Kitabı oku: «Bir Aşk Bir Ülke Bir Gece», sayfa 2
Zengin-fakir hayat standartlarında bariz farklılıklar da yoktu. Bir tür doğal sosyalizm. Herkes tarhanayla başlardı güne mesela. Kahvaltı diye bir şey yoktu; son 15 senenin icadı Afyon için. Patates de büyük bir eşitleyiciydi. Türkiye’nin en lezzetli patatesi Şuhut’ta çıkar bu arada. Kum gibidir, olsa da kumpir yapsam sana şimdi.
Sucuk. Nasıl unuturum? Türkiye’nin iyileri oranındır, Kayseri’nin adı var valla. Garip bir şey söyleyeyim, sucukçuların çoğu nurcudur. Said Nursi Afyon’da mecburî ikamete tabi tutulduğundan, Emirdağ Lahikası’nı orada yazdığından nurculuk hayli yaygındır; Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden biri Şuhutludur mesela. Sucuk firmalarının da önemli bir kısmı nurcudur. Bu yüzden Afyon sucuklarından at eti çıkmaz, iddiaya göre, o işe Kayserililer bakar.
Son bir şey daha anlatayım bu yeme-içme bahisleriyle alâkalı. En önemlisi belki de bu: Aşçı Bacaksız. 1850’lerde kurulmuş bir lokantanın adı. Tabela filan arama boşuna, ne camına ne tepesine adı dahi yazmaz ama Afyon’un en ünlü lokantasıdır. Boyunun kısalığından ötürü Bacaksız dense de, dedelerinin babasından gocunmak bir yana, o isme bir emanet gibi sahip çıkarlar. Arastaların olduğu tarafta, Saraçhan Caddesi’ndedir, 5-6 masa vardır, masalar bile ilk kurulduğu dönemden kalmadır. Yemeklerin yapılma usulü de öyle.
Pazara gidip sütten kesilmiş kuzuları kendileri alır; kesiminden masaya servisine kadar her işi kendileri yaparlar, her iş tek elden çıkar. Yemekler derken aslında yemek demeliydim çünkü sadece kazan tandır yapılır orada. Yanında sadece kuru soğan. Tatlı seçenekleri de pek sınırlıdır: Kaymaklı ekmek kadayıfı. Mecburî istikamet.
İki temel kaideleri vardır: Selamsız giren müşteriyle ilgilenilmez. Bir de ölüyorum desen iki porsiyon vermezler, buçuk da vermezler. Niye? Çünkü o zaman bir başkası yiyemeyecektir. Burada maksat, yalnızca para kazanmak değil hizmet sunmaktır. Şunu da yapmazlar, nasıl olsa çok müşterimiz geliyor, fazladan bir kazan daha kaynatalım; hayır, dedelerinin babası ne kadar yapıyorduysa o kadar yapıp dükkânı kapatırlar. Saat 12’de bittiyse 12’de, 3’te bittiyse 3’te… İsteseler birçok şube de açarlar, başka şehirlerde bile, ama hayır, tamah etmezler.
Budur. Aradığımız kurtuluş reçetesi işte budur Zahit. Ahi geleneğinin devamcısıdır bu adamlar. Velev ki ahi adını duymamış olsunlar; o ruh, taklidî olarak dahi olsa kendilerine intikal etmiştir. Hırsı ayıp ve çirkin bir şey olarak gören bir dimağ intikal etmiştir. Birkaç kazan bitince çoluk çocuğun nafakası çıkıyor, yetiyor bu. Bir kazan daha koymuyor, çünkü komşuları da kazansın istiyor. Budur. Kapitalizme karşı alternatif ekonomik modelimiz de budur. Afyon’da bana en çok heyecan veren şey, Aşçı Bacaksız’ın varlığını sürdürüyor olmasıdır. Aynı usul ve adapla… Aşçı Bacaksız hepimiz için direniyor Zahit. Tüm insanlık için.
Bana en çok heyecan veren ikinci şeyi de anlatayım sana: Ulu Cami… Sırlı tuğlalı, baklava dilimli minareli, 1273 tarihli bu esere dâhil olduğunda başka bir iklime dâhil oluyorsun. Haaa diyorsun, ben çok eski bir şehirdeyim. Çok kadim bir beldede, kadim bir kültürün saçakları altında.
