Kitabı oku: «Usta ile Margarita», sayfa 6
3
Yedinci kanıt
“Evet, saat aşağı yukarı sabahın onuydu saygıdeğer İvan Nikolayeviç,” dedi Profesör.
Şair, uykudan uyanır gibi elini yüzünde gezdirdi; Patriarşiye Göleti Parkı’na akşamın çöktüğünü gördü. Gölün suları kararıyor, hafif bir sandal suda kayarak ilerliyordu. Küreklerin şıkırtısı ve sandalın içindeki kadının inişli çıkışlı kahkahaları kulakları dolduruyordu. Ağaçlıklı yollarda, banklarda kalabalık toplanmaya başlamıştı. İnsanlar dörtgenin yalnız üç köşesinde geziniyor, bizimkilerin bulunduğu tarafa kimseler uğramıyordu.
Moskova üstünde güneşin rengi solmuş gibi, ay tepede büyük bir açıklıkla ortaya çıkmıştı; henüz aktı, altın sarısına bulanmamıştı. İnsan büyük bir rahatlıkla soluk alıyor, ıhlamurlar altında sesler akşamın tatlılığında yumuşuyor, yankılanıyordu.
İyiden iyiye şaşıran Biezdomni, “Bize koca bir hikâye anlattı, farkına bile varmadım. Nasıl oldu bu iş?” diye düşünüyordu. “İşte akşam da oldu!.. Belki de bir şey anlatmamıştır. Belki de dalmış, bütün bunları düşümde görmüşümdür.”
Ama gene de Profesör’ün bir şeyler anlattığına inanmak gerekirdi. Ya da Berlioz’la da noktası noktasına aynı düşü gördüklerini kabullenmek. Çünkü yabancıyı dikkatle süzüp, “Anlattıklarınız, İncil’dekilere hiç uymasa bile çok ilginç Profesör,” dedi.
“İnsaf!” dedi Profesör hoşgörüyle gülümseyerek. “İncil’de yazılı olanların bir tekinin bile gerçekle ilgili olmadığını sizden daha iyi kim bilebilir. İncil’i tarihsel bir kaynak olarak kabul etmeye başlarsak…” Profesör yeniden gülümsedi.
Berlioz’un yine içi hopladı. Bronnaya Caddesi'nden Patriarşiye Göleti Parkı’na Biezdomni’yle birlikte yürürlerken tıpatıp aynı şeyleri söylemişti.
“Bu doğru,” dedi Berlioz. “Ama sizin anlattıklarınızın gerçeğe uyduğunu doğrulayacak biri de çıkmaz nasıl olsa.”
“Yok canım! Biri doğrulayabilir!” diye karşılık verdi Profesör. Yeniden dili çalmaya başlamıştı. Büyük bir inançla konuşuyordu.
Birden esrarlı bir havayla iki dosta yaklaşmalarını işaret etti.
Biri sağından, öbürü solundan ona doğru eğildiler, Profesör bu kez hiç dili çalmadan (akıl alır iş değil, şeytan bilir nasıl, yabancı şivesi beklenmedik zamanlarda ortaya çıkıyor ve kayboluyordu), “Gerçek şu!..” dedi –Profesör ürkek bakışlarını çevresinde gezdirerek, sesini fısıltıya varacak kadar alçalttı– “… bütün bu anlattıklarım olup biterken ben oradaydım. Pontius Pilatus’la birlikte avludaydım; Kayafa’yla konuştuğu sırada bahçe, kararı halka açıklarken taştan setin üstündeydim. Gizlice, kimseye fark ettirmeden durdum orada. Bu yüzden, lütfen bu konuda kimseye bir şey söylemeyin, sırrımı saklayacaksınız, şişşşt!..”
Bir sessizlik oldu, Berlioz hafifçe sarardı. Titrek bir sesle, “Siz… siz ne kadardır Moskova’dasınız?” dedi.
Boş bulunan Profesör, “Moskova’ya demin geldim,” dedi.
Ancak o an iki dost, Profesör’ün gözlerinin içine iyice bakmayı akıl ettiler. Sol gözünün –yeşil olanı– delice bir anlam taşıdığına, sağ gözünün ise bomboş, kara, ölü bir göz olduğuna emin oldular.
“Al işte! Her şey anlaşıldı!” dedi Berlioz kendi kendine. “Bu Alman delinin biri ya da buracıkta gölün kıyısında kaçırdı aklını. Amma iş!”
Evet, gerçekten de öylece her şey açıklanmış oluyordu: Ölü filozof Kant’la birlikte yenen tuhaf yemek, ayçiçeğiyağı ve kim olduğu bilinmeyen şu Annuşka’yla ilgili aptal hikâye, Berlioz’un başının kesileceğini söylemesi, bütün öbür anlattıkları… Profesör deliydi.
