Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Sevenler Yolu», sayfa 3

Yazı tipi:

Böyle eğlenti meclislerinde kendisini daima aratan Avukat Rıza Sedat’ın bu gece neşesi yoktu. Her fırsatta hoş bir hikâye anlatan avukat üst üste verilen rakıları içerken salona dönen Hanımefendi’yi gözleriyle istintak ediyordu:

“Nerede Ahmet Melih?”

Ev sahibinin cevap vermesine hacet kalmadan Ahmet Melih seyrek saçları yüzüne dökülmüş, kravatsız gömleğinin yakası kopmuş, askılarının bir teki bağlanmamış içeri girdi. O kadar dalgındı yahut o kadar sarhoştu ki Avukat Rıza Sedat’ı görmedi bile!

Ev sahibi ona avukatın geldiğini söylediği için cigara dumanları arasında gözleriyle onu aradı:

“Nerede bizim haylaz bakalım? Gelmeseydi ceza verecektik.”

Rıza Sedat’ın kolları onu kucakladı:

“Bu ne hâl çelebi?”

Ve sonra dikkatle üstünü, başını gözden geçirdi. Ahmet Melih’in beyaz ipek gömleğinin kollarındaki çapraz sürme izlerini görünce onu ters yüzüne sürükledi, salondan çıkardı.

Ahmet Melih şaşırmıştı:

“Ne var canım? Niye çıkıyoruz?”

Rıza Sedat koridora çıkınca onu bıraktı. Kapının yanındaki aynayı gösterdi:

“Kendini bir muayene et bakalım.”

Ahmet Melih’in gözleri zor açılıyordu. Ne kolundaki çapraz sürme izini, ne de yakasındaki pembelikleri görmesine imkân vardı.

Rıza Sedat arkadaşını aynaya yaklaştırdı. Parmaklarıyla bu lekeleri gösterdi.

Ahmet Melih birdenbire sarsıldı:

“Eyvah!”

“Eyvah ya… Nerede eğleniyorsan git de bunları yapana temizlet. Sonra da işi paydos et, seninle görüşeceğim mühim bir iş var.”

Ahmet Melih kendini toplamıştı. Arkadaşının yüzüne baktı. Avukat çok ciddi görünüyordu.

Omzunu okşayarak ilave etti:

“Haydi dostum. Zaten geç oldu. Biraz daha eğlen. Ben de birkaç tane içeyim. Beraber çıkalım.”

Ve Ahmet Melih’e aralığından ışık sızan arka odayı gösterdi:

“Haydi marş!”

Salona döndüğü zaman masa başındakiler kadınlı erkekli bir şarkı tutturmuşlardı.

Nâzım Cemal artık kıvamını bulmuştu. O içkiyi de ancak keyiflenecek kadar içmesini bilirdi. Kadına karşı iradesine nasıl hâkimse içkiye karşı da aynı metanetini gösterebiliyordu.

Fakat Mühendis Ragıp, artık ipin ucunu kaçırmıştı. Avukat Rıza Sedat’ın gelişi onu büsbütün coşturdu.

İçtiler, içtiler.

***

Saat on ikiyi geçiyordu.

Avukat Rıza Sedat arkadaşlarının ısrarıyla epey içmişti. Bir aralık dışarı çıktı. Biraz evvel aralığından ışık sızan kapıya yaklaştı.

Kapalıydı. Ses de gelmiyordu. Parmaklarının ucuyla vurdu. İşittiremedi. Elinin tersiyle vurdu. Duyuramadı. Yumrukladı. Yine cevap alamadı. Kapıyı yokladı. Kilitli değildi. Açtı. İçerisi aydınlıktı.

Rıza Sedat bütün dikkatini toplayarak başını içeri uzattı. Gördüğü manzara onu gülmeye mecbur etti.

Ahmet Melih ve genç kadın sızmışlardı.

Küçük ceviz yatakta bir külçe, bir kalın halat düğümü hâlinde sızmışlardı. Genç kadının yüzü değil, güzel ensesi ve başı görünüyordu. Ahmet Melih’in kafası onun omzundan sarkmıştı. Rıza Sedat ortada duran masadaki rakı sürahisine baktı, boşalmıştı. Bu manzara Ahmet Melih’in bu gece kendine gelemeyeceğini anlatıyordu. Yavaşça kapıyı çekti.

Salona döndüğü zaman meydanda Hanımefendi’den başka kimseyi göremedi.

Prenses gülüyordu:

“Odalarına çekildiler.”

Rıza Sedat zaten kalmak niyetinde değildi. Cebinden çıkardığı karta birkaç satır yazdı. Hanımefendi’ye uzattı.

“Ahmet Melih Bey uyanınca verirsiniz. Buraya da yazdım ya, evine gitmeden bana gelsin.”

Ve bir harabe hâline gelen geniş sofraya baktı. Hafifçe güldü.

“Allah’a ısmarladık.”

“Güle güle beyefendi.”

Hanımefendi onu kapıya kadar geçirirken yavaşça fısıldadı:

“Kalmak isterseniz yerimiz var Rıza Beyefendi.”

Başını salladı:

“Teşekkür ederim. Hayır.”

Ve bahşiş almak için o saate kadar bekleyen kapıcıya bir kâğıt uzattı. Caddeye çıktı.