Bana en çok heyecan verense anıtsal yapılar değil gelgelim. Bambaşka bir şey: Afyon’un delileri, evet delileri. Cami köşelerinde, türbe diplerindeki o meczup denen adamlar. Köylerde de çok. Viraneyi görüp defineyi göremeyenlerin çoğu divane der, mecnun der geçer. Hâlbuki şuurlu insanlar onları aç sefil bırakmaz. Yemeğini yedirmek sevaptır, yengeler, teyzeler bunu bilir. Esnaf giydirir, berber tıraş eder, çorbacı çorbasını verir, para almazlar. Verecek paraları da yoktur zati.
Elinde şarap şişesi olan akıl hastalarından değildir bunlar. Namaza iştirak ederler. Dillerinde zikir vardır. Daima “Hayy!” derler, “Hakk!” derler, bunu diplerine varınca duyarsın. Çevre esnafının demesine göre onlarla hemdem olanlar, arada garip garip laflar ettiklerine vakıf olurlar imiş. Yanlarından geçen turistlere, çocuklara “Yalana, harama, namaza dikkat evlat!” gibi sözler fısıldarlarmış. Mazileri yoktur, bilinmez. Gizemlerle doludurlar. Ya evlenmemişlerdir veya çocukları ölmüştür, hayatta kimsecikleri yoktur. İçlerinde birkaç fakülte okuyup da divane olanlar, divaneliği seçenler olduğu da söylenir. Aslında kimdirler, bilen pek yoktur.
O lokantacı ahiler ve deliler. Dünyayı kurtarmak gibi bir dertleri yok ama son kale onlar, bunu muhtemelen bilmiyor olsalar da. Onlar da düşünce insanlık barbarlığa teslim olacak. Hepimiz kaybedeceğiz… Ya, işte böyle Zahit. Ahileri ve delileri sevdiğim için seviyorumdur belki de seni. Afyonlu olmamın hikmeti belki de budur. Ceddim, o kale basamaklarını orada kalakalmak için değil, ben seni sevebileyim diye tırmandı belki. Anlıyor musun şimdi?
Madımak
Sivas’ı bilir misin? Nereden bileceksin? Öyle içinden geçmekle olmaz, kalmalı, içinde bir çocukluk bırakmalısın.
Yukarı Tekke Mezarlığı. Bir insanın hayatında en önemli adresin orası olması garip değil mi? Peygamber’in sancaktarı olarak bilinen, gerçekte ise Battal Gazi’nin silah arkadaşı, Emevîlerin kumandanlarından Abdulvahhabî Gazi orada metfundur, adıyla anılan bir cami ve türbesi vardır. Bayramda, nikâhta, sünnette ahali oraya akın eder. Vehhabîler bu tür türbe mürbe işlerine tekfir edilecek saçmalıklar olarak baksa da bir türbe bir kente İslamî kimliğini kazandıran merkezî unsur olabilir. O ufacık taş yapı, bir trafo gibi Sivas’a iman aktarmaktadır. Kaç asırdan beri böyle. Bunu kimse es geçemez. Geçeni eşyanın tabiatı ve tarihin realitesi es geçer.
Şehzade Bayezid ve oğulları da orada yatar. Kanunî’den sonra veliahtlar çarpışmış, Bayezid yenik düşünce İran’a, Şah Tahmasb’a sığınmış. Oradan babasından af dilemiş ama babasının başka bir planı varmış. Oğlunun ihanetinin bedelini ödetmek için can düşmanı Tahmasb’a 1 milyondan fazla altın yollamış; yanı sıra da cellâtlar. Bayezid’i ve yarın ola ki başka marazalar çıkarabilir diye bilumum oğullarını boğsunlar için.
Sonra da cenazeleri alıp Sivas’a getirmişler. Bunun Sivaslının kimlik ve hissiyatına tesiri nedir, tam olarak kestiremiyorum ama kente tarihî bir derinlik kazandırdığı, devlet için ne bedeller ödetildiğinin ürpertici bir hikâyesi olarak, devletçi karakterin şekillendiricisi olduğu kanısındayım.
