Kitabı oku: «İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği», sayfa 2
ÖN SÖZ
İran’ın barışçıl bir şekilde bölünmesi, Fas’ın ve Fas’ta hilafet iddiasında bulunan Sadat İdrisiyye1 hanedanının Fransa himayesine girmesi, İtalya’nın Trablusgarp’ı istilası, Balkan devletleri tarafından Osmanlıların Avrupa’dan çıkarılması ve bütün büyük devletlerin resmî bir biçimde müttefiklere yardım etmesi, İngiltere ve Rusya arasındaki uzlaşma, Fransa’nın bu iki devletle birlikte yola devam etmesi, Pancermanizm ve Panislavizm’in bugün yarın birbirleriyle çarpışmada bulunma ihtimali, İngiltere’nin varlığını korumak için Almanya karşıtlığında bulunması Aksay-ı Şark’ın2 uyanışı ve özellikle Çin Cumhuriyeti’nin ilanı gayet önemli bir tarihsel başlangıcı meydana getirir. Bu olaylar ile geçmişin bir dönemi daha kapanıyor demektir. Kezalik bu önemli vakaların gerçekleşmesi, ilerleyen zamanlarda oldukça dikkat çekici bazı dönüşümlerin ortaya çıkacağının, dünya haritasının biraz daha değişeceğinin kanıtı olma niteliğini taşımaktadır. Bu siyasal devrimler ile düşünce dengeleri ve teorilerinin, hatta uzmanlaşmaların da devrimi, daha doğrusu evrimi, asla gözden uzak tutulmayacak derecede büyük sorunlardandır.
Şunu demek istiyoruz ki henüz başlangıcında bulunduğumuz miladi yirminci asrın ortası, hiçbir şekilde bilinen eski çağlara benzemeyecek derecede dönüştürücüdür. Şimdiye kadar halledilemeyen ya da ortadan kalkmasına imkân bulunamayan meseleler bir şekilde temiz bir görünüm kazanmaya yaklaşacak, eskisinin yerine diğer bir statüko yerini alacaktır.
Bütün dünya savaşa hazırlanıyor. Bütün dünya savaştan kaçınıyor. Uykusundan kalkan ve kendi uyanışını gerçekleştirmeye mahkûm milletler, hak ve hukuklarını geri kazanmaya çalışıyor. Emperyalizmin artık içeriği değişti. Bu ve bunun için kopartılan gürültü patırtı arasında bazı milletler ihtiyarlıyor: Fransa ve İngiltere gibi. Bazı milletler yeniden doğuyor: Japonya gibi. Bazı milletlerin güneşinin doğmasından korkuluyor: Müslümanlar ve Habeşiler gibi. Eski zamanın siyasal yolları yerlerini bazı yeni etkileşimlere bırakıp teslim ediyor: Millî yollar ve ekonomik yollar bugün dünyaya hüküm sürüyor.
Batı, Doğu’yu zorlayarak sıkıntı veriyor. Bunun doğal sonucu olmak üzere bir geriye dönüş, eskiyi isteme duygusu ortaya çıkıyor ki bundan Asya’nın belki en esaslı inkılap ve ihtilali ortaya çıkacaktır. Zaten çaresizlik kanununa göre bu zorunlu bir netice olarak kabul edilmektedir.
Doğu nedir? Batı nedir? Bu iki dünya arasındaki ayrılıkların siyasi, millî, ırki, ahlaki, ruhi, hissî nedir? İslamiyet çağdaş asırda nasıl tarif olunabilir; İslam’ın geçmişi ile ilgisi ne derecededir; Kezalik onun gelecekte ne gibi bir rolü olabilir? Müslümanlar kimlerdir? Nasıl bir kuvvet oluşturabilirler? Bunlar bir toplumsal çoğulculuk ya da siyasal bir nicelik meydana getirebilirler mi? İnsan türünün altıda birini oluşturan ve hakikaten bugün geride kalmış bir hâlde bulunan Müslümanlar ne gibi bir gayret göstermeliler ki ilk önce esaret prangalarından kurtulsunlar; Ondan sonra da medeniyet dünyasında üzerlerine düşen vazifelerini gerçekleştirebilsinler?
