Kitabı oku: «Kayıp kıta: atlantis efsanesi», sayfa 4
Üçüncü Bölüm
RAKIP BIR DONANMA
Artık Atlantis’in kıyılarına yaklaşmıştık. Tob, her ne kadar modern aletlerinin yardımıyla, karayı muhteşem bir maharet ve isabetle bulmuş olsa da başkent büyük Atlantis şehrinin yer aldığı körfeze gelene kadar rotamızı izlemeye devam ederek daha on günlük bir yolculuk yapmamız gerekiyordu.
Karanın görüntüsü ve esintinin oradan bize doğru getirdiği toprak ve yeşillik kokusu, inanıyorum ki Tanrılar’ın emriyle, hepimizin hayatını kurtarmaya yarayan vesilelerdi. Çünkü okyanus aşırı uzun yolculuklarda, kaçınılmaz olarak gemilerimizdeki tayfaların bir çoğu ölmüştü ve bir kısmı da doğal olmayan çalkantı yüzünden iskorbüt hastalığına yakalanmış ya da (bazılarında olduğu gibi) gemideki doğal olmayan gıdaların ayrılmaz parçası olan tuzdan dolayı hastalanmışlardı. Fakat çaresiz kütükler gibi kamçı darbeleri altında bile hareket edemeyen bu sonuncu gruptakiler, karanın görüntüsü ve kokusuyla olağanüstü bir şekilde canlanmışlar, tekrar gemi işlerine yardım edebilecek ve (yeri geldiğinde) hem hayatları hem de gemileri için cesurca savaşacak kadar canlanmışlardı.
Yucatan’da görevden azledildiğim andan bu yana, Tatho’nun verdiği güvencelere rağmen Atlantis’te ne şekilde karşılanacağım konusunda şüphelerim vardı. Fakat yüzleşeceğim bu olay için endişe etmeyecektim, çünkü bu Tanrılar’ın elindeydi. İmparatoriçe Phorenice, yeryüzündeki en yüce varlık olabilir, karaya ayak bastığım anda kellemi omuzlarımdan ayırtabilirdi. Öte yandan Güneş Tanrım, Phorenice’in üzerindeydi ve eğer başım kopup düşecekse Tanrım bunun böyle olmasını uygun gördüğü için olacaktı. Bu yüzden, ne olursa olsun, yolculuk boyunca bu konuyu kendime dert etmedim ve yüksek gizemlere dair sakin çalışmama açık bir zihinle devam ettim.
Fakat donanmamız, izlediği rotada yeterince ilerleyerek iç sulara girişi işaret eden iki büyük buruna ulaştığında, başkent Atlantis’ten en az iki günlük uzaklıkta olan ve orada bizi karşılamak üzere beklediği şüphe götürmeyen bir başka donanmayla karşılaştık. Gemiler, onlara sığınak görevi yapan bir koyda demir atmışlardı; ama yukarıdaki yüksek arazide, yaklaştığımızı alarm vererek onlara bildiren bir keşif birliği vardı ve burnu döndüğümüz zaman gemilerin geçişimizi engelleyecek şekilde sıralandıklarını gördük.
Bizden geriye şimdi beş gemi kalmıştı, diğerleri ya fırtınalarda kaybolmuş ya da tüm mürettebatı iskorbütten öldüğü için arkada kalmışlardı, yabancılarda ise üç tane güzel gemi ve çok sayıda küreği olan üç kadırga vardı. Hepsi de temiz, parlak ve siyah renkliydiler; bizim gemilerimiz ise fırtınadan hasar görmüş, hava şartlarından yıpranmış haldeydi ve altları, dolanmış yosunlar yüzünden çok kötü vaziyetteydi. Bizim gemilerimizde Tatho ve Deukalion’un renklerini ve sembollerini belirten flamalar, apaçık ve gurur duyulacak şekilde asılıydı; bu yüzden bakan herkes, gemilerin kökenini ve işini bilebilirdi, diğer donanmanın gemileri ise sanki doğdukları için kendilerinden utanç duyan aşağılık yaratıklarmış gibi bir flama ya da köken belirten bir işaret taşımıyordu.
Ayrıca bir çatışma olmadan geçmemize izin vermeyecekleri açıkça belliydi ve bu alışılmadık şey değildi; çünkü denizlerde uygulanan hiçbir kanun yoktu ve bir gemideki kişi, başka gemideki kardeşini eğer sahilden uzakta, işitme menzili dışında yakalarsa onu yağmalamaktan hiç çekinmezdi, özellikle de diğer kardeş bir yağma veya bir ticaret seyahatinden mal yüklü olarak geri dönüyorsa. Bu yüzden Tob, gemimizi sistemli ve usule uygun olarak savaş düzenine soktu; diğer dört kaptan da kendi gemileri için aynı şeyi yaparak derli toplu bir filo oluşturmak için bize yaklaştılar. Yolculuğun neredeyse sonuna gelmişken hiçbir şekilde esir alınma durumu yaşamak istemiyorlardı.