Berlioz, ne yapmak gerektiğini hemen kavradı. Geriye yaslanıp Profesör’ün arkasından Biezdomni’ye göz kırpmaya koyuldu: “Ona karşı falan çıkma” demeye getiriyordu. Oysa apışıp kalan Şair, bu işaretlerden bir şey anlamadı.
“Evet, evet,” dedi Berlioz, çırpınarak. “Bütün bunlar mümkün. Hatta Pontius Pilatus, taraça ve bütün geri kalanlar… Peki siz, karınızla mı geldiniz, yoksa tek başınıza mı?”
“Tek başıma, tek başıma. Ben hep yalnızımdır,” dedi Profesör, acı acı.
Berlioz, sinsi bir ifadeyle, “Peki bavullarınız nerede Profesör?” diye sordu. Metropol’de15 mi yoksa? Siz nerede kalıyorsunuz?”
“Ben mi?.. Hiçbir yerde kalmıyorum,” dedi çatlak Alman, deli deli bakan hüzünlü yeşil gözünü Patriarşiye Göleti’nde gezdirerek.
“Nasıl? Peki nerede oturacaksınız?”
Beklenmedik bir kayıtsızlıkla, deli, “Sizin evde,” dedi, göz kırptı.
“Ço… çok mutlu olurdum. Şe.. şeref verirdiniz,” diye kekeledi Berlioz. “Ama benim evimde gerçekten rahat edemezsiniz. Metropol’de çok iyi odalar var. Birinci sınıf bir oteldir.”
Hasta, birden İvan Nikolayeviç’e döndü, “Ya Şeytan?..” dedi. “Şeytan var mı, yok mu sizce?”
“Şeytan da…”
Berlioz, Profesör’ün ardından dudaklarını şekilden şekile sokarak, “Damarına basma,” diye fısıldadı. “Kızdırma onu.” Bütün bu keşmekeşten aklı karışan İvan Nikolayeviç bağırdı, hiç de sırası değildi oysa:
“Şeytan diye bir şey yok! Şeytan yok! Bu adam da amma baş belası be! Bırakın bu zırvaları!”
Bu sözler üzerine deli, bir kahkaha attı. Öyle ki, üç adamın üstündeki ıhlamur dalına konan serçe ürktü, havalandı. Gülmekten kırılan Profesör, “Bu söyledikleriniz çok, çok ilginç,” dedi. “Neyiniz var canım sizin? Ne sorsak yok diyorsunuz, olamaz diyorsunuz.”
Birden kahkahasını kesti –akıl hastalarında görüldüğü gibi– tam tersi durgun bir havaya büründü; kızdı, kabaca bağırdı:
“Demek, size göre Şeytan yoktur, öyle mi?”
Hastanın çileden çıkmasından korkan Berlioz, “Sakin olun, sakin olun Profesör,” diyordu. “Bir dakikacık, burada, dostum Biezdomni’yle oturur musunuz? Köşeye kadar gidip bir telefon edeceğim, sizi dilediğiniz yere götürürüz sonra. Kenti bilmediğiniz için…”
Berlioz’un planının akıllıca olduğunu kabul etmek gerek: En yakın telefon kulübesine koşmak, yabancılar bürosunu arayıp Patriarşiye Göleti Parkı’nda, davet üzerine geldiğini ve uzman olduğunu söyleyen, deli olduğu açıkça görülen bir yabancının bulunduğunu söylemek. Önlem alınması gerektiği, yoksa, hiç de hoş sayılmayacak bin türlü saçmalık olabileceğini belirtmek…
“Telefon mu edeceksiniz? İyi ya, hadi gidip edin,” diye kabul etti hasta hüzünle.
Birden kuşkulu bir sesle ekledi:
“Ama yalvarırım yanımızdan ayrılmadan önce hiç olmazsa Şeytan’ın varlığına inanın. Sizden daha fazlasını istemiyorum. En sağlamından yedinci bir kanıtın bulunduğunu düşünün. Hemen şimdi bu kanıtın ne olduğunu göreceksiniz.”
Deli Alman’ı beklemek hoşuna gitmediği için canı sıkılan Şair’i göz kırparak yüreklendiren Berlioz, zoraki bir nezaketle, “Tamam, tamam,” dedi ve Bronnaya Sokağı’yla Ermolayevski Geçidi’nin kesiştiği yere, gezinin çıkışına doğru yürüdü.
Profesör, sağlığını sanki o an yeniden kazandı, yüzü aydınlandı. Berlioz’un ardından, “Mihail Aleksandroviç!” diye bağırdı.