Bu meseleler hakkında genel itibarıyla, ne Doğu’da ne Batı’da henüz derinlemesine bir inceleme ortaya koyulmuştur. Avrupa’da bugün birçok kalem ustası İslam birliği konusunu gündeme getirmişlerse de yukarıda söylediğimiz açıdan bu önemli başlık konusu kapsamı itibarıyla derinlemesine incelenememiştir. Şurasını da söyleyelim ki Panislamizm Batı’da sadece bir içerik çatışması meselesi özelliğinde bulunduğundan siyasi ve millî ihtiraslardan sıyrılmış gerçek bilgi ve bilgelik sahipleri bunu bilimsel bir soğukkanlılıkla konu edinmeye henüz başlamamışlardır. Doğu’ya gelince, biz henüz Avrupa yöntem ve kuralları ile meseleleri inceleme ve araştırmaya alışmadığımızdan maalesef bu babdaki tedbirlerimiz faydasız kalmıştır.
İşte tarihin içinden geçmekte olduğu bu sonuç çerçevesinde bizler, olağanüstü önemli ve yarar sağlanabilecek meseleyi geniş bir biçimde ve gücümüzün yettiği derecede açıklama ve tanımlayıcı notlarla izah edeceğiz. Ele aldığımız konu ve yaptığımız işin öneminin, olası hatalarımızın okurlarımızın affının derinliğinde kabul edilmesine sebep olacağını zannederim.
İttihad-ı İslam ya da İslam birliği konusunun incelenmesinde imkânlar elverdiğince çeşitli ihtiraslardan soyunmuş olmak, hatta zemin ve zamanın gerektirdiği şekilde davranmak lazımdır. Bugün üstesinden gelinmiş ihtiraslar ya da alt edilmiş fikirler ile şimdi içinde bulunduğumuz his dünyasının kuvvetten yoksun etkileriyle tarih yazmak, geçmişte gerçekleşen olayları değerlendirmek ne kadar zor ise bazı düşünce ve ihtirasların akıntısına kapılarak İslam meselesini incelemeye koyulmak da o kadar zordur. Hatta, İslam birliği davası geleceği de bağlayıcı özelliği olduğundan belki ondan çok daha zor incelenecektir.
Cereyan eden durumlar çoğu kez, doğru olmayan hislere neden oluyor. Yeni ortaya çıkan olaylar içinde âdeta boğulup kaldığımızdan geçmekte olduğumuz zamanı tamamen tarafsız bir şekilde yargılayamıyoruz. Ve derya içinde bulunan balıkların, herkesçe bilinen meşhur mısra, deryayı bilemedikleri gibi bir-çoklarımızın da bin türlü sebepleri ve anlayış yöntemleri itibarıyla içinde bulunduğumuz durumları bilemememiz mümkündür. Gerçekleşen olaylar, bizden uzaklaşıp ve hatta birçok algımızın dışında kalıp tarihsel bir biçim ve kesinlik almadıkça, manevi anlamı dışında billurlaşmadığı sürece anlaşılması güçtür. Hakikat zannedilen şeylerin üzerinde hakikatler vardır; matematik biliminin bile ötesinde başka bir üslupta, bütün bütün başka hakikatler ispat olunduğunu iddia eden bilim insanları yok değildir. Onun için bazı hakikatler uydurulmuş, bazı resmî yollarla, birtakım ukudat (konvansiyon)3 bizim basiretimizi bağlamıştır. Doğa ve insan gücünün etkin olduğu olayların meydana getirdiği işlerin, her günkü meselelerin, hatta millî ve toplumsal ihtirasların, ekonomik gerekliliklerin üstüne çıkalım ve öyle bir dikkatle şimdinin en önemli meseleleriyle tarihin meşgul olduğu ve geneli en çok ilgilendiren işlerden çıkan sonuçların maddelerinden biri olan İslam meselesiyle uğraşalım.
Bu meselenin tarih ile kesin bir ilgisi olduğu, İslam ilerleme ve yüksekliğini geçmişten aldığı gibi şimdiki durumla da derin bağlantısı vardır. Emperyalizm politikası hemen hemen bir İslam meselesi olduğu gibi bu politika da Avrupa ve hatta bütün dünyanın şimdiki siyasetinin de temelidir. Bundan dolayıdır ki İslam birliği, derinlikleri nasıl olursa olsun birbirinden farklı şekillerde İngiltere, Fransa, Rusya, Felemenk, Almanya, İtalya, Japonya, Amerika emperyalizmlerini ve onların arasındaki alakaya bağlı olarak Avrupa siyasetlerini iyice inceleyip muhakeme etmemiz gerekir. Her şeyden önce İslam’ın geçmiş ile ilgisi, İslam’ın dünya geçmişindeki kökü anlaşıldıktan sonra bugünkü meseleler iyice incelenirse o zaman gelecek hakkında biraz kehanette bulunma hakkını elde ederiz.