Saat dokuza doğru gözlerini açan Ahmet Melih genç kadını ayakta buldu. Giyinmişti. Tuvaletini bile yapmıştı. Uyandığını görünce yaklaştı. Parmaklarıyla çenesini okşadı:

“Bonjur cici.”

Ahmet Melih çenesini okşayan eli tutmak istedi. Fakat genç kadın fırsat vermedi:

“Saat dokuz. Hem size bir kart var, bakın.”

Ahmet Melih gözlerini ovuşturarak kartı okudu:

Saat dokuzda yazıhanedeyim. Eve dönmeden bana gel.

Yüzünü buruşturdu:

“Saçma!” diye kartı fırlattı.

Başını kaşıdı. Rıza Sedat’ın akşamki lakırtıları hatırına geldi. Herhâlde mühim bir şey olacaktı. Göz ucuyla onu tetkik eden genç kadın sordu:

“Arkadaşlarınız henüz kalkmadılar. Çayınızı getirteyim mi?”

Ahmet Melih zahmetle yataktan atladı.

“Evet, evet, yalnız bir çay.”

Ve hemen giyinmeye başladı.

Genç kadının çantasına koyduğu elli liralıktan başka Hanımefendi’ye de yüz elli lira masraf parası veren Ahmet Melih caddeye çıktığı zaman saat ona yaklaşıyordu.

Bir taksiye atladı. Galata’ya indi. Rıza Sedat onu sabırsızlıkla bekliyordu. Arkadaşını artık konuşulur bir hâlde yakalamıştı. Önce gülerek sordu:

“Eh, nasıl geçirdin bakalım, geceyi? Yüzünü görmedim ama yanındaki herhâlde nefis bir şeydi. Ensesine bayıldım doğrusu. Piyasa malı olmadığı belli. Bulursun kâfir. Nâzım Cemal’i görmedin mi bu sabah?”

Ahmet Melih başını salladı:

“Hayır.”

Ve akşamki içkinin ve yorgunluğun hâlâ geçmeyen harareti ile dilini şapırdattı:

“Bir çay söylesene!”

Sonra koltuğa yaslanarak sordu:

“Akşamdan beri ne oluyorsun Allah aşkına? Bu sabah gözümü açar açmaz kartını burnuma dayadılar. Ferman almış cellatlar gibi ne oluyorsun? Ne var sanki?”

Rıza Sedat yazıhane koltuğundan kalktı. Arkadaşının yanındaki kanepeye oturdu.

“Dün gece eğlendin ya?”

“Şöyle böyle!”

“Dün beni aradığın zaman buradan ne cevap verdiler sana?”

“Feneryolu’na mı gitmişsin, Kalamış’a mı?”

“Tamam, Feneryolu’na gitmiştim. Nereye gittiğimi de ben söyleyeyim, Nermin Hanımefendi çağırmıştı.”

Ahmet Melih’in kaşları kalktı:

“Bizim…”

“Evet.”

“Münasebet?”

“Ben de şaşırdım. Fakat kendisiyle görüştükten sonra büsbütün…”

Ahmet Melih doğruldu. Bakışları canlandı. Bir hadise karşısında olduğunu anlamıştı.

“O Feneryolu’nda mı?”

“Evet.”

Dünden beri karısını görmediği için yirmi dört saatlik vakaları bir anda hatırlamaya çalıştı. Demek dün sabah karısı apartmandan çıktıktan sonra bir daha dönmemişti.

Birdenbire sordu:

“Peki seni niçin çağırtmış?”

Rıza Sedat’ın yüzü değişmişti. Vazife sırasında kabaran yüzünün hatları yine kalınlaşmıştı. Dedi ki:

“Hanımefendinin bana da garip gelen bir fikri var. Ayrılmaya karar vermiş.”

Ahmet Melih yerinden fırladı:

“Ne diyorsun?”

“Evet. Buna kati surette karar vermiş. Bunu sana söylemek vazifesini de bana verdi. Otur ve sakin ol da konuşalım.”

Ahmet Melih koltuğa tekrar gömüldü. Fakat bir anda rengi ve sesi bile değişmişti.

“Aranızda mühim bir hadise geçmedi değil mi?”

“Hiç!”

“Zaten bunu kendisi de söyledi. Onunla iki saatten fazla konuştuk. Ona bu ayrılış kararını verdiren sebebi anlamak için çalıştım. Hatta daha ileri giderek kendi cephesinden bir münasebet olup olmadığını araştırdım. Bunca yıllık avukatlığımın bütün tecrübeli metotlarını kullandım.”

“Evet.”

“Ve buna rağmen anlayamadım.”

“Garip şey. Peki ne diyor?”

“Dediği şu, daha doğrusu garip bir felsefe. Erkekle kadını birbirine bağlayan münasebetler tabii olarak zamanla gevşiyormuş. Hızlarını, hararetlerini kaybeden münasebetleri sürüklemeye çalışmak manasızmış. Bu bağların çözüldüğünü bu ilk duyguların gevşediğini anlayanlar için ayrılmaktan tabii bir şey olamazmış.”