Berlioz, irkilerek döndü, ama Profesör’ün ilk iki adını herhangi bir gazetede okumuş olabileceği düşüncesiyle kendisini rahatlattı.
Profesör, elleri ağzının iki yanında sürdürdü haykırmasını:
“Kiev’deki amcanıza hemen bir telgraf yollatmamı istemez misiniz?”
Berlioz, bir kez daha kendinden geçti. Bu deli, Kiev’deki amcasının varlığını nereden öğrenmişti? Şimdiye kadar hiçbir gazete bunu yazmamıştı. Sakın Biezdomni haklı olmasın? Ya o kimlik kâğıtları da sahiden sahteyse? Amma garip biriydi bu… Telefon etmeliydi, hem de gecikmeden. Bu işi çarçabuk aydınlatırlardı.
Sözün sonunu dinlemeden yoluna koştu.
O sırada, Bronnaya Sokağı çıkışının hemen yakınındaki banktan biri kalkıp Genel Yayın Müdürü’ne yaklaştı. Berlioz, öğleden sonra ortalığı yakıp kavuran havanın yoğunluğu içinde oluşuveren adamı tanıdı. Ama şimdi havaya karışmıyordu, herkes gibiydi; etten kemikten. Berlioz, alacakaranlığın gittikçe artan koyuluğundan onun tavuk tüyünü andıran bıyıklarını, alaycı, minik, yarı sarhoş gözlerini, beyaz çoraplarının pisliğini ortaya koyacak kadar yukarı çekilmiş kareli pantolonunu açık seçik görebiliyordu.
Mihail Aleksandroviç, birkaç adım geriledi. Bunun aptalca bir rastlantı olabileceğini düşünerek kendini sakinleştirdi. Şu sıra bu konunun üstünde fazla durması gereksizdi.
Kareli pantolonlu adam, çatlak tenor sesiyle, “Turnikeyi mi aradınız yoldaş?” diye sordu. “Buradan lütfen! Çıkış önünüzde, dilediğiniz yere gidesiniz diye açık. Sormak istiyordum… Kendini toplama ihtiyacıyla kıvranan eski bir kilise şarkıcısına, bir ufak şişe alacak kadar paranız var mı?”
Adam, gülünç bir biçimde yerlere kadar eğilerek kafasındaki jokey şapkasını çıkarıp geniş bir hareketle salladı.
Berlioz, bu maskara dilenciyi dinlemek istemiyordu, turnikeye koştu, bir eliyle tutup çevirdi. Rayları ve yolu aşıp karşıya geçecekti; gözlerinin önünde kırmızılı beyazlı bir ışık fışkırdı: camlı, üzerine ışıltılı harflerle “Tramvaya dikkat!” yazılmış bir çeşit kutu…
Tramvay, yeni açılan Bronnaya Sokağı’ndaki hatta sapmak üzere, Ermolayevski Geçidi’nin dönemecinde göründü. Sağdaki hatta gireceği sırada aracın içi birden ışıkla doldu, gözle görünürcesine büyüyerek böğürdü ve hızlandı.
Durduğu yerde hiçbir tehlikenin olmamasına karşın, Berlioz tedbirli davranarak demir parmaklığın gerisinde durmaya karar verdi. Elini turnikeye atıp açmak için geriledi. Aynı anda eli kayıp turnikeden kurtuldu, ayakları, buz üstünde kayarcasına rayları çevreleyen kaldırım taşları üzerinde karşı konulmaz biçimde sürüklendi, bir bacağı havalandı; Berlioz rayların üzerine atıldı.
Bir şeye, bir yere tutunmak isteyen Berlioz, sırtüstü yuvarlandı. Başının arkası kaldırım taşlarına hafifçe çarptı; sağda mı yoksa solda mı olduğunu artık anlayamadan, gökte solgun sarı ayı görecek zamanı buldu. Yan döndü, son bir çabayla bacaklarını karnına çekebildi. Başını kaldırdığında da, durdurulamayacak kadar hızla üzerine gelen tramvayın kadın vatmanının dehşetten bembeyaz kesilmiş genç yüzünü ve kırmızı kolluğunu görebildi. Berlioz’un ağzından ses çıkmadı, ama etrafında bütün sokak çılgına dönen kadınların çığlıklarıyla doldu.
Kadın vatman, bütün gücüyle frene asıldı. Bir an durakladı ağır araba; sonra yeniden ileri fırladı. Camlar kulakları sağır eden bir şangırtıyla kırıldı. O an bir ses Berlioz’un beyninde umutsuzca haykırıyordu: “İnanılmaz!” Bir kez daha –son olarak– ay, parıldadı, ama bin parçaya ayrılmıştı çoktan; her yer kapkara kesildi ardından.
