Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Usta ile Margarita», sayfa 5

Yazı tipi:

Pilatus, birden yükselip uzaklara yayılan kırık ve hasta sesiyle haykırdı:

“Yeryüzünde, İmparator Tiberius’un iktidarı kadar büyük, halk için yararlı bir iktidar olmamıştır, olmayacaktır da!”

Vali, nedendir bilinmez, kâtibiyle muhafızlara nefretle baktı.

“Onu yargılamak sana düşmez, çılgın cani,” diye devam etti. Sonra birden haykırdı: “Muhafızlar, dışarı!” Sonra kâtibe döndü: “Beni suçluyla yalnız bırakın; önemli bir devlet sırrı söz konusu.”

Askerler mızraklarını kaldırdılar, altı demirli pabuçlarını düzenli biçimde yere vurarak kâtibin önü sıra, bahçeye indiler.

Bir anlık sessizliği, fıskiyenin mırıltısından başka bozan bir şey yoktu. Pilatus, suyun borudan çıkar çıkmaz yayvan bir kâsedeymiş gibi yayıldığını, sonra yalağın kıyısından incecik zerreler halinde aşağı döküldüğünü görüyordu.

İlk konuşan tutuklu oldu:

“Kiryatlı gence söylediklerim yüzünden kötü şeyler olduğunu görüyorum Hegemon; içimde, başına bir felaket gelecekmiş gibi bir duygu var; ona çok acıyorum.”

Vali, tuhaf bir gülüşle, “Yeryüzünde, Yahuda İskariyot’tan daha çok acıman gereken biri olduğunu sanıyorum,” dedi. “Bu kişinin başına Yahuda’nınkinin bin beteri gelecek!.. Demek sana göre, duygusuz ve kararlı bir cellat olan Farezehri Marcus, gördüğüm kadarıyla sözlerinden ötürü seni dövenler –Vali, Yeşu’nun yara bere içindeki yüzünü gösterdi– suç ortaklarıyla birlikte dört askeri öldüren katil Dismas ve Hestas ve son olarak hain Yahuda iyi adamlar?”

“Evet,” diye yanıtladı tutuklu.

“Ve gerçeğin iktidarı bir gün gelecek.”

“Gelecek, Hegemon,” dedi Yeşu, inançla.

“Asla! Asla gelmeyecek!” diye Pilatus ansızın öylesine korkunç bir sesle bağırdı ki, Yeşu geriledi. Yıllar önce, Bakireler Vadisi’nde Pilatus aynı sesle süvarilerine gürlemişti: “Kılıçtan geçirin! Hepsini kılıçtan geçirin! Dev Farezehri’ni yakaladılar!”

Sayısız komutlarla kısılan sesini büsbütün yükseltti, bahçeden duyulması için bütün gücüyle böğürmüştü:

“Cani! Cani! Cani!”

Sonra sesini alçaltıp sordu:

“Yeşu Ha-Nozri, inandığın tanrılar var mı?”

“Bir tek Tanrı var,” karşılığını verdi Yeşu. “Ona inanırım.”

“Öyleyse dua et! Bütün gücünle yakar ona! Hem –Pilatus’un sesi iyiden iyiye alçaldı– yakarmaların da bir işe yaramayacak.” Ansızın, nedenini bilmeden ve ne olduğunu anlamadan, üzüntüyle sordu:

“Evli değil misin?”

“Hayır, yalnızım!”

“İğrenç kent!” diye homurdandı Vali.

Birden üşümüşçesine omuzları ürperdi, ellerini yıkıyormuşçasına ovuşturdu.

“Bu Yahuda İskariyot’a rastlamadan önce seni boğazlasalardı daha iyi olurdu.”

Tutuklu, sesinde bir kuşkuyla, beklenmedik bir şekilde sordu:

“Beni bıraksan ne olur, Hegemon. Beni öldürmek istediklerinin farkındayım.”

Vali’nin yüzü gölgelendi, akları kızıl çizgilerle dolan ateşli gözlerini Yeşu’nun yüzüne kaldırdı.