Eserimizi biraz büyükçe tutmak, hâli hazırdaki Müslümanların hayat tarzından ayrıntılı bahsetmek niyetindeydik. İslam dinine inanan insanların birbirlerini tanıması için bu gibi bilgilerin yayımlanmasına ise çok fazla ihtiyaç vardır. Bu gibi incelemelerle ilgilendiysek de kitabımızda bu babda fazla bilgiler veremeyeceğiz. Sebebini söyleyelim: Böyle bilgilerin okurlara sunulması için bazı noktaların kesin bir şekilde bilinmesine ihtiyaç vardır. Müslümanlar oldukça dağınık bir şekilde, farklı iklim/bölgelerde, çeşitli tabiiyetler altında yaşadıklarından onlarla bağlantılı olan meseleler de çok fazla başlıklar içermektedir. Şu durumda Mısır, Tunus, Cezayir, Hint, Malezya, Rusya ve benzerlerindeki İslam toplulukları ile ilişkimiz daimî gibi sürdürülse de kendilerinden talep olunan kesin bilgileri almak güç oluyor. Doğu, Avrupa tarzındaki sisteme, düzenli bir şekilde düşünmeye, çalışmaya, araştırmaya, yoklamaya, dikkatle araştırıp incelemeye alışmadığından istenilen işi Avrupa tarzı bir kesinlikle göremiyor. İşte, Doğu’nun bu dağınık ve düzensiz durumu, merkezi bir kurumsallık içermeyen yapısı, eserimizi, bazı genel bilgilerin üretilebileceği bir başvuru kaynağı olarak ortaya çıkması hedefimizden uzaklaştırmaktadır. Bundan dolayı İslam’a dair birçok bilgi vermekle beraber bu kitabımız düşünce şekli, fikirler, teoriler, İslami duyguları etkisinden ve Avrupa’nın politikasından, emperyalizmden, doğu meselesinden bahsolunacaktır. Diğer kısım bilgileri toplamak mümkün olursa ayrıca bir cilt olmak üzere yayımlamakta tereddüt etmeyeceğiz.
Hangi sıfat ve yetkinlikle bu kitabı kaleme alıyoruz?
Zannederim ki okurlarımızdan birçoklarının aklına birden bire gelecek olan bu soruya hemen şurada cevap vermek gerekir.
Özel olarak ve pratik, fiilî bir şekilde beş seneden beri İslam birliği ile meşgulüz. Mısırlı, Tunuslu, Cezayirli, Faslı, Osmanlı, Hintli, Rusyalı, Çinli birleşme taraftarları ile ilişkide bulunduk, kendileriyle görüştük, haberleşmeler içinde yer aldık. Kalem tartışmaları ve siyasi tartışmalara karıştık. Çeşitli memleketlerde açılan siyasi kavgalara müdahale ettik. Bunlarla beraber Avrupa’nın İslam siyasetini uzun zamandan beri daimî bir biçimde takip ettiğimiz gibi Avrupa düşün dünyasının ileri gelenlerinden bu işlere dair yazı yazanların eserlerini okuduk, eleştirdik. İşte bütün bu mesai bize bir dereceye kadar yetkinlik verdiğinden bu kitabı yazıyoruz. Herhâlde bireysel yetersizliğimizi itiraf ederiz. Bize yayımlama cüreti veren bizden daha muktedir kalem sahiplerinin şimdiye kadar bu vadide gayret göstermemeleri olmuştur.
