Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İttihad-ı İslam / İslam’ın Geçmişi, Bugünü ve Geleceği», sayfa 3

Yazı tipi:

İKİ ÇEŞİT MEDENİYET
“ENDÜSTRİYEL VE HAKİKİ MEDENİYET”

Medeniyet kavramını daha iyi anlayıp yararlanabilmek için ikiye ayırmak gerekmektedir: Endüstriyel -sınai- medeniyet, hakiki medeniyet.

Çin ileri gelen devlet adamları ve seçkinleri, kendilerini dünyanın en çok medenileşmiş milleti olarak kabul ederler. Mandarinlerden biri, Avrupalı biri ile konuşacak olursa her şeyden önce söyleyeceği şey bu olacaktır. Kezalik Avrupa’yı, Amerika’yı güzelce gezen, inceleyen, Batı’da, Batılı kişiler ile senelerce ikamet eden ve hatta Avrupalı kadınlar ile evlenen Çinliler bile memleketlerinin Batı’dan daha az medeni olduğunu tasdik etmemektedirler.

Osmanlı memleketleri dışında bulunan İslam ahalisi de bu noktada ortak fikirdedir. Hele Japonya Avrupa’ya asla iyi bir göz ile bakmaz.

Hindistan’da Brahma ileri gelenleri, Avrupa medeniyetini âdeta hafifseyerek küçük görür. Bu teori doğru mudur, yanlış mıdır? Kezalik Avrupa’nın medeniyeti ciddi midir, değil midir? Avrupa ve Amerika dışında kalan halklar ve kavimler hakikaten medeni değil midir, Avrupalıların kabul ettiği gibi vahşi ya da barbar mıdır?

Eğer medeniyeti yukarıda söylediğimiz gibi ikiye ayıracak olursak bu sorulara kolaylıkla cevap verebiliriz. Yok eğer bu ayrımı yapmakta yeterli gelecek kudrette değilsek hem kaçınılmaz olan soruya cevap vermekten aciz kalırız hem de işi karmakarışık etmemiz göz yanılgısına, teorik, işlerlik zararlara neden olur.

Evet! Kabul ettiğimiz tarza göre medeniyet ikidir: Sınai “teknik” medeniyet, hakiki medeniyet.

Bu itibar ile Avrupa ve Amerika sanayi medeniyetinin ulaştığı son mertebededir. Doğu ve Asya barbardır. Hâlbuki hakiki medeniyet itibarıyla “Tamamen cesaretle söylüyorum.” zannetmem ki Avrupa ve Hristiyan dünyası hakiki bir medeniyete sahip bir durumda bulunsun!..

Meseleyi tahlil edelim:

Teknik=marifet Batı’da oldukça ilerlemiştir. Bilim ve kültür çalışmalarının sonuçlarından Avrupa son derece yararlanmıştır. Bugün Avrupa hayatını düzelten ve düzene koyan tekniktir. Felsefenin bile temeli tekniktir. Duyguları ve maneviyata ait hisleri Batı memleketlerinde hesap ve ölçüm konumuna terk edilmiştir. Birbiri ardınca süren çeşitli devrimler üzerine çalışmalar, ekonomi hatta edebiyat Batı memleketlerinde maddesel bir ekonomik kazanç içeriğiyle başka yeni, endüstriyel bir dünyanın meydana gelmesine sebep olmuşlardır. Bu açıdan bakıldığında Avrupa medenidir. Medeniyeti en fazla ileriye götüren Avrupa’dır. Hakikaten, geçen asırlardaki dünya ile bu asırdaki dünya arasında muazzam bir fark görülür. Asya ve Afrika geçmişe, Avrupa ve Amerika geleceğe aittir. Teknoloji eski dünyayı yeni baştan yenilemiştir. Teknoloji kelimesiyle ifade ettiğimiz bu türden medeniyet fen bilimlerine, matematiksel kesinliğe dayandığından ondan başka bir medeniyet tasvir olunamaz. Onu ödünç almadan ya da aktarım yoluyla elde etmeden ilerlemeye imkân yoktur. Diğer bir şekilde yükselme, ilerleme ve evrime ise akıl ermez. Bu tarz medenileşmenin hiçbir mahzuru da yoktur. Ruha, hisse, maneviyata bağlılığı yoktur.

İleriye doğru yükselmememiş bir millet kadim geleneklerine veda etmek ister ise bu medeniyetin şekline girmekten5 başka çaresi yoktur. Bu tarif ettiğimiz medeniyet kısmen alınamaz; kısaltılması ya da azaltılması kabul edilemez.

Matematik bilimi iki türlü değildir; fen ve kimya bilimlerinin her birine ait içerikler farklılaşmaz. Doğu’daki tabii bilimler ile Batı’da türlerin kökeni, mantık bilimi Asya ya da Avrupa kıtalarında farklı olmadığından, olamayacağından teknolojinin olduğu gibi kabul edilmesinden başka çare yoktur.