Bizim de aile olarak tüm büyüklerimizin son ikametgâhı orasıdır. O sebepledir ki her bayram en evvel oraya gider, türbeyi ve büyüklerimizin kabirlerini ziyaret eder, sonra da mezarlığa yakınlıklarına göre akrabalarımızın evlerine bayramlaşmaya giderdik.
Yukarı Tekke Mezarlığı’nın bizim için başka özel bir manası daha vardır: Orada bir taş ocağı vardır, Sivas’ın ekmek kapılarından biridir. Babamın babası orada bir kazada kayaların altında kalarak can verince birkaç ay sonra doğan oğluna Kaya adını vermişler. Yoksulluk ve talihsizlik, kaya gibi mazimde yatmaktadır, çocuk muhayyilemde bunun ağırlığı tonlarcadır. Çocuk muhayyilem, yani şimdim ve geleceğim.
Dedem kayaların altında kalınca ninem bir süre sonra çocuklarına bakabilmek için bir adamla evlenir. Topal İbrahim adındaki bu adam, anlaşıldığı kadarıyla tam bir fırsatçı ve taş kalpli biridir. Ninemi almadan evvel önce halalarımdan ikisini iki oğluna nikâhlar, bir çeşit nişan gibi, sonra da ninemle nikâhlanır. Önce kendisi nikâhlansa çocukları arasında nikâh akdi geçerli olamayacağı için, kurnazca. Gelgelelim gene bir ocak kazasında bu genç adamlardan biri ölür, diğeri ise felç kalır. Bu felç kalan, halamla evlilik sürecini tamamlar.
Babam evdeki tek oğlan ve en küçük. Üvey dedem Topal İbrahim babamdan rahatsız, onu bir köye çobanlığa göndermeye kalkıyor, halalarım direniyor, adam ortalığı birbirine katıyor. Bunun üzerine zavallı ninem kendi elleriyle götürüp oğlunu Çocuk Esirgeme Yurdu’na teslim ediyor. Bu, babamın tüm hikâyesini belirleyen kırılma noktasıdır. Tanıdığım en devletçi adam olan babamın dünya görüşü o yurtta şekillenmiştir ve motamot şundan ibarettir: “Bu devlet bir yetime, öksüze el uzatıyorsa biz de ona köle olmalıyız.” Devlet, babam için mecazen değil hakikaten babaydı. Başka babası olmamıştı.
Babaannem, yetimhaneye başvurarak fahrî annelik yapmaya başlıyor, Topal İbrahim’den gizli gizli, kaçak köçek. Nice çocuğa annelik ediyor. Babam bir keresinde oradan bir arkadaşıyla karşılaştı, ensesine bir tokat aşketti adını vererek, adam babamı hatırlamadı ama neden sonra şöyle dedi: “Şerife Anne’nin oğlu musun sen?”
“Yetimhanelerden her türlü adam çıkar ama vatan haini çıkmaz!” Böyle derdi babam ve devlet de bunu biliyordu sanıyorum. Devletin bir politikası vardır, aslında tüm ülkelerde bu böyledir, yetimhanelerden kadro devşirirler. Türk ordusu bunu sistemli biçimde yapar. Türk istihbaratı da yapar ama daha alttan alta. Ordunun seçip aldığı çocukların arasından kuvvet komutanlığına kadar yükselen dahi olmuştur.
Babamı almak için de gelmişler, “İyi bir asker olacak çocuk, verin buralarda ziyan olmasın” demişler ama babaannem ağlayarak “Zaten alan aldı evladımı bir de siz elimden almayın, burada hiç değilse arada bir görebiliyorum, alıp da uzaklara götürmeyin!” demiş. İzin verse belki de bir general çocuğu olarak dünyaya gelecektim.