Güneş Tanrımız, sanki bu işin devam etmesi için çok istekliymiş gibi, ışıl ışıl parlayarak makinelere tam hız verdi ve iki donanma, çabucak birbirine yaklaştı; üç kadırga ise onlara eşlik eden gemilerle aynı hizada olacak şekilde geride kaldı. Ne var ki aramızda yüzlerce gemi boyunda bir mesafe varken diğer donanma durdu ve kadırgalardan biri öne doğru çıkıp bir barış görüşmesi yapmak istediklerinin işareti olarak direklerine yeşil dallar çekti.
Bu alışılmadık bir hareketti; ama biz, denizde hırpalanmış donanmamızla gereksiz yere bir savaşa davetiye çıkaracak durumda değildik. Böylece uzaktan, karşılıklı boğuk seslerle bağrıştıktan sonra biz de durduk ve Tob, konuşmaya hazır olduğumuzu, elçilik yapacak kişiye saygı duyacağımızı göstermek için direğe (yeşil dal görevi görmesi için) kuru bir değnek çekti.
Kadırga bize yaklaştı, kendi etrafında döndü, kıçı bizim küpeşteye sürtünene kadar geri geri geldi ve gemidekilerden biri tırmanıp güvertemize atladı. Züppece giyinmiş, karadan taze erzak tedarik ettiği için son derece sağlıklı görünen genç ve dinç bir adam, büyük bir özgüven içinde hırpani halimizi küçümseyerek etrafına bakındı. Sonra Tob’u görünce tanıdık birini görmüş gibi başını salladı. “Eski içki arkadaşım,” dedi, “karın, ayaklarının dibindeki dört küçük çocukla birlikte Atlantis rıhtımında seni bekliyor. Onu göreli daha on beş gün bile olmadı.”
“Buraya bana evden haber getirmek için gelmedin,” dedi Tob, “bu kadarına yemin edebilirim. Latifelerini iyice anlamama yetecek kadar içki içtim seninle, Dason.”
“Sana evinin hâlâ orada olduğunu, karının ve çocuklarının seni içtenlikle karşılamaya hazır olduğunu belirtmek istedim.”
“Ben hiçbir zaman bunu unutacak bir erkek değilim,” dedi Tob, sert bir sesle, “ve onları her zaman aklımın bir köşesinde tuttuğum için bu gemiyle bir korsandan daha fazlasına meydan okumayı göze alarak denize açıldım; ama eğer bekâr bir adam olsaydım esir düşmekten hoşnut bile olabilirdim.”
“Ah, senin yeterince umutsuz bir adam olduğunu biliyorum,” dedi Dason, “ve eğer iş çatışmaya varırsa seni ve sakat adamlarını burada haklayıp çılgın gemilerini rahatça batırmadan önce, birkaç adamımızı seve seve kaybetmeyi göze aldığımızı sana itiraf etmekten çekinmiyorum. Donanmamızın yerine getirmesi gereken emirler var ve benim elçiliğimin amacı, senin mantıklı davranarak bize istediğimizi verip vermeyeceğini görmek istememiz; sonra hepinizin bir sıyrık bile almadan, sapasağlam yolunuza devam ederek evlerinize dönmenize izin verilecek.”
“Buraya yanlış kazı yolmaya geldiniz,” dedi Tob, gürültülü bir kahkahayla. “Yucatan’dan ayrılırken gemilere hiçbir hazine ya da mal almadık. Limanda sadece yolculuk için erzak tedariki yapıp gemiyi yiyecek ve suyla doldurmaya yetecek bir süre için kaldık, daha fazla değil. Giderken nasıl gittiysek, aynı şekilde çıplak gemilerle geri dönüyoruz. Elbette bana inanmayacaksın, senin yerinde olsam ben de inanmazdım; ama eğer istersen ambarlara gidip bakabilirsin. Orada iskorbüt yüzünden yarım adam haline gelmiş birkaç zavallı denizci dışında hiçbir şey bulamazsın. Hayır, senin burada yumruklardan başka alabileceğin hiçbir şey yok Dason ve biz bunları sana fazla bir şey istemeden verebiliriz.”
“Yükünüzü bu kadar düşük değerde beyan etmene sevindim,” dedi elçi, “çünkü evinize sağ salim bir şekilde gitme hakkını kazanabilmeniz için, o yükü yanımda kadırgaya götürmem gerekiyor.”
Tob kaşlarını çattı. “Daha açık konuşsan iyi olur,” dedi. “Ben sıradan bir denizciyim ve süslü konuşmaları anlamıyorum.”
“Senin Deukalion’u,” dedi Dason, “Phorenice’e destek olması için Atlantis’e geri getirmek üzere gönderilmiş olduğun açıkça görülüyor. Eh, bizler de daha fazla destek olmadan Phorenice’e karşı savaşmanın zor olduğunu biliyoruz ve bu yüzden, Deukalion’la kendi yöntemimize göre ilgilenmek için onun bizim gözetimimiz altında olmasını istiyoruz.”
