, dans etmeyi de bilmiyorsun. Bizi rezil edeceksin!” diye yine itiraz etmiş. Sonra da zavallı Külkedisi’ne sırtını dönüp iki şımarık kızıyla birlikte baloya gitmeye hazırlanmış.
Evde kimse kalmayınca Külkedisi, annesinin mezarının başına gidip fındık ağacının altında dua etmiş.
Küçük ağaç, küçük ağaç; üstüme silkin,
Yağsın gökten üstüme gümüşle altın.
O anda kuşlar gökten altın ve gümüş işlemeli bir elbise ile ipek ve gümüş bezemeli bir çift ayakkabı atmışlar. Külkedisi, hızla elbiseyi ve ayakkabıları giyip baloya gitmiş. Üvey annesi ve üvey kardeşleri onu tanımamışlar. Altın elbisesinin içinde öylesine güzel görünüyormuş ki onu yabancı bir ülkenin prensesi sanmışlar. Bu güzel kadının; evde oturup küllerin arasından mercimek ayıkladığını sandıkları Külkedisi olabileceği, akıllarına bile gelmemiş. Prens gelip Külkedisi’ni karşılamış, ellerinden tutup onu dansa kaldırmış. Prens, başka hiçbir kızla dans etmeyi kabul etmemiş. Külkedisi’ni bırakmak istemediği için gelip de onunla dans etmeyi teklif eden herkese: “O benim eşim.” diyormuş.
Akşam olup da Külkedisi’nin eve gitmesi gerektiğinde prens, ona yolda eşlik edip bu güzel kızın nerede yaşadığını görmek istemiş. Ancak Külkedisi, prensten kaçıp güvercinliğe saklanmış. Prens, evin babası gelene kadar beklemiş sonra da adama yabancı bir kızın güvercinliğe girdiğini söylemiş. Adam kendi kendine: “Nasıl olsa Külkedisi olamaz.” diye düşünüyormuş. Hemen baltalarla güvercinliği yıkıp bakmışlar ama içeride kimse yokmuş. Üvey anne ve kızları eve geldiğinde Külkedisi eski püskü elbiseleriyle küllerin arasında oturuyormuş. Meğer Külkedisi çok hızlı bir şekilde güvercinlikten atlayıp fındık ağacına koşmuş. Orada güzel elbiselerini çıkartıp mezarın üzerine bırakmış, bir kuş gelip onları almış ve sonra Külkedisi tekrar eski gri elbisesini giyip mutfakta küllerin arasına oturmuş.
Ertesi gün balo yeniden başladığında üvey anne ve kızları yine onu bırakıp gitmişler. Külkedisi de fındık ağacına gidip yine dua etmiş:
Küçük ağaç, küçük ağaç; üstüme silkin,
Yağsın gökten üstüme gümüşle altın.
Kuş, bu sefer önceki gün getirdiğinden çok daha güzel bir elbise getirmiş. Elbisesini giyip de salona girdiğinde Külkedisi’nin güzelliğini görenler, gözlerini ondan alamamış. Onun gelmesini beklemekte olan prens, Külkedisi’ni görünce hemen ellerinden tutup dansa kaldırmış. Külkedisi ile dans etmek isteyen herkese de: “O benim eşim.” diyormuş.
Akşam olduğunda Külkedisi eve gitmek istemiş. Prens de yine nerede yaşadığını görebilmek için onu izlemeye başlamış ancak o, prensi atlatıp evin arka bahçesine girmiş ve bahçedeki iri armutları olan büyük ağaca bir sincap gibi tırmanmış. Prens onun kaşla göz arasında nereye kaybolduğunu anlayamamış. Yine evin babası gelene kadar beklemiş ve ona kendisinden kaçan yabancı bir kızın armut ağacına çıkıp orada kaybolduğunu söylemiş. Adam kendi kendine: “Bunun Külkedisi olmasına imkân yok.” diye düşünmüş. Hemen baltalarla ağacı kesmişler ama ağaçta kimse yokmuş. Mutfağa girdiklerinde her zamanki gibi yerde, küllerin arasında oturmakta olan Külkedisini görmüşler. Meğer Külkedisi ağacın diğer yanından inip, fındık ağacının altında güzel elbisesini çıkartıp, tekrar eski gri elbisesini giyivermiş.
Üçüncü gün Külkedisi; babası, üvey annesi ve kardeşleri evden ayrılır ayrılmaz hemen annesinin mezarının başına gidip ağacın altında dua etmiş:
Küçük ağaç, küçük ağaç; üstüme silkin,
Yağsın gökten üstüme gümüşle altın.
Kuş, hemen eşsiz parlaklık ve güzellikte bir elbise ile altın ayakkabılar getirmiş. Külkedisi, elbiseleriyle balo salonunun kapısında belirdiğinde güzelliği karşısında herkesin dili tutulmuş. Prens, balo bitene kadar sadece onunla dans etmiş ve Külkedisi’yle dans etmek isteyenleri de yine: “O benim eşim.” diyerek geri çevirmiş.
