Kitabı oku: «Bir Aşk Bir Ülke Bir Gece», sayfa 3
Kromozom
Cemal dedem bir küçük esnaftı. Ufacık dükkânında geçmişti ömrü. Çocukluğundan beri şafaktan önce uyanmış, gençliğinden beri çarşıda dükkânını en erken açan esnaflardan biri olmuştu. Bereket inancından kaynaklanıyordu bu. Kerahet vaktinde uyuyanların ve sabah namazından sonra dükkânını açmayanların işlerinin rast gitmeyeceğine, kazansalar da bereketini göremeyeceklerine çok eski ve mutlak bir bilgi olarak sahip çıkmıştı. Küçücük bir işyeri ve azıcık bir gelir için onun disiplin ve ciddiyeti ibretlik bir meziyetti. Hayatında hiçbir israf yoktu ama şu meziyetlerini oraya sarf ediyor olması bana en büyük israfı olarak gözükürdü.
Beş vakit namazını camide kılan, başı yerde, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan bir adamdı. Halim selimdi, ne desek yapardı. Esprili, sevimli biriydi. Sevdiklerini sevindirmeyi severdi. Dedemiz değil aksakallı bir küçüğümüz gibiydi. Zamanla en küçüğümüz hâline geleceğinin habercisi miydi bu?
Yaşlanıp dükkânını kiraya verdiğinde evde daha fazla vakit geçiriyordu. Namaz vakitlerine ayarlı bir ömrün son saatlerini yaşar gibiydi. Bir kış günü camiye gitmek için çıktı ama gece yarısına kadar gelmedi. Annemgil her yere baktı, sordu soruştu, karakola, hastaneye gittiler ama hiçbir yerde bulamadılar. En son, Afyon’un bize en uzak muhitlerinden birinde ücra bir sokakta bulduklarında yürümekten bitap düşmüştü ve donmak üzereydi. İnli Balıklı Göl’den Kocatepe’ye dek yürümüş ama kırk yıllık evinin yolunu bulamamıştı.
Çok geçmemişti ki bir gün odasından hiç olmadık biçimde bağırtısını işittik. İçeri girdiğimizde onu biriyle kavgaya tutuşmuşken bulduk: Kendisiyle. Gardırobun aynasındaki adamı bağırarak itekliyordu: “Çekil önümden be adam!..” Unutkanlıkları arttı, kayboluşları çoğaldı. Bir gün uzun bir gaybubet yaşadıktan sonra bulduğumuzda “Dede neredesin?!” diye telaş ve öfkeyle sorduk, o ise gülümseyerek cevapladı: “Ayakkabımın içindeyim…”
Hafızadaki heyelan git gide hızlandı ve ilaçlarla bile gündelik hayatını idame edemez hâle geldi. İyice çocuklaştı ve masumlaştı. Ninniler söylüyordu. Annesi için ninniler. Annesini dizlerinde uyutuyordu. Doğarken kaybettiği, yüzünü hiç görmediği annesini.
Son aylarında hiç kimseyi hatırlamıyordu, ben hariç. Sadece beni gördüğünde bir isim zikretmiş oluyordu. Sonra Kadın-erkek, genç-yaşlı kimi görse Zülâl demeye başladı. Herkes Zülâl’di artık. Bunun sebebini birazdan daha iyi anlayacaksın; en çok beni dert etmesiyle ilgili bir durumdu bu. En küçük torununu dert edinmesiyle.
Beşerîlikten arınıp da meleksi bir bebeğe dönüşünce bazen ötelerden gelen mesajları insanlara iletircesine kelamlar dökülürdü ağzından. En azından benim için öyleydi: “Seni oraya gönderen Allah’tı!..”, “Başına gelen Allah’tandı, kimseye kızma!..” Hem de en düştüğüm zamanlarda söyleyecekti bunları. Tam da o günlerde.
Vakit birimleri iyice şaştı, vakitli vakitsiz, abdestsiz namazlar yerini yemek yemeyi unutmalara bıraktı. En son yutmayı da unuttuğunda onun için gitme vaktiydi. Annesinin yanına masum bir bebek olarak yatırıldığında herhalde hayatının en mutlu günüydü.