“Bir Romalı vali, senin söylediklerini söyleyen insanı bırakır mı sanıyorsun mutsuz adam? Ey tanrılar, tanrılar! Yoksa yerini almaya hazır olduğumu mu sandın? Düşüncelerini paylaşmıyorum. Şimdi beni dinle: Şu dakikadan sonra bir tek söz söylerken bile, kiminle olursa olsun, konuşurken bile, çok dikkatli ol! Bak, yine söylüyorum: Dikkatli ol!”

“Hegemon…”

“Sus!” diye bağırdı Pilatus. Bakışlarıyla, yeniden sütunların arasına süzülen kırlangıcı izleyerek bağırdı: “Herkes toplansın!”

Kâtiple muhafız kıtası yerlerini alınca Pilatus Sanedrin tarafından sanık Yeşu Ha-Nozri hakkında verilen ölüm cezasını değiştirdiğini açıkladı. Kâtip, Pilatus’un sözlerini parşömene geçirdi.

Bir dakika sonra, Farezehri Marcus, Vali’nin önünde dikiliyordu. Vali, Marcus’a, caniyi gizli polis şefine teslim etmesini bildirdi. Aynı zamanda şefe, Yeşu Ha-Nozri’nin öbür tutuklulardan uzak tutulması tembihlenecek, gizli polis görevlileri Yeşu’yla tek söz konuşamayacaklar, bir tek sorusuna bile karşılık vermeyeceklerdi. Tersini yapan, ağır cezalara çarptırılacaktı.

Marcus’un bir işaretiyle muhafızlar, Yeşu’nun çevresini sarıp taraçadan dışarı sürüklediler.

Ardından, sarı sakallı, yakışıklı bir adam, Vali’nin karşısına çıktı. Tolgasının tepesini kartal kanatları süslüyor, göğsünde aslan kafaları parıldıyordu. Kılıcının kayışı altın kaplamaydı. Ayaklarına, dizlerine kadar bağlı, üç kat tabanlı ayakkabılar geçirmiş, sol omzuna kıpkırmızı bir pelerin atmıştı. Lejyon komutanıydı bu adam.

Vali, adama, yedek birliğin yerini sordu. Lejyon komutanı, askerlerinin hipodrom önünde, canilere verilen cezaların halka açıklandığı meydanda nöbet beklediklerini söyledi.

Vali, lejyon komutanına, bu birlikten iki bölük ayırmasını bildirdi. Farezehri komutasındaki birinci bölük, suçluları, işkence aletlerini ve cellatları Çıplaktepe’ye14 kadar taşıyacak arabaları koruyacak, tepeyi tutacak; ikinci bölük ise hemen hareket ederek tepenin eteklerinde nöbet tutacaktı. Gene, tepenin çevresini korumak için, Vali, lejyon komutanından, takviye olarak yedek bir süvari alayının gönderilmesini istedi.

Lejyon komutanı taraçadan ayrılınca Vali kâtibine, Sanedrin başkanıyla iki üyesinin ve tapınak muhafızları komutanının hemen saraya getirilmesini emretti. Ancak, toplantıdan önce başkanla baş başa görüşebilmesini sağlayacak biçimde durumu ayarlamasını da rica etti.

Vali’nin emirleri, noktası noktasına ve çabucak yerine getirildi. Kudüs sokaklarını alışılmadık bir sıcaklıkla kasıp kavuran güneş doruğa varmadan bahçenin üst taraçasında, merdivenleri koruyan iki mermer aslanın yanında Vali ile o sıralar Sanedrin başkanlığı görevini yapan, Yuda Hahambaşı Yusuf Kayafa karşılaştılar.

Bahçe sessiz ve sakindi. Ama avluyu geçip fil bacaklarını andıran kalın gövdeleriyle palmiyelerin, asma köprülerin, kalelerin ve özellikle üzerine dam niyetine yaldızlı ejderha derisinin konulduğu o anlatılmaz mermer blokunun –Kudüs Tapınağı– bulunduğu iğrenç kenti, Kudüs’ü ayakları altına seren bahçenin üst taraçasında Vali’nin kulağı, alt taraçaları kentin meydanlarından ayıran taş duvardan yükselen, zaman zaman zayıf ve incecik iniltilerle haykırışlara karışan boğuk uğultuyu seçebiliyordu.