“Peki ya ben cimrilik yapıp yükümün bu parçasını sana vermeyi reddedersem?”
Şık giyimli elçi, hasar görmüş gemiye ve onun yanındaki hırpalanmış diğer donanma gemilerine baktı. “O zaman Tob, hepinizi çok kısa bir sürede denizdeki balıklara yem ederiz ve Deukalion tek başına Tanrılar’ın önüne çıkmak yerine, arkasından sendeleyerek gelen pejmürde tayfalarla birlikte dibi boylar.”
“Bundan şüpheliyim,” dedi Tob, “ama göreceğiz. Efendim Deukalion’u almanıza izin vereceğimi sanıyorsan, böyle bir şey söz konusu bile değil. Şunu bil ki içki arkadaşım Dason, birincisi eğer Deukalion olmadan Atlantis’e gidersem diğer efendim Tatho, bu günlerden birinde buraya geri döner ve ben onun elinde en yavaş ölümlerden biriyle can veririm; ikincisi ben Efendim Deukalion’un dev bir deniz kertenkelesini öldürdüğünü gördüm ve o gün bana ne kadar düzgün bir adam olduğunu gösterdi ki onu kendi isteği olmadan Tatho’nun kendisine bile teslim etmem; üçüncüsü de kıyıdaki son şarap masamızda payına düşen borcu ödemedin ve sen bu hesabı kapatana kadar sana hiçbir şey vermeden cehennem Tanrıları’nın yanına göndereceğim.”
“Eh, Tob, umarım kolay boğulursun. Karına gelince, ben onu her zaman çok beğenirdim ve onu nasıl kullanacağımın bir yolunu bulacağım.”
“Bunun için boynunu koparacağım, seni Avrupalı piç kurusu,” dedi Tob, “ve eğer bu güverteyi terk etmezsen hemen burada koparırım. Defol,” diye bağırdı. “Seni lanet olası! Çek git ki seninle adil bir şekilde savaşayım, yoksa şerefim üzerine senin bağırsaklarını dışarıya döker ve o aptal tayfalarının boynuna kolye diye takarım.”
Bunun üzerine Dason kendi kadırgasına döndü.
Tob derhal kendi gemimiz Bear’ın mekanizmasını çalıştırdı ve bas bas bağırarak sağdaki ve soldaki gemilere emirler verdi. Tayfalar iskorbüt yüzünden zayıf düşmüş olsalar da emirlere hızla itaat ettiler. Beş geminin hepsi birden çalıştırıldı ve Güneş Tanrımız pırıl pırıl parladığı için kısa sürede en yüksek hıza ulaştılar. Küçük donanmamızın gemileri birbirine yakınlaştı ve hepsi rakip gemilerden bir tanesini ortak hedef olarak seçti, gemi böylesine hızlı bir hücuma hazır olmadığından telaşa kapıldı ve bizi pruvadan karşılamaya çalışmak yerine alan kazanmak için dönmeye çabaladı. Sonuçta, beş gemimizin hepsi birden ona yandan çarparak sualtındaki sivri boynuzları ile gövdesini parçaladı ve onu batırdıktan sonra gövdeden ayrılıp geri çekildi.
Ancak düşmanın gemi sayısını beşe düşürüp kendi sayımıza eşit hale getirmiş olsak da bu avantaj uzun süre bizde kalmadı. Düşmanın üç çevik kadırgası hizaya geldi, lostromoların kırbaç şakırtılarıyla birlikte köleler küreklere sarıldılar, az sonra kendi gemilerimizden biri boynuzla parçalanıp battı ve gemideki adamlar kurtarılma umudu olmadan suda boğuldu.
Ardından, yaşayan en büyük savaşçının yüreğini ısıtacak, göğüs göğse bir yakın dövüş başladı. Gemiler ve kadırgalar, inip kalkan dalgaların üzerinde önsezileri güçlü hayvanlar gibi kendilerini zorlayarak ve birbirlerine sertçe sürtünerek çarpışıyorlardı. Güvertedeki adamlar oklarını fırlatıyor, baltalarını savuruyor, kılıçlarıyla kesip doğruyorlar ve borulardan alev püskürtüyorlardı. Fakat her şekilde mücadele, Bear üzerine yoğunlaştı. Düşmanın tüm hıncı onun üzerindeydi ve Tatho’nun donanmasının diğer mürettebatı, kendi gemileri alev aldığında, batırıldığında ya da ele geçirildiğinde hemen takviye için Bear’a geçiyorlardı.