Ahmet Melih dudakları düşmüş, şaşkın şaşkın dinliyordu. Rıza Sedat devam etti:

“Kendisine dedim ki, bu fikrini kabul etmek lazım gelirse hayatta birbirine bağlı bir çift kalmaz. Her izdivaç tabiatın hükümlerine göre aynı yollardan geçer. İlk aşkı sonuna kadar yaşamış insanlara tesadüf edilmiş değildir. Kim iddia ederse etsin, ilk sevginin harareti yaşlar ilerledikçe söner. En çılgın aşk kahramanları bile aynı akıbetle karşılaşmışlardır. Yalnız bir nokta vardır, izdivaçla birbirinin sevgisini paylaşan insanlar zamanla öyle kaynaşırlar ki ilk sevgilerinin ifadesi değişir. Aşkları devamlı bir arkadaşlık şekline girer ve ancak bu kuvvetli bağdır ki, sevgilerin çözüldüğünü hissettirmeden insanları yaşatır.

Bütün bunları âdeta bir içtimaiyat, ruhiyat profesörü gibi anlattım. Münakaşa ettik, fakat kendi kendine öyle bir telkin yapmış ki, kararından geri çevirmeye muvaffak olamadım. Israr etti. ‘Ayrılmamız lazım. Çünkü artık birbirimize duyuracak zevkimiz kalmadı.’ diyor.

Senden hiç şikâyeti yok. Kabahati tabiatta buluyor. On sekiz yıllık karı kocalığın elyafı gevşemiş, suyu çekilmiş bir nebata benzeyen posasını sürüklemek için sebep olmadığını, her iki tarafın da hürriyetini birbirine iade etmesinden başka çare bulunmadığını söylüyor. Tabirlere dikkat ediyor musun? Aynen tekrar ediyorum. Nermin Hanım on sekiz yıllık karı kocalığı elyafı gevşemiş bir nebata benzetiyor. Hani işe tabiat cephesinden bakınca insan kolay cevap veremiyor.

Hayatta tabiatın kanunlarına uygun taraf kalmadı ki! Hele kadın erkek münasebetleri bugüne kadar öyle birbirine zıt şekillere, kalıplara döküldü ki, en tabii olanı hangisidir diye kestirmek imkânı yok.

Eski Yunanlılarda izdivaçtan maksat çocuktu. Ve çocuk cemiyetin malı idi. Bugünün büsbütün aksine olarak kan babadan değil, anadan geliyordu. Babası kim olursa olsun onunla kimse meşgul olmazdı. Ve eski Yunan nesli kadın erkek münasebetinin bu şekline rağmen tarihin kaydettiği en kuvvetli nesillerden sayılırdı.

Sonra bu fikir değişti. Kadın hakkı babaya geçti. Fakat bugün gerek Amerika’da ve gerek Afrika içlerindeki kabileler arasında öyle izdivaç şekilleri görülüyor ki, hukuk âlimlerinden ziyade ruhiyat ve içtimaiyat mütehassıslarını alakadar ediyor. Mesela Kongo havzasındaki kabileler arasında müşterek izdivaçlar var. Yani bir kabilenin herhangi bir erkeğine gelin gelen kadın yalnız o erkeğin değil bütün kabile erkeklerinin malı oluyor.

Bugünkü medeniyet dünyasının izdivaç kanunları az çok esasta birleşmişlerdir. Bunlar daha ziyade kuvvetlerini mukaddes kitapların emir ve nehiy çizgilerinden almışlar. Eski dinlerin tesiri altında kalan kütleler içtimai kanunlarından henüz bu izleri silmiş değillerdir. Hâlbuki mukaddes kitapların nüfuz mıntıkasından uzak kalan yerlerde yalnız tabiatın değişmez kanunlarıyla yaşayan eski kabileler, aşiretler arasında iş büsbütün aksine olmuştur. Oralarda ne yerden ne gökten emir alarak yaşayan insanlar yalnız tabii hisleriyle, tabii ihtiyaçlarıyla buldukları yaşama, birleşme şekillerini örf ve âdet hâline getirmişlerdir. Bu şekil hayatı geçiren kabileler arasında tetkikat yapan âlimler oralarda kadın yüzünden kan döküldüğünü işitmemişlerdir. Çünkü onlar arasında geçen ahkâm tabiatın diğer mahlukları arasında hâkim olan hissî ahkâm. Bir sinek gebe kalınca artık hiçbir erkek sinek ona yaklaşmaz. Bu kabileler arasındaki örf ve âdet de budur. Dişi gebe kalınca kabilenin hiçbir erkeği ona yaklaşmaz. Ve o, artık herkesin hürmet ettiği, yarı mukaddes bir mahluktur.

Ha ne anlatıyordum? Bugünün medeni izdivaç kanunları hükümlerini hep mukaddes kitapların koydukları temelden aldıkları için birbirlerinin eşidirler. Medeniyet dünyasının her tarafında kadın ve erkek münasebetleri hemen hemen aynı çerçeve içindedir. Yalnız birleşmek ve ayrılmak usullerinde bazı kanunlar serttir, bazısı hafiftir. Fakat esas yine birdir. Kocasının adını taşıyan kadın kocasınındır. Gelelim şekilde, içtimai nizamda bu böyle amma hakikatte, tabiatta bu hükümler tamamıyla yer bulabiliyor mu?