Akşam olduğunda, Külkedisi eve gitmek istediğinde prens yine ona eşlik etmek istemiş ama Külkedisi öyle hızlı koşmuş ki prens onu gözden kaybetmiş. Ancak prens bir plan yaparak önceden sarayın bütün basamaklarına zift döktürmüş, bu yüzden de Külkedisi merdivenlerden koşarak inerken ayakkabısının sol teki zifte yapışıp ayağından çıkmış. Prens düşen ayakkabıyı yerden almış; küçücük, altın bir ayakkabı olduğunu görmüş. Ertesi sabah da krala gidip bu altın ayakkabının sahibi olan kız bulunmazsa başka kimseyle evlenmeyeceğini söylemiş.
İki üvey kardeşin ayakları güzel olduğu için bu habere çok sevinmişler. Büyük kız kardeş, ayakkabıyı denemek için odasına gitmiş ancak ayakkabı öylesine küçükmüş ki kız iri başparmağını bir türlü içine sığdıramıyormuş. O sırada yanında olan annesi bir bıçak kapıp kızına vermiş ve: “Kes o başparmağını, nasıl olsa kraliçe olduğunda artık yürümen gerekmeyecek.” demiş. Kız da başparmağını kesmiş ve ayağını zar zor ayakkabıya sıkıştırmış. Acısını gizleyerek aşağıya, prensin yanına inmiş. Prens de evleneceği kız olarak onu atına bindirmiş ve saraya doğru gitmişler. Yolda mezarın yanından geçmeleri gerekiyormuş. O sırada fındık ağacının üzerinde oturan iki güvercin şöyle diyormuş:
Gidiyorlar, gidiyorlar!
Ayakkabısında kan var,
Ayakkabı küçük oldu,
Doğru gelin değil bu!
Bunu duyan prens, kızın ayakkabısına bakmış ve kan aktığını görmüş. Hemen atını geri döndürüp sahte gelini evine götürmüş ve onun doğru kız olmadığını, diğer kız kardeşin de ayakkabıyı denemesi gerektiğini söylemiş. Küçük kız kardeş ayakkabıyı denemek için odasına gitmiş. Bu kardeşin de başparmağı ayakkabıya tam oturmuş ama bu sefer topuğu sığmamış. Annesi ona hemen bıçak vermiş ve: “Topuğundan biraz kes, nasıl olsa kraliçe olduğunda yürümen gerekmeyecek.” demiş.
Kız, topuğundan bir parça kesmiş ve ayağını ayakkabıya sığdırmış. Acısını saklayarak prensin yanına inmiş. Prens yine kızı atına bindirmiş ve beraberce oradan ayrılmışlar. Yolda mezarın yanından geçerlerken fındık ağacının üzerinde oturan iki güvercin şöyle diyormuş:
Gidiyorlar, gidiyorlar!
Ayakkabısında kan var,
Ayakkabı küçük oldu,
Doğru gelin değil bu!
Prens, kızın ayağına bakmış ve ayakkabıdan kanlar aktığını görmüş. Atını döndürüp sahte gelini evine geri götürmüş ve: “Bu da doğru kız değil, başka kızınız yok mu?” diye sormuş.
Adam: “Hayır, yok. Sadece ölen karımdan geriye kalan zavallı Külkedisi var ama zaten o da sizin aradığınız gelin olamaz.” diye cevap vermiş. Ancak prens, Külkedisi’nin de çağrılmasını istemiş. Üvey anne hemen: “Hayır, olmaz; o çok pasaklı ve kirlidir, onu görmenize izin veremem.” dediyse de prens onu dinlememiş. Külkedisi’ni çağırmak zorunda kalmışlar.
Külkedisi önce ellerini ve yüzünü güzelce yıkamış, sonra da gidip elinde altın ayakkabıyı tutmakta olan prensi selamlamış. Ardından bir tabureye oturmuş; ayağını kaba, tahta ayakkabısından çıkartmış ve altın ayakkabıyı giymiş. Ayakkabı ayağına tam olmuş. Ayağa kalktığında prens, Külkedisi’nin yüzüne bakınca onun dans ettiği güzel genç kız olduğunu anlamış ve: “Evet. İşte gerçek gelin bu!” demiş.
Üvey anne ve kızları hayrete düşmüşler. Sinirden yüzleri bembeyaz olmuş. Prens, Külkedisi’ni atına bindirmiş ve oradan ayrılmışlar. Yolda mezarın yanından geçerlerken fındık ağacının üzerinde oturan iki güvercin bu sefer şöyle diyormuş:
Gidiyorlar, gidiyorlar!
Ayakkabıda kan yok,
Ayakkabı tam olmuş,
Sonunda doğru gelini bulmuş!
Hemen sonra da uçup Külkedisi’nin her iki omuzuna konmuşlar. Külkedisi’yle prensin evlilik törenleri düzenlenmiş. İki üvey kız kardeş, kendilerine de bir şey düşeceğini umarak törene gelmişler. Gelin alayı düğünün olacağı mabede giderken büyük olan sağda, küçük olan solda yürüyormuş. Güvercinler ikisinin de birer gözünü çıkartmışlar. Dönüşte bu sefer büyük olan solda, küçük olan sağda yürürken de diğer gözlerine de aynısını yapmışlar. Sonunda üvey kız kardeşler yalancı ve kötü kalpli olmalarının bedelini hayatlarının geri kalanını görmeden geçirerek ödemişler.