Muharebe, biz Rahipler Klanı üyeleri için eski bir tanıdık gibidir ve yeni koloni bölgeleri oluşturmak zorunda kalanlar için ise en yürekli adamları bile bıktıracak kadar çok sıklıkta ortaya çıkar. Burada deneyimli bir adam olarak konuşabilirim. O zamana kadar, yarı ömrüm boyunca, adamların “Deukalion” diye savaş naraları attığını duymuş ve benim zamanımda çok şiddetli çarpışmalar görmüştüm. Ancak bu deniz savaşındaki vahşi şiddet, beni bile şaşırtmıştı. Bizi çevreleyen nahoş ve istikrarsız faktörler, üzerinde savaştığımız sallanan güverteler, korkunç alevleriyle eti ve ahşabı aynı şekilde yakan alev boruları, tepemizdeki gökyüzünde süzülerek uçan insan yiyen büyük obur kuşlar, çevredeki denizin içinde kaynayan ve suya düşenleri kemirip yemek için birbirleriyle yarışan insan yiyen balıklar, bunların hepsi bir ordu için toplanan en cesur askerlerin bile gözünü korkutmaya yetecek bir durum oluşturuyordu.
Fakat bu kapkara gemiciler, bunların hepsine boyun eğmez bir cesaretle karşı koydular ve asla korkuya kapılıp bağırmadılar. Denizlerde yaşam, öylesine zor ve (engin suları istila etmiş canavarların yarattığı) öylesine vahşi tehlikelerle doludur ki denizcilerin çok aşina olduğu ölüm, sırf bu yüzden korkutuculuğunun yarısını kaybetmiştir. Onlar, sırf boğuşma tutkusu yüzünden, kıyıdaki tavernalarda kendi aralarında sonuna kadar dövüşürlerdi; bu yüzden şimdi burada, bu umutsuz deniz savaşında, adamların içindeki öldürme tutkusu, göklerin gazabıyla ormanlara yağan kızgın ateş taşları gibi yanıyordu ve aldıkları ölümcül yaralara bile gülüyorlardı.
Bizim tarafımızda savaş narası olarak sadece “Tob!” diye bağırılıyordu ve bu bilinmeyen gemi kaptanının adı, kendi mürettebatımız arasında birçok tanınmış komutanın gıpta edeceği kadar büyük bir güven sağlamış gibi görünüyordu. Düşman tarafında ise bir düzineye yakın savaş narası vardı ve bu onların kafasını karıştırıyordu. Ancak diğer gemi komutanları birer birer öldürülüp geriye şeytanca taktikleriyle sadece Dason canlı kaldığında, bizim “Tob!” naralarımıza karşın, onlar da “Dason!” diye bağırmaya başladılar.
Gelgelelim ben, sayfamı tek ihtişamı vahşet olan bu belirsiz deniz savaşını daha fazla açıklama yaparak doldurmayacağım. Her iki tarafın gemileri de ya tek tek battı ya da içindeki herkes öldürülmüş olarak öylece bırakıldı, sonunda geriye sadece Da-son’un kadırgası ve bizim Bear kaldı. O an için üstünlük bizdeydi. Yucatan’dan yelken açtığımızda donanmaya alınan denizcilerden on beş yirmi kişi sağ kalmıştı, düşman bize bordalamış ve Bear’ın güvertesini savaş alanına çevirmişti. Öte yandan onlar alev püskürtmekle fazla meşguldüler ve o anda, biz birbirimize öfkeyle saldırırken, bu güçlü gemiden çıkan dumanlar ve alevler, onun artık kurtuluş şansının olmadığını bize açıkça gösteriyordu.
Fakat Tob’un gözünü hiçbir şey korkutmuyordu. O gürültülü kahkahasıyla, “Eğer istiyorlarsa burada kalıp kızarabilirler,” diye bağırdı, “ama şu anda kadırga bizim için yeterli. Deukalion’u koruyun ve benimle gelin, gemi yoldaşlarım!”
Adamlarımız savaş çılgınlığının coşkusu içinde, “Tob!” diye bağırdılar ve ben de, “Tob!” diye bir savaş narası atmaktan kendimi alamadım. Lider olmamak benim için değişik bir durumdu, ama kaba saba tavır ve planlarına rağmen bir kereliğine olsun bu Tob’un arkasında savaşmak bir lüks sayılırdı. Gelişme biraz yavaş olsa da bu yeni hücumu durdurmak düşünülemezdi. Tob, kanlı baltasıyla önden yol açarken baştan ayağa savaş tutkusuyla dolu olan bizler, öfkeyle saldırdık. Tanrılar! Ne savaştı o öyle!
Zavallı Bear, arkamızda alevler ve dumanlar içinde yanarken on kişi kadırgaya çıktık. Arkamızdan gelmeye çalışan herkesi dönüp çılgınca şişledik ve gemileri bir arada tutan çengelleri keserek ilerledik. Denizin dalgaları, Bear’ın parçalarını sürükleyip götürdü.
Kadırganın kürek çekilen banklarına zincirlenmiş olan köleler, aralarına bazı başıboş mızrakların geldiği durumlar hariç kimin ne yaptığıyla ilgili değillerdi ve çatışmayı kayıtsız gözlerle izliyorlardı. Bu arada bir avuç savaşçı, Bear’ın içinde yanarak can vermektense her türlü kaderi göze alarak çaresizlik içinde arkamızdan kadırganın güvertesine tırmanmışlardı ve bunların derhal icabına bakılması gerekiyordu. Bu adamlardan içlerinde hâlâ kor gibi savaş öfkesi yanan üç tanesi, kurnazlıkla ve en tahrip edici şekilde öldürüldü; silahlarını denize atan beş tanesi, ölen kölelerin yerine kürek ıskarmozlarına zincirlendi ve geriye sadece kaderiyle yüzleşecek olan Dason kaldı.
