Kitabı oku: «Sevenler Yolu», sayfa 2
Vakıa eski çevikliğinin, eski alımının kalmadığını kendisi de biliyordu. Biraz yağlanmıştı. Yüzünün hatlarında eski elastikiyet kalmamıştı. Fakat terzisi, manikürcüsü, iskarpincisi ve emektar oda hizmetçisi her vesile ile temin ediyorlardı ki o daha çok gençtir.
Kendisini yokluyor. Vücudunu âdeta yıpranmamış, içindeki kadınlık arzularını hâlâ ilk evlilik zamanlarındaki kadar taze buluyordu.
Yalnız bir defa ana oluşunun da tesiri vardı. Hayatı rahat geçmişti. Üzüntüsü yoktu. Etleri, sinirleri cinsî ve tabii acıları o kadar az duymuştu ki bu maddi tazyik ve işkenceleri tatmak ihtiyacını bile hissettiği zamanlar olmuştu. Fakat varlığının en az yaşayan köşesi kalbi idi. O, yıllarca kapalı kalmış bir bonbon vazosu gibiydi. Bunu açmak kimseye nasip olmamıştı. Hayatında etine ve kemiğine en çok yaklaşan kocası bile kalbinin tılsımını bulup açamamıştı.
Acaba Nâzım Cemal’in dediği gibi o çekicilik kudretini kaybetmiş miydi? Kalbini yokluyor, aynada gözlerinin içine bakıyor, bütün kadınlık hislerini kontrol ediyor, fakat kendisiyle meşgul oldukça endişeleri artıyordu.
Hakikat, artık bir erkeği kendisiyle meşgul edemeyecek hâle gelmiş miydi? Şüphenin verdiği ızdırabı başka ne verebilir? Bu öyle zalim bir şüphe ki mağrur bir kadını hırsından kahredebilir.
Elindeki aynaya şimdi düşman gibi bakıyordu. Ne kendisi ve ne bu yuvarlak cam parçası bu elim şüpheyi silecek cevap verebilecekti.
Çekicilik kudretini kaybedip kaybetmediğini anlamak için bitaraf gözlerin ifadesi lazımdı. Fakat ne olursa olsun, son birkaç yılın taze hatıraları bu şüpheyi kuvvetlendiriyordu.
Kendisi de hissediyordu ki erkekler üzerinde eski tesiri kalmamıştı.
Balolarda kendisine verilen şerefli mevkilerin yavaş yavaş başkaları tarafından işgal edildiğini; dans davetlerinin azaldığını görmek ve kendi yanında gençlikleri ve güzellikleriyle şöhret kazanmış kadınlar üzerinde mütalaa yürütüldüğünü duymak kendi şöhretinin artık durduğu, güzelliğinin maziye ait bir hatıra olmaya başladığını anlatmıyor muydu?
Aynayı şiddetle elinden fırlattı.
Fil dişi çerçeveli, yuvarlak, billur parçası hakikati söylemenin cezasını üç parça olmakla ödedi.
Şimdi kumral başını yumuşak yastıklara gömmüş, derin bir yeis içinde ağlıyordu.
Buhran uzun sürdü.
Aşağıda kıranta, bekâr arkadaşlarıyla maceralardan, yeni eğlencelerden konuşa konuşa bol bol içen Ahmet Melih Bey misafirlerini geçirip odasına çıktığı zaman o hâlâ aynı vaziyette dalgın yatıyordu. Ahmet Melih’in arkadaşları birdenbire Beyoğlu’nda bir eğlenti icat ederek kalkmışlardı.
Ahmet Melih onlarla beraber gitmeye can attığı hâlde böyle geç vakit sebepsiz evden çıkmanın bu akşam zaten sinirleri bozuk görünen karısını altüst edeceğini düşünmüş, kalmıştı.
Yorgundu da.
Karısının hâlâ soyunmamış olduğunu görünce latife etti:
“Ne o, yine bir gece âlemi yapmak mı istiyorsun?”
Bu ses, Nermin Hanım’ı dalgınlıktan uyandırmaya kâfi geldi.
Biraz evvelki düşünceleri arasında bu hatıra da vardı. Eskiden isim gününün gecesini hep yeni âşık ve maşuklar gibi sabahlara kadar uzak ve değişik yerlerde âdeta bir bohem hayatı içinde geçirirlerdi.
Birdenbire başını kaldırdı. Islak gözlerinde canlı bir neşe doğuvermişti.
Bu teklif ona hâlâ eski mesut günlerinin devam ettiğini müjdeliyordu.
Bir çocuk sevinci ile kocasına baktı:
“Tabii, çıkmayacak mıyız bu gece?”
Çözülmeyen kravatını hızla çekip çıkaran Ahmet Melih Bey içkiden mahmurlaşan yorgun gözlerini yumdu:
“Bu saatten sonra mı? Vazgeç canım. Öyle uykum var ki!”
Biraz evvel arkadaşlarıyla eğlentiye gitmek için can attığı hâlde karısının yatak odasına girince uyumaktan başka bir şey düşünmeyen Ahmet Melih Bey ceketini de çıkarırken:
“Hem kimse kalmadı ki. Hepsi gitti.”
“Biz ikimiz varız ya. Karı koca gideriz.”