Tramvay, Berlioz’u kapladı, ağaçlıklı yola doğru hafif bir eğimle yükselen kaldırım taşlarında, yuvarlak, koyu renkli bir şey yuvarlandı. Bu şey parmaklıklara çarptı, taşların üstüne düştü yeniden; yolun ortasına kadar yuvarlandı, hareketsiz kaldı.
Berlioz’un kesik başıydı bu.
15
1. O zamanlar Moskova’da bulunan az sayıdaki otellerin arasında, yabancıların en çok kaldığı otel. (Y.N.)
4
İzleme
İsterik kadın çığlıkları kesildi, tiz polis düdükleri sustu; iki cankurtaran arabasından biri, başsız cesetle kesik başı morga, öbürü kırılan camlarla yaralanan güzel kadın sürücüyü hastaneye götürdü. Beyaz önlüklü kapıcılar cam kırıklarını süpürdüler, kan lekelerinin üstüne kum döktüler. Turnikeye kadar koşmaya kalkan İvan Nikolayeviç ise banklardan birine yığılmış, orada öylece kalakalmıştı. Birkaç kez yerinden doğrulmayı denemişti, ama bacakları yerinden kalkmıyordu. Bir tür inme inmişti Biezdomni’ye.
Şair daha ilk haykırışı duyar duymaz turnikeye koşmuş, yerde yuvarlanan başı görmüştü. Bu onu öylesine allak bullak etti ki, en yakın banka kendini attı, kan çıkarana dek kolunu ısırdı. Deli Alman’ı unutmuştu; bir tek şeyi anlamaya çalışarak bir süre oturdu kaldı… Bu nasıl olabilirdi, daha bir dakika önce Berlioz’la tartışıyordu. Şimdi karşısında bir kesik baş vardı…
Allak bullak olan bir sürü insan koşarak, bağrışarak Şair’in önünden geçtiler. İvan Nikolayeviç söylenenlerden hiçbir şey anlamadı. Birden iki kadın çok yakınında karşılaştılar –neredeyse çarpışıyorlardı. Biri –uzun saçlı, sipsivri burunlu olanı– Şair’in tam kulağının dibinde öbür kadına, bağıra bağıra anlatmaya koyuldu:
“Annuşka, bizim Annuşka! Sadovaya Caddesi’nde oturan! İyi halt etti. Onun yüzünden… Bakkaldan ayçiçeğiyağı almıştı, şangıııır, bir litrelik şişeyi turnikeye çarpıp kırdı. Eteği yağ lekesi içindeydi. Söylenip duruyordu, hem de nasıl! Adam zavallı, yerdeki yağa basıp kaydı demek, rayların üstüne düştü.”
Bütün bu haykırışlardan, İvan Nikolayeviç’in karmakarışık beynine çakılan, “Annuşka” adı oldu önce…
“Annuşka, Annuşka?” diye kekeledi gözlerini fal taşı gibi açarak. “Pardon, izin verin…”
Ardından Annuşka’ya “ayçiçeğiyağı” sözlerini ekledi hemen, bir de, nedendir bilinmez “Pontius Pilatus” adını. Şair, Pilatus’u kafasından atıp “Annuşka”yla başlayan zincirin halkalarını birleştirmeye çalıştı. Zincir hemencecik tamamlandı ve aklını kaybeden Profesör’de son buldu.
“Yanıldım! Oysa toplantının yapılamayacağını, Annuşka’nın ayçiçeğiyağı döktüğünü söylemişti. Ve, izninizle, toplantı yapılamayacak! Ama bu da bir şey değil: Bir kadının Berlioz’un kafasını keseceğini de açıkça söyledi! Evet, evet, evet! Tramvayın vatmanı kadındı! Peki ama, nedir bütün bu olup bitenler?”
Esrarengiz danışmanın, Berlioz’un korkunç ölümünün tablosunu önceden, bütün ayrıntılarıyla bildiğinden en küçük kuşkusu kalmamıştı. İki düşünce Şair’in beynini yokladı. Birincisi, “hiç de deli değil, bütün bunlar saçmalık”tı. İkincisi ise, “bütün bu dalavereleri çeviren sakın o olmasın”dı.
“Peki, sorarım size, nasıl yapar bütün bunları? Hayır, hayır, hayır! Her şeyi açığa çıkarırız biz!”
Büyük bir güç harcayarak yerinden kalkan İvan Nikolayeviç, telaşla, az önce konuştukları yere yöneldi.
Bronnaya Sokağı’nın fenerleri yanmaya başlamıştı bile, Patriarşiye Göleti’nin üstünde altından bir ay parıldıyordu. Ayın her zamanki aldatıcı ışığında, İvan Nikolayeviç’e adam, koltuğunun altında baston değil de kılıç taşıyormuş gibi geldi.