Kentin sahne olduğu son kargaşalıklarla baş edilmez hale gelen Kudüs halkının büyük çoğunluğunun meydanda toplandığını, sakaların can sıkıcı bağırtıları arasında sabırsızlıkla kararın açıklanmasını beklediğini anladı Vali.

Pilatus, dayanılmaz sıcaktan korunmak için Hahambaşı’nı kapalı taraçaya çağırmakla işe başladı. Kayafa, terbiyelice özür diledi, bayram arifesinde olduklarından çağrıyı kabul edemeyeceğini söyledi. Pilatus, kukuletasını yeni yeni saçları dökülen başına örttü. Konuşma başladı. Yunanca konuşuyorlardı.

Pilatus, Yeşu Ha-Nozri olayını incelediğini, sonunda da ölüm cezasını onayladığını bildirdi.

Böylece ölüm cezası –cezaların o gün yerine getirilmesi gerekiyordu– öbür üç caniye, Dismas, Hestas ve Barabbas’a, bir de Yeşu Ha-Nozri’ye uygulanacaktı. Halkı, Caesar’a karşı ayaklanmaya kışkırtmayı düşünen ilk ikisi, Roma yönetimince elde silahla yakalanmışlardı. Bunların durumlarıyla ilgili karar yalnız Vali’yi ilgilendiriyordu, burada tartışma konusu olamazdı. Öbür ikisi –Barabbas ile Ha-Nozri– yerel yönetimce yakalanmıştı; Sanedrin onları yargılamıştı. Yasalar ve teamül gereğince, o gün başlayan Hamursuz Bayramı şerefine birinin bağışlanması gerekirdi. Vali, Sanedrin’in, iki suçludan hangisini salıvermeye niyetli olduğunu anlamaya çalışıyordu: Barabbas’ı mı, yoksa Ha-Nozri’yi mi?

Kayafa, açıkça anladığını belirtircesine başını eğip karşılık verdi:

“Sanedrin, Barabbas’ın bırakılmasını istiyor.”

Hahambaşı’nın bu yanıtı vereceğini Vali çok iyi biliyordu. Ama görevi, bu yanıtın kendisini şaşırttığını göstermekti.

Pilatus, büyük bir ustalık gösterdi. Kurumlu yüzünü süsleyen kaşları kalktı, gözlerinde bir şaşkınlık belirtisiyle, Hahambaşı’nın gözlerinin içine baktı. Hafifçe, “Bu yanıtın beni çok şaşırttığını belirtmeliyim,” dedi. “Korkarım bu konuda bir yanlış anlama var.”

Pilatus ayrıntılı bir açıklama yaptı. Roma iktidarı, yerel dinî iktidarın yetkilerine, azıcık da olsa karışmaktan çekinirdi. Hahambaşı da bu gerçeği çok iyi bilirdi. Bu durumda ortada açık bir yanılgı vardı. Bu yanılgının düzeltilmesi de açıkça Roma iktidarını ilgilendirmekteydi.

Oysa çok iyi bilinen bir şey vardı: Barabbas ile Ha-Nozri’nin suçları, ağırlık yönünden kıyaslanamazdı bile. Bu sonuncu –deli olduğu açıkça anlaşılan biri– Kudüs’te ve başka yerlerde halkı kışkırtıcı ahmakça söylevler vermekle suçlanıyorsa da birinciye yüklenen suçlar çok daha ağırdı. Doğrudan doğruya halkı ayaklanmaya itmesinin dışında, kendisini tutuklamaya çalışan bir muhafızı da öldürmüştü. Barabbas, Ha-Nozri’yle kıyaslanmayacak kadar tehlikeliydi.

Vali açıkça ortaya konan gerçekleri göz önünde tutarak Hahambaşı’dan kararı yeniden gözden geçirmesini; iki mahkûmdan daha az zararlı olanını bırakmasını istiyordu. Hiç kuşku yok, daha az zararlı olan da Ha-Nozri’ydi.

Kayafa, sakin, ama kesin bir dille yanıtını bildirdi. Olayla ilgili bütün kanıtları büyük bir dikkatle gözden geçiren Sanedrin, niyetinin Barabbas’ı salıvermek olduğunu bir kere daha belirtiyordu.