Japonya büyükler heyeti, bundan yarım asır önce, eski teknoloji ile hayat kavgasına devam edemeyeceği düşüncesini iyice değerlendirmiş, Avrupa sanayi medeniyetini olduğu gibi kabul etmiştir. Japonlar Avrupa bilgilerinin bütün hepsini memleketlerine ithal etme cesaretinde bulundular. Bu sanayi medeniyetinde zemin, zaman, iklim, millet ile değişim ya da dönüşüm kabul edemeyeceğinden Japonya devlet yöneticileri onu düzeltme ve değiştirme arzusunda bulunmadılar. Avrupa’ya adam gönderdiler ve Avrupa’dan adam getirtip bu endüstri medeniyetinin neden ibaret olduğunu, memlekete ne gibi şartlar altında ithal edilebileceğini ciddi bir biçimde incelediler. Takip karakteriyle çalışıp bugün hemen hemen Avrupa’nın medeniyet seviyesine yaklaştılar. Hatta Japonya yalnız endüstri ve sanayi değil Uzak Doğu’da ve Büyük Okyanus’ta, Avrupa pazarlarında bile Batı ile rekabete giriyor. Nippon tersaneleri drednot imal edecek kadar Batı’dan üstün durumda bulunuyor.

Savaş için savaş ekipmanları gerekmektedir, çarpışan düşmanlardan birinin elinde şişhane, diğerinin de mavzer bulunacak olursa galibiyet nasibinin hangi taraf olacağını tahmin etmek güç olmaz. Onun gibi hayat mücadelesinde taraflardan biri en mükemmel teknoloji ile diğeri eski zaman yöntem ve aletleri ile, antik dönemden aktarılanlarla donatılmış olursa aynı sonuç ortaya çıkacaktır.

Japonya, Avrupa kendi memleketine giriş yapmadan önce bu inceliklere dikkat etmesi gerektiğini anladı. Derhâl Avrupa’nın sanayi medeniyetini almak ve dolayısıyla anlamakta kusur etmedi. Bunun içindir ki Uzak Doğu dünyasının içinde bulunduğu konum hakkında geliştirilen hükümleri sağlamlaştırdı.

Maateessüf Müslümanların zimamdaranı6 bu hakikati anlayamadılar. Hakiki medeniyet ile sanayi medeniyetini bir zannettiler ve sonuçta da hayatta kalma savaşında galip taraf Avrupa oldu. Hristiyan milletler yavaş yavaş İslam memleketlerine girişimlerde bulundular. İşte Avrupa teknolojisinin İslamiyet tarafında kabul görmemesinin nedeni budur, dolayısıyla Müslümanlar gerileyerek alt tabakaya düşmüştür.

Osmanlı Hükûmeti, sanayi medeniyetini Batı’dan alma tecrübesi konusunda tam bir cesarete sahip değildi. Daha doğrusu durumun önem derecesini takdir edemedi. Üçüncü Selim, İkinci Mahmud, Abdülmecid, Mustafa Reşid Paşa ve yönetimde bulundukları çağın ileri gelen seçkinleri, maalesef, genel anlamda bu işi kavrama konusunda sığ kaldılar.

İran bu tecrübeyi asla hatırına getirmedi.

Afganistan böyle bir medeniyetin alınması ve işlerlik kazanması konusunu bugün düşünüyor ve zannederim ki muvaffak da oluyor. Endülüs, Kuzey Afrika, Mısır, maatteessüf bunları düşünemeden battılar.

Arap hükûmeti ise Avrupa’da sanayi medeniyeti gerçekleşmeden daha evvel çeşitli sebep ve yöntem ile tuttukları yolların tarihsel sonucu olarak kuvvetten düşmüş bir durumdaydı.

Osmanlılar yeterli derecede metanet ve cesaret ile sanayi medeniyetini almak konusunda kusurlar barındırıyor. Çeşitli grupların geliştirmiş olduğu programlar ise bu konuda herhangi bir gelişmeye işaret etmiyor. Vazgeçmek durumu hakkında dahi olsa bu ve buna benzer meseleler de henüz değerlendirme aşamasına geçilememiştir.

Diğer içerikteki medeniyet, hakiki medeniyete gelelim.

Bundan maksadımız insaniyetin ahlak açısından saflaştırılması, huyların soy temizliği kazanması, fikirsel düşüncelerin yukarı mertebelere erişmesidir. Maalesef bu itibar ile Avrupa’nın pek de medeni olduğunu söyleyemeyiz. Avrupa’da bugün, hak ve adalet, özel hukuk dünyasında rağbet görmüşse de genel hukuk hususunda böyle değildir. Genel hukuk, “droit public/yargı yenilmeyecek” kavramı üzerine dayanmaktadır. Savaş, yağma, yıkıntılar her yerden çok şimdiki Avrupa’da rağbet görmektedir. Avrupa, teknolojiyi kullanarak son derece sertlik, kabalık ve şiddet ile kendisinden aşağı olan milletleri esir ediyor, onları sefalet içinde, hukuktan mahrum, kabiliyet ve yeteneklerinin ortaya çıkartılmasını engeller bir hâlde bırakıyor. Şu anki sanayi medeniyetinin yaygınlaşmasına engel olan Avrupa medeniyetidir. Batı, fen bilimlerindeki sırları hırsla, çekemezlikle, kıskançlıkla saklıyor. İnsanlığın önemli bir kısmını kölelik altında bulunduruyor, âdeta meta, hayvan muamelesi ediyor. Kendi aralarında da ara bozukluğu ve anlaşmazlık son derecededir. Merhamet hissi, sanayileşmiş bir hayat kavgası arasında kaybolup gitmiştir. Cinsiyetler arası ilişki bile iki yüzlülük üzerine dayanmaktadır. Kapitalizm denilen sermaye sahibi hükûmet dünyaya hükmetmektedir. Mesela Fransa’da yayımcılık da hükûmet de hatta edebiyat da sarrafın elindeki yasal maldır. Halkı savaşa yönlendiren, his ve duygularını tahrik eden, koyun sürüleri gibi Fas’a gönderen bankerlerdir. Felemenk hükûmetine hâkim olanlar Java sömürgecileridir.