Bir işçi çocuğu olarak gelebildim anca. Yazıklanıyor muyum, elbette ki hayır. Devlet Demir Yolları’na Sivas’ta Atelye derler, ö’yü e sesiyle söyleyerek. Sivas’ta biri, Yukarı Tekke kayalıklarında çalışmıyorsa Atelye’de çalışıyordur. Babam yaşı dolunca yetimhaneden çıkarılıyor, açıkta kalmasın diye devlet onu çırak okulunda okutup sonra da Atelye’de işe alıyor. Babamın ilk yaptığı şey Kızılay’a üye olmak oluyor. İşten arta kalan zamanlarında Kızılay için koşturup kovalıyor. Her türlü angaryasına.
Atelye’deki işi aslında rahattı ama Kızılay için o kadar kendini paralardı ki eve üstü başı permeperişan gelirdi. Annem ona “Bu kadar emek veriyorsun bari maaşla çalış!” diye çıkışınca “Beni bu devlet okuttu, ben de şimdi vazifemi yapıyorum!” demekle yetinirdi.
Emekliliğinden sonra bile Kızılay’a emekçilik yapmaya devam etti. Bir hastane inşaatı vardı Kızılay’ın, oraya yıllarını verdi, her türlü meşakkatini çekti. Sonunda inşaat bitip hastane faaliyete başlayacakken kendisine, “Gel Kaya Amca sana buradan bir oda verelim, bir de fotokopi makinesi alalım, harçlığın çıkar!” dediklerinde babam çok öfkelenmiş, “Beni menfaat peşinde koşan biri mi sandınız? Şimdiye kadar o gözle mi baktınız gayretime? Beni herkes gibi mi sandınız?!” diye çıkışmış, bir daha da kuruma gitmemişti. Sanıyorum o dönemde Kızılay genel merkeziyle ilgili çıkan yolsuzluk söylentilerinin de bunda payı büyüktü.
Kızılay’ın benim bizatihi hikâyemde de özel bir yeri vardır. Abimle birlikte Kızılay kamyonetine biner, fakir mahallelere yardım dağıtırdık. Çay-şeker, şu bu… Bir poşet almak için ağlaşarak birbirini tepeleyen insanlar da olurdu, verdiğimiz yardımı “Bizim durumumuz daha iyi, bize değil, şunlara verin!” diyenler de. İşçi çocuğu olsam da ben yoksulluğu kendi hayatımda değil bu insanların hayatında tanıdım. Kitlelerin nasıl bir yokluğa mahkûm edilebileceğini, dünyanın nasıl acımasız bir eşitsizlikle yoğrulduğunu o kamyonetin sırtındayken kavradım.
Babam fanatik bir Adalet Parti’li, Demirel’ci idi ama hep ezginler için çalıştı. Öldüğünde biri şöyle diyecekti: “Etrafımızda bir tek kişi yoktur ki kursağından onun ekmeği geçmiş olmasın!” Sivas’ın en zengin adamı da mezarı başında şöyle bir şahadette bulunacaktı: “Dünyanın görüp göreceği en dürüst adam bu mezarda yatıyor!” Şeref bende zenginliklerin en büyüğüdür ve ben babamın oğluyum. Velev ki Demirel’ci olsun.
Kömürlük derdik, belalı bir muhitti, babam orada halasının yanında kalırken annemi görüp, abayı yakıyor. Dayılarım filan da hep vurdulu kırdılı adamlar, dünya çapında boksörler çıkarmış, boks federasyonunu da ellerinde tutan bir sülâle… Deli cesareti, babam annemi kaçırıyor, kızcağız daha 16’sındayken hem de. 8 yaş büyüktü kendisinden. Abisi gibi dururdu yanında.
Annem küçük yaşta evlenmeden evvel kız kardeşlerine annelik yaparmış; teyzelerim annemden abla değil, “annemiz” diye söz ederlerdi. Çünkü anneannem, o günün şartlarında nadir görülecek bir şekilde dikimevinde çalışmaktaymış, evin yükünü anneme bırakarak. Ninem, şüphesiz bunu mecburiyetten yapmıştı, yoksa çok merhametli bir insandı. Bahçesi kediler, bakıma muhtaç hayvanlarla dolu olurdu hep. Bir defasında akşam iş dönüşü hapishanenin önünde ağlayan kimsesiz bir çocuk gördüğünde alıp eve getirmiş, haftalar boyunca da bakmıştı.