Anneannemin ise en kötü günü. Karı-koca gibi değil de iki asker arkadaşı gibi severlerdi birbirlerini, biraz kaba saba, gürültü patırtılı ve eğlenceli. Dedemin yanında onu severmiş gibi gözükmezdi hiç ama arkasından “Cemal’im!” der dururdu. Bir yere gidecek olsa boynu bükük kalırdı. Gizli gizli dedemin atletlerini kokladığına çocuk gözlemciliğimle tanık olurdum.
Aslını sorarsan ikisi de birer masal kahramanıydı. Bir aşk masalının iki kahramanı. Köyün varlıklı ailelerinden Hüsniye, köyün en yoksul ailelerinden Cemalgile gelin gider mi? Üstelik kendi ayaklarıyla kaçar mı?.. Kahramanca bir atılım. Köyün en güzel, en gözde kızı Hüsniye, işsiz güçsüz Cemal’in nesine kaçmış ki? Müstakbel görümceleri akranı ve arkadaşıymış, onlar ayartmış diyorlar. Cemal dedem kahvedeymiş; eve geldiğinde Hüsniye ninemi görünce şaşalamış ama “Hoş geldin!” diyecek dirayeti gösterebilmiş.
Anladığım kadarıyla Hüsniye, Cemal’in kalbindeki masumiyeti gördü. Köy yerinde peşinde gezişindeki, onu bir gölge gibi takip edip her duvar ardında söyleşmeye çabalayışındaki ısrarın samimiyetini anladı. Cemal’in sevgisini sevdi. Bakmadı başka şeye. Sevgi varsa varsın yoksulluk olsundu.
Gelgelelim annesi hiç de öyle düşünmüyormuş, kızını evlatlıktan reddetmiş, 30-40 sene. Hanim imiş annesinin adı, aristokrat, tam bir hanım ağa. Sert, mesafeli, mağrur bir kadın. Köylüler ona “Şeherli!” diyormuş. Çocukları gençliğinde de sevmezmiş. En sevmediği çocuk da bendim. Beni görünce şöyle derdi: “Zilli! Geldi yine!..”, “Zıbıkçı!..” Manasını bilmiyordum ama berbat bir şey olduğuna emindim. Büyüdüm, sözlükler karıştıracak yaşa geldim, cesaret edip de bakamadım. Baktığımda ise şöyle dedim: İnşallah büyük ninem bunun manasını bilmeden kullanmıştır.
Kızının yokluk içinde yaşamasına göz yummamış, gözünü direyip keyifle bakmış. Sonunda Cemal ile Hüsniye şanslarını denemek için şehre göç etmişler. Afyon uğurlu gelmiş gariplere, hâlleri git gide iyileşmiş, orta hâlli bir aile seviyesine yaklaşmışlar. Ninem annesi gibi biraz huysuz ama tatlı bir kadındı. Hep göz alıcı bir güzellikteydi. Ne çektiği ne çekeceği çileler onun neşesinden ve gülüşünden büyük hisseler götürebilmişti. Yıllardır şehirde yaşayan bütünüyle köylü bir kadındı. Köylülüğü küçümseyici bir sıfat olarak kullanır Beyaz Türkler ve bilumum beyazlaşmış İslamcılar dahi; ben asla küçümseyemem. Küçümsemek bir tarafa kentlilerden üstün gördüğüm çok yanları vardır. Sadece doğallıkları bile tüm kent kültürüne bin basacak ağırlıkta bir sıklettir benim için. Hüsniye ninem, gördüğüm hiçbir kentlinin hayalini kuramayacağı kadar doğal bir insandı. Nasıl çalışkandı eskiler, akıl alır gibi değil. Yorulmak bilmezlerdi. O nasıl bir evcimenlik, “işçimenlik”. Ekin-biçim işlerini hiç bırakmadı ninem, hep bir yerlerde tarlalar kiraladı, hasatlar topladı, götürdü çarşılarda sattı. Cemal dedemden daha iyi kazanıyordu hatta. Tarladan çarşıya, oradan eve, bazlamalar, gözlemeler, yufkalar… A kadın, sen yorulmaz mısın? Hayır, sesi kuşluktaki gibi şakrak, yüzü bayram günü gibi şen.
Çok konuşkandı. Küfürbazdı, “Ocağı sönmeyesiceler!” en adaplı sözüydü. “Eşşeğin şeyi!” derdi mesela. Şey yerine en galiz kelimeleri fütursuzca kullanırdı. Severdi belden aşağı konuşmayı. Ama kaba kaçmazdı, güldürürdü insanı.