İngiltere’nin kaderini yönlendiren kötü işlere sürükleyen Birmingham esnafıdır. Transuval ve Oranj Cumhuriyetlerine savaş ilanı verdirten, vatan namına Güney Afrika’ya ordular gönderip haksız bir şekilde yetmiş beş bin kişinin kanına giren ve tam iki yüz yirmi milyon İngiliz lirası sarf eden hep o Birminghamlı esnaf ve onların bayrak taşıyıcısı Chamberlain’dir.

Almanya ve İngiltere’yi altüst eden, aralarını bozan emperyalizmdir.

Rusya’yı Uzak Doğu’ya, Orta Asya’ya gönderen spekülatörlerdir.

Sözün kısası hangi bir tarafını inceleyecek olursak olalım Avrupa hakiki medeniyet konusunda bu nama layık pek bir şey bulamayız. Avrupalının derisi biraz kazılacak olursa altında eski zamanların Haçlıları çıkarmış. Bu kanunu biraz açalım: Savaşlarda, sömürgelerde, sömürü arbedelerinde, siyasal mücadelelerde, ekonomi savaşlarında, her gün görüyoruz, o medeni Avrupalının hamurunda yine vahşet, olanca kudretiyle sürmekte olan hükümdür. Doğal anlamda Avrupalı medenileşmemiştir. Ahlak, -ki medeniyeti çevreleyen kıvamdır- zannolunduğu kadar ilerleyememiştir. Şimdiki toplumlar din kurallarına aykırı gelecek şekilde yalanlar üzerine kurulmuştur. Bencillik gelebileceği son dereceye kadar ulaşmıştır.

Başkalarını düşünmek Avrupalının kanında yoktur, Avrupalı insan soyunu sevmez. Müslüman, Mecusi onun gözünde insan değildir. İslam halkının ve Mecusi’nin cahiliye döneminde Hristiyanlara yaptıkları ile Hristiyan ve Avrupalının şu bilgi çağında başkalarına karşı göstermiş oldukları düşmanlıkla incelenecek olursa her iki medeniyet arasında esaslı bir karşılaştırma ve değerlendirme uygulanabilmiş olur.

Bu bakış açısı itibarıyla Doğu, İslam dünyası, Çin ve Japonya hiç şüphesiz Avrupa’nın üzerindedir. Uzak Doğu bilim insanları bu konuda her ne düşünüyorlarsa doğrudur. Doğu’nun doğal ve tabii uyumluluğu, iyilik ve merhamet hissi ve insancıllığı, inancı, tevazusu ciddi biçimde takdir edilecek düzeydedir.

Bundan dolayı hakiki medeniyetimizi terk etmek, Avrupa medeniyetinin sanayisi dışındaki özelliklerini temsil etmek şöyle dursun ahlak ve bağlılığımızı şimdiki hâliyle korumalıyız, onların yine kendi çerçevesinde evrim göstermesine bakmalıyız.

Bir örnek ile şu dikkat çekici noktayı aydınlatalım:

Yukarıda endüstriyel ilerlemelerinden bahsettiğimiz Japonya, Batı öğrenim biçimlerini tamamen almış ve derinlemesine incelemekle beraber Avrupa’nın sahip olduğu endüstri medeniyetinin dışındakilere asla rağbet etmemiştir. Ahlak ve millî görenekler “Doğu Güneşi” memleketinde mükemmel bir özen ile korunmuştur. Hatta şurası gariptir ki teknoloji ödünç alınırken Avrupa medeniyetinin diğer kısmının alınmamasına son derecede gayret gösterilmiş; toplum bu endüstri harici Avrupa medeniyetine büyük bir nefretle karşı duruş göstermiştir. Avrupa medeniyetinin endüstri haricindeki özelliklerini beğenen ya da alanlar Nippon memleketinde kötü gözle görülüyor. Orada millet, teknolojiyi kabul etmek üzere nasıl bir hızla koşuyorsa millî ahlakını korumak konusunda da aynı hız ve kuvvetiyle teşebbüs ediyor.

Şurasını anmadan geçmeyelim ki endüstriyel medeniyet, yani ahlak ve görenekler, ödünç alınamaz. Bireyler bu ahlaktan yaklaşık olarak yararlanabilir fakat bir millet, toptan ve bütün bireyleri için başka bir milletin ahlak ve göreneklerini alamaz.

Bu medeniyet millî ruhun meydana getirdiği görünümlerdir. Ruh, özellikle milletlerin ruhu istenildiği gibi az bir zamanda değişmez. Görünmeyen bir içyüzün ruhunun değişmesi bile bir milletin içeriğinin tümden değişmesi için yeterli değildir. Batının, içyüzünün, nesillerin değişmesi huyların ve kalplerin değişmesi gerekmektedir. Bahsedilen hakiki medeniyet göreneklerin, tarihin asırlarca sürmüş alışkanlıkların, iklimin ve yüzbinlerce çeşit etkileşimin ürünüdür. Bundan dolayı onun terk edilmesiyle diğerinin hemen ödünç alınması mümkün değildir.