Bir diğer meseleyi de eleştirel gözlere sunalım:
Memleketimizde birçok insan ve özellikle bazı ileri gelen kişiler İttihad-ı İslam dediğimizde bir titreme hissediyor, ürküyorlar. Kendisi muhtaç himmet bir derde nerde kaldı gayriye himmet ede! Nakaratını tekrar ederek bu politikanın bizim başımıza birçok felaketler getirebileceğinden, devletimiz hakkında genel felaketlere sürükleneceğinden korkuyorlar. Başlangıç olarak, biz kendi işimize bakalım ondan sonra Cava’daki Müslümanların hâlini düşünürüz. Yahut Hindistan’ı zapt edelim derken Rumeli’yi kaybediyoruz. Veyahut Bu hayallerle İtalya’yı aleyhimizde bulunmaya tahrik ettik! gibi sözleri çok duyuyoruz. Bütün bu itirazlara teessüfler ederiz. Bu gibi çirkin açıklamalarda bulunanları zannederiz ki asla İslam birliğinin yüzeysel bir tanımından dahi haberdar olmamışlardır. Avrupalılar Ay yüzeyinin üzerindeki dağlar ve tepelere varıncaya kadar ölçüp dururken bizim içinde bulunduğumuz İslam dünyasını bilmezliğimiz, ne gibi bir dinsel çevre, toplumsal, siyasal ve ahlak dâhilinde yaşadığımızı incelemezliğimiz doğrusu affolunur rahatlıklardan değildir. İttihad-ı İslam, yayınımızda devam edecek bölümlerden de anlaşılacağı üzere büyük bir ısrarla duacı olabileceği gibi azim bir faydayı da uyandırabilir. Herhâlde İslam dünyası ve onu işgal eden ve tabii ki bütün Avrupa’yı ve hatta genel olarak dünyayı uğraştıran meseleyi bilememek, bilmek istememek, tabirim müsamaha ile görülsün, bir cinayet teşkil eder. Dar’ül-hilafenin göbeğinde İslamların ahvaline bu derecede lakayıt olmak zannetmem ki Avrupalılar tarafından oldukça rağbet gören tarz ve huyları incelemekte muvaffak olsun! Öncelikle İslam dünyasını ve onunla ilişkileri olan işleri bilelim. Ondan sonra hareket hattımızı tayin ederiz.
Bu gibi yayınlar Avrupa’yı kızdırır, hiddetlendirirmiş. Demek oluyor ki Avrupa bu derecede kolaylıkla hiddetlenmeye hazırmış! Öyleyse o yaşlı azgın hayvan bundan başka şeylerle de köpürür. Bundan dolayı bu kitabın ya da temsilcilerinin ne önemi olabilir?
Ön sözümüzü bitirirken şu noktayı da aydınlatmak gerekir. Fikir hürriyeti savunucularının ileri gelenleri arasında birtakımları -ki biz de fikirsel hürriyet taraftarları olarak bulunmakla ilk zamanlardan beri iftihar ederiz- İslam birliğini dinî bir mesele olarak kabul etmektedirler. Ve bu yoldaki yayınlar ve faaliyetleri gericilik darbesi olarak görüyorlar. Öncesinde ve sonrasında da söyledik ki İslamiyet iki içeriğe sahiptir: Dinî, siyasi. Biz bu dinsel içeriği burada konu edinip üzerine edebiyat yapmıyoruz. Din, vicdan ile bağlantılıdır. Bizim asıl iştigal ettiğimiz yönü İslamiyet’in siyasal ve toplumsal içeriğidir. İslam toplulukları tek bir milleti oluşturur. Tekrar ederek beyan ettiğimiz taraf üzerine İslamiyet çeşitli milletleri birleştiren kimyasal bir iksirdir. Bundan dolayı yaklaşık üç yüz milyon Muhammed’i bugün tek bir millet ve birleşik bir kitleyi oluşturur. Onların evrimini kolaylaştıran, ilerlemeye arzu ve istek kazandırma, yükselmeye neden oluşturacakların öğrenilmesi zannederim ki Avrupa emperyalistlerinin yaklaşamayacakları bir medeniyet seviyesi, insancıl bir gaye-i emeldir. Bu itibar ile İslam birliği taraftarını, gericilik ile, düşünce hürriyetine darbe indirmekle itham eden seçkin ya da ileri gelen devlet adamı sıfatı taşıyanları en gür sesimizle protesto ederiz. Hiç şüphe edilmesin ki insanlığın altıda birinin kurtuluşunu ve yayılmasını talep etmek ve yalnız bununla kalmayıp geri kalanın da hukuka aykırı bir şekilde özgürlüğüne tecavüz edilmemesi kuralına bağlı kalarak bütün insanların rahat yaşaması düşüncesiyle bir hareketi desteklemek çeşitli sömürgeler altındaki insanları düzeltilmesi gereken bir mal kabul eden kapitalizm teorisinin ilerlemesi için gayret eden Avrupalıların idealine göre her açıdan daha soylu ve kökü daha temiz bir gayedir.