Dindar mıydı? Galiba. Namaz kılardı evet. Ama sanırım yarım yamalak okurdu duaları. Bir sabah namazında hiç unutmuyorum, ezan okunuyordu, niyeyse uyanmıştım, o çocuk aklımla gidip uyandırmıştım: “Nine kalk, ezan okunuyor, namaz kıl!” Bana çıkışıp arkasını dönmüş, horuldamaya devam etmişti: “Kâhyası mısın?!..” Onun da ne dediğini çözememiştim ama büyüyünce en çok güldüğüm çocukluk anılarımdan biri olacağını daha ömrümün seher vaktinde anlamıştım.
Biraz da babamın tarafından bahsedeyim istersen. Çok hoş hikâyeler anlatamayacağım ama, kusura bakma. İnsanın köklerine inerken acı çekmesi, köksüzlük duygusunun bir türevi olsa gerek. Köklerime inerken köklerime yaklaşmıyorum, uzaklaşıyorum. Topraktan yolunuyormuşçasına acıyor varlığımın tüm kılcalları… Baba tarafım, benim en zayıf tarafım. Yumuşak karnım. Oradan vurdu beni hayat. Dünya. Her kimse o vurucu. On ikimden vurdu.
En kısa özeti yapmaya çalışacağım: Babamın babası, Fuat, kumarbaz. Kütahya’da mukim imişler, geniş arazileri varmış, çarşıda dükkânları; bu Fuat dedem, hepsini âlemde yemiş. Ben onu tanıdığımda bundan pişmanlık duymak bir yana, bir o kadar olup da harcayamadığı için eseflenir gibiydi. Günahtan pişmanlık duyacak bir tip değildi. Gözlerinde tüm dinlerce kınanan şeytanî bir zevkperestlik ve aldırışsızlık vardı. İmkânı olsa gene işret meclislerine gider, gene hafifmeşrep kadınlarla düşüp kalkardı. Vicdanı var mıydı bilmiyorum ama vicdan azabı hiç yoktu. Dünyaya kâm almak için gelmişti, alacağını istemiş, dünya da onu eli boş göndermemişti.
Kimseyi kendisiyle aynı şeyi yapmaya çağırmıyordu. Kendisini başka bir şeye, mesela tövbeye, nedamete, ibadete çağıran kimseye de kulak asmıyordu. Zevk ü sefaya giderken nasıl tebessümle gözlerden kaybolmuştuysa zikr ü taate çağrılırken de öyle kayıplara karışıyordu. Dünya didişeceği bir yer değildi. Sevişeceği bir yerdi. Bir de sarhoş olacağı.
Hayli ihtiyardı ama saçı bıyığı nasıl oluyorsa hâlâ gür ve alabildiğine siyahtı. Her hareketinde bıçkın bir delikanlı edası vardı ve cidden çok ama çok yakışıklıydı. Hatırımda ona dair hiçbir somut anı yok ama yıllar sonra Kütahya’nın Pınarları türküsünü dinlediğimde o eski hovardanın her hareketinin bu türkünün edasına büründüğünü fark ettim. Muhtemelen bu tür türküler eşliğinde demleniyordu ve yudum yudum içselleştirip tüm beden toprağını o ezgilerle suvarıyordu.
Karısı yani babaannem beş çocukla varlık içinde yokluk çekmenin ıstırabını nasıl hazmetmişti? Abartarak. Her şeyi ne kadar abartarak anlatıyordu. Bu gözüme çok batıyordu ve sebepleri üstüne çok düşündüm. Kadıncağız hayatındaki yetersizlik duygusunu hayatındaki her şeyi abartarak telafi etmeyi deniyordu. Sanki hiç kötü bir şey yaşamamış, hiçbir kötülüğe maruz kalmamış gibi, tüm itilmişliğini yok sayarak. Hayatta kalma refleksi olsa gerek bu… O da eker biçer, pazarda satarak çocuklarına bakarmış. Kocası o meyhaneden bu kumarhaneye gezip dururken. Sükûnet ve metanetle.