Doğu ile Batı; Hristiyanlık dünyası ile Müslümanlık dünyası şöyle dursun, Avrupa’da, genel sınırlar içerisinde baktığımızda İngiltere medeniyeti ile Fransa medeniyeti bile sert bir tezatlık oluşturmaktadır. Fransa kanunları, yöntemleri, âdetleri, idare tarzı büyük Britanya’ya aktarılacak olursa orada genel hayatın birdenbire duracağı gibi varsayımsal olarak İngiltere kurumlarını Fransa’ya gönderecek olursa oranın da yağı kesilir.

Toparlarsak bir millet ilerlemek isterse endüstri medeniyetini alır, kendi medeniyetinin temel özelliklerini net bir mahafazakârlıkla korur ve onun yükselmesinin çarelerine bakar “lisanı gibi”.

Hint’te, Afrika’nın çeşitli bölgelerinde, Uzakdoğu’da yerli olup da İngiliz ya da Fransız terbiyesi görenler bu ilerleyen milletlerin üstün özelliklerini alamamışlar, yöntem ve âdetlerini hazmedememişler, yalnız sevilmeyen, beğenilmeyeni miras almışlardır. Bu gibiler ne Avrupalılara ne de kendilerine yarıyor. Düşünürleri Avrupalılığı hazmedemiyor. Avrupa’nın oyunları, görünüşü ve yüzeysel zevkleri bunlara pek hoş görünüyor. Sonuçta karakter kalmıyor. Çünkü karakter uzun sürede meydana gelir fakat hızla kaybolmak yeteneğine de sahiptir. Bu varlıklar iki zıt medeniyetin arasında kaldıklarından kendileri de bireysel olmanın değerinde, mutluluğa nail olamıyor.

İngiltere’nin, Fransa’nın en temel bilgi ve haber toplama aracı, en önemli temsilcileri bunlardır. Bundan dolayı geri kalmış milletlerin böyle çabuk medenileşmiş fertlerini beğenmeyip kötü görmeleri akıl dışı ve haksız değildir.

Hristiyan misyonerleri bu itibar ile dünyayı güzel ahlaktan uzaklaştırıyorlar. Suriye’de Katoliklik ve Protestan ecnebi ruhbanları bu vilayetlerimizde ne yazık ki toplumumuzun önemli bir kısmını ve özellikle gayrimüslim Arapları yoldan çıkarmışlardır. Misyoner ve özellikle Cizvit terbiyesi Beyrut’u, Lübnan’ı ve civarını bir düzen bozucu şekline getirmişlerdir. Eğer İslamiye gayreti, Muhammedî bir sağlamlık olmasaydı Suriye bugün ateş içinde kalmış olacaktı.

Adaletli bir şekilde incelenecek olursa artık o çeşitli Arap kiliselerinden hayır beklenmeyecek bir hâlde bulunduğumuz ortaya çıkacaktır.

Çin’deki Avrupalı misyonerlerin vazifesi toplumu ayrıştırmak ve millî birliğe engel olmaktır.

Kezalik birbirinden farklı misyonlar Mısır sınırları içerisinde Kıpti ırkını dünyanın en ahlaksız millet derecesine indiriyor.

Protestan papazları Hindistan’da, Çin’de de bu Kıptilere benzer unsur ve topluluklara ulaşarak onları elde etmeye çalışmışlardır. Paul Aden ile Doktor Gustav Le Bon’un ciltleştirdikleri çalışmalarında bu gibi garip medeni örneklerin, Amerika’da sosyal renklerini değiştiren zencilerin meziyetleri ibret vericidir. Bizim memleketimizde de “daha küçük bir ölçekte” bu gibi garipliklerle karşılaşılmaktadır.

Sonuç olarak: Temel medeniyet özelliklerini terk etmek şartıyla diğer bir medeniyete benzeşmiş ve bolluk, bereket ve yüksekliğe erişmiş bir milletin tarihte örneği yoktur.

Endüstri medeniyetini almadan, diğerlerinden daha başka, daha eksik bir teknoloji ile belirginleşmek hayata atılan, üstünlüğü ele geçiren bir milleti de şimdiye kadar tarih kayıt ve tespit etmemiştir. İslam dinine inanan topluluklardaki gerilemenin asıl sebebi bu iki çeşit medeniyeti birbirinden ayıramaması, eski teknoloji ile iş görebileceğine inancının ve daha doğrusu teknik açıdan yükselmiş cihanın parçalarını bilmemesi, başarının ardındaki sırları araştırmamasıdır.

Hükmümüz: İslam yükselebilmek için derhâl Avrupa’nın endüstri medeniyetini almak mecburiyetindedir. Aksi takdirde hayır.

İÇTİHAT MESELELERİ 7
ÇABA SARF ETMEK SORUNU

İslamiyet ileri gelen bilim insanları ve seçkinleri, endüstri medeniyeti ile hakiki medeniyet arasındaki farkın ayrımına varamadıkları gibi dünya işleri ile ahiret işlerini de birbirinden ayıramamışlardır. İşte İslam idarecilerinin geride kalınmasına neden olacak şekilde tuttukları yollardan en esaslısı budur.