Kocası şarapçıydı. Eski bir aşkın yarası depreşmiş, kendisini ucuz şaraplara vurmuş bir bedbin. Akşama dek at arabasıyla kömür taşıyor, akşamları da meyhanede körkütük sarhoş oluncaya değin içiyormuş. Meyhaneciler her gece dedemi at arabasına bir ceset gibi atıyor, atlar yolunu ezbere bildiklerinden evin önüne kadar geliyor, bunu gören bahçedeki kedi gelip kapıyı miyavlayarak tırmalıyor, anneannemgil de yataktan kalkıp kapıyı açıyorlarmış… Alkole meyil genlerimde var, soy ağacımın kökleri şarap mahzenlerine ve fıçılara uzanıyor.
Annem babama karşı çok hürmetliydi. Ona sesini yükselttiğini hiç mi hiç duymadım. Korkudan değildi ama bu. Kavga etmezlerdi, hiçbir sıkıntılarını, gerginliklerini bize yansıtmazlardı. Babamın da anneme fiske vurduğu vaki değildi. Bize de. Öfkeyle azarlandığımızı dahi hatırlamam.
Evin bütün ekonomisini annem yönetirdi. Babamın cebinde sadece çay parası olurdu. Bir de arada bir kafayı çekmek istediğinde rakı parası. Eve sarhoş geldiğinde dahi hiçbir tatsızlık yaşanmadan geçerdi gecelerimiz.
Babamın en titizlendiği husus, akşam 5’te eve geldiğinde kapıyı annemin açması kuralıydı. Gündüz annemin nereye gittiğini, ne yaptığını sormazdı ama akşam o saatte mutlaka evde olmalıydı. Bir de kimin ne işi olursa olsun akşam yemeğinde herkes sofrada olmalıydı.
Annemize saygılı olmamız bunların hepsinden daha ehemmiyetliydi. “Anneye ses yükseltilmez!” sözünü birkaç kez ama çok güçlü bir vurguyla söylemişliği vardı. Çünkü kendisi annesine doyamamıştı, anne kucağına. Babaannemin son gününde yanında akşamlamış, eve dönmek isterken ısrarı üzerine annesinin yanında gecelemişti. Aynı yatakta.
Kendisi ölmeden önce de anneme birkaç kez sormuş, “Mezar için iki kişilik yer mi alayım, annemin yanında mı yatayım?” Annem de korkar bu tür ölü mevzularından, konuyu kapatmış. Annesinin yanında daracık bir yer vardı oraya gömdük. Orası olmasaydı abimle ben ninemin tam üstüne defnedecektik onu, annesinden ayrı geçen günlerin acısı birazcık dinsin diye.
Ah Sivas, ah Kızılırmak… Çocukluğumu bir ırmak gibi anımsayışımı ona borçluyum en çok. Annemin bizi göz ucundan ayırmayan koruyuculuğuna rağmen kaçar kaçar giderdik. Nehir, o zaman adına yaraşır şekilde coşkun biçimde akardı, şimdiki gibi kuru bir dere görünümünde değildi. Soğan telisinden kendi imalatımız olan basma torla saatlerce su içinde kalırdık, çürüşürdü ayaklarımız. Yüzer, kıyısında gezinir, semaver yakar, piknik yapar, onun yöresinde olmayı ganimet bilirdik.
Ememin ve halamın oğullarıyla. Halaya eme, teyzeye hala derdik biz. Teyze, aslında tam olarak arkadaşlarımızın annesi ve komşu kadınlar için kullandığımız bir tabirdi. Teyze oğluna ekmek arası bir şey yaptığında bize de bir sokum lokma hazırlar ve onları yanımıza alarak Kızılırmak’a veya Paşa Fabrikası dediğimiz mıntıkaya koşardık. Hali vakti yerinde olanların kebap sobası yanlarında olurdu. Yoksullar içinse orada bulunmak kâfiydi. Etli ekmek olmasa da olurdu.