Fesat kumkuması, emekli kilise şarkıcısı, önce İvan Nikolayeviç’in oturduğu yere kurulmuştu. Burnunun ucuna bir camı eksik, öteki camı çatlak, bu yüzden de kesinlikle gereksiz bir bağa gözlük takmıştı. Bu kareli pantolonlu yoldaş, az önce Berlioz’a yol gösterirken daha iyiydi de sanki birden iğrençleşmişti.
İvan, kalbi buz keserek Profesör’e yaklaştı. Yüzüne dikkatle bakıp hiçbir delilik belirtisi bulunmadığından emin olunca, “Hadi, itiraf edin,” dedi boğuk boğuk. “Kimsiniz?”
Yabancı, kaşlarını çattı; ilk kez görüyormuş gibi baktı Şair’e, düşmanca bir sesle karşılık verdi:
“Ben, yok anlamak… Yok bilmek Rusça.”
Yabancının sözlerini açıklaması istenmediği halde, o can sıkıcı adam, o kilise şarkıcısı, oturduğu yerden atıldı:
“Bu bay söyleneni anlamıyor!”
İvan, tehdit edercesine, “Numara yapmayın,” dedi ve midesinde buz gibi bir soğukluk duydu. “Az önce kusursuz Rusça konuşuyordunuz. Ne Alman'sınız, ne de Profesör. Bir katil… bir casussunuz! Kâğıtlarınızı gösterin!” diye haykırdı, sinirinden deliye dönmüştü.
Tuhaf Profesör’ün zaten hep yamuk duran ağzı sıkıldığını gösterircesine iyice kıvrıldı, omuzlarını silkti.
“Yoldaş…” dedi iğrenç kilise şarkıcısı yine.
Kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokmaya kararlıydı anlaşılan.
“Neden bu yabancı turistin canını sıkıyorsunuz? Dikkatinizi çekerim, çok ağır cezalara çarptırılırsınız sonra!”
Kuşkulu Profesör, yüzünde ikisini de küçümseyen bir havayla İvan’a sırtını döndü, yürüdü gitti. İvan kendini kaybettiğini hissetti. Kanı beynine sıçramıştı, kilise şarkıcısına döndü:
“Hey yoldaş! Bir katili yakalamama yardım edin. Görevinizdir bu.”
Kilise şarkıcısı, büyük bir canlılıkla ayağa fırladı, bağırmaya başladı: “Katil mi? Nerede katil? Hangi katil? Bu yabancı mı katil? –Küçük gözleri neşeyle parıldadı– Bu adam mı? Eğer katilse ilk görevimiz ‘imdat’ diye bağırmak olmalı. Yoksa kaçıp gider. Hadi, ikimiz birlikte bağıralım!”
Kilise şarkıcısı bir fırını andıran ağzını açtı. Kendinden geçen İvan da bu maskaraya uyup bağırdı: “İmdat!” Öbür adamın sesi çıkmamıştı. Onu kandırmıştı.
İvan’ın boğuk sesiyle tek başına yaptığı çağrı önemli bir sonuç vermedi. Yakından geçen iki genç kız uzaklaştılar, “sarhoş” dediklerini duydu İvan. Çılgına döndü.
“Hah haa!” dedi. “Onun suç ortağısın sen de. Benimle alay ediyorsun, öyle mi? Çekil oradan da geçeyim!”
İvan sağa atıldı, kilise şarkıcısı da peşinden; İvan sola koştu, herif de sola koştu. İvan vahşi bir sesle, “Bile bile ayağıma dolanıyorsun ha!” diye kükredi. “Seni polise teslim edeceğim!”
İvan sefil herifi kolundan tutmaya kalktı, ama hedefini şaşırıp boşluğu kavramaktan başka bir şey yapamadı. Kilise şarkıcısı, sanki yer yarılmış da içine girmişti.
İvan şaşkınlıkla haykırdı, ileri baktı; iğrenç yabancıyı gördü. Neredeyse Patriarşiye Sokağı’na çıkan geçide varıyordu. Yalnız da değildi. Kuşkulu olmaktan da öte, resmen cani olan o eski kilise şarkıcısı da ona yetişmişti. İş bu kadarla da kalmıyordu: Nereden çıktığı bilinmeyen bir üçüncü yaratık daha katılmıştı yanlarına. Karga ya da is gibi kapkara, dehşet verici palabıyıklarıyla domuz yavrusu kadar iri bir kara kediydi bu. Üçlü, Patriarşiye Sokağı’na doğru ilerliyordu; Kedi, arka ayakları üstünde yürüyordu.