Kocasının tıpatıp aynısı bir oğul dünyaya getirmesi ise onun suçu değildi belki ama bizim cezamızdı. Hikmetini bugün bile anlamakta güçlük çektiğim bir ceza. Oğlu kocasının yaptıklarının aynısını, kat be kat fazlasını anneme yapacaktı ama o cefakeş kadın çıtını çıkarmayacak, onu da yok sayacaktı. Geliniyle duygudaşlık kurup yanında durmak yerine onu suçlayacak, fiilen oğlunun sırtını sıvazlayacaktı. Çünkü ona göre kadın susmalıydı. Ölse, öldürülse bile. Dayaktan veya kahırdan.
Kütahya’dan niye gelmişler? Babamın tayini Afyon’a çıkmış, tapu kadastro memuru olarak. Büyükbabamgil sıfırı tüketince bekâr oğullarının yanına taşınmışlar. Halam da yanlarında. Dayım halamı görünce abayı yakmış hemencecik. İstemeye gitmişler. Şimdi duyduğuna inanamayacaksın: “Biz de sizin kızınızı oğlumuza alırsak kızımızı oğlunuza veririz!” Haydaaa! Burası Siverek, Silopi filan değil dikkatini çekerim, Ege’nin dibindeyiz ama düpedüz berdel öneriyorlar ve kabul de ediliyor. Çifte düğün yapılıyor, dayımla halam, babamla annem eşzamanlı dünya evine giriyor.
15 yaşında büyük ablamı, 17 yaşında ablamı, 20 yaşında da beni doğuruyor annem. Ta nişandan itibaren dikiş tutmayacağı belli bir ilişki için fazla hızlı ve verimli bir sonuç. Senelerce didinmelerine rağmen çocuk sahibi olamayan mutlu evlilikleri gördükçe mikrobiyolojinin kanunlarının çok matrak olduğunu düşünürüm.
Annem, abi dayağından kaçarken koca dayağına yakalanmış. Dayım yoktan yere çok hırpalarmış annemi. Dünya evine girince görevi babam devralmış. Ben annemin karnındayken tanışmışım dayakla. Erkekle. Erkeğin gadrine ben dünyaya gelmeden önce uğramışım.
Dayak, üstüne üstlük yokluk. Adam kazandığını nerede, nasıl yiyor bilinmez ama eve geldiğinde eli boş geliyor ve metelik koklatmıyor anneme. Şöyle anıyordu annem o günleri: “Bir şey bulursam size yedirirdim, ben aç yatardım. Çok aç geceledim, çok aç yattım. Ama bunun normal bir şey olduğunu sanırdım. Derdim ki evlilik demek ki böyle bir şey. Kocalar böyle oluyor. Yapacak bir şey yok!..” Bir komşumuz varmış, akşam yemeklerine çağırırmış; annem “Karnım orada doyardı” diyordu.
Alıp başını gidesi vardı annesigile ama dayım onu öldürür diye korkuyordu. Annesi de sahip çıkar bir havada değildi, baş eğmesini öğütlüyordu. Şu var ki annem çocukları olduktan sonra hayırsız kocasına dikilmeye başlamıştı. Dişli bir kadındı, çatır çatır mücadele etmesini öğrenmişti ama korkuyordu da. Babamın geldiği her gün evde hepimiz can havline düşerdik. Biz yani tüm kadınlar. Annem hepimiz için en önde savaşırdı. Biz sadece o gece nasıl kaybedeceğimizi merak ederdik. En az hasarla, morartıyla atlatması için.
Devrilen sofralar, duvarlarda patlayıp saçılan kavanozlar, kırılan sandalyeler. Ben sadece tokat hatırlıyorum. Serinkanlı bir edayla atılan, asker döver gibi, sert tokatlar. Ablalarım sonradan “Tekmelerdi annemi, hatırlamıyor musun?!” diye soracak ama ben hatırlamayacaktım. Sanırım bünyem sadece o kadarlık bir acıyı kaldırabileceği için hafıza deposuna sadece o kadarını atıyordu, fazlasını unutuş değirmenine yolluyordu. Orada öğütüldükten sonra ne yapıldığını bilmiyorum.
İçkili hâlini hiç görmedim babamın. Annem ondan nefret etmemizden memnuniyet duysa da o hâlde görmemizi istemiyordu. Sarhoşsa mutlaka odasına kapatmanın bir yolunu bulurdu. Babam da sarhoş hikâyelerinin çoğunda olduğu gibi içtiğinde saldırganlaşmazdı. Sarhoşluk ateşkes sebebiydi. Yatak odasında sessizce sızmasının bir mahzuru olmadığı hususunda tüm taraflar mutabıktı.