Çatışma gözünü yıldırmış ve silahlarını denize atmıştı, asık suratla başına geleceklere karşı hazır bir şekilde bekliyordu; Tob, sevinçli bir yüzle onun yanına gitti.
“Ee, içki arkadaşım Dason,” diye bağırdı, “bir saat önce Atlantis’in oralardaki rıhtımda veletleriyle birlikte yaşayan kadınım hakkında bir sürü laf etmiştin. Şimdi sana hoş bir seçenek sunacağım; ya seni eve götürüp ona, tüm gemi mürettebatının önünde (pek çoğu şimdi öldü, zavallı adamlar) neler söylediğini söyleyeceğim ve bunu sana ödetmek için neyi uygun görürse onu yapması için bedenini ona vereceğim ya da diğer seçenek olarak, şimdi burada seninle bizzat kendim ilgileneceğim.”
“Verdiğin şans için teşekkür ederim,” dedi Dason ve diz çöküp boynunu baltanın altına uzattı. Böylece Tob, onun başını kesti ve bunu herkese ilan etmek için kelleyi kadırganın önündeki uzun burna astırdı. Gövdesini yan tarafa attı ve havada dönüp duran, yakınlardaki insan yiyen dev kuşlardan biri alçalarak gelip onu kaptıktan sonra gövdeyle birlikte kayaların arasındaki yuvasına doğru uçtu. Böylece, kürek çeken esirler kadırgayı hızla başkente doğru götürürken biz de yemek olarak kadırgada bulunan meyvelerden ve taze etlerden istediğimiz her şeyi serbestçe aldık.
Geminin kıç kasarasında bir şarap tulumu vardı, bir boynuz alıp şarap doldurdum ve kutlama amacıyla onu Tob’un ayaklarına döktüm. “Dostum,” dedim, “bana gerçek bir dövüş gösterdin.”
“Teşekkürler,” dedi Tob, “senin bu konuda uzman olduğunu biliyorum. Devam ederken güzeldi ve adamlarımın çoğunun iskorbüt hastalığından çökmüş olduğunu bildiğim için, onların inanç sayesinde savaştıklarını söyleyebilirim. Efendim Tatho’nun donanmasını kaybettim, ama sanırım Phorenice beni burada haklı görecektir. Eğer ona karşı olanlar, kendisine yardıma gelen Efendim Deukalion’u öldürmek için bu kadar çok zahmete giriyorlarsa, ben Deukalion’u her ne kadar biraz bereli ve üstü başı kanlı da olsa rıhtıma sağ salim çıkardığım zaman, duyduğu sevinci göstermekten kaçınmayacaktır diye düşünüyorum.”
“Bunu Tanrılar bilir,” dedim, çünkü savaş heyecanı içinde olduğumuz o an için aramızdaki görgü kuralları her ne kadar gevşemiş olsa da altımda olan kişilerle politik konuları tartışmak asla âdetim değildi. “Tanrılar senin için neyin en iyisi olduğuna karar vereceklerdir Tob, tıpkı Atlantis’e gelmemin benim için en iyisi olduğuna karar verdikleri gibi.”
Denizci, elinde şarap tulumundan doldurulmuş bir boynuz tutuyordu ve sanırım, onu benim yaptığım gibi kutlamak için ayaklarıma dökmeyi düşündü. Fakat fikrini değiştirdi ve onun yerine şarabı kafasına dikti. “Bu savaşma işi insanı susatıyor,” dedi, “ve bu içki çok iyi geliyor.”
Elimi onun kan bulaşmış koluna koydum. “Tob,” dedim, “tekrar iktidar sahibi olup olmayacağım ya da yarın idam edilip edilmeyeceğim tamamen ayrı bir konu ve bunu ancak Tanrılar bilir; ama şimdiden sana şunu söyleyeyim ki eğer bana minnettarlığımı göstermek için bir şans verilirse, bu yolculukta bana nasıl hizmet ettiğini ve bugün nasıl mücadele ettiğini hiç unutmayacağım.”
Tob, elindeki boynuzu şarap tulumundan tekrar doldurdu ve ayaklarıma döktü. “Bu benim için, karımla çocuklarımın bugünden itibaren asla yoksun olmayacaklarına dair yeterli bir güvence,” dedi, “Efendi Deukalion ve idam, daha neler!”