Ne yazık ki İslam’da başta bulunanlar İslamiyet’in özü ve içeriğini, hakikatini unutmuşlardır.

İslamiyet’in idari bir hükûmet meydana getirmesini biraz düşünelim. Peygamberliğin başlangıcından önce, herkesin bildiği gibi Arap Yarımadası, bir anarşi, isyan ve aykırılıklar ile cehalet yuvasıydı. İsrailoğullarının dinleri artık Arap evlatlarının mutluluğunu temin edemeyecek derecede eskimiş bulunuyordu. Temelli iyileştirme ve yeni düzenleme gereklilikleri zorunluluk hâline gelmişti. İşte bu ihtiyaçlar üzerine İslamiyet ortaya çıkarak dayanıklılıkla düzen geldi. Hazreti Muhammed, Yahudi ve Nasraniyet’in din kurallarını ele aldı ve onları kitaba dayanarak düzenledi. Kitaplaştırılarak bir düzen hâline getirilen semavi din kurallarının ismi İslamiyet’tir. Bundan dolayıdır ki İslamiyet, kitaba dayandırılan bu iki dinin yüzeysel olarak denk, düzen ve iyileştirme görmüş şeklidir. Hazreti Muhammed, Martin Luther’in on altıncı asırdaki uygulamasında başarılı olduğu iyileştirmenin daha da büyüğünü, oldukça kapsamlı ve mükemmelini yedinci asırda yapmıştır.

Başlıca şu sözlerle ifade edilmek lazım gelirse İslam’dan önce dünyaya emir buyuran din kuralları ve kanunları, hukuk ve görenekler artık ihtiyaçları karşılamaya yeterli gelmiyordu. Bunların değiştirilmesi, toplumsal evrim kanunlarına uygun bir şekilde genişletilmesi gerekmekteydi. İşte din kurallarını koyan, ancak bu hikmetten beslenerek İslamiyet’i, kendinden önceki din kurallarının tamamlayanı ve mükemmeli olmak üzere düzenlenmesine teşebbüs etti. Bundan dolayı İslamiyet’in sebep ve hikmetinin gereği budur.

Demek oluyor ki içerik itibarıyla İslamiyet, ilerleyerek yükselmiş bir eserdir. İslamiyet’ten önce ve sonra aynı kişilerin insaniyetinin içinde yaşadıkları maddi şartlar ve manevi durumlar, toplumsal ve ekonomik durumlarını inceleme zahmetinde bulununuz. Kolaylıkla anlarsınız ki İslamiyet Avrupa ileri gelenlerinin fikirsel dünyasında anlaşıldığı gibi durdurma ve geriletme için değil, aksine yükseltme ve ilerleme için düzenlenmiştir. Din kurallarını koyanın amacı gün gibi ortadadır. İslamiyet zamanının o muhafazakâr düşüncelerine, dönemin tutucu ve cehaletine karşı bir ayağa kalkıştır. Hiç şüphesiz tarihin kayda geçirmiş olduğu devrimlerin etkisi ve sonucu itibarıyla da en büyüklerindendir.

Hakikat anlaşıldığında bu din kurallarını koyu bir muhafazakârlıkla, olduğu yerde kalmakla, içtihatların önünü kesmekle, fikir hürriyetinin sürgün edilmesiyle nitelemek hakka ki onun içeriğine en karşıt sıfatlardan birini vermek, onu asla anlamamaktır.

Görüşümüzü biraz daha açıklayalım:

Dünyanın en önemli ve ilerlemiş kısımları, bugün, biri diğerinden çıkmış ve bundan dolayı biri diğerine esas itibarıyla benzeyen üç dine bağlıdır: Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık. Şu sonuncusu reform, esas itibarıyla ıslahat maksadı üzerine kurulmuştur. Yani ondan önce gelen iki dinin mükemmelleştirilmiş bir şeklidir.

Yahudilik “sadece” İsrailoğulları’nın dinî inanç sistemleri ile kanunlarının tanımlanmasından ibarettir. Hristiyanlık Hazreti İsa’nın sufiyane duygularla tuttuğu yolun fenafillah8 teorisi üzerine neden sonra Pavlus tarafından inşa edilmiştir. Yüce İsa bin Meryem tarafından dünyanın sonu oldukça yakın olup “Göksel hükûmet” her nerede ise zuhur edeceğinden dini kural gereği düzenlenmesine ihtiyaç yoktur (Ernest Renan’ın Nasraniyet Tarihi’ne müracaat.). Doğrusu Hristiyanlık “söylediğimiz gibi” umutlar ve İsa’nın fikirlerinden bütün bütün uzak bazı siyasal sebepler ve etkileşimlerin sonuçlarından şekillenmiş olarak meydana gelmiştir.

İslamiyet’e gelince, bu, gerek Yahudilik gerek Nasraniyet’in sağlamlaştırılmış temellerini korumak amacıyla artık düzeltilmesi gerekli olan hükümler karşısında düzenlenmiştir. Onun içindir ki bir evrim ve ilerleme eseridir.

Fakat bazı cahillerin ürettikleri uydurmaların eseri olarak ne yazık ki bugün, İslamiyet mahafazakârlık, gericilik, fikirsel esaret, yenilik düşmanlığı gibi ifadelerle yanlış şekilde tarif ediliyor.