Abisi, bunu bal gibi bilirdi ama sırf kendi evliliği zarar görmesin diye kız kardeşinin ve yeğenlerinin zulüm altında susmasını istiyordu. Dindar dayıcığım! Öte tarafta hesap-ceza gününde senin bütün namazlarını bile bana verecek olsalar bir tekini bile almam. Hepsi senin olsun. Bize cehennemi yaşattın, var git cennetine, senin amellerinle gireceğim bir cennete dahi talip değilim.
Annemin gözünün içine bakardım. Oradan okurdum tüm gelişmeleri, gidişatı. Azalan ve artan oranlarda hep endişe, korku ve mutsuzluk vardı. Bir gün şiddetli bir kavga yaşandı, darp, küfür-kâfir, feryat figan. Muzaffer kumandan ganimet olarak bizim yüzlerimizdeki korkuyu da alarak evi terk ettiğinde annem ilginç bir şey yaptı: Ertesi gün babam geldiğinde gardıroba saklandı. Evden kaçmış havası vererek. Babam geldi, eve baktı, biz sus pus ona bakıyoruz, sormadı bile anneniz nerede, bir şeyler yedi içti, çıktı gitti… Annemin o gardıroptan çıkışı yaşadığı en gurur kırıcı hezimetti.
Bir gün, yedi yaşındayım, valizi topladı, ablalarıma dedi ki “Siz okulunuza gidin!”, bir eline valizi aldı, bir eliyle de elimi tuttu, çıktık. Bana hiçbir şey demedi, sessizce yürüdük. Gene yüzüne baktım, gitmek istiyordu ama bir yandan da keşke bir şey olsa da geri dönsek diyordu. Terminale vardık, bank gibi bir şeyin üstünde otururken iyiliksever komşumuz çıkageldi, bir şeyler söyledi, direnmedi annem; gene bir elinde valiz, bir elinde ben, geri döndük… Annem bunları hatırladığımı bilmez, ben de hatırlamıyor gibi yaparım hâlâ; bir kez daha üzülmesin diye.
Babamla iletişimimiz yoktu, sıfır temas, sıfır diyalog. Suçumuz dişi olmaktı. 44+XY yerine 44+XX, hepsi bu. Annemizin rahmindeki zigotun hangi kromozoma denk geldiğine bağlıydı her şey, pamuk ipliğinden daha ince ihtimallere. Böyle buyuruyor Embriyoloji. Farkı tayin eden Y kromozomudur ve işe bak ki o da erkekten gelmektedir. Y gelmeyince dişi olduk. Anlayabiliyor musun farkı, oluş hâli erkeğe özgüdür, dişilik hâli bir olamayıştır esasında. Olamadığımız için dişiyiz bizler.
Y’nin gelmemesi veya gelmesi, işte bütün mesele bu. Bir tek kromozomluk fark enikonu. Hormonal farklılaşmalara, içte ve dışta organik ayrışmalara yol açan bir zerreciğin cirmine, cürümüne bakar mısın? İğne ucu kadar olmayan şey, tüm dengeleri alt üst edebilen bir manivelaya nasıl dönüşebilir, akıl alır gibi değil?.. O hayırsız Y gelseydi erkek olacaktım, olanların hiçbiri olmayacaktı, sırlarım da olmayacaktı. Vermemiş Celâl, neylesin Zülâl.
Çok erken yaşta başlar dişilerin sırları. Kiminin hatırlayamayacak kadar erken. Benimkiler o kadar erken dönemime ait değil neyse ki. Dişi olmak maruz kalmaktır. Erkeğe maruz kalmak. İyi yönleri varsa şayet, en kötü yönüne maruz kalmaktır hem de. En kösnül, yağmacı ve gaddar. Bir kötülük tanrısı olsaydı yaratacağı erkek olurdu. Bunu tüm içtenliğimle söylüyorum: Erkek bütün kötülüklerin anasıdır.
Babam bir istisna olmak için elinden geleni yapmış biri değildi. Eğer ki denemişse vazgeçmişti. Bir ayyaş çocuğu olarak doğmamıza vesile olmanın utancıyla belki, somurtuktu yüzü hep. Üstelik bir tek Y kromozomunu bile çocuklarına aktarmayı başaramamıştı. Eve sadece uyumak için gelmesinin sebebi, bizim dişil yüzlerimizi görmemek içindi sanırsam… Baba, hayatımdaki en büyük boşluktur. Öyle bir boşluk ki içi tıka basa kahredici bir kahır, mihnet, hınç, yalnızlık ve umutsuzluk doludur.