İşte yalnızca İslam’ın tarihinde, bugün ve istikbalde hak ettiği konumu göstermeye ve İslam birliği konusunu toparlayarak düzenli bir kitap hâlinde ifade etmeye gayret ve bununla beraber asrımızda ve memleketimizde maalesef ilgi gören bazı yanlış fikirlere ve gericiliğe karşı mücadele içinde bulunduğumuzu ilan etmek maksadıyla ve her türlü etkileşimden uzak bulunarak bu cildi okurlarımızın değerlendirme huzurlarına arz ediyoruz.
Yeniköy30 Kanunuevvel 1328[M. 12 Ocak 1913]Celal Nuri
İSLAMİYET HAKKINDA GENEL DÜŞÜNCELER
Her kurum, her din, kısacası yok olmadan yaşamını sürdüren her şey, bir ihtiyacın, bir gerekliliğin eseridir; O gerekliliğin sürmesi ya da artması, onun sonucu olan din ya da müessesenin devamını ve yükselmesini gerektirir. Yüzeysel olan, bir zorunluluğa uygun gelmeyen biçimsel benzerlik, mezhepsel kurumlar, siyasal işler asla yaşamını sürdüremez. İnsan kitlelerinin ruhsal ve maddesel ihtiyaçlarını karşılayan ve bunlara cevap verecek temiz özelliklere sahip olan heyet ve suretler ister din ister mezhep şeklinde olsun, ister cisimsel olarak hükûmet tarzında hayat bulsun, hemen her zaman kalıcılıklarını sürdürmüştür.
Bundan dolayı İslamiyet tarihi araştırma ve derinlemesine inceleme biçimlerinde bu temellere bağlı kalmamız lazımdır. Eğer bu din yalnızca bir kişinin, bir grubun fikirsel ürünü ve emeli olsaydı on üç asırdan beri dünyaya böylesine ışık ve görkem salmaz, susturulmuş bir cenin gibi kendi gücünden mahrum olarak ya ölür gider ya da dünya sahnesinde bir ucube olmak üzere varlığını sürdürürdü. İslamiyet’in hicri ilk çağından itibaren bütün dünyayı saran ve etkileyen, bugün İslam devlet egemenliğinin son bulmasına rağmen varlığını manevi bir yapılanmada din olarak sürdüren, Asya ve Afrika’da ilerlemesi, onun, şüphesiz, insanlığın bir kısmının ihtiyaçlarını karşılayan ve onlara cevap veren bir içeriğe sahip olduğunun kanıtıdır. Sözün kısası, İslamiyet, doğal ve mantıklı bir din işleri kurumudur. Bütün o ham ve temelsiz şeylerden, bütün sanrılar ve hurafeden arındırıp soyutlayarak bir tarih yazıcısı gibi İslamiyet’i değerlendirecek olursak bu kesin olan hakikate varırız.
Peygamber çağı zamanında önce İsrailliler ve Nasraniler dünyaya yeterli gelmiyordu. Şimdiki siyasi esasları koruyucu şekildeki dünyaya artık yeterli gelmeyip siyaset dünyasının kuralları hayret uyandıracak şekilde iftihar edildiği gibi saadet zamanının ne gönülden sağlamlıkla bağlı Haniflerin, ne İsraili “Rabbi”lerin atik düsturları ne de nispeten yeni olan Nasrani ruhbanın dinî telkinleri insanların vicdani ihtiyaçlarını tatmin edemiyordu.
O zamanki durum ile Asya ve Afrika’nın şimdiki durumu arasında da büyük bir fark bulunmadığına en ciddi delil, bugün, bu iki insanlık yuvasında put heykellerinin İslamiyeti kabul ile toplumsal rütbelerini ve insani taraflarının yükseldiğine yine kendilerinin ikna olmasıdır.
Eğer Muhammed asrında Hristiyanlık ile Yahudilik ve o zaman kıymet sahibi olan Mecusilik insanoğlunun manevi ve maddi mutluluğu için yeterli gelseydi, hiç şüphesiz Hazreti Peygamber inkâr edilemeyecek olan dehası, önsezi kuvveti ve anlayışlılığından başka yeni din kurallarını yayamaz ve yaygınlaştırmazdı. Hâlbuki o zaman, insanlar şiddetle “reform”a, temel düzenlemelere, daha akla yatkın daha mantıklı daha ciddi bir şekilde gönülden bağlı ve yönetim şekline şiddetle ihtiyaç duyulduğu böyle bir yeni zamana layık olacak derecede rüştlerini ispat etmiş durumdaydılar. Muhammedî din kuralları oldukça az zaman içinde bir taraftan Fransa’nın sınırları içerisinde yer alan “Liyon”a, diğer taraftan Hindistan’da, Çin’e, Hint Okyanus adalarına, Afrika’nın zulüm altındaki bölgelerine kadar yayılır.