Bende en çok iz bırakan mekânlardan biri çermiklerdi. Şehre 40-45 kilometre uzaklıktaydı, yazın bir-iki ayı orada geçirmek âdettendi. Aileler gidip oraya çadır kurarlardı. Almancıların geniş dikdörtgen çadırlarına seyrek rastlanırdı, Kızılay’ın sivri uçlu çadırları tüm ovayı kaplardı. Zenginlerin aydınlanmaları için belediye ücret mukabili elektrik şebekesi döşerdi. Biz gaz lambasıyla geçirirdik geceleri ve bundan dolayı yoksulluğumuza şükran borçluyum.
Sabah ezanında giderdik çermiğe. Çünkü havuzun suyu geceden boşaltılır, sabahın erinde taptaze su yerin altından fokurdayarak pırıl pırıl ve kaynar vaziyette havuzun duvarına usul usul tırmanırdı. Erken gelenler bu mucizeye tanık olmak ve tertemiz suyun şifasından nasiplenmek şansına sahip olurlardı.
Havuz dediğim 20’ye 20 bir yerdi, öyle olimpik bir şey gelmesin aklına. Çocuklar su çırpıtırdı, oysa ki çermik âdabının ilk kaidesi su sıçratmamaktı. Çünkü namazdan gelen amcalar gazel okurlardı, insicamları bozulmamalıydı. Hamamda herkesin sesi güzel çıkarmış denirse de bizim hacıların sesleri gerçekten güzeldi. Tatlı tatlı sohbetler ederlerdi birbirleriyle. Öz dedeniz gibi samimiydiler size karşı da. Yabancı kimse yoktu, Sivas koca bir aileydi, orada yunar arınırdı kirlerinden.
Yaşı kaç olursa olsun havuzdan çıkan gençlere ihtiyarlar ihtar ederdi: “Aldın mı abdestini?!..” O sudan abdest almadan çıkmak düşünülemezdi. Bu, gençlerin cenabet gezmemeleri için gösterilen ihtimamın göstergesiydi. Çermikten veya hamamdan dönüşte büyüklerimizin ellerini öpme âdeti ise bugün bile üstüne kafa yormaktan kendimi alamadığım bir ritüeldi. Gusül almış, arınmış gencin hayata yeniden başlarken atalarına bir tür biat tazelemesi miydi bu? Türk töresi idiyse acaba başka nerelerde yaşatılıyordu?
Kimi 50 tane etli ekmek yaptırmıştır, poşet poşet getirir, kimi karpuzunu yarar ortaya koyar, kimi ayran dağıtırdı. İçecek soğuk su en büyük ihtiyaçtı. 8-10 kilometre uzaklıktaki Karlıpınar’dan itfaiye arabasıyla gelen su, hortumlarla musluklara bağlanırdı. Biz çocuklar gidip bidonlara doldurur ve çermiktekilere götürürdük. Bu çok efdal bir ameldi, çok dualar alırdık. Daha fazla dua almak için tepedeki patikadan 2 kilometre yürüyerek bizzat Karlıpınar suyunu bidonlarımıza doldurup döndüğümüz de olurdu. Hayata atılırken çok bel bağladığım ah o dualar!..
Pezik duydun mu hiç? Tam söylenişiyle Pezük! Pancar saplarından yapılan turşudur. Kavurması da yapılır, Yumurtalı Pezük derdik. Madımak yedin mi hiç? Gitti ömrün yarısı desene. Madımağın bezlere serilerek o kurutulması görüntüsünde bile bir görsel lezzet vardı. Ispanak gibi pişirildiği de olurdu, sucuklu yapıldığı da… Seyyar dönercilerin bol soğanlı ekmek arası kebaplarını da bilmiyorsun tabi. Dışarıda yemek yemeyen annelerimiz bile onları görünce canları çeker, ayaküstü yerlerdi.
Sivas küçücüktü, biraz yürüyünce şehir geri çekilir, hemen kır başlardı. Yemlik toplardık kırda, tuzla yerdik. Ebegümecinin köklerini açardık, mercimek tanesi gibi tohumlar çıkardı, öfff. Kuşburnu toplardık, soframıza reçel, marmelat olarak gelirdi ama biz şurup derdik hep. Kızılcık Şurubu da sabah sofralarımızın baş konuklarındandı. Sivas bozkırının yoksullar için elinden gelen anca bu kadardı.