“Nasıl? Benim aracılığımdan sonra bile mi? Ağzından Roma yönetiminin konuştuğu kişinin aracılığından sonra da mı? Hahambaşı, üçüncü bir kez daha söyler misin?”

“Üçüncü kez, Barabbas’ı bırakacağımızı belirtirim,” dedi Kayafa tatlılıkla.

Her şey bitmişti, söylenecek bir şey yoktu. Ha-Nozri, bir daha görünmemecesine kaybolacaktı; Vali’nin amansız, dayanılmaz acılarını dindirecek kimse kalmayacak, bu acılardan kurtulmak için ölümden başka yol bulunamayacaktı. Ama şu sıra Pilatus’u allak bullak eden bu düşünceler değildi. Sütunlu avluda, az önce duyduğu anlaşılmaz korku yeniden üstüne çökmeye başlamış, bütün varlığı bununla kaplanmıştı. Korkusunun nedenini bulmaya çalıştı; bulduğu açıklama çok tuhaf geldi Vali’ye: Mahkûmla konuşması sırasında her şeyi söylememiş ya da her şeyi duymamış olduğuna dair belirsiz bir duygu vardı içinde.

Pilatus, bu düşünceyi kafasından attı, düşünce geldiği gibi bir anda uçtu gitti. Gitti ama, nedenini bilmediği korku olduğu yere çöreklendi. Şu çok kısa süren ve bir an kendini gösterip kaybolan öbür düşünce, duyduğu korkunun açıklaması sayılabilir miydi: “Ölümsüzlük geldi çattı…” Kimin ölümsüzlüğü? Vali sorunun yanıtını veremedi, ama bu ölümsüzlük düşüncesi kızgın güneşin altında onu üşüttü, ürpertti.

“Peki,” dedi Pilatus. “Öyle olsun.”

Bakışlarını, kendisini çevreleyen dış dünyada gezdirince, meydana gelmiş olan değişiklik karşısında şaşırdı. Dalları gül dolu çalılık kaybolmuştu; tıpkı üst taraçanın kıyısını süsleyen serviler, narağacı, yemyeşil yuvasındaki beyaz heykel ve yeşilliğin kendisi gibi. Bütün bunların yerinde lal rengi bir yoğunluk yüzüyor, içinde yosunlar dalgalanıyor, yosunların arasında da Pilatus’un kendisi çırpınıyordu. Korkunç bir kızgınlıkla, bir şey yapamamanın kızgınlığıyla sürüklendiğini, boğulduğunu, yandığını hissediyordu.

“Boğuluyorum,” diye söylendi Pilatus. “Boğuluyorum!”

Nemli, buz gibi eliyle pelerininin yakasını birleştiren kopçayı çözdü, pelerin yere düştü.

Gözlerini, Vali’nin kıpkırmızı kesilen yüzünden ayırmayan ve kendisini bekleyen dertlerin hepsini kestiren Kayafa, “Evet,” dedi, “hava çok sıkıntılı. Bir yerlerde fırtına çıkmış. Bu yıl nisan ne korkunç!”

“Hayır,” dedi Pilatus. “Hava sıkıntılı olduğu için boğulmuyorum. Senin yüzünden boğuluyorum Kayafa.”

Gözleri iki yarığa dönen Pilatus gülümseyerek ekledi:

“Kendine dikkat et, Hahambaşı.”

Hahambaşı’nın kara gözleri parıldadı, Vali’den aşağı kalmayan bir sanatla yüzüne tam bir şaşkınlık belirtisi konduruverdi. Ağır ağır, gurur dolu bir sesle, “Neler duyuyorum Vali?” dedi. “Verdiğim karardan, hem elinle onayladığın bir karardan ötürü bana gözdağı veriyorsun. Böyle şey görülmüş mü? Biz, Roma valisinin, bir şey söylemeden önce ağzından çıkacakları ölçüp biçmesine alışkındık. Ya biri konuştuklarımızı duysaydı, Hegemon?”