İvan, canilerin peşinden atıldı ama onlara yetişmesinin çok güç olacağını hemen anladı. Üçlü, Patriarşiye Sokağı’nı şimşek gibi geçip Spiridonov Sokağı’na saptı. İvan adımlarını açtıkça açıyor, ama kaçaklardan kendisini ayıran uzaklık bir türlü azalmıyordu. Aklını başına toplayamadan Spiridonov Sokağı’nın yerini Nikitski Kapısı almıştı; orada Şair’in durumu iyiden iyiye güçleşti. Büyük bir kalabalık yığılmıştı oraya. İvan birden bir yayaya çarptı. Ona küfrettiler. Üstelik bu serseri takımı, peşine adam takılan haydutların sık sık yaptıklarını orada yinelediler: Üçü de ayrı yönlere gittiler.
Eski kilise şarkıcısı Arbat Meydanı’na16 giden otobüse yaman bir çeviklikle uçarcasına atladı; gözden kayboldu. Düşmanlarından birini kaybeden İvan, bütün dikkatini Kedi’ye verdi. Bu garip hayvanın, duran bir “A” tramvayının basamağına atlayıp bir kadının yerini kabaca alışını gördü. Bu terbiyesizlik yüzünden tramvayı kaçıran kadın çığlıklar attı. Kedi, basamaktaki parmaklığa tutundu, hava sıcak olduğundan açık tutulan camdan biletçi kadına on kopek vermeye bile kalkıştı.
Kedinin davranışı İvan’ı öylesine şaşırttı ki, meydanın köşesindeki bakkal dükkânının önünde çakılıp kaldı. Orada biletçi kadının davranışı karşısında bir kez daha, hem de ilkinden daha büyük bir şaşkınlık geçirdi. Kedinin tramvaya atladığını görür görmez biletçi kadın, kızgınlıktan titreyerek bağırdı:
“Kediler tramvaya binemez! Kedilere yasak burası! Hadi pissst! İn aşağı, yoksa polisi çağırırım!”
Böylece ne biletçi kadın ne yolcular, asıl önemli olan şeye şaşırmıyorlardı: Kedinin tramvaya binmesi değil –bu önemsenmeyebilirdi– para verip bilet almaya kalkışmasıydı dikkati çekmesi gereken!
Üstelik Kedi yalnızca para verecek durumda olduğunu değil, uslu bir hayvan olduğunu da gösterdi; biletçi kadının ilk bağırışında tırmanmaktan vazgeçip basamaktan indi, tramvay durağının yanında, elindeki parayla bıyıklarını düzelterek beklemeye başladı. Biletçi, zili çektikten, tramvay yola koyulduktan sonra da, mutlaka binmesi gereken bir tramvaydan indirilen herkes gibi davrandı. Vagonun önünden geçmesini bekledi, sonuncusunun arkasına atladı. Bir eliyle arkadaki vagondan uzanan boruya tutundu… “Hadi, yürü bakalım.” Böylece on kopek de yanına kâr kalıyordu.
Aşağılık hayvanın yaptıklarıyla fazlaca ilgilenen İvan, üçünün en önemlisi olan Profesör’ü az kalsın gözden kaçırıyordu. Neyse ki Profesör, tüyecek zaman bulamamıştı. Büyük Nikitski Caddesi’yle Herzen Sokağı’nın ağzındaki kalabalığın arasında İvan, onun gri beresini görebildi. Bir solukta kendi de oraya vardı, ama adama yetişemedi. Şair ilkin adımları sıklaştırdı, sonra hafiften koşmaya başladı, yayalara çarparak geçti, ama bütün çabalarına karşın aradaki uzaklığı bir santim bile azaltamadı.
Bütün şaşkınlığına karşın, kovalamacadaki doğaüstü hız İvan’ı çarptı. Nikitski Kapısı’ndan ayrılalı daha yirmi saniye bile olmamıştı ki, Arbat Meydanı’nın ışıkları İvan Nikolayeviç’in gözlerini kamaştırıyordu. Birkaç saniye geçmeden, dik kaldırımlı karanlık bir sokağa daldılar. İvan Nikolayeviç bu sokakta düşüp dizini yaraladı. Ardından şıkır şıkır aydınlatılmış geniş bir yola çıktılar –Kropotkinskaya Caddesi– derken dar bir yol, Ostojenka Sokağı, hemen ardından da pis, kasvetli ve birbirinden iyice aralıklı fenerlerle pintice aydınlatılan dar bir yol daha. Yakalamayı o kadar istediği kişinin izini İvan Nikolayeviç orada kaybetti. Profesör yok olmuştu.