Dördüncü Bölüm
PHORENICE'IN KARŞILAMA TÖRENI
Şimdi tüm gerçeğiyle şunu söyleyebilirim ki körfezin ağzında bizi bekleyen rakip donanmayla karşılaştığımızda, ona destek olmam için beni emri altına çağıran İmparatoriçe’nin gözündeki değerim üzerine pek fazla düşünmemiştim. Fakat orada, bizi pusuda bekleyen gemiler ve adamların beni ellerine geçirebilmek için vahşi bir gaddarlıkla savaşmaları, bunu ortaya koyan ve en kör insanların bile görebileceği kadar aşikâr alametlerdi. Ulusun kaderinde çok önemli bir rol oynamamın beklendiği açıkça belliydi.
Bizim gelişimiz, düşmanlar tarafından izlenmiş olduğuna göre Phorenice’in de mutlaka bizi izleyen gözcüleri vardı ve bunlar dağlardan bizi görüp başkente haber ulaştırmış olmalıydı. Gerisinde büyük Atlantis şehrinin yer aldığı körfez, genişlik açısından büyük farklılıklar gösteriyordu. Aşırı derecede fokurdayarak kaynayan dağların püskürterek aşağıya akıttığı sıvı maddelerin oluşturduğu sert kayalıkların olduğu yerlerde kanal, neredeyse bir nehir genişliğindeydi ve sonra, yarım günlük bir yelken yolculuğunun sonunda, genişleyerek kıyıları zar zor görülebilen çok büyük bir göl halini alıyordu. Dahası, izlediği yatak dolambaçlı kıvrımlarla devam ediyordu; bu yüzden yolunu bilen ve kıyı boyunca uzanan düzlükler, bataklıklar ve tüten tepelerin arasından geçen bir haberci, yoldaki ateş derelerinden ya da sudan veya etrafta dolaşan canavarlardan kurtulabildiği takdirde, karayoluyla sahilden başkente, kürekçilerin en sert şekilde kırbaçlandığı denizdeki kadırgalardan bile çok daha hızlı bir şekilde haber taşıyabilirdi.
Elbette, haberciye hızlı olması için tüm önlemleri feda etme emri verildiğinden, onun bu karayolundan güvenli bir şekilde geçiş yapması büyük riskler taşıyordu. Fakat Phorenice, habercilerin sayısı konusunda cimri davranmıyordu. Boğazların deniz girişine tepeden bakan burnu üzerine yirmi kişilik bir haberci birliği göndermişti; her biri kendi rotasındaki haberleri anlatmaya başlamıştı, bu becerikli arkadaşlardan en az yedisi, hızları ve zekâları sayesinde bir hasar görmeden haberlerle dönebilmişlerdi, diğerlerinden ise ancak üçünün hayatta kaldığının bilindiği söylenmişti.
Tabii ki bu durumu o zamanlar bilme imkânımız yoktu ve bizim oraya geleceğimizden başkalarının pek haberi olmadığını düşünerek yolumuza devam etmiştik. Kadırganın küreklerini çeken köleler, çoğunlukla Avrupalı yabanilerdi ve kokuları o kadar rahatsız ediciydi ki yolculuğun bütün zevki kaçmıştı, üstelik rüzgâr bu kokuyla birlikte püsküren bir ateş dağından yayılan sayısız miktarda küçük kum tanecikleri taşıdığı için mümkün olduğunca fazla oyalanmadan yolculuğun bir an önce bitmesini istiyorduk. Ayrıca kendimi boş yere küçük düşürmeden şunu itiraf edebilirim ki rahiplik eğitimim sırasında aldığım stoacı felsefe öğretisine göre tüm geleceğin Tanrılar’ın elinde olduğunu biliyor olsam da sonuçta hâlâ zayıf tarafları olan bir insandım ve Atlantis’te nasıl karşılanacağıma dair çok büyük bir merak içindeydim. Zihnimde, karaya çıktığım zaman resmi bir mahkûm olarak tutuklanacağımı ve Yucatan kolonisini iyileştirmek için neler yaptığımı açıklamak üzere bir duruşmaya çıkacağımı ya da bilinmeyen ve fark edilmeyen biri olarak kıyıya adım atacağımı, bir süre sonra da İmparatoriçe tarafından yeni görevler üstlenmem için oraya çağrılmış olduğumun unutulup gideceğini hayal ediyordum, ama asıl karşılanışım benim tahmin bile edemeyeceğim bir şekilde gerçekleşti.
Şehrin arkasındaki kutsal dağın zirvesinde yanan sonsuz ateşlerin göz kamaştıran parıltısıyla birlikte sabah şafak sökerken ortaya çıktık ve lostromonun kamçısı, kadırgaya son bir hamle yaptırmak için tiksinti verici kölelerin üzerinde çok daha şiddetli bir şekilde şaklamaya başladı. Rüzgâr ters yönden estiği için yelkenleri açamadık ama kürekler sayesinde oldukça iyi bir hızla ilerliyorduk, kutsal dağın kenarları daha da yükseldi ve aynı anda şehirdeki piramitlerin zirveleri ile yüksek binaların kuleleri, sanki ışıldayan suyun üzerinde yüzüyormuş gibi kendilerini göstermeye başladılar. Atlantis’i en son görüşümden bu yana yirmi yıl geçmişti ve yerdeki döşeme taşlarının üzerinde tekrar yürüme düşüncesiyle kalbim kor gibi yanmaya başladı.