Hıngel deriz, siz mantı dersiniz, o yoksulluğa rağmen içi etle gani gani doldurulurdu, o zengin Kayserililer gibi cimrilik etmezdi Sivaslı. Kalburbastı diyorlar şimdi, biz hurma derdik, baklavadan daha çok o yapılırdı, şerbetli bir tatlı, enfesti. Bir keresinde babamın bacanakları anneleri mi karıları mı daha iyi hurma yapar diye tartışmış, birbirini vuracak noktaya gelmişlerdi. Hurma hayatî bir konuydu.
Ne kışlar vardı Zülâl, ne kadar anlatsam anlayamazsın. Aslen Erzurumlu olsa da soğuk bizim orada otururdu. Kar yağmaya başladığında dur durak bilmezdi. Kızaklarımızla karşılardık onu. El yapımı kızaklar. Eski karyola demirlerinden. Yüz üstü kayardık yokuşlardan. Kaburgalarımızı kullanarak sağ-sol yapmayı, frenleyip durmasını iyice bellemiştik. İyi bir kızağı olan çocuğun mutsuz olma ihtimali yoktu.
Cincik derdik, bilye az bulunan bir şeydi. Garibanlar evlerinden aşırdıkları üç-beş cevizle katılırlardı oyuna. Ütmek fiilini sevmezdim. Topaç yarışları kafamda çok yer etmiş nedense. O hırs, rekabet… Ben oynamak için oynardım, skora bakmazdım. O yüzden gelişmedi pek el becerilerim sanırım.
At Nalı Kabara denen bir türü vardı, diğerlerinin topaçlarıyla çarpışıp kırmak için tasarlanmıştı. Kırnap İp derdik kendirden yapılan ipe, boyumuz uzunluğunda olmalıydı, onu işaret parmağına dolayıp ucunu tükürükleyerek topaca sarardık. Döndürme hızıyla diğerlerini dağıtıp dönmeye devam etmesi heyecan verici bir yarıştı. İnsanı tanımaya o zaman başladığımı ayrımsıyorum.
Alevîlik-Sünnîlik mevzuunu da erken ayrımsadım. Arzu Teyze vardı, yakın bir komşumuz, ayrı gayrımız yoktu, birlikte yer içerdik, evde onlar hakkında hiçbir menfi kelam geçmezdi. Bir gün apar topar başka bir mahalleye taşındılar. Neredeyse bize bile haber vermeden. Şimdi hesaplıyorum, 12 Eylül’den hemen önce. Bir Sünnî mahallesinden Alevî mahallesine… Korkutulmuş veya uyarılmış olsalar gerekti.
İşe bak ki halamlar da o mahallede oturuyordu. Bir gün babaannem onlardayken ziyaretlerine gidecek olduk. İki aile toplanıp. Bu rakam Ali Baba’ya gitmek için güvenliği sağlamaya yetmezdi ama barışçıllığımız çok açıktı; kadınlar, çocuklar, yaşlılar. Yayan gidiyorduk, babam benim elimden tutmuştu, “Geçeriz gideriz!” diye bize moral veriyordu. Halamların sokağa girdiğimizde birden otomatik silahlar çalışmaya başladı. Üstümüze mermi yağdırıyorlardı. 4 katlı bir inşaatın üst katından, makineli tüfeklerden geliyordu kurşunlar. Kulaklarımızın dibinden vızıldayarak geçip kerpiçlere saplanıyorlardı.
Babam elimi bırakıp kaçmaya başladı. Sonradan “AP’li olduğum için beni hedef almışlardır, sizi de hedef etmeyeyim, kaçıp sizden uzaklaşayım diye çocuğun elini bıraktım” dese de annem o gün olanları senelerce şüpheyle anmayı sürdürdü. Babam koşup halamgilin bahçe kapısını çalıyordu, içeriden “Kim o, kim o!?” diye soruyorlar, babam ısrarla “Kaya, Kaya!” diyor ama açmak için dışarı çıkamıyorlardı. Evden içeri girdiğimizde halamın oğlunun elinde bir kürek sapı vardı. Kürek sapıyla makineli tüfeklere karşı savunma pozisyonundaydı.