İskarpinlerinin bağlarını çözmekle uğraşan Ahmet Melih Bey’in göz kapakları kurşun bağlanmış gibi düşüyordu. Eğilip kalkmaktan yorulduğu için oflayıp puflayarak cevap verdi:
“ Sen hâlâ yorulmadın galiba. Benim öyle uykum var ki.”
Parlamamak için kendini güçlükle tutan Nermin Hanım’ın sesi titriyordu:
“Eskiden böyle olmuyordu. Beraber, baş başa gezmemizi sen istiyordun. Misafirlerden sıkıldığını sen söylüyordun. Doğum günümün programını sen hazırlıyordun.”
Pijamasının pantolonunu ayağına geçirmek için sendeleyen Ahmet Melih Bey öksürüklere karışan bir kahkaha arasında cevap verdi:
“Ooo karıcığım! Sen bizi hâlâ yeni gelin güvey mi zannediyorsun? Nerede o günler? Keşke geri dönseler…”
Nermin Hanım’ın mukavemeti kırılıyordu. Sinirlerine hâkim olamıyordu. Son bir gayretle ve sükûnetle omuzlarını silkerek:
“Değişen bir şey yok zannederim.” dedi. “Ben böyle bir şey hissetmiyorum.”
Ahmet Melih Bey arkadaşlarıyla geçen muhavereyi hatırladı. Sevilmek kudretini kaybettikleri hâlde bunu hissetmeyen kadınların biçareliğinden bahsetmişlerdi. Karısının son cümlesi bu iddianın ne taze bir ifadesi idi.
Tam istirahat edeceği bir sırada tatsızlık çıkarmamak için sakin, yavaş adımlarla karısına yaklaştı. Ancak bir kardeş şefkati hissini veren laubali, fakat heyecansız bir sevgi ile saçlarını okşadı:
“Haydi yavrum, yatalım artık. Senin de gözlerinden uyku akıyor. Bak kıpkırmızı.”
Ve onu alnından öperek ilave etti:
“Bizim gibi birbirini çok seven ve sevgileri yıllarca süren insanların en büyük zevki uyumaktır.”
Ve gülerek ilave etti:
“Uyku en büyük gıdadır. İyi uyuyan insanlar daha iyi sevişirler. Çünkü…”
Karısının yüzündeki çizgilerin gerildiğini, gözlerinin kıvılcımlandığını fark etmeyen Ahmet Melih vinçten kurtulmuş bir balya gibi kendini yatağa atarak cümlesini bitirdi:
“Çünkü birkaç saat uyursak birbirimizi daha çok özleriz.”
Bu söz, Nermin Melih Hanım’a bir duş gibi tesir etti. İsyan etmek, parlamak hisleri sönüverdi. Kocasından ilk defa dinlediği bu fikirler ne zamandır etraftan sezdiği ve hissettiği alakasızlığın manasını ikmal etmiyor muydu?
Demek artık kocası bile onun gözlerinde, vücudunda bir erkeği kandıracak, çıldırtacak harareti ve hareketi bulamıyordu.
Demek etraftaki erkek arzularının sönüşü onun gururundan, mukavemetinden değildi. Bu muhakkak böyle idi.
Aşağıda, kış bahçesinde kulağına çalınan fikirleri benimsemekte haklı idi.
Artık çekicilik kudretini kaybetmişti. Kocası bile bu en mesut gecesinde onunla baş başa bir eğlenti yapmayı gülünç buluyor, hatta eski hatıralarını olsun tazeleyecek birkaç kelime konuşmayı lüzumsuz görerek ve onun soyunup yatmasını da beklemeyerek bir külçe gibi yatağa uzanıyordu.
Ahmet Melih Bey gözleri kapalı, yatağından seslendi:
“Haydi Nermin! Elektrikleri söndür. Bilirsin aydınlıkta uyuyamam.”
Kızmadan, hırslanmadan kalktı.
Büyük orta lambasını söndürdü. Yalnız mavi abajurlu gece lambası kaldı. Şimdi odaya bir türbe rengi ve sükûneti çökmüştü.
Kocası uyumuştu.
Onun kırçıl başına, yüzünün gevşek hatlarına baktı, baktı. Bütün gençliğini işte bu baş için vermişti. Yirmi yaşından beri gözlerinin en derin sevgisi ile ona bakmış, kollarının en kuvvetli kucaklayışıyla onu sevmişti. Ve kendinde hâlâ o kudreti görüyordu. İçinde hâlâ o ilk sevginin heyecanını hissediyordu. Fakat kendi hisleri ve heyecanları nasıl olup cevapsız, mukabelesiz kalıyordu? Erkek bakışları nasıl olup da gözlerindeki arzuyu sezmiyorlardı? Kabahat onların zevksizliklerinde mi yoksa kendisinde mi idi? Etrafında dönüp dolaşan erkeklere karşı lakayıt, isteksiz davranmış olması mı bu alakasızlığa sebep oluyordu? Fakat bu isteksizliği kocasına karşı da göstermiş değildi ki! Artık bunu kabul etmek lazımdı.