Protestanlık Katolikliğin ıslahı olduğu gibi İsrailiyet ve Nasrani-yetin ıslah edilmiş, büyütülmüş, soy temizliği rütbesine ulaşmış bir şeklidir.
Esas itibarıyla “klasik” kelimesiyle ifade edebileceğimiz Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık arasında büyük bir fark yoktur. Mahiyetleri, içerikleri birdir. Şu kadarı var ki bu üç semavi din ve Rabbani’nin en eskisi bittabi diğer ikisinden daha basit, daha başlangıç aşaması, daha kısaltılmışıdır. Aynı din, evrim kurallarına bağlı olarak İslamiyet şekline girmesiyle daha ziyade büyümüş, bütün dünya ve ahiret hükümlerini içeriğinde bulunduracak genişlikte bir mertebede ve diğerlerden çok genelleştirilmeyi de kapsayan bir içerik kazanmıştır.
Yahudilik küçük ve sınırları belirli bir din idi. Bu dinin genel bir içeriği olamazdı. Birçok kavim ve kabileler bu mezhebe bağlı olmadıklarından, din kurallarının rengi ve kokusunda esas itibarıyla daima Yahudilik hissedilir. Hâlbuki Hristiyanlık, daha ilk asır yayılmalarında, yalnız Filistin Yahudilerinin değil, bütün insan soyunun önemli bir kısmını etkisi altına almak konumunda bulunmak istediğinden içeriği daha genel, daha kapsamlı, daha geniş olmuştur. İslamiyet’e gelince, bu mezhep, Yahudilik, Nasranilik ve putperestlik gibi takip edilen yolların hepsinin ardından geldiğinden daha başka inancın, siyasal ve toplumsal deneyimlerin, daha büyük ruhsal dengelerin mahsulü olduğundan, elbette onların üstünde bulunmuştur. İslamiyet, kendinden önceki yol ve yolcuların hakkını verecek şekilde onları kaldırarak hükümsüz bırakmak kabiliyetini kazanmıştır.
İslam Doğu’da, çoğalmaya nail olunca böylece Batı kavimleri Hristiyanlık dünyasında ilerlemişler ve bunun sonucu olmak üzere on üç asırdan beri şiddetli dinsel ayrılıklar, ehl-i salibler [Haçlılar], engizisyonlar, Doğu meseleleri insan türünü haksız bir şekilde meşgul etmiş ve felaketlere sürüklemiştir.
Şimdiye kadar dünyaya gelen psikologların en büyüğü, en ululazmı hiç şüphesiz Hazreti Muhammed’tir. Bugün adedi üç yüz milyon tahmin edilen, insanlığın önemli bir kısmının binlerce senelik ihtiyaçlarını bilen ve ona göre din kuralları ortaya koyarak kitaplaştıran o yüce ve saygın kişidir.
Dünya tarihi bu kadar önemli bir zafer ve başarıyı şimdiye kadar kavrayamamıştır. Sakyamuni Buda’nın şan ve şeref halesi bile Muhammed şefaatinin etrafında sönmüş gitmiştir. İnsan sürülerini, milletleri, kavimleri, ırkları böyle harikulade simyevi bir vasıta ile temsil ettiren “ismiyle” yalnız İslamiyet olmuştur. Dünyanın, geçmişte, cihangiri olan Roma, hakkı olmadığı hâlde, en büyük kısmını yönetmekte bulunan Büyük-Britanya bile -ki tebaası altında yaşayan nüfusu, bütün Müslümanların sayısından fazladır.– böyle bir kabiliyeti gösterecek bir örnek ortaya çıkartamamıştı.