Eski dinî kanunlar, zina eden kadını recme mahkûm ederdi. Fakat bu fiilde müşterek olan erkek için bu kadar şiddetli bir ceza yoktu. Hatta kabile hayatından büyük siyasi teşekküllerden evvelki feodalite devrine kadar kadın galibin, kuvvetlinin kayıtsız, şartsız tasarruf ettiği bir mahluktu. Tarihin birçok devrinde kadın sadece bir dişidir. Dişinin siyasi ve içtimai hiçbir hakkı yoktur. Kuvvetin her şeye hâkim olduğu devirlerde insanlar böyle düşünür ve böyle yaşarlardı.

Kanun devri başladığı zaman cemiyet hayatı da değişmişti. Bugüne kadar geçirilen tecrübeler şunu anlatıyor ki, izdivaç hiçbir devirde en doğru ve tabiata yakın şeklini bulmuş değildir.

Bugün Amerika’da ve Avrupa’da bilhassa yüksek tabakalar arasında sık sık tesadüf edilen geçimsizlikler, yavaş yavaş orta ve aşağı sınıflara doğru iniyor. İnsanlar ruhi bir kararsızlık içindeler. Hislerde göze çarpan buhran gittikçe derinleşiyor.

Muharebelerin bıraktığı teessürler sosyal ızdıraplar, sitelerin hummalı hayatı, birdenbire kazanılan servet, birdenbire elden giden sermaye, zevk ve eğlencenin, içki ve sefahatin nesiller üzerinde yaptığı bozgunluklar insanları, kadını ve erkeği çok değiştirmiştir.

Hele kadının hisleriyle beraber muhakemesiyle de yaşamaya başlaması evlilik hayatında büyük bir hadise yapmıştır.

Eski kadın az düşünür, az hisseder ve daha ziyade adalesiyle vazife görürdü. Şimdiki kadın en az adalesiyle ve en çok hisleri ve muhakemesiyle yaşıyor. Aradaki fark bugünkü kadını erkek için bir dişi olmaktan uzaklaştırmıştır.

Bugünün kadını haricî ve maddi vasıfları itibarıyla dişidir. Fakat ruhi teşekküller ile dişi olmaktan çıkmıştır. Hislerde ve düşüncelerde birleşen kadınla erkek adalî münasebetlerde eski hayatiyetlerini tamamıyla kaybetmişlerdir.

Eski kadın, dişi kadın bir ihtiras aleti ve nihayet çocuk yuvası idi. Bu kabul edilmişti ve bu kanaat, eski insanları dişili erkekli mesut etmeye kâfi idi. Bugünün kadını adalesinden ziyade sinirinin ve kafasındaki fosforunun tahakkümü altındadır. Bunun içindir ki, bugünün kadını hırçındır, iddiacıdır ve mütehakkimdir. Onu mesut etmek için en münevver erkekler bile yanlış yollardan yürürler. Onu hâlâ dişi vaziyetinde görüp koku, ipek, kürk ve hayatın göz kamaştırıcı oncuk buncuk kabilinden binbir oyuncağını önüne dökmekle gözlerinde bir yudum sevinç uyandırmaya kalkmak ne budalalıktır bilsen.

Kadını bunlarla zapt etmenin modası çoktan geçmiştir. Müsavi haklar iddia eden bir mahluka daima dişiliğini anlatan bu hulul tarzını değiştirmedikçe onu mesut etmeye imkân yoktur. O şimdi heyecandan dudakları titreyerek siyasi davaların içine atılmaya hazırlanıyor.

Bu sırada ona vizon kürkten ve birman krepinden bahsetmek hakaret olur. Üzeri makine yağlarıyla lekelenmiş bir deri ceket bugünün kadını için İskoç bir mantodan, emprime bir elbiseden daha kıymetlidir.”

Ahmet Melih arkadaşının âdeta bir konferansa benzeyen sözlerini şaşkın şaşkın dinliyordu. O kadar dalmıştı ki, bu bahsin asıl hareket noktası olan karısının kararını bile unutmuşa benziyordu. Avukat Rıza Sedat ona bir cigara uzatarak devam etti:

“Velhasıl bu iş pek karışmıştır azizim. O kadar ki tabii sevgi ve temayüllerin mahsulü olan izdivaçlar bile azalmaya başlamıştır. En kuvvetli sevgilerle bir çatı altına başlarını sokan ve ilk hamlede mesut görünen çiftler yavaş yavaş, hayatın maddi tazyikleri altında sevgilerinin çözüldüğünü görüyorlar ve daha fenası bunların yerini sevgi eseri olmayan ve sırf karşılıklı menfaatler üzerine kurulan birtakım izdivaçlar kuvvet buluyor.

Bunu bir iktisadi hadise saymak da mümkündür. Cemiyet hayatında mühim rol oynayan sermaye, kadın erkek münasebetlerini de tahakkümü altına alıyor. Servet hislere ve sevgilere hâkim oluyor. Aşk da yavaş yavaş para ile satın alınan bir ticaret maddesi hâline geliyor.