Pilatus, Hahambaşı’na ölgün bir bakış fırlattı, sahte bir gülümsemeyle dudaklarını büzüp, “Hadi canım,” dedi. “Neler söylüyorsun sen de Hahambaşı; burada, kim duyabilir bizi? Bugün işkenceden geçirilecek o kafadan kontak serseriye benziyor muyum ben? Çocuk muyum Kayafa? Ne dediğimi, nerede konuştuğumu bilirim. Bahçe muhafızlarla korunuyor, saray da. Öyle ki, bir sıçan bile giremez içeri. Yalnız sıçan değil, şu… Neydi adı… Kiryatlı mı ne? Hem, onu tanıyor musun sen Hahambaşı? Evet… Böyle biri saraya girse, çok, çok pişman olur. Bundan kuşkun yok ya? Bugünden sonra, rahat etmeyeceğini iyi bil Hahambaşı. Ne sana rahat var, ne halkına –Pilatus uzakta, tapınağın alev alev yandığı tepeyi gösterdi– bunu da söyleyen benim, ben Pontius Pilatus, ben, altın mızraklı şövalye.”

Kara sakallı Kayafa, büyük bir gözüpeklikle, “Biliyorum, biliyorum,” diye karşılık verdi; gözleri parladı. Parmağını gökyüzüne uzatıp, “Yahudi halkı, kendilerinden amansızca nefret ettiğini, hepsine büyük acılar çektireceğini biliyor. Ama asla onların kökünü kazıyamayacaksın! Tanrı onu korusun! Bizi dinliyor, mutlak hâkim Caesar bizi dinliyor ve cellat Pilatus’tan bizi koruyor!”

“Hayır!” diye haykırdı Pilatus; ağzından her çıkan söz, artık ona yeni bir rahatlama getiriyordu; yapmacık davranışlara başvurmuyordu, sözlerini seçmek zorunda değildi. “Benden çok şikâyet ederdin Caesar’a, şimdi sıra bana geldi Kayafa! Bir haberci hemen şimdi yola çıkacak, hem de Antakya lejyon komutanına ya da Roma’ya değil, doğru Capri’ye, imparatora gidecek. Burada, Kudüs’te herkesçe bilinen olayı, asileri nasıl ölümden kurtardığınızı anlatacak. Sizin iyiliğiniz için yapmak istediğimden vazgeçtim, Solomon Göleti’nin sularıyla yıkamayacağım Kudüs’ü. Hayır, suyla yıkanmayacak. Sizin yüzünüzden duvarlardan imparatorluk armasını sökmek zorunda kaldığımı, birliklerin yerlerini değiştirdiğimi, neler çevirdiğinizi anlamak için buraya kadar geldiğimi unutma. Şimdi söyleyeceklerimi de unutma: Kudüs’te büyük bir birlik görmeyeceksin bundan böyle Hahambaşı, hayır! Kentin duvarları dibine koca Fulminatrix lejyonuyla Arap süvarileri gelecek; sen o zaman gör ağlamaları, acılı iniltileri. O zaman Barabbas’ı kurtardığını hatırlayacak, barışçı söylevlerinden ötürü filozofu ölüme gönderdiğin için pişmanlık duyacaksın!”

Hahambaşı’nın yüzü lekelerle kaplandı, gözleri alev saçtı. O da Vali gibi, dişlerini göstererek sırıttı ve cevap verdi: “Şu an söylediklerine inanıyor musun Vali? Hayır, inandığını sanmıyorum. Halkı baştan çıkaran bu adam Kudüs’e, bize barışı getirmiyor. Barışı getirmediğini sen de çok iyi biliyorsun şövalye. Halkı kışkırtması, inancı ayaklar altına alması, halkı Roma’nın kılıcı altına sürüklemesi için onu salıvermek istiyordun. Ama ben, Filistin’in hahambaşıyım, yaşadığım sürece inanca küfrettirmeyecek ve halkı koruyacağım! Duyuyor musun Pilatus?” Kayafa parmağını salladı: “Beni iyi dinle Vali!”

Kayafa sustu ve Vali, yeniden, sanki Büyük Herodes Sarayı’nın bahçe duvarına dalgaların çarpmasından doğan gürültüyü duydu. Arkasından, sarayın iki kanadının ardından kuşkulu boru sesleri, yüzlerce ayağın ağır ağır sürüklenişi, demir şakırtıları geldi. Vali, Roma piyadelerinin emirlerine uyup asiler ve haydutlarca ürkütücü bir olay sayılan idama gitmek üzere yola çıktıklarını anlattı.