Müslümanlık Roma ve Büyük-Britanya gibi; Fransa ve Rusya gibi darbeler ve şiddet ile temsil edilmeye arzu duymamıştır. Bugün herkes Hindiler, Mısırlılar, Cezayirliler, Fransız ya da İngiliz olmaktan kaçar iken, eski çağlarda, Romalı olmaktan kurtulmak için silah bidest (silahsız bir şekilde) olarak millî müdafaada bulunur iken, vaktiyle Müslümanlığa dâhil olanların büyük bir çoğunluğu, ellerini açarak, İslam dinine kabul edilmek talebiyle, şerefli İslam diniyle şereflendirilmeye dua ederlerdi. O şart ile eskiyle olan ilişkilerini terk eder etmez, artık yeni iman ahalisi, kendi geçmişinin geleneklerini, milletlerini ve hatta lisanlarını bile feda etme derecesine varırlardı. Çünkü İslamiyet aslına bakılırsa milletlerin, kavimlerin, çeşitli ve farklı türlerde insanların da üzerinde ve yüksek bir konumda bulunan bir kardeşlik bağı olmak üzere vazedilmiştir. Özel millî duygular, İslamiyet bahis konusu olunca önemini bütünüyle kaybeder.
İşte, İslam’ın yayılma döneminde, bugünkü gibi zavallı insan türü milliyete dayalı ayrılıklardan usanmış, kavimlerin ihtiraslarından bıkmış olduğundan İslamiyet’in içeriğinde yer alan bu kardeşlik akidesinin yeterliliğini görmüş ve müminlerin kardeşliği fikrini İslam içerisinde cins ve tür ayrımı olmadan kardeşliğe dair hükümlerini, canını muhafazaya yarayan tılsım kabul etmiştir.
Bugün sosyalizm, kapitalizm ve aristokrasinin yöntem olarak kullandığı yolların birbirine tamamiyle zıt olmasına rağmen reddi milliye noktasında anlaşmış ve birlik olmuşlardır. Bugün gelinen durumda işçinin, sarrafın, asilin milliyeti yoktur ve olamaz. Birbirine olabildiğince zıt ve birbiriyle uygunluk gösteremeyen bu üç yeni mezhep ve yöntemin tarafı oldukları bir akideyi bundan on üç buçuk asır evvel Hazreti Muhammed dünyaya yayarak bütün insanlara İslamiyet bayrağı altına toplanmaları için doğru yolu göstermiş idi.
Bu yalnız sözlerde kalmamıştır. Sayısının üç yüz milyon civarında olduğu tahmin edilen birbirinden farklı cins ve renkler, birbirine zıt ve farklı lisanlarda ve farklı tabiiyetler altında yaşayan halk hep İslam dairesine girmek ile onun geleneklerini, ahlak ve adetlerini, hukuk ve idare tarzını almışlardır. İslamiyet silinmez bir boyadır. İslamiyet fetih ettiğini tekrar iade etmez. İslamiyet esasında bir yönüyle diyanet ve bir yönüyle de hükûmeti, yani manevi ve cismani iki ciheti ihtiva ediyordu. Süregiden zamanlar ile cisimsel açıdan tükenişe yüz tuttuğu hâlde, ruhsal açıdan asla önemini kaybetmedi. Aldığını geri vermedi. Bilakis o şiddetli Nasraniyet yönetimi altında bile inanan insanların artmasını sağladı.
Tarafsız olarak düşünelecek olursa bugün, İslamiyet olabildiğince önemli bir kuvvet meydana getirmektedir. Bu kuvvet, istikbalde, pek dehşetli bir rol oynayacak kabiliyettedir. İslam birliği, Müslümanların siyasi esaret altında olduklarına bakılmaksızın bugün mevcuttur. Doğrusu İslam birliği, Panislamizm, tamlaması bile lüzumsuzdur. Çünkü İslamiyet zaten bu birliğin düzenlenmesini tarif ve ihtiva eder. İslamiyet, her şeyden evvel, bir manevi bağlılıktır. Sona ermesi mümkün olmayan, Krupp ve Şnayder toplarının işleyemeyeceği maddesel olmayan bir bağdır. Onun maddesel bir şekil kazanması, içinde bulunduğumuz çağın meselelerinden biri değildir. Bu bağlılıklar “Soğuk kanlılık ile incelemelerimizi yürütüyoruz.” hiçbir maddi kuvvetin tesiri ile çözülemez.
Avrupa ve Hristiyan dünyası tarafından kötü bir şekilde gerçekleştirilen her zulüm, her şiddet, o çeliğin bir kat daha kuvvetlenmesine neden oluyor. İslamiyet’in kabiliyet temsilkariyesi vardır, temsilkariyesi yoktur; İslamiyet’e girilir, ondan çıkılmaz. Vaftiz sudan bir şey olup söz ile ortadan kalkar. İslam dinine girmek için ise hitan sünnettir4. Hitan merasimi gerçekleştirilen kimsenin, geçmişteki hâline iade olarak bu durumdan çıkmasına az imkân vardır.