Kış bahçesinde kulağına çalınan dedikodular acı olmakla beraber biraz hakikatti. Yalnız onları, kadınlar hakkında bu dedikoduyu yapan erkekleri aldatan bir nokta vardı: Kadınlar çekicilik kudretlerini her erkeğe hissettirmezler ve hangi yaşta olursa olsun, her kadının erkeği yenecek ihtiyat silahları mevcuttur.
***
Gecenin son saatlerine kadar kocasının horultularını dinleyerek hayatını düşünen, hatıralarıyla yaşayan Nermin Melih Hanım yatağına uzandığı zaman kararını vermişti. Bu isteksiz, hareketsiz, hararetsiz hayata tahammül etmeyecekti. Sevilmedikten, beğenilmedikten sonra bir kocanın adını taşımaya ne lüzum vardı?
Kış bahçesinde konuşan erkekler hükümlerini vermişlerdi. Erkeği tutuşturmaktan kalan bir kadın artık sönmüştür, diyorlardı. Kocası onda bu ateşi sezmiyordu. O hâlde bu kuru, hareketsiz hayatı beraber sürüklemeye ne lüzum vardı?
Aralarındaki en kuvvetli bağ sevgileri idi. O bu sevginin artık itiyat hâline gelen samimi hareketlerine kanaat ediyordu. Fakat artık bu itiyatlar, bu samimi ve karşılıklı duygular da çözülmeye başlamıştı. Karı kocalığı birbirine karşı mukavele ile bağlanmış iki iş adamının münasebetine çeviren bu netice üstünde durmak manasızdı.
Kış bahçesinde çene çalan erkeklerin verdikleri hükümler arasında daha acıları da vardı. Artık sevilmekten kalan kadın kocası için bir felakettir, demiyorlar mıydı?
Yirmi yaşından beri gençliğinin bütün çiçeklerini verdiği kocasını böyle bir felaketten kurtaracaktı.
***
Birkaç güne kadar yeni palamut mahsulü üzerine tetkikler yapmak için İzmir’e gidecek olan Ahmet Melih Bey uyandığı zaman karısını odada bulamadı.
İçkinin ağırlığı sersemlik vermişti. Saatin ona geldiğini görünce fırladı. Ziraat Bankası’nda öğleden evvel bulunmak lazımdı.
Kahvesini getiren hizmetçiye sordu:
“Hanım nerede?”
“Çıktı efendim.”
“Çıktı mı? Ne münasebet?”
Kız hafifçe gülümseyerek uzaklaştı. Hanımın nereye ve niçin gittiğini hizmetçiye soramazdı. Herhâlde terziye gitmiş olacaktı.
Öğleden sonra kalabalık olduğu için o provalara sabahları giderdi. Yahut da kim bilir belki de yorgunluğuna rağmen her sabahki yürüyüş programını bozmamıştı.
Aşağıya indiği zaman otomobili kapıda buldu.
Şoföre sordu:
“Hanımı götürmedin mi?”
“Hayır efendim.”
Bu cevap Ahmet Melih Bey’in kanaatini kuvvetlendirdi. Karısı sabahları yürümek için Tünel’e kadar gidip geliyordu.
“Çabuk bankaya!”
İzmir ve Aydın palamut mahsulünü bir elde toplayan Ahmet Melih son zamanlarda bu işe başka sermayedarların da karıştığını gördüğü için tedbirli davranmak istiyordu. Tehlike karşısında zararı nerede durdurmak mümkünse yapmak lazımdı. Bu palamut işi başka şeye benzemezdi. İçine başka, rakip eller girince tılsımı bozulurdu. Hiçbir sermayesi olmayan bu mahsulü ecnebi piyasalarına tok fiyatla satabilmek için bir elden idare etmek mecburiyeti vardı.
Ahmet Melih Bey bu meseleyi aylarca düşündükten sonra aradığı çareyi buldu. Palamut işini banka hesabına fakat kendi vasıtasıyla yapmak için bir mukavele yaptı. Bu gün öğleden evvel bu mukaveleyi imzalayacaktı. Bu mukavele ile vakıa işin kaymağı elinden gidiyordu. Fakat ne olsa kazancın bir kaymak altı tarafı ve tortusu vardı. Senenin bir nihayet iki ayında onu meşgul edebilen bir iş için bu da az sayılamazdı. Fazla olarak şimdi bankadan geniş mikyasta bir kredi de elde ediyordu. Zaten kurulmuş, kendi kendine işlemeye alışmış, satıcısı, müşterisi hazır bir ticaret işi için büyük sermayeye ihtiyaç yoktu. Mahsulünü toplamazdan evvel yazıhaneye başvuran çiftçiye faizini de hesap ederek mal karşılığı ödünç para vermek daha istifadeliydi.
Ahmet Melih Bey vaktiyle bu işe bir Musevi ile ortak olarak başlamıştı. İzmir’in meyan kökü ile palamudunun Avrupa piyasasında pek makbul maddeler olduğunu keşfeden Musevi ortağı yıllarca bu işi yalnız başına yapmış, sonra daha geniş mikyasta çalışmak için bürosunu Marsilya’ya nakletmişti. Sekiz seneden beri Ahmet Melih Bey yalnız başına çalışıyordu.