İvan Nikolayeviç, ne yapacağını bilemez bir halde kalakaldı. Şaşkınlığı uzun sürmedi, birden Profesör’ün bu sokaktaki 13 numaralı apartmanın 47 numaralı dairesinden başka yerde olamayacağı aklına geldi. Binanın girişine daldı, basamakları dörder dörder çıkıp birinci kata vardı, 47 numaralı daireyi buldu, sabırsızlıkla zile bastı. Çok fazla beklemesi gerekmedi. O güne kadar görmediği, beş yaşlarında bir kız kapıyı açtı, İvan’ı görür görmez de, kaçıp gitti bir yere.
Dairenin kocaman ve inanılmaz bakımsız girişindeydi İvan; akıl almaz yükseklikte, kirden kapkara kesilmiş, terk edilmiş bir yerdi burası; odanın tavanından sarkan minicik ampul, ortalığı güçlükle aydınlatıyordu. Kocaman bir araç gereç dolabının üstünde, duvara bir bisiklet asılmıştı, lastikleri yoktu. Portmantonun tam tepesindeki tahtanın üstünde de, kocaman kulakları sarkan bir yün başlık duruyordu. Kapılardan birinin ardında, radyodan gelen güçlü bir ses, birine kızmışçasına bağırarak şiir okumaktaydı.
İvan Nikolayeviç bu yabancı çevrede kendini kaybetmedi. Kararlılıkla koridora daldı. Şöyle düşünüyordu: “Hiç kuşkusuz banyoya saklanmıştır.” Koridor karanlıktı. İki-üç kez duvara çarpan İvan, neden sonra kapılardan birinin altından sızan zayıf ışığı gördü. Tokmağı bulup kolayca çevirdi. Kilit yuvasından attı. İvan, kendi kendine kısmetli olduğunu söyleyerek banyoya daldı.
Ama ona gerekli olan kısmet bu değildi. Sıcak bir rutubet kokusu geliyordu burnuna. Banyonun sobasında yanan közün ışığında duvara asılı koca çamaşır kazanlarını ve mineleri dökülmüş kapkara, lekeli banyoyu gördü. Banyonun içinde her yanı sabunla kaplı, elinde yuvarlak bir lif tutan, çırılçıplak bir kadın vardı. Kadın doğru dürüst görebilmek için miyop gözlerini kıstı, kızıl korların bol dumanlı ışığında, İvan’ı başka biri sanıp güldü ve alçak sesle, “Kirilciğim!” dedi. “Terbiyesizlik ediyorsun. Deli misin canım… Fiyodor İvaniç gelecek. Hemen çek git buradan!” – Açık bir yanılgıydı bu.
Ve suçlu, hiç kuşkusuz İvan Nikolayeviç’ti. Ama suçunu kabullenmeye pek niyetli olmayan İvan, karşısındakini ayıplarcasına bağırdı: “Seni sürtük seniii!..” Sonra da, garip ve anlaşılmaz bir biçimde mutfakta buldu kendini. Mutfakta kimse yoktu, yalnız karanlıkta, fırının üstünde durmakta olan on kadar sessiz ve kara gazocağını seçebildi. Yıllardır temizlenmemiş tozlu pencereden tek bir ay ışığı sızıyor, camdan bir kutunun içinde unutulmuş ikonanın durduğu tozlu, örümcek ağlarıyla dolu köşeyi güçbela aydınlatıyordu, ikona kutusunun arkasında da iki büyük mum yükseliyordu. Büyük ikonanın hemen altında, kâğıttan yapılma daha küçük bir ikona duvara iğnelenmişti.
İvan o sıra kim bilir ne düşündü, ama mutfak kapısından tüymeden önce mumlardan birini ve kâğıttan ikonayı da yanına aldı. Bu eşyalarla, anlaşılmaz şeyler homurdanarak yabancı apartmandan ayrıldı. İstemeden Kiril adlı çapkının kim olabileceğini bulmaya çalışırken, banyoda geçirdiği saniyeleri hatırlayıp utançla kızardı. Holdeki uzun kulaklı o tuhaf başlık, sakın Kiril denen herifin olmasındı?
Şair ıssız, kasvetli sokakta gözleriyle kaçağı aradı; kimseleri göremedi. Kendi kendine kararlı bir sesle, “Hiç kuşkusuz Moskova Irmağı’nda olmalı. İleri!” dedi.
Birileri İvan Nikolayeviç’e, “Profesör neden Moskova Irmağı’nda da, başka yerde değil” sorusunu sorsa iyi olurdu. Ama ne yazık ortalıkta ona bu soruyu soracak kimse yoktu. İğrenç sokak bomboştu.
İvan Nikolayeviç bir süre sonra Moskova Nehri kenarındaki amfiteatrın mermer basamaklarında görüldü.