Şimdi seninle, kafalarıyla yaşayan iki erkek gibi görüşüyoruz. Akıl, mantık, muhakeme varken hayale, evhama kapılacak değiliz. Nermin Melih Hanımefendi dönmemek azmiyle verdiği bu kararı neticelendirmek için beni vekil yapmak istedi. Eski bir aile dostunuz olduğum için böyle bir vazifeyi kabul etmeme imkân yoktur. Elimden geldiği kadar aranızı bulmaya çalışacağım. Nitekim dün son vapura kadar Feneryolu’nda kalarak hanımefendiyi fikrinden vazgeçirmeye gayret ettim. Muvaffak olamadım. Fakat ümidimi kesmiş değilim. Onun daha sakin bir zamanında daha makul düşüneceğini tahmin ediyorum. Ne kadar olsa kadındır. İlk heyecanı geçince tabiileşir. Ben o kanaatteyim ki, birkaç gün sonra kendisiyle yine temas edersem dünkü kadar şiddetli bulmayacağım.”

Ahmet Melih dalgındı.

“Çok şey, garip şey!” diye söyleniyor. “Hiç beklemediği, hatırından geçirmediği bu hadiseyi tahlil edemiyordu.”

Rıza Sedat dedi ki:

“Onunla istersen sen de görüşmeye çalış. Ben ayrılırken kendisine: ‘Ahmet Melih’i size getireyim. Muhakkak ki on sekiz yıllık hayat arkadaşınızı feda etmeye kıyamayacaksınız.’ dedim. Şiddetle başını salladı. ‘Bunu yapmayınız, çünkü faydasızdır.’ dedi. Buna rağmen ben ümidimi kesmiş değilim, sen doğrudan doğruya bir ziyaret yaparsan umarım ki!”

Ahmet Melih dudaklarını büktü. Yirmi dört saat evvel karısıyla aralarında geçen son konuşmayı hatırlamaya çalıştı. O gece ne kadar dalgındı. Ve zihni ne kadar yorgundu.

Karısının soyunmadan kendisini beklediğini pek iyi hatırlıyordu. Ve ona eskisi gibi, evliliklerinin ilk yıllarında yaptıkları gibi bir gece gezintisi teklif etmişti. Hatta şimdi karısının kullandığı kelimeler bile kulağında tekrar ediyor gibiydi.

Evet, o gece pek tabii görünmüyordu.

Yattıktan sonra karısının bir zaman dalgın, eli şakağında düşündüğünü görmüş, sonra kendisi uykuya dalıvermişti. Ve ondan sonra karısının yüzünü görmek kısmet olmamıştı. Fakat bu neticeyi nasıl tahmin edebilirdi?

Rıza Sedat arkadaşının dalgınlığını görünce bir cigara daha uzattı:

“İç bakalım çelebi. Dün geceki içtiklerine benzemese de zarar yok!”

Ahmet Melih müteessirdi. Gözlerinde ince bir sis belirmişti. Dün geceyi hatırlatan arkadaşına acı acı baktı.

Rıza Sedat gülümsedi:

“Ne bakıyorsun? Dün gece vaziyeti sana haber vermeye kıyamadım. Çünkü nasıl olsa bir şey yapma imkânı yoktu. Bir gecelik eğlenceni zehirlemeye ne lüzum vardı? Dünya böyledir işte, hani ne derler: ‘Gün doğmadan meşimei şebden neler doğar.’1 Hiç akla gelecek şey miydi bu. Kadınlar muammadır azizim. En aklı başında görünenine bile güvenilmez.”

Yorgun bir aşk ve eğlence gecesinin sabahında karşılaştığı bu fırtına ile sersemleşen Ahmet Melih ne yapacağını kestiremiyordu. Karısının böyle bir karar vermiş olmasını bir türlü kabul edemiyordu. Şimdiye kadar aralarında birçok kıskançlık münakaşası olmuştu. Hatta bir defasında daha ileri gitmişler, bir ay dargın durmuşlardı. Ahmet Melih’in bir İzmir dönüşü Fikriye isminde bir kadın için Beyoğlu mağazalarından birine yaptırdığı kısa kürkün faturasını yazıhaneye gönderecek yerde apartmana göndermiş olmaları Nermin Hanım’ı altüst etmişti. Genç kadın bu faturayı görünce hemen mağazaya telefon etmiş, yanlışlık olduğunu söylemişti. Kendisi böyle bir kısa kürk yaptırmamıştı. Fakat aldığı cevap ona her şeyi anlattı. O zaman bu müdafaası imkânı olmayan ihanetin cezasını Ahmet Melih pek ağır çekti. Tam bir ay tek kelime konuşmadan tatsız, berbat bir hayat geçirdiler. Öyle anlar oldu ki Ahmet Melih böyle dargın durmaktansa büsbütün ayrılmayı bile düşündü. Nihayet karısının teyzesi aralarını buldu. Barıştırdı.

O hadise bile Nermin Hanım’a böyle bir karar verdirmemişti. Hâlbuki şimdi ortada fol yok, yumurta yoktu. Hiçbir kadınla bağlantısı yoktu. Gelip geçici münasebetleri bile gayet gizli geçiyordu. O hâlde karısını böyle birdenbire ayrılmaya sevk eden sebep ne olabilirdi?

Ahmet Melih’in kalbine bir anda acı bir şüphe geldi.

Acaba karısı birisini mi seviyordu!