Bu İslamiyet’in esas kuralları olarak ifade edilen bir zan ve vehim şeklindeki fikirlerin Muhammedî hükûmet ile ne ve hangi derecelerde tevfikinin mümkün olmayacağından bahsetmeye bile tenezzül edilmez. Yüksek zekâ ve hayranlık uyandıran fikirleri korumak uğruna, bunların karşısında olanlarla bunca savaşlara girişmiş; gerileyen ve hatta batmakta olan dünyayı kurtarmak konusunda elden gelen kuvvetiyle savaş veren, hürriyet fikrini kendine temel alarak eski içtihatları altüst eden, bilimi, öğretimi bu kadar ilerilere götürerek varsayımsal olanı ilan eden mükemmel bir yaradılış örneği ya da onun din kurallarını mahafazakârlıkla nitelemek, din karşıtlığı olarak küfrün en çirkini, yalanın en büyüğü değil de nedir?

Müslümanlık hiçbir zaman mahafazakârlıkla itham edilemez; eğer öyle olsaydı diğer göksel/semavi dinler yok edilebilirdi; muhafazalarına gayret olunurdu.

Müslümanlık, geride kalmayı icap ettirmez; Çünkü öyle olmak gerekseydi Hazreti Muhammed’in gerçekleştirdiği ve hasıl olmasına kudretinin yettiği ilerleme ve gelişmeler, ona aykırı olurdu.

Müslümanlık içtihat kapısının kapatılması değildir. İslamiyet, fikir hürriyetine asla bir engel teşkil etmez. Çünkü bu din yeni içtihatlar ile dinin ayetleri, hadis ve kıyaslarına münasib alanlarda çalışanlarıyla düşüncelerinde, tutulan yol ve yöntemlerinde, kendisine danışılanlarda hür Ebu Hanifeler, Şafiler, Hanbeliler, Malikiler, İbni Sinalar, İbni Rüşdler yetiştirmekle kendini gösterdi.

Müslümanlık, yeni düşünce akımlarının çağına uygun araç ve aygıtlarını almaya ve kabul etmeye engel değildir. Bu yönünün eleştirilmesi ve konunun uzatılması bile gereksizdir. Aksine İslamiyet yeni düşüncelerin, çağdaş yöntemlerin anlaşılmasını emreder.

Demek ki İslam’ın düşüşü ve kuvvetini kaybetmesinin nedenleri, hep İslam’ın İslamiyet’ten sapması, cahil ve bilmezliğe yönelmesi, hurafeler ve saçma sapan sözlere kapılması, despotluk yolunun sağlamlaşması sonucu dünyaya dair hükümleri ile uhrevi hükümlerin bir diğerinin üstüne bindirilmesi gibi üzüntü verici şekilde sonuçlanmasıdır. Bu saydığımız unsurlar, yol ve yöntemler İslamiyet’i geriletmiş, esası bu kadar yüce iken, birçok yerlerde putperestliğe yaklaştırmıştır. Çeşitli yerlerde birtakım unutulmuş, bırakılmış eski eserler ile uğurla ve mübarek sayılarak hayırlı kabul edilir; sandukalar, parmaklıklar üzerine çaput bağlanır; zındıklardan istinâbe9 âdetler olmuştur; hayır duaları temenni olunur. Sihir, nazar, ilginç ve garip icatlar, İslamiyet’i, Çin’de ve özellikle Afrika’nın zulüm altındaki bölgelerinde çığrından çıkarmıştır. Akıl ve hayale gelmeyen ayinler, danslar, sırf hurafelerden cahillik üzerine inşa edilmiş adetler bu dini tanınmaz bir hâle getirmiştir. Görünen yüzü böyle, içyüzü yani içtihadiyesine gelince: Artık fikrini yormak istemeyen ulema, rıza gösterilmiş hareketlerine uygun bir zemin hazırlamak için gayret eden zorba yöneticileri, fikir hürriyetini ortadan kaldırmışlar; fikirleri ve dolayısıyla İslamiyet’in hareket alanını daraltarak baskı altına almışlardır. İşte kendi kendine ilerlemiş olan hukuk hükümleri ve dünya işleri bile bundan dolayı on iki, on üç asır önceki örf ve kanunlara bağlanmıştır. Bu görünüm, İslamiyet’in aslına ne kadar da zıttır! Bugün İslam gerileyendir ve bu nitelikte oldukça doğaldır. Çünkü İslamiyet’in yükselen kuvvetinin dışında kalarak bugün İslam dünyası bin küsur senelik, doğrulama, değişiklik ya da düzenlemesi yapılmamış kanunlarla idare olunuyor. Hâlbuki onun karşısında, gayrimüslim bilginler, medeni üstadlar, gelişmeye bütün bütün müsait kanunlarla konumlarını yükseltiyor. Bundan dolayı İslam’ın durdurulması, geriletilmesi, kuvvetten düşürülmesi ne derece doğal ise gayrimüslim dünyasının yükselişi, evrimi, gelişimi de o derece kaçınılmazdır.

Acaba böyle gelişim ve iyileştirme işlerine dayanarak bir yükseliş gerekliliği üzerine bina edilerek kurulmuş İslamiyet ile bugünkü durum arasında uzlaşı kabul edilebilir mi? Hazreti Muhammed İslamiyet’in şimdiki hâlde geçirmekte olduğu büyük ve acı veren bu tehlikeli döneme razı olur muydu? İslam’ın neredeyse geneli şimdiki hâlde Nasraniyet tabiiyetindedir. Bu hâl “Ki onun dünyaya gelişi, İslamiyet cemiyetinin düşüşüdür.” asla mitle, arzuy-ı Muhammedî, nebevi bir hastalık ile uygunluk kabul eder mi?