Şu bulunduğumuz devirde İslamiyet siyasal açıdan bozguna uğramış durumdadır. Nasraniyet’e, idari açıdan Nasrani yönetim hükûmetine bağlıdır. Fakat hürriyetini vermekle İslamiyet gönlünü, dinî şartlarını, gaye-i emelini, ihtiraslarını, ya da lisanını vermemiştir. Müslümanların büyük çoğunluğunun bulunduğu yerlerde Hristiyanlık bir misafirliktir. Hint, İskender Rumi’den beri birçok fatihler gördü. O geniş sınırlar dâhilinde, kendisine yerleşmiş olan sabır ve inanç ile İngiltere’nin güneşinin batmasını bekliyor. Zira Mısır, aynı Büyük İskender’den beri nice sömürgecilerin zorbalıklarıyla zayıfladı, aciz kaldı. Onun da ruhu çok sabırlı, Ehrimen’in tepesinden, İngiliz ordusunun da diğer ordular gibi geldiği yere gitmesini gözleyerek bekliyor. Bunun gibi Kuzey Afrika, eski çağlarda dahi vaktini doğru tayin eden Latin istilasının sönüp tükenmesini umarak bekleyendir.
İslam, Batı ve Avrupa gibi endüstrileşmiş medeniyetin sunmuş olduğu eziyetlerle yorgun ve bundan dolayı geride kalmış değildir. Kanı dinlenmiştir. Kezalik dimağı da çeşitli yorgunluk ve zahmetlerin altında kalmamıştır. Ve Avrupa’nın misali, onun gösterdiği usul ve âdetler, alet ve edevat ile kendisinde büyük bir ümit, büyük bir neşe hasıl olmuştur. Hint’te Bengallilerin, Mısır’da Verdani’nin siyasal cinayetleri oldukça manidardır.
Hiç şüphesiz şu miladi 1913 senesinde İslam halklarının gözü, geçen asırlara nispetle daha ziyade açılmıştır. Bundan dolayı Avrupa’nın çekincesi, korkusu, endişesi oldukça doğaldır.
Fransa’nın Tahran Eski Sefareti’nde bulunan ve Eugene Oben takma ismiyle Mısır ve Hindistan’a dair bir eser yayımlayan bu kişi Suveyş’in öte tarafında İngilizleri endişe içinde göstermiştir. Bu endişe oldukça doğaldır ve sebebi de kolay anlaşılır. Avrupa’nın sömürgelerinde sürdürdükleri yöntemler şöyledir: Mümkün olduğu derecede Hristiyan hükûmetini sürdürebilmek, onun için Avrupalılar sömürgeciliği benimseyememişlerdir.
Hint’ten İngiltere, Kuzey Afrika’dan Latinler gittikten sonra kanallar, demiryollar, limanlar vesaire gibi bayındırlık yararına olan çalışmalardan vazgeçerek hiçbir şey bırakmayacaklardır. İslam halklarının yayılarak üstünlüğü ele geçirmeden önce ne gibi huy ve karaktere sahipse yine o kendine özgü doğasında kalacak ve İslamiyet asla düşerek tükenmiş, küçülmüş bir hâle gelmeyecektir. Avrupa, vaktiyle İslam’ın birbirinden farklı kavimleri temsil ettiği gibi sömürge altındaki memleketlerdeki Müslümanları temsil edememiştir. Avrupanın istilası, kâr-ı kadim kervanların konup, bir yerde, birkaç gün ticaret ederek gitmesine benzer.
Avrupa, hükûmetini, zulmünü, kuvvetini takviye ettikçe İslam dünyası bâtıni dünyasını, ruha ait niteliklerini, asli din şartlarının uygulanmasını arttırmıştır.
Bütün bilim insanlarının da onayladığı gibi tarih boyunca insanlığı sevk ve idare eden esas kuvvet psikolojidir. Millî hareketler, mezhebe dayalı hissiyat hiçbir zaman topla, tüfekle, torpille mağlup olmaz. Bunlar, maddi olduklarından, hedeflerinin de maddi olması lazımdır. Hâlbuki insanlığın kaderini belirleyen kuvvetler, her şeyden evvel, ruhsal kuvvetlerdir. Bunlara kurşun geçmez.
İşte birkaç söz ile İslam’ın geçmişi, bugünü ve geleceği.