Hahambaşı, alçak sesle, “Duyuyor musun Vali!” dedi. –Hahambaşı iki kolunu açınca kukuletası geriye düştü.– “Bütün bunlara o küçük Barabbas haydutunun neden olduğunu mu söyleyeceksin?”

Vali, elinin tersiyle ıslak, soğuk alnını sildi; yere baktı, sonra gözlerini kırpıştırarak gökyüzüne dikip alev alev yanan kürenin tam tepesinde olduğunu, Kayafa’nın iyice ufalan gölgesinin, aslanın kuyruğuna güç eriştiğini gördü. Sakin, kayıtsız bir sesle, “Neredeyse öğlen olacak,” dedi. “Konuşmaya dalıp kendimizden geçtik, oysa devam etmek gerek.”

Vali, dikkatle seçtiği birkaç sözle Hahambaşı’dan özür diledikten sonra manolyaların gölgesinde bir sıraya oturmasını önerdi. Son ve kısa bir görüşme için gerekli kişilerin toplanıp ölüm cezasının uygulanmasıyla ilgili emirleri vermesini gölgede daha rahat bekleyebilirdi.

Kayafa, eli göğsünde, saygıyla eğildi, bahçede kaldı. Pilatus ise üstü kapalı taraçaya döndü. Kendisini bekleyen kâtibe lejyon komutanını, alay komutanını, tapınak muhafızları şefiyle birlikte bahçenin alt yanındaki çeşmeli çardakta oturmuş çağrılmayı bekleyen iki Sanedrin üyesini alıp Kayafa’nın bulunduğu bölüme götürmesini emretti. Kendisinin de birazdan onlara katılacağını söyleyip saraya girdi.

Kâtip gerekli kişileri toplarken Vali, ağır perdelerle korunmuş, insanın güneşten rahatsız olamayacağı bir odada, yüzünü kukuletasıyla yarı yarıya gizleyen biriyle buluşuyordu. Konuşmaları kısa sürdü. Pilatus birkaç şey fısıldadı, adam hemen oradan uzaklaştı. Pilatus, avludan geçerek bahçeye çıktı.

Orada, görmek istediği kişilerin karşısında Vali, tumturaklı ve soğuk bir sesle Yeşu Ha-Nozri’nin ölüm cezasını onayladığını belirttikten sonra Sanedrin üyelerine suçlulardan hangisinin hayatta bırakılmasının doğru olacağını sordu. Barabbas’ın bırakılması gerektiği yanıtını aldı. Bunun üzerine Vali, “Tamam,” dedi ve kâtibine hemen, bunu zapta geçirmesini emretti. Sonra, kâtibin kumların arasında bulduğu süs iğnesini sol avcunda sıkarak, “Vakit geldi!” dedi.

Hemen hepsi iki yanı baş döndürücü kokular salan gül fidanlarından gerçek duvarlarla çevrelenmiş geniş merdivenleri inmeye koyuldular. Her basamak onları sarayın dışına, ucunda Kudüs hipodromunun sütunlarının ve heykellerinin görüldüğü, dümdüz kaldırım taşlarıyla kaplı koca meydana açılan büyük kapılara yaklaştırıyordu.

Meydana vardıklarında her yere egemen geniş taştan sete çıktılar. Pilatus, iyice kıstığı gözkapaklarının arasından çevresine göz gezdirip durumu inceledi.

Geçtikleri yer, sarayla bulundukları taştan seti ayıran bölüm, ıssızdı. Buna karşılık Pilatus, zemini göremiyordu: Meydanı büyük bir kalabalık kaplamıştı. Pilatus’un solunda yedek alayın üç sıra askeri, sağında öteki yedek alayın adamları önlemese kalabalık, seti ve ardındaki boşluğu da kaplayacaktı.

Pilatus, o yararsız süs iğnesini sıkıp gözleri yarı kapalı, sete çıktı. Vali’nin gözlerini kısması, güneşin yakıcılığından korunmak için değildi. Hayır. Nedendir bilinmez, sadece, o anda arkasından sete çıkardıkları suçlu kafilesini görmek istemiyordu.