Yüzüne ateş çıktı. Bu ihtimal bugüne kadar zihnini kemirmiş değildi. Hatta yıllarca evvel karısının en şahane zamanlarında bile bu şüphe kalbinde yer tutmamıştı. Ona o kadar emniyeti vardı ki… Ve karısından o kadar kuvvetli bir sevgi görüyordu ki bu kadar hummalı bir sevginin taksime uğramasına imkân yoktu. Ve o çapkın erkek kuşkusuyla genç karısını ve genç karısının etrafında cephe alan erkek gözlerini pek iyi kontrol etmişti. Nermin bir melekti. Üzerinde toplanan bakışların erkek hislerini hürmete mecbur edecek kadar masum bir melek.

Ve hayatları hep böyle pürüzsüz, endişesiz geçmişti. Fakat bugün ne olmuştu?

Kendi tarafından çıkarılmış bir hadise olmadan karısının apartmanı bırakıp evine gitmesi ve ayrılma kararı vermesi için elbette bir sebep olacaktı. Bu sebep de…

Evet bu sebep de… Ahmet Melih bütün düşüncelerine hâkim oluveren bu sebebi ifşa etmekten çekiniyordu. Bu o kadar elim bir şeydi ki! O kadar masum zannettiği karısının bir macera kahramanı olmasını havsalası almıyordu.

Havsalası almıyordu. Fakat…

Başka ne sebep olabilirdi?

Rıza Sedat’ın parmaklarını başında hissetti:

“Ne düşünüyorsun?”

Boş, hareketsiz göz bebekleri arkadaşının gözlerine dikildi:

“Aklıma başka şey geliyor.”

“Ne gibi?”

“Sen hiç düşünmedin belki… Ona bu kararı verdiren sebep bir başka erkek sevgisi olmasın?”

Rıza Sedat’ın dudakları büküldü.

“Zannetmem.”

Ahmet Melih’in gözleri aşikâr bir sevinçle parladı:

“Niçin?”

“Çünkü mesleğim icabı. Böyle davalarda her şeyi kurcalamak vazifemdir. Nermin Hanım’dan bu noktayı da sordum. Hiddetle ve nefretle başını salladı. Utandım.”

Ahmet Melih sükûnet bulmuştu. Bir an için kafasını burgu gibi oyan elim düşünce çözülüverdi. Rıza Sedat ciddi buhran geçiren arkadaşına en doğru yolu göstermeye karar vermişti. Dedi ki:

“Bu meseleyi fazla konuşmayalım. Her şey nihayet karşı tarafın göstereceği ısrara veyahut ricata bağlıdır. Nermin Hanım’ın kararından vazgeçmediğini farz edersek netice mahkemeye intikal edecektir.”

Rıza Sedat arkadaşının gözlerine bakarak devam etti:

“Bu takdirde sen ayrılmamak için ısrar edecek misin?”

O hiçbir şey düşünmüyordu. Hadise o kadar tepeden inme olmuştu ki yarını düşünemiyordu.

Saat on ikiye gelmişti.

Rıza Sedat çağırdığı daktilosuna işler hakkında bazı emirler verdikten sonra tekrar Ahmet Melih’e döndü:

“Öğle oldu. Kalk bir yerde yemek yiyelim. Şimdiki hâlde unut bütün bu olan biten şeyleri.”

O kadar kendini kaybetmişti ki avukatın yanında uykuda gezer bir insan gibi yürüyordu. Çıktılar. Caddenin serin havası ve gürültüsü onu biraz değiştirdi.

Rıza Sedat koluna girmiş onu âdeta sürüklüyordu. Galata’da bir lokantaya girdiler.

Rıza Sedat son bir defa o bahse avdet etti:

“Bundan şimdilik kimseye bahsetmeye lüzum yok, hiçbir şey olmamış gibi hareket edelim.”

Rıza Sedat yemekte her zamanki tatlı fıkralarına başlamıştı. İstemediği hâlde Ahmet Melih’e üst üste iki bardak şarap da içirdi. Yemek, şarap ve dinlediği hoş fıkralar Ahmet Melih’i kâfi derecede teskin etmişti. O kadar ki çıkarlarken bir gün evvelki mağrur iş adamı Ahmet Melih yine sokakta idi.

Rıza Sedat onu akşam yazıhanesine gelip bulacağını söyleyerek ayrıldı. Ahmet Melih Galata’nın o saatlerindeki gürültüsüne o kadar alışıktı ki her günkü gibi dudaklarında purosu, ağır ve tok adımlarla yürürken taş duvarlarda akisler yapan bu sokak gürültüsünü bir ninni gibi dinleye dinleye hana girdi. Yazıhanesine çıktı.

Odacı karşıladı.