Eylül, teşrin aylarına doğru İzmir’e kadar gidip birkaç hafta kalmaktan ve muameleye yakından nezaret etmekten başka zahmeti olmayan palamut işi her cihetten onu memnun ediyordu.
***
Bankadaki mühim toplantıdan saat bire doğru kurtulan Ahmet Melih imza muamelesinin şerefine komisyon azasından yemeği beraber yemelerini rica etti. Beyoğlu’nun büyük otellerinden birinin hususi salonunda hazırlanan bu ziyafet pek resmî idi. Oldukça uzun sürdü. Akşam için de arkadaşlarını davet etmişti. Bir eğlenti yapacaklardı. Bilhassa Nâzım Cemal, Mühendis Ragıp, Avukat Rıza Sedat bu eğlentiyi istemişler, hatta yerini kendileri tayin etmişlerdi. Böyle hususi eğlencelerin tertibini pek iyi bilen Nâzım Cemal programı çizmişti.
Sıraserviler’de Ruhsar Hanımefendi’nin apartmanında toplanacaklardı. Burada tabiat sahibi zenginler ara sıra buluşur, poker oynar, alaturka saz âlemi yaptırırlardı. Ruhsar Hanım eski ailelerdendi. Yedi ceddi vezirdi. Ehli dil, iyiden, güzelden anlar; güngörmüş bir hanımefendi idi. Dostları, tanıdıkları çoktu. Herkes hatırını sayardı. İstanbul kibar âleminin maruf çehreleri Ruhsar Hanımefendi’nin salonuna hiç yabancı değillerdi. Onun her yerde her köşede eli vardı. Genç ve güzel kadınlar hanımefendi ile tanışabilmek, onun salonuna kabul edilmek için can atarlardı. Zaten adı çok söylenmezdi. Hatta çokları bilmezlerdi bile… Ona herkes sadece “Hanımefendi” derdi.
Ahmet Melih gibi zevk ve para sahipleri güzel ve genç kadınları Hanımefendi’nin yardımı ile tanıdıkları için onlarca da itibar görürdü.
Poker partileri, saz âlemleri Hanımefendi’nin daire masrafını fazlasıyla çıkarıyordu.
Nazım Cemal, Hanımefendi’nin bu muvaffakiyetle kendisini incitmeden alay etmek için ona “Monte Karlo Prensesi” adını vermişti.
Monte Karlo Prensesi de kumar ve eğlence sayesinde geçindiği için bu benzetiş hiç de yanlış değildi. Ve çok geçmeden Hanımefendi’nin adı “Prenses” oluverdi.
Ahmet Melih Bey’in palamut mukavelenamesi şerefine tertip edilen ziyafet için Prenses’in apartmanından münasip yer neresi olabilirdi?
Palamut Kralı bir gece evvel karısının yıl dönümü için yaptığı masrafın on mislini bu gece yapacaktı ve onun için dün gece mümkün olduğu kadar az yorulmuş ve erken yatmıştı.
Şimdi bu günkü muvaffakiyetin müjdesini karısına verirken aynı zamanda gece için de müsaadesini isteyecekti. Yazıhaneye döndüğü zaman programını çizdi. Telefonu açacak, önce imza meselesini müjdeleyecek, sonra bankanın ileri gelenlerine bu akşam bir ziyafet vermeye mecbur olduğunu, tanımadığı kimseleri evine davet etmektense bunu münasip bir lokantada vermenin daha doğru olduğunu söyleyecekti. Ve muhakkak ki zaten makul bir kadın olan karısı bunu pek doğru bulacaktı. Ziyafeti nerede vereceğini sorarsa vereceği cevabı da hazırladı. Her ihtimale karşı bunu meçhul bırakmak lazımdı. Belki de mühim bir şey çıkar, telefonla olsun aranabilirdi.
Bütün bunları inceden inceye düşünen Ahmet Melih Bey telefonu açtı. Saat altıya geliyordu.
Söyleyeceği kelimeleri zihninden kaçırmamaya çalışarak karısının sesini beklerken kulağına hizmetçinin sesi geldi.
“Hanım nerede?”
Karısının oda işlerine ve orta hizmetine bakan Çerkez kızı hanımefendinin henüz gelmediğini söyledi.
Ahmet Melih o kadar meşguldü ki sabahleyin apartmandan ayrılırken karısının kendinden evvel sokağa çıkmış bulunduğunu bile hatırlamadı. Hatta onun henüz eve gelmeyişini bir lütufu sayarak bu akşam yemeğe gelemeyeceğini, ziyafet meselesini hanımın dönüşünde hemen söylemesi için hizmetçiye emirler vererek telefonu kapattı. Büyük bir yükten kurtulmuştu. Telefonda karşısına karısı çıkmış olsaydı yine bin türlü serzenişler, şikâyetler dinleyecekti. On sekiz, yirmi yıllık bir evlilikten sonra bu kadar yapışkanlık da pek gülünç ve usandırıcı oluyordu.
Bugünkü işler yolunda gidiyordu.
Bankacıları memnun etmişti. Şimdi arkadaşlarıyla eğlenmek hakkıydı. Nâzım Cemal belki şimdiden Prenses’in apartmanına damlamıştı.