Görkemli şehir, biz denizden yaklaştıkça büyüdü ve küreklerin her hamlesiyle birlikte kıyılar daha da yakınlaştı. İlk olarak, erkekliğe adım atma törenimin yapıldığı tapınağı, sonra üyeliğe kabul edilerek içindeki küçük gizemleri öğrenmeye başladığım piramidi gördüm ve ardından da (daha küçük nesneler fark edilir hale geldikçe) bir babayla annenin beni yetiştirdiği evi fark ettim; canlanan anılarla birlikte gözlerim doldu.
Kural gereği kadırgayı limanın beyaz duvarlarının dış tarafına yanaştırdık ve köleler, kürek ıskarmozlarının başında nefes nefese, sessizce hıçkırdılar. Bu şekilde konuşlandırılan gemiler için genellikle yeterli bir bekleme süresi vardır, çünkü bir liman kaptanı kendi rütbesinden emin olmamaya çok eğilimlidir ve bunu onlara kanıtlamak için insanları bekletmek zorundadır. Ancak liman kaptanının teknesi, şimdi burada bizi bekliyor olabilirdi. Limanın girişindeki iki kaleden sinyal borusunun sesi duyuldu, aralarında asılı olan zincir indirildi ve duvarların arkasından on kürekli bir tekne, küreklerin çekebildiği kadar hızlı bir şekilde ileri çıktı. Hızla yanımıza geldi ve sorular sorulmaya başlandı:
“Bu Dason’un kadırgası değil mi?”
“Öyleydi,” dedi Tob.
“Ah, Dason’un kellesini pruvanın boynuzunda asılı gördüm,” dedi liman kaptanı. “Sen Tatho’nun kaptanı mıydın?”
“Hâlâ öyleyim. Tatho’nun filosu, Dason ve arkadaşları tarafından denizin dibine gönderildi ve bu yüzden biz de yolculuğu tamamlamak için bu leş gibi kokan kadırgayı aldık, geriye suda yüzen bir tek bu tekne kalmıştı.”
Liman kaptanının gözleri, arka güvertede duran grubumuzun üzerinde gezindi. “Korkarım ki kaptan, sizi tehlikeli bir karşılama bekliyor. Efendi Deukalion’u aranızda göremiyorum. Yoksa başka bir donanmayla mı geliyor? Tanrılar aşkına kaptan, eğer senin sorumluluğun altındayken onun öldürülmesine izin verdiysen İmparatoriçe senin derini diri diri ve yavaşça yüzer.”
“Phorenice ve Tatho’nun ikisi de onun sağlığı konusunda bu kadar kaygılı olduklarına göre,” dedi Tob, “Efendi Deukalion tehlikeli bir yolcu olmalı. Ama bu yolculukta derimi kurtaracağım.” Başparmağını kaldırarak bana doğru salladı. “Kendisi araya girip benim için bir şeyler söylemek üzere orada bekliyor.”
Liman kaptanı, sanki inanmıyormuş gibi, bir an dikkatle bana baktı ve sonra tatmin olmuş halde, törenlere alışkın bir adam olarak önümde saygıyla eğildi. “Efendimin asaletine bakarak onu daha önce tanıyamamış olduğum için, sonsuz kudretiyle benim bu günahımı bağışlayacağına inanıyorum. Ama doğrusunu söylemem gerekirse efendimi çok daha uygun bir kıyafet içinde görmeyi umuyordum.”
“Saçma,” dedim, “eğer ben basitçe giyinmeyi seçmişsem basit bir adamla karıştırılmış olmama itiraz edemem. Ben kalitemi gösterişli giysilerle ilan etmekten hoşlanmam. Eğer bana bir özür borçlu olduğunu düşünüyorsan, bu soruşturmayı sona erdirerek kendin için daha hayırlı bir iş yapmış olursun.”
Adam yaltaklanarak yerlere kadar eğildi. “Efendimin en naçiz hizmetkârlarından biriyim,” dedi. “Ve efendimin kadırgasına limanda tayin edilen palamar yerine kadar kılavuzluk etmek, benim için çok büyük bir şeref olacak.”
Tekne ileri doğru hareketlendi ve bizim kadırganın köleleri, bir ritim içinde tekrar küreklere asıldılar. Tob, dümendeki adamları yönlendirdiği yerden yavan bir gülümsemeyle beni izliyordu.
“Ee,” dedim, aklındakini merak ederek, “ne var?”
“Düşünüyorum da,” dedi Tob, “Efendi Deukalion karaya çıktığı zaman, tüm bu zarif asaletin arasında beni çok kaba bir adam olarak hatırlayacaktır.”
“Sakın bunu düşünme,” dedim, “yok öyle bir şey.”