Ona kahve söylerken her zamanki gibi keyifli idi. Daktilo birkaç mektup getirdi. İmzalanacak kâğıtları masanın üstüne koydu. Bu tanıdık sesler, alıştığı yumuşak koltuk, teneffüs ettiği hava hepsi hepsi ona hayatında bir değişiklik olmadığını temin ediyordu. Gazeteleri getirtti. Hiç sevmediği hâlde bir iki başmakaleyi sonuna kadar okudu. Ara sıra zihni meseleye takılmıyor değildi. Fakat ilk hızı kalmamıştı artık. Bu işin neticesini düşünürken biraz neşelenir gibi oluyordu. Şimdiye kadar yalnızlık ihtiyacını ne iştiyakla hissetmişti? Hissetmişti, fakat tatmin edememişti. İzmir seyahatleri olmasa hayatı ne kadar kapalı ve sıkıcı geçecekti. Yılda on beş, yirmi gün süren bu ayrılış bile kâfi gelmiyordu. Dün geceki gibi ara sıra yaptığı kaçamaklar çok defa burnundan geliyor, ya birkaç gün dargın yaşıyorlar yahut sıkı bir kavgadan sonra yatışıyorlardı. Daha bir gecelik eğlencenin tadına doymadan hanıma hesap vermek için eziyet çekmek lazımdı.

Ahmet Melih yavaş yavaş meseleyi müspet cepheden görmeye başlamıştı. Hatta eğer vaziyet katileşirse geçireceği bekâr hayatı üzerine şimdiden küçük küçük projeler bile çiziyordu.

Telefonun zili tatlı hayallerine nihayet verdi. Arayan Mühendis Ragıp’tı. Dün geceki eğlentiden dolayı teşekkür ediyordu. Birçok şaka, kahkaha arasında telefon kapandı. Dün gece…

Lezzeti henüz etinde ve iliklerinde yaşadığı hâlde sabahın tepeden inme hadisesiyle hatırlamaya bile cesaret edemediği dün gece…

Ahmet Melih buna ancak şimdi şimdi avdet edebiliyordu. Dün gece, o ne âlemdi? Çapkınlık içinde çapkınlık… Gizli çapkınlığın daha ince bir zevki var, derler.

Ahmet Melih dün gece bu zevki katmerli olarak tatmıştı. Bir kere orada toplanışları gizli bir eğlenti içindi. O, bu eğlenti içinde ikinci bir halvet hayatı geçirmişti. O ne âlemdi?

Mukaddes ne güzel kadındı?

İnsan öyle bir kadınla yaşasa belki ömrünün sonuna kadar çapkınlık yapmak ihtiyacını duymayacaktı. Çünkü o yalnız güzel bir kadın değil, eğlenmesini ve eğlendirmesini, yaşamasını ve yaşatmasını bilen bir kadındı. Onunla İzmir’e bir seyahat yapmak ne keyifli bir şey olacaktı! Ve öyle bir kadından insan ne esirgeyebilirdi?

Bekleme odasından Nâzım Cemal Bey’in sesi duyuldu. Daktiloya takılıyordu:

“Beyefendinin sesi çıkmıyor. İçeride uyudu galiba.”

Ve kapıyı vurmaya bile lüzum görmeden içeri daldı.

“Aşk olsun yahu. Bize bir merhaba demeden kaçarsın ha! İnsan merak eder canım. Öldük mü, kaldık mı?”

Ahmet Melih bu neşeli bekâr arkadaşının gelişine sevinmişti.

“Neden merak edeceğim?” dedi. “Bal peteğine düşmüş sineklere benziyordunuz.”

Nâzım Cemal bol kahkahalarına başlamıştı:

“Öyle ya, içinde şehit olsak da ne gam… Hani hakkın da yok değil azizim. Doğrusu iyi eğlendik. İzmir’in bütün palamutları hakkındır. Vallahi… İstersen meyan köklerini de inhisar altına al. Bize böyle bir gece daha yaşat. Fakat akşam sen nerelerde idin kuzum? Bizim mühendis bir aralık yarım daire çizdi, cebir muadelesi halleder gibi kaşını, gözünü oynatarak salondan çıktı. Baktım Prenses de esniyor. Ben de odama çekildim. Ama sen ortalarda yoktun.”

Bu eski çapkınlık arkadaşıyla aralarında gizli bir mesele geçmediği için Ahmet Melih dün gecenin keyfine ait raporunu vermekte tereddüt etmedi. Olduğu gibi anlattı.

Nâzım Cemal dikkatle ve zevkle dinliyordu.

“Vay kâfir vay!” dedi. “Demek beyefendimiz hususi halvet âlemi yaptı ha! Alacağın olsun. Nazenini tanırım. Demek piyasaya çıktı. Doğrusu güzel kadındır. Ne vücut vardır onda…”

Ahmet Melih kolay kolay güzel beğenmeyen Nâzım Cemal’in bu takdirinden cesaret aldı:

“Onu kandırabilirsem İzmir’e de götüreceğim. Şöyle bir ay…”

“Fena olmaz. Değer doğrusu.”

“Ne diyorsun azizim? Sen gelmeden evvel onu düşünüyordum. Mukaddes gibi kadınlar insanı ömrü oldukça bıktırmazlar. Çünkü hem yaşamasını biliyor, hem yaşatmasını. Hem eğlenmesini biliyor, hem de…”

Nâzım Cemal’in meşhur kahkahası sözünü tamamlatmadı:

“Dosdoğru konuşurken saçmalamaya başlama azizim. Hiçbir kadın insanı ömrü oldukça mesut etmez. Bunu bir kere kabul et. Ondan sonra bu çeşit kadınlar belki de eğlendirmesini bilirler ama hayatlarına hâkim olan erkekleri değil. Senin, benim, şunun bunun gibi ya menfaatleri ya zevkleri için alakadar oldukları erkekleri… Yoksa onlarla sıkı sıkıya bağlandın mı dünyanın en sıkıcı, en çekilmez, en baş belası kadını olurlar.”