Mühendis Ragıp zaten ne zamandır böyle bir eğlenceye susadığını söyleyip duruyordu. Yalnız Avukat Rıza Sedat’ın geleceği şüpheliydi. Karısı yakasını bırakırsa bu eğlenceyi kaçırmayacağını söylemişti.
Onun için kazak bir erkek derlerdi. Fakat bu onun sinirine, keyfine göre değişiyordu. Onu çok defa umumi balolarda karısı ile değil daktilosu ile görenler olurdu. Fakat karısıyla bulunduğu zamanlar yanında bir kedi gibi yaltaklandığını da görenler çoktu. Garip bir adamdı. Mahkemelerdeki o müthiş Rıza Sedat bazen o kadar yumuşak, o kadar kılıbık olurdu ki yakından tanımayanlar bu kadar silik ve donuk bir adamın en çetin ve karışık davaları iki satırlık bir müdafaa ile çözüverdiğine inanmazlardı.
Nâzım Cemal ve Ahmet Melih hususi eğlence âlemlerinde tatlı fıkralarıyla kendini aratan Avukat Rıza Sedat’a bu akşam için ısrar etmişlerdi.
Ahmet Melih ötekilerin geleceğinden şüphe etmediği için avukatın yazıhanesine telefon etti. Kendisini bulamadı. Kâtibi avukatın birdenbire çıkan bir iş için Feneryolu’na kadar gittiğini söyledi.
“O hâlde gelir gelmez, bu akşam toplantıda kendisini beklediğimizi söyle!”
“Başüstüne efendim.”
Artık yapacak bir iş kalmamıştı. Yazıhaneden çıktı. Otomobile atladı:
“Taksim’e.”
Sinemanın önünde otomobilden indi:
“Sen apartmana git. Hanım bir yere çıkmak ister belki… Sonra garaja gidersin. Ben taksi ile dönebilirim.”
Ve otomobil döner dönmez Sıraselviler’e doğru yürüdü.
***
Bu geceki eğlenti için Prenses yeni tanıdığı iki genç kadını davet etmişti.
Bunlardan biri bir hariciye memuru ile bir zaman yaşamış şık, zeki bir kadındı. İyi tahsil, terbiye görmüş, seyahatler yapmış; giyinmesini, yakıştırmasını iyi kavramış bir kadın, Prenses’in apartmanında kendini Necla diye tanıtmıştı. Fakat asıl ismi olmadığı muhakkaktı. Çekik siyah gözlü, duru beyaz tenli, narin vücutluydu.
Öteki genç kadın Esved isminde, adının aksine pembe, sarışın, iri mavi gözlü bir gençti. Geniş omuzları ve kalçaları, uzun boyu ilk hamlede Necla’dan çok göz alıyordu. Fakat ötekindeki incelik bunda yoktu.
Ruhsar Hanımefendi dışarıdaki vasıtalarıyla ele geçirdiği bu kadınları tecrübelerine göre âdeta imtihandan geçirdikten sonra kabul ettiği için bu dairede görülen kadınların en inatçı ve titiz erkekleri memnun edecek kadınlar olduğuna şüphe etmemek lazımdı.
İki kadın daha gündüzden apartmana gelmişler, tuvaletlerini tazelemişlerdi. Ruhsar Hanımefendi Nâzım Cemal’in meclis odası adını verdiği büyük yemek salonunda zengin bir masa hazırlamıştı.
İlk gelen Nâzım Cemal oldu.
Onun böyle eğlencelere yüzü yoktu. Hiçbir kadının tahakkümünü kabul etmeden yaşayan Nâzım Cemal Bey kırk beş yaşının artık hesaplı, temkinli olmak hususundaki ikazlarına rağmen kendini üst üste eğlencelerden vazgeçiremiyordu.
Saçlarındaki beyazlar siyahları mağlup etmişti. Göbeği vücudunu ikiye bölecek kadar yükselmişti. Göz kapaklarındaki çizgiler kalınlaşmış, perde hâline gelmişti. Fakat o, bu çöküntü âlemlerinden korkmuyordu. Bu her fâni mahlukun ne kadar itina etse yine mukadder akıbeti idi. O asıl ruhi inkırazdan korkuyordu.
Arzuların bittiği yerde insan bir külçe ve hayat bir işkence sayılırdı. Ve çok şükür Nâzım Cemal henüz nefsinde böyle bir isteksizlik, yorgunluk hissedenlerden değildi.
Sıraselviler’deki apartmanda onu ilk karşılayan Ruhsar Hanımefendi oldu. Kuyruklu sürmelerle göz bebekleri dışarı fırlamış gibi çiğ bakan Prenses, katmerli gerdanını titreten bir eğreti heyecan içinde pırlanta, yakut ve zümrüt yüzüklerin kümelendikleri ellerini uzattı:
“Hoş geldiniz, safa geldiniz beyefendi. Göreceğimiz gelmişti vallahi.”
Misafir ağırlamasını, herkesin zevkine göre vaziyet almasını o kadar iyi biliyordu ki bu apartmana gelip de onun tatlı diline, güler yüzüne hayran olmadan çıkan işitilmemişti.
Nâzım Cemal yarını düşünmeyen insanlara mahsus bir gönül rahatlığı içinde teklifsiz, laubali, salona geçerken soruyordu:
“Hani ya, bizimkiler yoklar mı daha?”