İnsan dalgasının durup dinlenmeden çarptığı bu kaya parçası üzerinde, kanlı astarlı beyaz pelerini görününce kulaklarına gürültülü bir uğultu çarptı: “Haaaa!..” Uzakta bir yerde, hipodromun oradan doğan bu uğultu birden azaldı. “Beni gördüler,” diye düşündü Vali. Uğultu büsbütün yok olmamıştı, yeniden yükseldi, bir an duraklar gibi oldu, derken ilkinden daha büyük bir bağırtı koptu. Bu ikinci haykırış, dalgaların köpükle süslenmesi gibi, genel gümbürtüde açıkça duyulan ıslık sesleriyle, kadın çığlıklarıyla süslendi. “Suçluları sete çıkardılar,” diye düşündü Pilatus, “Çığlıklar, kalabalığın öne atılıp birkaç kadını çiğnemesi yüzünden kopuyor.”

İçinde birikenleri iyice boşaltmadan yeryüzündeki hiçbir gücün bir kalabalığı susturamayacağını, kalabalığın kendiliğinden de susmayacağını bilerek bir süre bekledi.

Sırası gelince sağ kolunu havaya kaldırdı, böylece son gürültü de bitti.

O zaman Pilatus, ciğerlerini alabildiği kadar yakıcı havayla doldurdu; haykırdığında boğuk sesi binlerce başın üstünden aştı:

“İmparator Caesar adına!..”

Hemen ardından, kulaklar, birkaç kez yinelenen kesik, madenî bir haykırışla doldu: Mızraklarını ve sancaklarını havaya kaldıran alayın askerleri kükrüyordu.

“Yaşa Caesar!”

Pilatus, başını kaldırıp yüzünü güneşe bıraktı. Gözkapaklarının ardında yeşil ışıklar yandı; ateş, beynini kavurdu, kalabalığın üstünde boğuk Aramca heceler uçuştu:

“Cinayet, halkı ayaklandırmaya kalkışma ve inançla yasalara hakaret suçlarından Kudüs’te yakalanan dört cani, alçaltıcı, çarmıha gerilme cezasına çarptırılmışlardır. Ceza hemen Çıplaktepe’de yerine getirilecektir. Bu canilerin adları Dismas, Hestas, Barabbas ve Ha-Nozri’dir. İşte, önünüzdeler!”

Pilatus, koluyla sağını gösterdi. Mahkûmlardan hiçbirini görmüyor, ama orada, kesinlikle bulunmaları gereken yerde durduklarını biliyordu.

Kalabalık boğuk, uzayıp giden bir uğultuyla karşılık verdi; sanki şaşırmış ya da rahatlamıştı insanlar. Yeniden sessizlik çöktüğünde Pilatus devam etti:

“Ancak, yasalar ve teamül gereğince Hamursuz Bayramı şerefine ölüm cezası sadece üçüne uygulanacak. Sanedrin’in önerisi ve Roma iktidarının onayıyla, gönlü yüce Caesar, mahkûmlardan birine sefil hayatını bağışlıyor!”

Pilatus bu sözleri haykırarak söylerken uğultunun yerini derin bir sessizliğin aldığını fark etti. Şimdi kulaklarına ne bir mırıltı ne bir iç çekme geliyordu. Öyle bir an geldi ki, Pilatus çevresindeki her şeyin kaybolduğunu sandı. Nefret ettiği kent ölmüştü, tek başına, inatla gökyüzüne çevirdiği yüzü, tepeden gelen ışınlarla yanarak ayakta duruyordu. Pilatus bir an sustu; sonra bağırdı:

“Şimdi, sizin önünüzde ölümden kurtulacak olanın adını…”

Adı açıklamadan önce, gereken her şeyi söyleyip söylemediğine baktı. Seçilen mutlu kişinin adı açıklanır açıklanmaz, ölü kentin canlanacağını biliyordu. Artık o gürültü içinde bir tek sözünü bile duyamazdı. Alçak sesle, kendi kendine, “Bu kadar mı?” diye sordu. “Tamam, bu kadar. Şimdi. Adı…”

Kentin sessizliği üzerine “r”lerin üzerine basa basa bağırdı:

“Barabbas’tır!”