Bizimle bir dünyası yoktu adamın. Kiminle nasıl bir dünya kurmuştu bilmiyorduk ama bizimle bir dünyası yoktu. Sık sık elektriklerimiz kesilirdi; sobamız da bizim kadar açtı; dördümüz battaniye altına girip ısınmaya çalışırdık. Dayımla halam, Hüsniye nineme baskı yapıp bize yardımda bulunmasına mani olurlardı. Direnmeyelim, teslim olalım, böylece zorbanın zaferi hep birlikte sülalece kutlanabilsin. Hint filmlerine rahmet okutan bir senaryoda açlıktan nefesi kokan ve donmak üzere olan figüranlardık.
Gitti bir yıl gelmedi, 1 yıl; sonra hiçbir şey olmamış gibi geldi, kaldığı yerden devam etti zorbalığına, tiranlığına. Bir gün araya girdim, çok garip değil mi, ilk kez kavgaya atıldım, tokatlanan annemin önüne geçip babama var gücümle bağırdım. Ne dedim hatırlamıyorum ama evin savaş tarihindeki en özgün sahneydi. Tüm taraflar silah bırakıp donakaldı. Sonra babam kendini toparlamaya çalışarak şöyle dedi: “Sen bana bunları söyleyemezsin, bana baba bile demiyorsun!..”
Babamdan duyduğum en müşfik sözlerdi bunlar. Meğer ne kadar da incitmişim onu baba bile demeyerek. Kızım bile demeyerek incittiği canları göremeyecek denli bencilliğin gayyasındaki bu adama hiçbir dilde hiçbir kelam tesir etmezdi. Ne beşerî ne ilahî. Babası gibi varını yoğunu zevk ü sefa için harcamaktan başka bir gailesi bulunmuyordu ki.
Varı, üç kuruşluk maaşıydı, yoğu da bizdik. Bizi çoktan harcamıştı. Başka kadınlarla annemizi aldattığını anlayacak yaştaydık artık, ablalarım daha çok anlıyor ve ondan daha çok nefret ediyorlardı. Ve bu yüzden daha asabi, daha gergin ve bedbaht idiler. Tez elden evlenip zulümden kurtulmak istemeleri bundandı. Bu telaşla yepyeni zorbaların boyunduruklarına girme pahasına. Ah gülmemişlerim, ah bahtı siyahlarım.
Anne acizliktir. Hiçbir işe yetişememek, hiçbir yaraya merhem olamamak, hiçbir arzusuna nail olamamaktır. Onu en sessiz hâlleriyle hatırlamak istiyorum, en sakin ve mesut. Sofra bezinin üstünde fasulye çitlerken veya dolma doldururken, namaz kıldıktan sonra tespih çekip avuç açarken, en çok da saçlarımı tararken. Anne, tamamlanmamış bir dantela, pasaklanmış, bakımsız bir yazmadır.
Annemin çilesinin sebebinin biz olduğumuzu bilmek daha bir mecalsizleştiriciydi. Annem gidemiyordu çünkü biz vardık. O valizden daha ağırdık hepimiz, o yüzden gidemiyor, geri geliyordu. Zamanla sadece kendimi suçlamaya başladım, en küçük ben olduğum için. Biraz büyük olsaydım ayak bağı olmayabilirdim anneme. Şu hâlde bir an evvel büyümeye bakmalıydım. Çocukluk bir an evvel savmam gereken bir merhaleydi. Çabucak savdım. Gözlerimi açtığımda annesinin hamisi bir kızdım. Bir kadın.
“Bıcır bıcır, hiç susmayan bir çocuktun” derdi annem çabuk geçen çocukluk merhalem hakkında. Sonradan suskunlaştım, durgunlaştım. Bu durgunluğum benim varoluş tarzım, başkası gelmiyor elimden. Belki bir mucizeyle sıyrılabilirim bu sükût orucundan. Bir aşk ezanıyla. Ah min’el-aşk… Gene suskuya bürünesim geliyor, dilimin bağı senin yanında bile tam çözülmüyor Zahit.