“Nerede ise gelirler beyefendi.”
Ve sonra bayat bir şuhluk içinde gülerek ilave etti:
“Onlar sizin gibi genç değiller… Geç kalırlar.”
Ve kalın, kof kahkahalar içinde tuvalet teşhir eden birer mağaza gibi ayakta duran kadınları gözünün ucuyla işaret etti:
“Tanışmazsınız zannederim. Necla Hanım, Esved Hanım.”
Ve onlar üç dört saatten beri bekledikleri bu erkek misafirin gelişinden sıkılmışlar, utanmışlar gibi utanmaya benzer bir büzülüşle ellerini uzattılar. Nâzım Cemal o kadar pişkin ve alışkındı ki değil böyle sıkılma, utanma numaraları yapan kadınları, bu hayata hakikaten ilk olarak adımını atınca heyecandan ve hicaptan ağlayan, yalvaran ve kaçmak isteyen kadınları bile bir iki saat içinde bir kadehten içki içecek kadar eğlendirmenin yolunu bilirdi.
Daha oturmadan şakalaşmaya başladı.
“Her şeyden evvel bu güzel hanımların isimlerini değiştirmeli. Böyle kanarya gibi mahlukun adı Esved olur mu canım?”
Ve bir eski ahbap teklifsizliği ile çenelerini, yüzlerini okşayarak aralarına girdi. İki hizmetçinin henüz mezelerini yerleştirmeye çalıştıkları yemek salonuna doğru sürükledi.
“Bizimkiler gelmeden birer tane çakabiliriz. Oooh doğrusu nefis şeyler… Bizim Prenses tabiat sahibidir canım. Bu kadar şık bir sofra hazırlamak herkesin harcı değildir vallahi.”
Ruhsar Hanımefendi göz bebeklerini devirip gerdan kırarak gülümsedi:
“İltifat ediyorsunuz canım. Fevkalade ne var ki?”
İki genç kadın çekingen ve isteksiz, bu teklifsizlikleri ayıplar gibi dudak bükerek birbirlerine bakıyorlardı.
Aralarında en samimi olan yine Nâzım Cemal Bey’di. O böyle eğlentilerin kurdu olmuştu. Bu süs ve şatafat içinde sahiden hanımefendi rolü oynayan Prenses’in ne düşük ve aşağılık bir nazenin eskisi olduğunu biliyordu. Bu salona giren kadınların da evlerinden zorla getirilmiş namus ve ismet kurbanları olmadıklarına şüphe yoktu. Bunun için böyle toplantılarda kendinden başkasını düşünmezdi. Bütün bu sıkılmaların, dudak bükmelerin, yapmacıkların ve iğretiliklerin mesleğin iğrenç ve bayağı birer cilvesi olduğu malumdu. İlk görüştükleri anda bu numaraları yapan kadınların bir iki kadeh içtikten sonra şıkır şıkır oynadıklarını çok görmüştü.
Ağız ağıza doldurduğu kadehleri işaret etti:
“Haydi bakalım küçük hanımlar, çekelim.”
Ve onları beklemeye bile lüzum görmeden kendi kadehini yuvarladı.
“Ooooh! Rakı da güzel. Ben rakıyı başka içkilere tercih ediyorum. Çünkü az içilirse mide bozmuyor. Şarap bana baş ağrısı yapıyor. Ama biz içmesini bilmiyoruz doğrusu. Şarap yemek arasında bir kadeh içilirse faydalıdır. Fakat çokları şişeyi deviriyorlar. Sonra iki gün baş ağrısı çekiyorlar.”
Kadınların kadehlere yalnız dudaklarını dokundurup bıraktıklarını fark etmişti. Gülerek Prenses’e işaret etti:
“Bu küçük hanımlar nazlanmak istiyorlar galiba. Eh haydi bakalım! Kadehlerini verelim de bitirip öyle bıraksınlar.”
Kümese yeni atılmış yabancı hindiler gibi birbirine sokularak fıkırdaşan iki kadın fısıldaştılar:
“Ne tuhaf adam!”
Nâzım Cemal bunu işitmişti, güldü:
“Tuhaf ya… İçin bakalım, eğleneceğiz. Öyle değil mi Prenses?”
Ruhsar Hanımefendi kaşla gözle ötekilere içmelerini işaret ediyordu:
“Değil mi beyefendi?” dedi. “Herhâlde sıkılıyorlar ama ben kendilerine söyledim. Gerek sizden, gerek Ahmet Melih Beyefendi’den bahsettim. Zaten isimlerinizi tanıyorlar. Fakat ne kadar olsa… Toyluk işte.”
Ruhsar Hanımefendi’nin toy diye tanıtmak istediği iki kadının bu âleme, bu hayata gözlerini yeni açmış ev kuzuları olmadıkları besbelliydi. Nâzım Cemal toyluktan bahsedilince iki kadını ilk defa şöyle alıcı gözüyle baştan aşağıya süzdü. Hafifçe gülümsedi:
“Çabuk açılırlar merak etme!”
Ve kadehleri ikinci defa dolduruyordu ki kapının zili koridorda aksetti.
“Geldiler.”
Mühendis Ragıp’la Ahmet Melih Bey gelmişlerdi.