“O halde ben de sana inceliğimi kanıtlamalı ve seninle çelişmemeliyim,” dedi. Elimi kocaman, sert yumruğunun içine alıp sıktı. “Tanrılar’ın yardımıyla Deukalion, sen büyük bir bey olabilirsin ama ben seni bir insan olarak tanıyorum. Dünya üzerinde hem canavarlarla hem de insanlarla savaşan en iyi dövüşçüsün ve seni bunun için seviyorum. O kertenkeleye mızrağı saplayışın var ya! Tavernalardaki şarkıcılar bunun için ilahiler yazacaklar.”
Hızlı bir şekilde limana girdik; giriş kalesindeki askerler, aralarından geçerken karşılama trompetlerini çaldılar. Liman kaptanı, kendi teknesinin direğinin tepesine, karşılama için önceden temin edilmiş olduğu anlaşılan, benim sancağımı çekti ve o anda limanın geniş havzasındaki rıhtımlardan bize doğru müzisyenlerin sesleri gelmeye, güneş ışığı altında oynaşan karşılama ateşlerinin solgun parıltıları yayılmaya başladı. Bir Atlantis İmparatoriçesi’nin geri dönen herhangi birine böylesine ilgi göstermesine neden olacak kadar büyük bir sıkıntı içinde olduğunu düşünmek, beni neredeyse dehşete düşürdü.
Hiçbir şeyin yarım bırakılmadığı çok açıktı. Liman kaptanının teknesi bize önderlik etti ve bizim de onu takip etmekten başka seçeneğimiz yoktu. Kadırgamız, kraliyet iskelesinin yanına çekilerek kutsal hükümdar sarayının altından yapılmış kazıkları ve halkalarına palamarla bağlandı.
“Eğer Dason böyle bir ağırlama öngörebilseydi,” dedi Tob, dehşet verici bir alayla, “iskele babasına sıkıca bağlanmak için sıradan bir kendir halat yerine eminim gemisinde ipek palamar bulundururdu. Eğer güneş, onun suratını kavurup sertleştirmemiş olsaydı eminim şu anda kaşları çatılmış olurdu. Efendi Deukalion, acaba bu sıradan geminin üzerinde dikkatli adımlarla güzel bir şekilde yürüyerek rıhtımın çevresine senin için yaydıkları zarif halıya geçebilir misin?”
Liman kaptanı, Tob’un bu kaba şakalarını duyarak korku dolu bir yüzle ona baktı ve ben hafif bir iç geçirerek kolonilerdeki özgürlüğün burada, Atlantis’te yeri olmadığını hatırladım. Bir kere daha rütbemin tüm haysiyetiyle kendime iyice çekidüzen vermeli, o büyük ve muhteşem törenin formalitelerini yerine getirmeye hazır olmalıydım.
Fakat bu formaliteler nasıl olursa olsun, kendine saygısı olan bir adam kendi şahsiyetini de korumalıydı ve İmparatoriçe lütfedip gelene kadar, benim altına sığınmam için özel olarak oraya ddikilen kırmızı bezden, büyük bir çadıra girmeye razı olmama rağmen hoşgörüm orada sona erdi. Sıra yine giysilerime gelmişti. Beni çadıra sokan muhteşem giyimli üç saray teşrifatçısı, beni de kendileri gibi süslü bir papağana dönüştürmek için akla gelebilecek her türlü süslemelerle bezenmiş bir dizi değişik giysiyi önüme serdiler.
Ters bir şekilde kıyafetimi değiştirmeyi reddettim ve içlerinden biri kem küm ederek İmparatoriçe’nin zevklerinden söz ettiğinde, ona bu önemsiz konu hakkında majestelerinden kesin bir emir alıp almadıklarını sordum.
Tabii ki, hiç böyle bir emir almadıklarını itiraf etmek zorunda kaldılar.
Bunun üzerine adamlara sertçe çıkışarak Phorenice’in, Deukalion’un, bir erkek olarak kendisine katılmasını emrettiğini ve dış görünüşüyle ilgili zevkinden hiç söz etmediğini söyledim.
“Bu kıyafet,” dedim, “benim mizacıma gayet iyi uyuyor. Naçiz bedenimi sıcaktan ve rüzgârdan koruyor, ayrıca da temiz. Bana öyle geliyor ki beyler,” diye ekledim, “sizin bu müdahaleniz, biraz terbiyesizlik kokuyor.”
Teşrifatçıların üçü de tek bir hareketle kılıçlarını çekerek kabzalarını bana doğru uzattılar.
Sözcüleri, “Eğer yüce Efendi Deukalion, bizi daha sonra işkencecilere teslim etmek yerine intikamını şimdiden alırsa bize iyilik etmiş olur,” dedi.
“Of,” dedim, “konu kapanmıştır. Küçük bir şeyi amma da büyüttünüz.”
Bununla birlikte, onların bu hareketi bende biraz aydınlanma yarattı. Bana kılıçlarını sunarken çok samimiydiler ve bu durum, şimdiki Atlantis’in benim bildiğim Atlantis’ten daha farklı olduğunu ve bir adamın yalnızca bir elbisenin değişik olması yüzünden işkence görmekten korktuğu bir yer haline geldiğini bana fark ettirdi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.