Kendimi bildim bileli bir duygusal tükenmişlik vardı bende. Mecalsizdim, yaşamaya mecalim yoktu. Buzlaşıyordum. Babam eve adım atar atmaz kanım donuyor, ufacık varlığım buz kesiyordu. Ağlamıyordum, bunun bir faydası olsa anneme olurdu. Büyük bir savurganlıktı gözyaşları cidden. Sızlanmıyordum da. İnsanı çok çirkinleştiriyordu bu, özellikle de kadını. Dudaklarını büzmemeliydin, bozulmamalıydı zarafetin. Güzelce susmalıydın.
Dişlerimi sıkmama ve kollarımın uyuşmasına karşı ise bir tedbirim yoktu. Dilimin uyuşmasına karşı da. Neyse ki bunlar dışarıdan pek görünmüyor, belli olmuyordu. Sükûnetimin arkasında fırtına öncesi ve sonrası tedirginliğimi saklayabilirdim. Ağız sağlığım gençliğim boyunca felâket idiyse sebebi o diş sıkmalardı. Dişçi koltuğunda çektiğim her acının en kötü yanı o günleri mecburen anmaktı. Yine de en berbatı o uyuşmaydı. Büyük bir savunmasızlıktı uyuşma. Bak gene geri geldi bile. Kollarımda ve dilimde… Bana bir su alır mısın Zahit?
Kızları erkence evlendi, ben de kocaman oldum, ergen kızdım, annemi boşanması için cesaretlendirdim. Hem fiilen hem kavlen. Gerçekten de tek celsede boşandılar, aynı evdeki bu iki yabancı, bu iki can düşman, birbirinden azat oldular ve herkes bunun müsebbibi olarak beni gösterdi. Anneannemden dayıma, babamdan komşulara kadar herkes. Bense bununla gururlanmadım ama gocunmadım da. Ben annemin yanındaydım ve annemin boşanması gerekiyordu. Hepsi bu.
Annemle baş başaydım şimdi. Zorba gitti yaşasın özgürlük! Öyle san. Annenin şiddetinden beni kim koruyacaktı peki? Biz çocuklar babamızdan doğrudan şiddet görmemiştik ama annemiz cidden öldüresiye döverdi baştan beri. Sudan sebeplerle. “O bardağı niye oraya koydun!..” Bu vahim kabahat, doğrudan suratına inen sert darbelerin, en ağır hakaretlerin mazereti olabilirdi. Annemin küfürleri can yakıcıydı, anneanneminkiler gibi değil.
Ablalarım gibi onu yargılamaya kalkmadım, anladım onu. Bize “Niye gülüyorsunuz!?” diye çıkıştığında, gülmeyi sevmediğinde onu anlamam gerektiğini anladım. Mutsuzluğundan ötürü kendini temizliğe vuruşunu da. Bu bıktırıcı titizliğinin, tertip düzen hastalığının mantığını da. Ablalarımla parmak ucunda geçerdi günlerimiz annemizin yanında… Şimdi tek başıma bale yapıyordum evde.
Benim bu yargısızlığım, sorgusuzluğum büyüyünce de devam etti. Kimseyi ne suçladım ne de kınadım. Dinledim, anladım ve sustum. Bu yüzden büyük hatalar yapıp günah çıkartmak isteyen herkes en çok bana geldi. Kötü haberler en evvel bana iletildi. Çünkü şaşırmam ben, infiale kapılmam, olağan karşılarım. Bu da muhataplarımın arayıp da bulamadıkları bir normalleştirmedir. Onlara yaptığım bir iyilik değildir bu. Elimden başka türlüsü gelmediğindendir.
Boşandıktan sonra daha huzurluydu. Daha sakin, iyimser, gülümser. Gerçi hâlâ geçmişe bakamazdı. Geri dönüp bakmak, annem için boynunun kırılması kadar acı verici bir eylemdi. O yüzden ben de sevmem aslında geçmişe bakmayı. Uzun yıllar içten içe yaptım hesaplaşmamı ve o defterleri kapattım aslında. İnan senin hatırına şimdi deşiyorum kapanmış yaralarımı. Kimse için katlanmazdım buna. Çünkü yaranı göstermek zayıflıktır. Bir daha iyileşemeyebilirsin. Dilediği an kanatabilir dostun.