Aynı anda güneş, gürültülü bir şangırtıyla tepesinde bin parçaya ayrılmış, kulakları o yükseltinin üzerinden ateşle dolmuş gibi geldi. İçinde haykırış, çığlık, inilti, kahkaha ve ıslık fırtınasının gemi azıya aldığı bir ateş.

Pilatus döndü, tökezlememek için ayaklarının altındaki satranç tahtasını andıran çinilerden başka hiçbir yere bakmadan merdivenlere yürüdü. Şimdi, ardında bir hurma ve bronz para yağmurunun sete yağdığını, haykıran kalabalıkta itişip kakışıp birbiri üstüne tırmanan insanların, bir adamın ölümünün ellerinden koparılıp alınışı mucizesini gözleriyle görmeye çalıştıklarını biliyordu.

Muhafızların da, aynı anda elleri bağlı üç mahkûmu ister istemez canlarını yakarak yan merdivenden, batıya, kentin dışındaki Çıplaktepe’ye giden yola sürüklediklerini de biliyordu. Ancak aşağıya, setin dibine indiğinde, tehlikeden kurtulduğunu anlayıp gözlerini açtı Pilatus. Mahkûmları görmesine artık olanak yoktu.

Yavaş yavaş yatışan kalabalığın çığlıklarına şimdi de çığırtkanların tiz bağırışları karışıyordu, kimi Aramca kimi Yunanca Vali’nin o yükseltide söylediklerini yineliyordu. Üstelik atların gitgide yaklaşan kuru ve kesik şakırtılarıyla bir borunun kısa, şen çağrısını duyuyordu. Seslere, çarşıdan hipodroma giden yol boyunca sıralanan evlerin damına tünemiş çocukların kulakları sağır edici ıslıkları, “Dikkat! Kenara çekilin!” haykırışları karşılık veriyordu.

Meydanın ıssız bölümünde tek başına ayakta duran bir asker, elindeki sancağı, tehlikeyi belirtmek için sallamaya başladı. Vali, lejyon komutanı, kâtip ve arkadan gelenler hemen durdular.

Bir süvari birliği dörtnala ortaya çıktı. Meydanı yandan kesip halk birikmeden, asma kaplı kent duvarlarının dibinden Çıplaktepe’ye çıkan yola kestirmeden varmaktı amaçları.

Atlarını rüzgâr gibi dörtnala koşturan süvarilerin çocuk gibi ufak tefek ve kara yüzlü Suriyeli komutanı, Pilatus’un yanında durdu, incecik sesiyle bağırarak bir şeyler söyledi ve kılıcını kınından çekti. Yerinde duramayan, ter içindeki yağız atı kasılıp birden şaha kalktı. Ani bir hareketle kılıcını kınına yerleştiren komutan, hayvanı boynundan kırbaçlayarak hizaya soktu, sonra dörtnala kaldırıp yola daldı. Ardından, üçer üçer dizilmiş süvariler, toz bulutu arasında, rüzgâr gibi geçip gittiler. Atların her adımında hafif bambu mızraklarının ucunun oynadığı görülüyordu. Pilatus’un önünden geçen bembeyaz, pırıl pırıl dişli ve şen yüzler, Vali’ye, bembeyaz sarıkların altında olduğundan da yanık gözüktü.

Toz bulutunu havaya kaldıran süvariler yola saptı, Pilatus’un önünden geçenlerin sonuncusunun sırtında, güneşte parıldayan bir boru vardı.

Tozdan korunmak için elini yüzüne siper eden Pilatus, yüzünü buruşturup yola koyuldu, ardında lejyon komutanı, kâtip ve muhafız kıtasıyla, hızla bahçe kapılarına vardı.

Saat, aşağı yukarı sabahın onuydu.

11

. Ceza davalarıyla idam davalarına bakan Kudüs’ün eski Yahudi mahkemesi. (Y.N.)

12

1. (Eski Yunanca) Şef, lider. (Y.N.)

13

. Kudüs'ün doğusunda, eski şehrin duvarlarının en eski kapısı. Yahudi inanışına göre Mesih oradan kente gireceği için 1541'de Kanuni Sultan Süleyman tarafından ördürülmüştür. (Y.N.)

14

. Golgota. İsa’nın çarmıha gerildiği tepe. (Y.N.)