Artık meclis tamam sayılırdı.
Yalnız Avukat Rıza Sedat yoktu. Ahmet Melih:
“İki defa telefon ettim.” dedi. “Acele bir iş için Feneryolu’na gitmiş. Gelir gelmez haber verecekti. Hatta kâtibe tembih ettim. Yazıhaneye uğramadan evine giderse, evine haber bırakacak.”
Mühendis Ragıp genç kadınlardan Necla ile ahbap çıkmıştı. Bu eski dostluk hepsinin arasında paylaşıldığı için salonun havası değişiverdi. Necla birdenbire açılıvermişti. Şimdi Nâzım Cemal’in teklifsizliği hepsine sirayet etmişti. Birkaç dakika içinde senli benli oluverdiler.
Ruhsar Hanımefendi bir aralık Ahmet Melih’e yaklaşarak kulağına fısıldadı:
“Mukaddes sizi sorup duruyor. Kendisini gördüğünüz yok galiba.”
Ahmet Melih’in yüzü güldü:
“Hakkı var. O kadar işim vardı ki arayamadım. Birkaç kere yazıhaneye de telefon etmiş. Kocası İstanbul’da mı acaba?”
“Zannetmem, İstanbul’da olsaydı beni aramazdı.”
“Bir telefon etsek bulabilir miyiz acaba?”
“İsterseniz arayayım. Yalnız bunlar varken bilmem gelir mi?”
“Zarar yok. O gelsin. Arka odaya alırsın. Ben bir bahane ile çıkarım.”
Biraz sonra kapıda tekrar görünen Ruhsar Hanımefendi ötekilere belli etmeden Ahmet Melih’e işaret etti. Dışarı çağırdı. Koridorda fısıldaştılar.
“Gelecek. Arka odada küçük bir masa hazırlatayım mı?”
Ahmet Melih birdenbire keyiflenmişti. Prenses’in arkasını okşadı:
“Yamansın vallahi. Öyle iyi düşünürsün ki! Bizimkiler eğlenirken, kaçamak yapmak öyle hoş olacak ki!”
Hanımefendi bu iltifattan gururlanmış gibi omuzlarını oynattı:
“Öyledir efendim. Erkekler böyle kaçamak eğlencelerden daha çok zevk alırlar.”
Beraber salona döndükleri vakit iki genç kadının Mühendis Ragıp’la Nâzım Cemal tarafından paylaşıldığını gördüler.
Nâzım Cemal, Necla’yı dizlerine oturtmuş bir kadehten içirmeye çalışıyordu.
Artık eğlence hararetlenmişti. Tatlı tatsız şakalar, yerli yersiz nükteler, kadınların hoppalığı, erkeklerin yapışkanlığı başlamıştı.
Bir aralık kapının çalındığını duyunca hep birden haykırdılar.
“Meşhur avukat geldi.”
Ev sahibi dışarı çıktı, fakat yalnız olarak döndü.
“O değil mi?”
“Hayır. Kapıcı bira getirdi.”
Ve ötekiler yanlarındaki kadınlara avdet ederlerken Ahmet Melih’e işaret etti.
Ahmet Melih birkaç gün sonra çıkacağı yeni İzmir seyahatine beraber götürmek istediği Mukaddes Hanım’ın geldiğini anlamıştı.
Arkadaşları, o kadar dalmışlardı ki bir bahane bulmaya bile lüzum görmeden yavaşça dışarı çıktı. Her ihtimale karşı onları meşgul etmesi için de ev sahibine işaret etti.
Mukaddes Hanım, kibar âleminin bu güzel kadını, küçük odada bekliyordu.
Bu evli bir kadındı. Güzeldi. İyi konuşur, lisan bilir, musikiden anlar ve her şeyden fazla çok şık giyinmesini bilirdi. Fakat bu şık giyinmek, her eğlenceye gitmek, çay, dans saatlerini kaçırmamak pek kolay değildi. Şık bir kadının haftanın birkaç gününde danslı çaylara, sinemaların ilk gösterişlerine, tiyatrolara ve her mevsim eksik olmayan balolara iştirak edebilmesi için kolay kolay sarsılmayacak bir bütçesi olması lazımdı. Hâlbuki kocası nihayet aylıklı bir adamdı. Genç ve güzel karısının pek alıştığı arzularını karşılayacak vaziyette değildi. Ara sıra poker masasında oldukça mühim yekûnlar bırakan bu şık kadın, başı sonu belli bir aylıkla idare edilemezdi. Vakıa kocası çalıştığı müessese hesabına memleket içinde uzun seyahatler yapıyor, aylığından başka ücret de alıyordu. Ve ancak bu seyahatler Mukaddes Hanım’ın bütçesini biraz doldurabiliyordu. Bu seyahatler kocasından ziyade kendisi için istifadeli olduğundan o İstanbul’da yalnız kalmaya can atıyordu.
Kocası bir hafta evvel yeni bir yolculuğa çıkmıştı. Bir ay sürecek olan yeni seyahat Mukaddes Hanım’ın kış hazırlıkları için pek hayırlı olacağa benziyordu. Bunun en hayırlı alameti bu akşam Ahmet Melih Bey’i bulmuş olmasıydı.