Sivas’tan ilk ayrılışımı birazdan anlatırım. Alevîlik demişken başka bir şey anlatayım. Tarih 1993. Türkiye’nin en karanlık yılı. Kontrgerilla’nın tüm dizginleri elinde tuttuğu dönem. Gerçek adı kim bilir nedir? Belki Ergenekon, belki Gladio! Neyse ne, hedefi 12’den vurdular o sene. 2 Temmuz’da.
Ben İstanbul’dan Sivas’a geliyorum, halalarımdan biri vefat etmiş, onun cenazesine yetişmeye çalışıyorum. Bolu taraflarında bir yerde dinlenme tesislerindeyim. Televizyonda bir altyazı geçiyor: “Sivas olayları büyüyor. Aziz Nesin’in kaldığı otel yakıldı.” Hadi be dedim, kaşımaya başladılar demek ha?!. Kaşımak ne kelime, adamlar demir taraklarla ülkenin etini kemiğinden ayırmaya kalkmışlardı.
Sivas’a indim, iğde kokularıyla karşılayan şehir gitmiş başkası gelmişti sanki; tanıyamadım şehri inan. Canı çekilmiş birini tanıyamamak gibi. Sokaklarında in cin pusmuştu; kentin orta yerindeki Cıbıllar Parkı’nda bile kimsecikler yoktu. Yaşlıların gölgelendiği, çay simitle günü kapatan garip gurebanın doluştuğu park tam manasıyla cıbıllaşmıştı.
Bir tek taksiciler vardı. Birini çevirdim. Adam tuhaf tuhaf sorularla beni çözmeye çalışıyordu. Kim olduğumu, nereden, niye geldiğimi. “İnşallah kötü bir şeyler olmaz, memleketin adı kötüye çıkmaz” filan diyerek geçiştiriyordum adamı. Sonradan bizimkilerin dediğine göre o gün civar beldelerden polisler çağrılmış, her tarafa sivil kıyafetlerle yerleştirilerek şüpheli şahısları toplamakla görevlendirilmişlerdi. Adam, benden şüphelense verdiğim adrese değil, taksiyi karakola çekecekti.
Üç gün mü, bir hafta mı sürdü sokağa çıkma yasağı? Bir sonraki cuma camiler havaya uçurulacak diye bir şayia dolaşıyordu, kim bu tür haberleri yayıyordu bilemiyorum ama o ilk cuma Sivas acayip bir sınav verdi. Her cuma halkın hemen yarısı caddelerde, işinde gücünde olurdu, yarı yarıya Alevî sayılırdı çünkü şehir. O cuma ise sokaklarda bir tek kişi bile yoktu, camilerse bahçelerden sokaklara taşmıştı. Alevî vatandaşlar, değil saldırmak, kimse bir taşkınlık yapmasın diye camilerin etrafında nöbet tutmuştu. Böyleydi benim Sivas’ım. Yazık ettiler. Kötü saatte olasıcalar.
İlk ayrılışımdan bahsedecektim. Sıkılmışsındır bunca bozkır hikâyesinden. Bunca kıraç. Sonu cayır cayır ateşle biten… Lise bitti, ben de o üniversite kazandı belgesini aldım ve yeni bir faza geçtim hayat denen rüyada. Annem kazağımı örmeye başlamıştı bile. “İstanbul soğuğu, nemliymiş, içine işlermiş insanın, ilişmesin oğluma benim!” diyerek… O kazağı hâlâ saklarım, bir gün giyeyim de ona nasıl iyi baktığımı gör.
Tüm yolculuklarımda en zor parkur terminale veya gara varıncaya kadarki kısımdır. Hele yanımda annem varsa. Ağlamaz, tutar, zapt eder göz damarlarını ama ne zaman ki trenin demir tekerleri gıcırdamaya başlar, fıskiye gibi fışkırırdı gözlerinden. Kız kardeşimle sarılıp ağlaşmaları, mazinin beyaz badanalı duvarında bir tablo olarak asılı kalırdı.