İslam’ın Nasraniyet’e bağlı olmasının sebepleri nedir? Niçin Hristiyanlık dünyası, bugün İslam’ın kazanılmasına olan meyli, kabiliyeti söndürmek istiyor ve buna nasıl gücü yetiyor? İslamiyet’in Nasraniyet’e bağlı olmasının sebebi, kabiliyetinin Nasra tarafından söndürülmesi hep cehaletimiz, iktidarsızlığımız ve dünya hükümlerinden uhrevi hükümleri ayırt etmemekliğimizdir.

Hüküm: Demek ki cahil, dünyaya ait hükümlerden vicdani hükümleri ayırt etme yoksunluğu, içtihat kapısının kapanması, İslamiyet’e aykırıdır. Onu mahveden ne gibi etkiler, varsa hepsi birden İslamiyet’in zıddıdır. Bundan dolayı mahafazakârlık, cahil, endüstriyel medeniyeti yok sayan, yeniliklere karşıt ve daha doğrusu yenilenme çalışmalarına müsaade etmemek İslamiyet’e aykırıdır.

Şurası hepimizin bilgisi dâhilinde olmalıdır ki “akide/iman” içeriğinin gereği olarak ilerleme ya da gerilemeye bağlı değildir. Gaye, emel, arzu, yüksek fikirlere bağlılık, önemli ve çok zor olup sürüncemede kalmış meseleler, evrenin, başlangıcı belli olmayanın, sonsuzun kabul edilme tarzı ve bunlara verilen önem, vicdana ait meselelerdir. Bu vadide ilerlemek, yenilenme çalışmalarını arttırmak, benzeri görülmemiş bir şeyleri icat etmek imkânsızdır.

Çin uleması, Avrupa’nın bu husustaki bireysel çabalarıyla alay ediyorlar “Biz, beş bin sene önce bu varsayımları döktük, tükettik, sizin Kantlarınız, Spinozalarınız, Bakuninleriniz, Spencerlarınız hâlâ bu ihtimal ile uğraşıyorlar; diyorlar ki bunların bu iddialarında biraz hakikat karakteri olsa gerektir!” Dünyaya ait hükümlere gelince: Onlar bir yansıma olarak ihtiyaçlara bağlı bir şekilde netice alabilecek kabiliyetleri arttırmaktadırlar. İlerleme kabiliyeti olan her şey gerileyebilir de. Sakyomoni -Buda, Lau-Dezu, Hazreti Musa, Hazreti İsa, Hazreti Muhammed asırlarından beri gaye-i vicdan olduğu hâlde kalmıştır. Kâinatın, dünyaların göstermiş olduğu dehşet ve heybet, dünya ve öteki dünya esasında sırrı içkin (mündemiç/içkin) ve yüce hikmet hâlinde kalmış, halledilememiş, bunu ya dinî açıklamalarda basitleştirmiş ya da şüphe ve zan “septisizim” şüphecilik dairesine yerleştirerek orada bırakmıştır.

Onun içindir ki dünyaya ait işler ile imanın birbirinden hakikaten ayrılması lüzumu, varlıklarını sürdürebilme gerekliliğidir.

Gerçekleşmekte olan işler, insanlığın hareketlerini eskiden beri pek çok değişimler ve dönüşümlere maruz bırakmıştır. Bunların eski şekillerini korumak ise mümkün değildir.

İslamiyet, esas itibarıyla yalnız bir dinden ibaret değildir. Aynı zamanda içyüze/batına ait bir din, bir mezhep, bir ahlaki örtü, bir yönetim şekli, bir yeni kanunlar düzeni, bir de felsefedir.

İslamiyet’in dünyayı kapsayan bir fazileti vardır: Esasları ve başlangıç usulleri o kadar geneldir ki onlara bağlı olarak her zamanın ihtiyaçlarına yeterli hükümler çıkarmak mümkün oluyor. Ayetler kesin din kuralları çerçevesinde, bugün, inanç sistemleri ile davranışları birbirinden ve bütün bütün ayırabiliriz. Bu büyük devrimler asla İslamiyet dışı olmamak üzere meydana gelebilir. Aksine bu ayrılık meseleleri, İslamiyetin en önemli gerekliliklerindendir.

İslamiyetin gerileme gibi bir duruma gelmesinin hakiki sebebi, başlangıç temellerindeki duraksamaya neden olan bu farklılıkları uygulayamamak özelinde yönetici ve ileri gelenlerin keyfi ve despot idareleri ile onlara bağlı ulemanın gösterdikleri sertlik ve şiddettir. Özgür insanlara yakışacak bir şekli olan İslamiyet’i bunlar despotlukla idare etmişler ve bugün yüzeysel ve uzaktan bakanların görecekleri bu dinî bir mutlakiyet eseri kabul etmek zorunda kalmışlardır.

Ayetlerde belirtilen dinî kuralların ve vicdani sorumlulukların dal budak salan parçaları bozulma ya da ayrılıkçılık değildir ve olamaz. Ayetlerin inanç sistemine ait olan taraflarından başkası “ki bunlar dünyaya ve cismani olana dair hükümlerdir” Peygamber dönemindeki medeni adalet uygulamaları ve hakkaniyet yoluna dönüş için koyulduklarından bunların bu zamana kısmen de olsa aidiyetleri yoktur.