Bu gece de pek şıktı. Giydiğini yakıştırmasını bilen bir kadının kendini beğendireceği erkeğin karşısına çıkması için ne yapmak lazımsa yapmıştı. Ve zaten ne zamandır onu özleyen Ahmet Melih için bu kadar zahmete bile lüzum yoktu.
Bu üçüncü görüşmeleriydi.
Ahmet Melih onu büyük bir baloda tanıdığı zaman aralarında hafif bir aşinalık belirmişti. Genç kadın bir delikanlı ile dans ederken kendisini vaktiyle takip eden meşhur palamut tüccarına iltifat etmeyi unutmamıştı. Ahmet Melih bundan sonrasını Hanımefendi’nin gayretine bıraktı ve bir hafta sonra idi ki Nişantaşı’nın bu şık kadını bu apartmanda onu bekliyordu.
Küçük odada baş başa kaldıkları zaman Ahmet Melih sevgilisine kavuşmuş toy bir liseli heyecanıyla genç kadının ellerine sarıldı. Gözünü onun büyük mavi gözüne dikti. Ve içini çekti:
“Ne güzelsin!”
Genç kadın tatlı bir göğüs geçirdi:
“Sizi o kadar göreceğim geldi ki!”
“Ya benim.”
“Ama hiç aramadınız.”
“İmkânı var mı? Senin için düşündüğümü bilsen.”
Gözleri parıldayan genç kadın heyecanla sordu:
“Ne düşündünüz?”
“Seninle bir İzmir seyahati yapmak.”
Bu hiç beklemediği bir cevaptı. Bir Avrupa seyahati demiş olsaydı muhakkak ki kendini ağır satmak arzusuna rağmen boynuna atılacaktı.
Bükülen dudakları isteksizce cevap verdi:
“Kabil mi? Nasıl giderim? Ne derler?”
Ahmet Melih Bey genç kadının kalbinden geçenleri sezmemişti:
“Ne çıkar?” dedi. “Seninki nasıl olsa burada yok!”
Çok şeyler ümit ettiği bu meşhur zengini darıltmış olmamak için biraz yumuşadı:
“Sizi kırmak istemem, eğer imkân bulursam hay hay…”
Ahmet Melih, genç kadına sokulmuştu. Gündüzkü muvaffakiyetli işlerin verdiği serbestlik içkinin keyfine de karışarak onu azdırmıştı. Artık her şeyi tabii, mümkün ve kolay buluyordu.
Genç kadının çekinmelerine rağmen onunla salondaki kadınlar gibi derhâl teklifsiz oluverdi. Ötekilerin uzaktan işitilen kahkahaları bunların cesaretini arttırıyordu.
Arkadaşlarını şüphelendirmemek için ara sıra kapıdan görünüp gelen Ahmet Melih onların artık kendisiyle meşgul olamayacak hâle geldiklerini görünce küçük odanın kapısını kapadı.
Nâzım Cemal Bey’in zevk ve safa mabedi adını verdiği bu apartmanda taze aşk sahneleri canlanmaya başlamıştı.
Yaşını, başını oldukça almış bu adamlar bol bol içiyor, kahkahalar atıyor ve doya doya eğleniyorlardı.
***
Saat henüz on buçuktu.
Elektrik zili koridordan taşarak salona, hatta Ahmet Melih Bey’in uzaktaki küçük aşk yuvasına kadar sesini duyurdu.
Bu saatte kim gelebilirdi?
Hanımefendi dairesini o kadar muntazaman idare ediyordu ki şimdiye kadar hiçbir münasebetsiz ziyaret vaki olmamıştı.
Bunu bildikleri için hepsi de yüzünü buruşturdu:
“Kim acaba?”
Hanımefendi hiç istifini bozmadı.
“Keyfinize bakınız, şimdi haber veririm.” dedi ve çıktı.
İki dakika geçmemişti ki Avukat Rıza Sedat’ı salonun kapısında gördüler. Nâzım Cemal’le Mühendis Ragıp düşe kalka ona doğru koştular:
“Nerede kaldın yahu? Akşamdan beri seni bekliyoruz. Şimdi sana ceza var. Bu dakikaya kadar ne kadar içtikse sen hepsini birden içeceksin.”
Avukat Rıza Sedat isteksiz, somurtkan, etrafına bakınarak gülmeye çalıştı:
“Ahmet Melih nerede?”
Ötekiler Ahmet Melih’in yanlarında olmadığını ancak şimdi fark etmişlerdi. Onlar da etraflarına baktılar:
“Sahi Ahmet Melih nerede?”
Hanımefendi derhâl araya girdi:
“Ellerini yıkamak için çıkmıştı. Şimdi gelir.”
Rıza Sedat kollarına yapışan arkadaşları arasında sürüklenirken mırıldandı:
“Ya… Demek o da burada!”
Hanımefendi dışarı çıkmıştı.
Nâzım Cemal onu kadınlara tanıtırken Mühendis Ragıp:
“Elbette burada ya.” dedi. “Ziyafeti veren o…”
“Haydi bakalım sen otur da bize yetişmeye çalış. Hanımlar sana rakı versinler. Haydi kızım Esved, doldur bakalım şu kadehleri!”