İnanılmayacak kadar kısa sürede İvan, elbiselerini çıkarttı. Geniş loş basamaklarda oturan, üzerinde yıpranmış beyaz bir tolstovka17, ayağında bağcıkları kopmuş, topukları aşınmış bir çift pabuç olan ve sarma sigarasını tüttüren sevimli serseriye teslim etti. Isınmak için kollarını sallayarak martı gibi suya daldı. Su müthiş soğuktu, soluğu kesilecek gibi oldu, bir an yukarı çıkamayacağını düşündü. Sonunda başı suyun yüzünde göründü, durmadan hareket edip kaşalot gibi soluyarak, korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerle, kıyıdaki fenerlerin zikzaklı parıltıları arasında, mazot kokan kapkara suda yüzmeye koyuldu.
Ipıslak olmuş, soğuktan buz kesmiş İvan, zıplayarak taş basamakları çıkıp elbiselerini bıraktığı serserinin bulunduğu yere koştuğunda, gerçeğe boyun eğmekten başka çare bulamadı. Yalnız elbiseleri değil, elbiselerini bıraktığı sakallı da ortadan yok olmuştu. Az önce elbise yığınının bulunduğu yerde çizgili bir içdonu, yırtık bir gömlek, mum, ikona ve bir kutu kibrit vardı. Güçsüz bir kızgınlıkla ufuktan yana, bilinmeyen birine doğru yumruğunu sallayarak sövüp saydı, adamın kendisine bırakmak lütfunda bulunduğu giysileri sırtına geçirdi.
O an iki şey geldi aklına: MASSOLİT üyesi olduğunu gösteren, hiç yanından ayırmadığı kartını kaybetmişti, bu bir; bu kılıkta, elini kolunu sallayarak Moskova sokaklarından geçemezdi, bu da iki. Ne de olsa içdonuydu üstündeki. Tabii kılığı kimseyi ilgilendirmezdi ama bundan başına bir iş, bir dert gelir miydi acaba?
İvan, içdonunun bilekleri sıkan düğmelerini koparıp attı. Böylece belki yazlık bir pantolona benzeyebilirdi biraz. Sonra ikonayı, mumu, kibrit kutusunu aldı, kendi kendine, “Griboyedov’a gitmeliyim! Hiç kuşkusuz oradadır,” diye söylenerek yola koyuldu.
Kent artık geceyi yaşamaya başlamıştı Kasaları çuvalların üstüne sırtüstü uzanmış adamlarla dolu, zincir şakırtıları içinde toz bulutları kaldıran kamyonlar geçiyordu. Bütün pencereler açıktı. Hepsinde de kavuniçi abajurlu lambalar yanıyor, bütün pencerelerden, kapılardan, sundurmalardan, damlardan, tavan aralarından, bodrumlardan, avlulardan, öksürüklü tıksırıklı kükremelerle Yevgeni Onegin operasından polonez yükseliyordu.
İvan Nikolayeviç’in kaygılarının doğru olduğu ortaya çıktı: Yayaların dikkatini çekiyor, herkes dönüp ona bakıyordu. Bu yüzden de büyük caddelerden, insanların daha az meraklı olduğu küçük yollara sapmaya karar verdi. Oralarda bir yığın insanın çıplak ayaklı birine takılması, inatla pantolona benzememekte direten içdonu üzerine binbir soruyla başını ağrıtması uzak bir olasılıktı.
Düşündüğünü yaptı, Arbat’ın esrarlı sokaklarının kargaşasına daldı. Gözünü karşıya dikmiş, korkulu bakışlarla duvarlara sürtünerek yürüyor, her an dönüp arkasına bakıyor, arada durup büyük kapıların girintisine siniyor, aydınlık kavşaklardan kaçıyor, elçilik binalarının zarif kapılarının uzağından dolanıyordu.
Bu zorlu yol boyunca, sesi hiç kesilmeyen orkestra, Tatyana’ya18 aşkını söyleyen bas sese eşlik edip durdu ve nedendir bilinmez, İvan’a anlatılmaz acılar çektirdi.
16
. Moskova’nın merkezinde bulunan, sokak sanatçılarının eserlerini sergilediği, tıpkı İstiklal Caddesi gibi halkın çok rağbet ettiği bir meydan ve caddenin adı. Arbat, eski binaları, anacaddenin arkasındaki dar ara sokaklarıyla, Beyoğlu’nu andırır. (Y.N.)
17
. (Rus.) Aslında
kosovonotka
olarak bilinen, ancak Tolstoy sürekli giydiği için onun adıyla anılan Rus köylülerinin giydiği uzun gömlek. (Y.N.)
18
.
Yevgeni Onegin
’in baş kadın kahramanı. (Y.N.)