Annem çalışmaya başladı, annesi gibi pazarda bir şeyler satarak işe koyuldu ama genlerindeki direngenlikle işini adım adım genişletti ve kendi ayakları üstünde sağlamca duran biri hâline geldi. Onun müthiş biri olduğunu biliyordum ama bu kadarını ben de beklemiyordum. İlkokul mezunu beş parasız hatun, Afyon’un en başarılı iş kadını olup çıkmıştı.
Sana ilginç bir şey anlatayım. Annem nadir de olsa keyifliyken şu tür ifadeler kullanırdı: “Ben İngiltere’deyken!..” Pencerenin önünde oturur, yoldan geçen güzel bir aracı göstererek “Bu araba da benim!” derdi. Tabiki de uyduruyordu ama kadında bu vardı, gerçekten vardı; ülkeler dolaşmak, kendi ayakları üstünde durmak, kocasına ve abisine, belki tüm erkeklere karşı neler başarabileceğini göstermek…
Gösterdi de. İngiltere’ye üç kez gitti. İş görüşmelerine ve gezmeye. Daha nice ülkelere. Düşünebiliyor musun? Bir ayyaşın dayak altındaki karısı özgürlüğüne kavuştu ve kendi parasıyla dünyayı gezdi. Öyle arabaları oldu ki penceremizin önünden geçen çok az araba onlar kadar pahalıydı. Annem başardı. Hepimiz için. Kendi onuru ve kadınlık onuru için. Babamdan, abisinden, annesinden, tüm dünyadan müthiş bir intikam aldı. Senarist, gerçekten de Hint dizilerinde bile olmayacak bir başarı hikâyesinde annemi başrolde oynattı.
O fakr u zaruret günleri geride kaldı. Paçavralar, çullar, yırtık ayakkabılar hatıralarda kaldı. Annem de ben de artık herkesten daha güzel giyinir olduk. Üniversite ikinci sınıfa geldiğimde artık tipik bir orta sınıftık… Dayımla halam hasetten hasta düşecek olmuşlardı. Meğer kendi iyiliklerini bile değil, sadece bizim kötülüğümüzü istiyorlarmış.
Annem dindar bir ailede gizli bir laik olarak büyümüştü. Dindarlığın iyi bir insan olmaya yetmeyebileceğini tokat darbelerinden ve sövgülerden hareketle biliyordu. O yüzden bizim dindar olmamız için hiç de heveskâr olmadı. Sadece ağırbaşlı olmamızı istedi: “Kız kısmısı erkeklerle konuşmaz!” Benim annemden aldığım terbiye bundan ibarettir. Seninle konuşarak büyük bir ihlalde bulunuyorum Zahit, bilesin. Sırıkla atlama rekortmenleri için bile çok yüksek çıta bu. Bir annenin en büyük öğüdünün üstünden atlamak. Ben bir rekortmenim Zahit.
Ablalarımı daha çok sıkardı. Babamın her sözü yalan olduğundan güvensizleşmişti kadın. Her sözün muhakkak yalan, her konuşmacının mutlak yalancı olduğuna imanı tamdı. O yüzden söylediğinin aksini kesin doğru sayardı. Şüphesi metodik olmaktan uzak olduğu için onu atlatmanın yollarını bulmak hayta zekâm için çok zor olmadı. Ama bunu sadece yedeğimde tuttum. Seninle burada konuşurken o yedek rezervlerimden kullanıyorum.
Annem hemen arkanda bana parmak sallıyor, “Kız kısmısı erkeklerle konuşmaz!” diyor dudakları. Duymazsın sen. Siz erkekler duymazsınız. Annelerimiz bizi hiç yalnız bırakmaz, hele bir erkekle baş başayken, asla. Buna rağmen konuştum seninle bu kadar, konuşuyorum. Annemin kızıyım işte. Genimde direngenlik var. O kocasına ve erkeklere karşı bir kadının neleri başarabileceğini ispatlamak istemişti. Bense ona, bir kadına bir kadının aşkı nasıl başarabileceğini göstermek istiyorum.
Onun varlığından rahatsızlık duymuyorum, yanı başımızda dikilmesinden. Hatta memnunum. Seninle konuşmalarımızdaki içtenliği duysun istiyorum. Bir kez bile erkeklerle sahiden konuşamamış zavallı annem ikimizin bu dostane, bu şefkatli hasbihalini duysun. Ben büyük bir dava güdüyorum Zahit. Anneminkinden bile büyük bir dava. Yardımını esirgeme benden olur mu? Beni yoldaşsız koma…