İlerleme için, İslam’ın aslına ve temel kurallarına yaklaşmak için hükümleri bu biçimde ikiye ayırmaya mecburiyetimiz, mükellefiyetimiz vardır. Nebevi hayranlığı, herhâlde ümmet-i Muhammed’in aynı seviye-i medeniyede, aynı tabaka-i refahiyette kalması değildir, yükselişidir, diğer ümmetlere karşı yalnız varoluşunu korumak değil belki galebe ve üstün olmasıdır. Başka bir fikre kapılmış olmak Hazreti Muhammed gibi dine yeni ve güzel bir şekil verene iftiradır. Bu iyileştirme ve yenilemede dinsel bir kesinlik ve onay vardır. Bu da ayetler ve dinî hükümler ve kanunları ilk iş olarak en başta yakınlaştırmış olan Mecelle Ahkam Adliye maddelerine dayanarak konunun devamında ispat olunur:

“Meşakkat teysîri celb eder.” (Mecelle 17)10

“el-meşakkatü teclibü’t-teysîr.” (Eşbah)

“Bir iş dıyk oldukta müttesi‘ olur.” (Mecelle 18)11

“Bir iş daraldıysa genişler ve genişse daralacaktır.” (İmam Şafii) “Hacet umumi olsun hususi olsun zaruret menzilesine tenzil edilir.” (Mecelle 31)

“Zarar mümkün olduğu kadar defedilir.”12 (Kaide-i Külliye Mecelle)

“İnsanların örf ve âdetleri, uygulamalarına delildir, onlara uygun hareket edilmelidir.” (Mecelle 37)

“İnsanların gelenekleri kendisinin davranışlarının delilidir.” (Mecami)

“Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişeceği inkâr olunamaz.” (Mecelle 39)

“Zamanın değişmesiyle ahkâmın değişimi inkâr edilemez.” (Mecami)

“İdare edilenler üzerindeki tasarruf onların menfaati ve işlerin gerekliliklerine göredir.”13 (Mecelle 58)

“Vakıf ve yetim malını şahitlerin açık izni olmadan alıp kullanan kimseler her hâlükârda malın tazminini ödemek zorundadır.”14 (Eşbah)

“Menfaatin kullanılması konusunda, Müslümanların genel menfaati gözetilerek karar kadıya bırakılmalıdır.” (Şerh Camii Kebir)

“Zarar ve mukabele bizzarar yoktur.” (Mecelle 19)15

“İslam’da zarara zararla karşılık vermek yoktur.” (Hadis-i Şerif)

“Zorunluluklar, yasak olan şeyleri geçerli kılar.” (Mecelle 21)

“Zorunluluklar, yasak olanlara izin verir.” (el-Durr Muhtar ve Eşbâh) “İki kötülük çatıştığında, daha hafif karşılıkla, büyük zararın çaresine bakılır.” (Mecelle 28)

5.Özgün metinde “temessül etmek”: Cisimlenme, bir şekil ya da surete girme. Fransızca assimilation. (ç.n.)
6.Zimamdaran: Yularını tutan. İslam toplulukları yönetim konusundaki tabirleri “at” esas alınarak tarif edilir. Siyaset: Atı yöneten, zimamdaran: Yuları tutan şeklinde. (ç.n.)
7.Dinin ayetleri, hadis ve kıyasa tevfiken şeriyye meselelerini tayine olan taraf hakkındaki meseleler. (ç.n.)
8.Allah’ın varlığı içinde yok olma. (ç.n.)
9.İstinâbe: Birinin kendisine vekil olmasını isteme. Kelimenin genel kullanımı hukuk terminolojisindedir. Yazar burada vekâleten, ödünç alınan anlamında kullanmıştır. (ç.n.)
10.Bir şeyde mevcut olan zorluklar, o işi kolaylaştıran etmenleri içerir. Meşakkat: Zorluk. Teysîr: (Yüsr’den) Kolaylık.
11.Bir işte zorluk görülünce, o işte ruhsat ve fırsat verilir, kolaylık gösterilir. Bir işte darlık ve meşakkat görülünce, genişlik için izin verilir. Sıkıntılı işin sonucu ferahlatıcı olur. Bir iş daraldıktan sonra genişlemeye yüz tutar.
12.Bir zararı ortadan kaldırmak için daha az zararlı bir tedbir araştırmak zorunluluğu hakkında hüküm. (Mecelle Külli kaideler, 66.)
13.Raiyye üzerine tasarruf maslahata göredir. Raiyye: Devlet, idari meclisleri, bir otoritenin idaresi altındaki insanları ifade etmektedir. İdare edilen insanlar hakkında üzücü ya da sıkıntı verici kararlar uygulanamaz şeklinde de açıklanmaktadır. (ç.n.)
14.El konulan malın menfaatinin tazmini Mecelle hükmündeki gibi zorunlu değilken, yetim ve vakıf mallarına düşkün olan insanların bu hükmü kişisel menfaatlerine göre uygulamasının önüne geçilmek üzere, bu malların tazmini hakkında fetva verilmiştir. (ç.n.)
15.Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yasaktır. (ç.n.)