Ahmet Melih cevap vermedi. Yaktığı cigaranın ilk dumanlarını boşluğa üfleyen Nâzım Cemal devam etti:

“Bir İzmir seyahati fena değil. Bunu tavsiye ederim, hatta istersen ben de iştirak edeyim. Benim daktiloya patronundan yirmi gün için izin alabiliriz belki! Ama bilmem ikisi anlaşabilir mi?”

“Zannetmem. Zaten söz vermedi. Hatırım için gelmeye çalışacağını söyledi. Duyulur diye çekiniyor.”

Nâzım Cemal sinsi sinsi güldü:

“Çekinen kadının Prenses’in evinde işi ne a birader? Bunlar numaradır. Cilvedir. Sen bu seyahat için ona ne vereceksin söyle bir kere… Bak nasıl tıpış tıpış gelir.”

“Bu kadar da düşürme canım! Artık sokak kadını değil ya bu…”

Nâzım Cemal fıkır fıkır, karnını hoplata hoplata güldü, güldü. Neden sonra gözlerini silerek arkadaşına baktı:

“Mektebe yeni başlıyorsun galiba. Yahu sen kadınları yeni mi tanıyorsun Allah aşkına? Seni telefonla arayan, peşine düşen, Prenses’in evinde gelip seni bulan, seninle sabaha kadar içip eğlenen, çantasına yerleştirdiğin paraları öpüp başına koyan, evini, barkını bırakıp seninle İzmir’e gitmeyi kabul eden bir kadın nasıl bir kadın olabilir? Namus kraliçesi mi yoksa sokak kadını mı? Böyle kuruntulara lüzum yok azizim. Dün gecesini seninle geçiren kadın yarın gecesini de başkasıyla geçirir. Mademki geceleri veyahut gündüzleri kiralıktır. Ama sırf zevki, sevgisi için yaşayan ve yalnız bir erkeğin aşkını hisseden kadınları ayırmak lazımdır. Bunlar zevkleriyle beraber şereflerini de verdikleri erkekten bu fedakârlıklarına karşı para değil sadece vefakârlık beklerler. Senin Mukaddes Hanımefendi Prenses’in apartmanına geldikten sonra mesele yoktur. Bu sınıf kadınlar bence sokak kadını dediğin taksi kadınlarından daha iğrençtir. Çünkü her birinin arkasında hayatlarını bağladıkları bir zavallı erkek vardır.”

Ahmet Melih laf olsun diye:

“Mübalağa etme.” dedi. “Ne kadar olsa…”

O büsbütün hızlandı:

“Ne kadar olsa ne demek azizim? Sokak kadını nihayet hayatını kazanmak, belki de anasını, çocuğunu geçindirmek için düşmüştür. Fakat berikiler sırf sefahatleri, süsleri, şatafatları için, rakiplerinden üstün görünmek için, şu zenginin, bu meşhur adamın sevgilisidir dedirtmek için düşerler ve kendileriyle beraber taşıdıkları isimleri de düşürürler. Aradaki fark tahmin edeceğinden çok derindir. Bunu sen de takdir edersin ya. Şimdi Mukaddes Hanım’ı müdafaa etmek icap etti de…”

“Yok canım, ne müdafaa edeceğim.”

“Böyle kadınlarla eğlen, zevk et, parasını çantasına koy, geç birader. Ben böyle bir kadınla bir hafta yaşayamam. Bilirim ki o benimle yaşarken bile binbir hülya peşindedir. İnsan hayatta ne olsa biraz samimiyet ister canım, hele kadın erkek münasebetinde. Böyle kaşarlanmış kadınları bol para bile tatmin etmez. Gözleri daima bir derece daha üstündedir. Hâlbuki sokak kadını dediğin daha umumi bir kadın, hayattan o kadar usanmıştır ki gösterilecek en kısa bir saadet onu candan, gönülden insana bağlayabilir.”

Ahmet Melih onun kadınlar hakkında pek kestirme, kati fikirleri olduğunu bildiği için münakaşaya girmek istemiyordu. Lakırtıyı değiştirmek için sordu:

“Bu akşam ne yapacaksın?”

“Hiç! Ya sen? Tabii dinleneceksin.”

“Rıza Sedat gelecekti. Handise gelir.”

“Dün gece onun bir tuhaflığı vardı. Hasta mıydı? Hoş o geldiği zaman biz de pek tabii değildik ya.”

Ahmet Melih, bu neşesi eksik olmayan bekâr arkadaşına her zamankinden ziyade sokulmak ihtiyacını hissediyordu. Nâzım Cemal gibi zengin bekârlar, erkeklerin belki en mesutları idi. Korkusuz, endişesiz, gamsız, kedersiz insanlardı. Saçlarına kır bastığı hâlde Nâzım Cemal ne genç ruhlu, ne şen erkekti… Ve kadınların hatta genç kızların bile ne kadar hoşuna gidiyordu.

İçinde binbir endişe kaynaşırken sordu:

1.Gün doğmadan gecenin karnından neler doğar. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-605-121-815-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu