Kitabı oku: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM», sayfa 2

Yazı tipi:

2. BÖLÜM

Sezin Sabuncu’nun yakın ve güvenilir bir taksi durağına bırakılmaktan başka bir dileği yoktu. İşime geldi bu. Evimin yakınlarındaydık. Yeni taşınmama1 rağmen iyi kötü tanıdık müşteri statüsüne terfi ettiğim mahalle durağına götürdüm onu. Yolda konuşmadı. Ben de. Ne olacaksa yarına bırakmıştık. Taksiciler beni gördüklerine sevindiler. Getirdiğim kadına gülümsediler. “Aklın hanımefendide kalmasın abi,” dediler. Hoşça kalınlarımız kısa sürdü.

Otomobilimi Akatlar’a sürükledim sonra. Muhtarlığın yan tarafındaki telefon kulübesinin önünde durdum. Yolu tıkamıştım ama gecenin bu saatinde gelip gidenin olmayacağına güvendim.

Cüzdanımdaki telefon kartını soktum cihaza. Hayret, telefon da çalışıyordu, kartımda da hâlâ kullanılacak dakikalar vardı.

155’i tuşladım.

Bir hayret daha. İkiletmeden açıldı.

Derdimi anlatmak zor oldu ama. Telefondaki kadına adresi üç kere tekrarladım. Kim olduğumu, nereden aradığımı söylemeyi iki kere reddettim. Belki inandı televizyon seyreden bir ceset ihbar ettiğime, belki inanmadı. Kendisi bilirdi. Amirleri bilirdi.

Telefonu kapayınca otomobilime binip geri döndüm. Zeytinoğlu Caddesi’nden aşağı devam ettim. Eski evimin üstünden geçerken geçmişin geçmiş olduğuna bir kere daha karar verdim. Uğur Mumcu Caddesi’nde bir sürü şey hatırladım. Otoyolcular Sitesi’nin önünden yolun dar noktasında üstüme gelen Range Rover’a içimden küfrettim. İlerledim. Bizim sitenin otoparkının bu saatte ağzına kadar dolu olacağını bildiğim için cadde üstüne, sağ tekerlekleri kaldırımın yarısına kadar çıkararak bıraktım otomobilimi. Bekçisiz bekçi kulübesinden geçtim. Apartmanımın kapısı açıktı. Zemin kattaki evime merdivenlerden indim mecburen.

İki kişinin yaşaması için planlanmış olan ve benim de bu gerekçeyle taşındığım evimde hâlâ yalnız başımaydım. Yeniklik duygusunu atmıştım ama. Bakardık. Olursa olurdu, olmazsa olmazdı. Ben de buralardaydım, Yıldız Turanlı da. Yok, Yıldız Turanlı buralarda değildi. İnsanların kafalarının içine daha iyi bakabilmek için bir tür eğitime gitmişti Londra’ya. Epey sürecekti. Telefonlaşma âdetimiz yoktu.

Bu evin banyosu ötekinden konforluydu. Uzun bir duş aldım. Üstümden sular damlatarak, kullandığım iki odadan birine, yatak odasına geçtim. Giyindim. Sonra mutfağa gidip bir kahve yaptım kendime. Açık. Artık Akmerkez yerine iki metre dibimdeki çam ağacını gördüğüm salon penceresinin yanında içtim. Sigarasız. Bilgisayarım hâlâ kim bilir hangi OMO kolisinin içindeydi. Yeterince uçtun zamanında, diyerek kendimi kandırdım.

Sonra gidip uyudum. Salonun ışığını yanık bıraktım. Hırsızlara karşı.

Uyandığımda keyfim yerindeydi. Nedenini bilmiyorum. Saatime baktım. Çalışanlar için geç, ziyaretçiler için uygun bir vaktiydi sabahın. Bir kahvenin ardından tıraş oldum. Giyinip çıktım. Seten Plaza’nın güvenlikçilerine karşı beni utandırmayacak bir kıyafet seçmiştim.

Otomobilim bıraktığım yerdeydi. Kontağı çevirince uyandı. Yaşlıydı falan ama diriydi. Önce Dördüncü Levent çarşısına yöneldim. Gazete kulübesinin önündeki boşluğa park ettim. Rüşvet olarak sadece Hürriyet yerine iki gazete daha aldım. Karşısındaki Simit Sarayı’nda çay ve kaşar peyniri eşliğinde sabah araştırmamı yaptım. Cumhurbaşkanımız yine birilerine bağırmıştı. Gazetenin birine göre bu iyi bir şeydi, diğer ikisine göre o kadar iyi değildi. On altıncı kattaki garsoniyer cinayeti ya da intiharı üçüncü sayfalara düşmemişti. Bir sürü kadın bir sürü erkek tarafından öldürülmüştü. Birileri dolandırılmıştı. Birileri hapisten çıkmıştı.

Çayı bitirdim, simidi yarım bıraktım. Otomobilime bindim. Gazete kulübesindeki adamın kötü bakışlarına aldırmadan torpidodan araç telefonumu çıkardım. Araç telefonu dediğim bildiğiniz cep telefonlarındandı. Yıllardır kullandığım hakiki araç telefonu, Türk Telekom o servisi vermekten vazgeçtiğinde çöpü boylamıştı. Yerine aldığım telefonu şarj kablosundan çıkarıp yanıma almıyordum hiç. Malum, bizim işte iki elin birden serbest olması gerekir.

Tuşlara basıp dün Taylan Sezer’den randevu almak için kullandığım numarayı buldum. Ara, dedim söz dinleyen cihazıma.

Aradı.

Cevap veren kız dün konuştuğum değildi.

“Santral İnşaat…” dedi cilveli bir sesle.

“Taylan Bey’le görüşmek istiyordum,” dedim.

Bir an düşündü kız, bir yalana hazırlandığı için belki.

“Taylan Bey bugün ofisinde değil,” dedi. “Kim arıyordu efendim?”

Taylan Sezer’in telefonunun notları arasından çıkmak isteyen biri, dedim içimden.

“Adım Remzi Ünal,” dedim. “Dün gece bir daire işini görüşmek için buluşacaktık. Ben gelemedim. Hem özür dilemek hem de yeniden ne zaman görüşebiliriz sormak istiyordum,” dedim.

“Not alıyorum efendim,” dedi kız. “Sekreterine ileteceğim hemen.”

“Çok teşekkür ederim,” dedim. “Ofise ne zaman döneceğini biliyor musunuz?”

“Maalesef efendim,” dedi. “Sekreteri de bilmiyor, demin görüşmüştüm kendisiyle.”

“Pekâlâ,” dedim. “Çok teşekkür ederim.”

Kapadım telefonu, yerine yerleştirdim.

Hâlâ bana bakan gazete bayisine bir gülücük attım kontak anahtarını çevirirken. Otomobilim beni zorlanmadan Büyükdere Caddesi’ne çıkardı. Sabahın trafiği hâlâ yoğunluğunu düşürmemişti. CD çalarımda Cream dinleyerek eğlendim yol boyu. Seten Plaza’nın cehennem yönünde üç kat inen otoparkının girişindeki güvenlikçilerin otogaz denetiminden kolaylıkla geçtik.

Asansör doluydu. Lobi katında boşaldığında binaya giriş kartları olanlar hızla ortadan kayboldular. Ben ve orta yaşın epey üstündeki bir çift, daha sabah mahmurluğunu üstünden atamamış gibi görünen resepsiyon görevlisinin önüne dikildik.

Önceliği onlara verdim.

Geleceklerini garantiye almak yolunda her ay yatırdıkları paranın getirisi konusundaki hayal kırıklıklarını paylaşmak için geldikleri özel emeklilik şirketinin dördüncü kattaki ofisine, ellerinde ziyaretçi kartıyla yollandıktan sonra sıra bana geldi.

Onlar istemeden nüfus kartımı çıkarmıştım. Yasal hakları değildi ama koca koca plazaların güvenlikçileri de en az Remzi Ünal kadar yasaları takmama hakkına sahip olmalıydılar. Görevlinin yüzü Sezin Sabuncu’nun adı geçince gülümsedi. Yukarıya telefon etmeden verdi payıma düşen ziyaretçi kartını.

Asansörde tek başımaydım bu kez. Kabinin bir duvarını kaplayan aynadaki görüntüme bakmadım. Kim olduğumu biliyordum. Neler yapabileceğimi, neler yapamayacağımı biliyordum. Kimden kaçmam, kimin peşine düşmem gerektiğini biliyordum. Eskisinden daha iyi biliyordum hiç olmazsa.

Asansör beni O’Connor Consulting’in tam ortasına bıraktı. Tüm katı işgal ediyorlardı demek ki. Ama yine de tam karşıdaki, bu kez kalın camdan yapılmış resepsiyon masasındaki kıza ifadenizi vermek zorundaydınız.

Kız, aşağıdaki adamın aksine günün keyfini çıkarıyor gibiydi. Bunun nedeninin maaşı mı yoksa yılda iki kere aldığı iletişim eğitimi mi olduğunu bilemezdiniz elbette.

Eve metroyla dönüyorsa, Atatürk Oto Sanayi’nin çıraklarını heyecanlandıracak askılı bir bluz giymişti. Dudakları saçının rengindeydi, olgun portakal. Burnu görüntüsüne göre biraz kocamandı.

En işe yarar gülümsememi takındım.

“Sezin Sabuncu’yu görecektim,” dedim. “Geleceğimi biliyor. Remzi Ünal benim adım.”

Gülümsememe cevap verdi. Tezgâhındaki telefonu kaldırdı.

“Sezin Hanım, Remzi Ünal Bey geldi,” dedi ahizeye. Bekledi. Bana döndü sonra.

“Biraz bekler misiniz?” dedi sağ tarafımızdaki deri kanepeyi işaret ederek. “Gelecek Sezin Hanım.”

Teşekkür ettim. Oturmadım ama. Nedense içimde bir his fazla beklemeyeceğimi söylüyordu.

Haklı çıktım. Daha deri kanepenin solundaki Hitit bira küpü boyutunda saksıdan tavana doğru uzayan devetabanının yanına doğru üç adım atmıştım ki arkamda seri topuklu sesleri duydum. Döndüm.

Sezin Sabuncu boydan boya cam kayar kapıdan geçmiş, bakışlarını kabul alanında gezdirerek yürüyordu. Beni görünce gülümsedi. Çok değil.

Dünkünden farklıydı kıyafeti. Hakama gitmiş, diz hizasında ama cömert yırtmaçlı soluk mavi bir etek gelmişti. Bol bluzu çok alaca bulaca desenliydi. Üstten iki düğme açıktı. Saçları iki yana ortadan bölünmüştü. Kararlı plaza kadını adımlarıyla yürüyordu.

İki adım öteden uzattı elini, ben de bir adım attım, o sağlam el sıkışını deneyimledim.

“Günaydın,” dedi gözlerinin içi gülerek, dudaklarıyla değil. “Haberler iyi değil ama…”

“Günaydın,” dedim. “Hayırdır?”

Resepsiyondaki kıza doğru bir bakış atıp beni geldiği kapının tam karşısındaki geniş pencerenin önüne doğru sürükledi dokunmadan.

“Vehbi ortada yok,” dedi. “Sabah gelmemiş. Telefon da etmemiş hastayım falan diye…”

Buyurun buradan yakın, dedim içimden.

“Siz bir arasanız…”

“Aradım,” dedi. “Sizin gibi benim de var bir-iki soracağım. Aradım. Kapalıydı telefonu.”

Yan yana, pencereden dışarı bakıyorduk. Peş peşe, ardı ardına uzanan çirkin plazalar. Pencereleri açılmayan. Sıçrasam geçeceğim kadar yakın neredeyse. Örümcek Adam artık rahatça gelebilir İstanbul’a, dedim içimden. Gelmezdi ama. Buraların haydutlarıyla baş edemeyeceğini bilirdi.

“Sık sık yapar mıydı bunu?” dedim.

“Hayır,” dedi Sezin Sabuncu. “Mesai konusunda katı kuralları vardır şirketin. Kuryeler işten kaytarmak için başka yöntemler kullanırlar.”

“Kaç kuryeniz var?”

“Üç. Neden?”

“Belki kurye arkadaşları biliyordur nerelerde olduğunu,” dedim. “Hani işleri kendi aralarında paslaşmak falan…”

“Bizimki pek içli dışlı değildir ötekilerle ama olabilir. Bir bakayım. Siz burada biraz bekler misiniz? Hemen gelirim.”

“Acele etmeyin,” dedim.

Bu kez oturdum deri kanepeye. Sezin Sabuncu’nun kapıya doğru ilerlemesini, kapının iki yana kayışının ardından girip sağdan kayboluşunu seyrettim. Dışarıdakinden daha güzel bir manzaraydı. Rahattı da. İçinde gömülüp buraya ne için geldiğinizi unutabilirdiniz.

Resepsiyondaki kızla bakıştık. Artık arkadaş sayılırdık, karşılıklı gülümsedik.

Burada sigara içilmeyeceği, bu yönde bir tabela olmamasına karşın apaçıktı. Aklımdan bile geçirmedim.

“Bir şey içer miydiniz?” dedi Hollanda milli takımının forma renginde saçları ve dudakları olan resepsiyoncu kız.

“Hayır,” dedim. “Teşekkür ederim.”

Bir daha gülümsedi.

Kayar kapı açıldı bir-iki kere. Sezin Sabuncu’nun erkek versiyonları, laptop çantalarıyla asansöre yürüdüler. Bana bakmadılar bile.

Üçüncüde Sezin Sabuncu göründü. Aynı kararlı adımlarla bana doğru yürüdü. Ayağa kalkmamıştım. Hemen yanıma oturdu. Yırtmacının izin verdiği kadarıyla bacak bacak üstüne attı.

“Kuryelerden biri dışarıda, işteymiş,” dedi. “Diğerine haber yolladım, gelecek.”

Deminkinden alçak sesle konuşuyordu.

“Teşekkür ederim,” dedim.

Eteğinin bir köşesinde benim göremediğim bir kırışıklığı düzeltti.

“Bir şey içer miydiniz?” dedi.

Ben de alçak sesle konuştum.

“Teşekkür ederim,” dedim. “İstemem. Burada çaktırmadan sigara içtiğiniz bir yer var mı? Yangın merdiveni çıkışı falan?”

Kafasını hafifçe geri atarak güldü.

“Var, var,” dedi. “My bad! Gelin.”

Ardından ben de ayağa kalktım. Sezin Sabuncu resepsiyoncu kıza yaklaştı.

“Kurye Orhan gelecek birazdan,” dedi. “Ona Dumantepe’ye geçtiğimizi söyler misin?”

“Tabii Sezin Hanım,” dedi kız.

Kayar kapı bu kez ikimiz için açıldı. Peşinden girdim. Kapının bitişiğindeki duvardan sola döndük. Mutfak gibi bir yerde, buzdolabıyla tezgâhın arasından ilerledik. Çay bardakları yıkayan türbanlı, üniformalı kadına bakmadı bile Sezin Sabuncu. Üzerinde “Fire Exit” yazan demir kapıyı ittirdi. Kapı hafif direndi kadına. Yardıma niyetlenmedim. İkincide izin verdi çıkmamıza.

Deprem olduğunda binayı terk etmemiz için, yapı ruhsatlarının izin verdiği en dar merdivenlerin olduğu bir alana çıktık. Yukarı yönelen merdivenin ikinci basamağında kocaman bir plastik kova duruyordu. İnsan boyunun yetişemeyeceği yükseklikteki küçük kare pencere açıktı. Rüzgâr üfürüyordu delikten. Yerde sigara izmaritleri vardı.

“Hoş değil ama…” dedi Suzan Sabuncu.

“İdare ederiz artık,” dedim gömleğimin cebinden sigaramı çıkarırken.

Sigaralarımızı yaktım. Sırtımı duvara yasladım. Her penceresi açılmayan plazanın içinden dışına doğru bir delik açılabiliyordu demek ki. Her şey delik deşikti. Becerebilen, bir delik de kendisi için açıyordu.

Felsefeyi kısa kestim.

Sezin Sabuncu’ya baktım. Giysisinin, kaçış aralığının özensiz boyasından lekelenmemesi için duvardan uzak duruyordu. Destek ayağını değiştirdiğinde ters taraftaki kalça kıvrımı daha belirginleşiyordu eteğinin altından.

Bir şey söylenecekse o söylesin diye sustum. Konuşmadı. Sigarası benden daha önemliymiş gibi çekiyordu içine.

Ama ben konuşmalıydım.

“Sizden sonra haber verdim polise,” dedim. “Ama gazetelerde olayla ilgili bir haber yok.”

“Bu iyi mi kötü mü?” dedi.

“Bilmiyorum,” dedim.

“No news, good news,” dedi.

Yorum yapmadım.

Girdiğimiz geniş kapı tek harekette açıldı.

İçeri, bacaklarında kovboyların giydiğinden daha geniş rüzgârlıklar olan bir delikanlı girdi. Üzerinde fermuarı açık bir deri ceket vardı. İçindeki dolgular gövdesini kalınlaştırıyordu. Eldivenlerini çıkarmıştı.

Küçük kafası, giysileri yüzünden daha küçük görünüyordu. Saçları dünya kupasındaki Latin ve Afrika kökenli futbolcularınkilere benziyordu. En tepede bir miktar bırakılmıştı, altlar çepeçevre sıfır numarayla biçilmişti. Bir tek sarı çizgiler eksikti.

Yüzünde kendinden memnun bir ifade vardı.

Önce beni gördü. Kaşları hafif kalktı. Sezin Sabuncu’yu algılayınca gevşedi yüzü.

“Beni çağırmışsınız Sezin Hanım,” dedi.

Sezin Sabuncu tanıştırma faslını atladı.

“Evet,” dedi. “Vehbi gelmemiş işe bugün, nerede olduğunu biliyor musun?”

Kurye Orhan, Vehbi adını duyunca yavşak bir gülümseme kondurdu yüzüne, belki de istemeden. Vehbi Kanat kadının sandığı kadar ketum değildi anlaşılan.

Sonra kendini toparladı delikanlı. Kaşlarını biraz da abartılı çattı. Yere baktı sonra. Ayağının ucuyla yerdeki bir-iki izmariti öteye itti. Sonra kafasını kaldırdı.

“Valla bilmiyorum,” dedi. “Dün akşam bir şey konuşmadık. Sabah doğrudan gideceği bir yer de yoktu. Ben de görmedim vallahi.”

“Dün hep işte miydi?” diye araya girdim.

Cevabını yine Sezin Sabuncu’ya bakarak verdi.

“Evet,” dedi. “Sezin Hanım, biliyorsunuz dün çok yoğunduk. Doğru dürüst mola vermeden koşturduk.”

“Motorlarda GPS var mı?” diye sordum daha çok Sezin Sabuncu’ya. “Takip sistemi falan?”

Sezin Sabuncu’nun yüzü aydınlandı.

“İyi akıl ettiniz,” dedi. “Ben hemen gidip öğreneyim Muhterem Bey’den.”

Kararlı adımlarla kaçak sigara kokusu sinmiş merdiven aralığından çıktı. Ben sigaramdan bir nefes daha çektim arkasından.

“Yakar mısın bir tane?” dedim Kurye Orhan’a.

Bir kez daha yere baktı.

“Yok, yakmayayım,” dedi. “Yakalarlarsa beni de yakarlar.”

“Yahu herkes içiyormuş burada.”

Bu sefer yüzüme çevirdi gözlerini.

“Onlar başka, biz başka. Onlar içebilir, bizi atarlar işten.”

Sigaramdan son bir nefes daha çekip izmaritimi diğerlerinin arasına karıştırdım.

“Yoğun mu işler?”

“Bu ara yoğun,” dedi.

“Vehbi’nin evini biliyor musun?” dedim.

Cevap vermeden önce düşündü. İş arkadaşının adresini bir yabancıya vermek doğru olacak mı diye düşünüyordu şüphesiz. Sonunda Sezin Sabuncu’nun yırtmaçlı eteği galip geldi.

“Biliyorum,” dedi. “Bir-iki kere gitmiştim.”

“Ne tarafta?”

“Sarıyer’de.”

“Adresi var mı?”

“Valla adres alarak gitmedim. Birlikte gitmiştik ilkinde. Sonra hep buldum.”

“Anladım,” dedim.

Birden tedirginleşti.

“Ben gitsem mi artık?” dedi. “Beklerler aşağıda.”

“Siz bu katta çalışmıyor musunuz?” dedim.

“Sokarlar mı bizi ofise?” dedi. “Aşağıda, garajın üçüncü katında bir yerimiz var. Adı gıncıfıllı, ‘Ulaştırma’, kendi bildiğin ahır.”

“Az eğlen,” dedim. “Gelir şimdi. Hem soyadın neydi senin?”

Soyadını niye sorduğumu hiç merak etmiyormuş gibi cevapladı beni.

“Kapısız,” dedi. “Orhan Kapısız adım.”

Bu kez cevap vermedim. Başka ne sorabilirdim, bilmiyordum.

Sezin Sabuncu beni haksız çıkarmadı. Daha lafım bitmeden demir kapı iki taksitte açıldı. Yırtmaçlı etek bize doğru yürüdü. Elinde bir kâğıt parçası vardı.

“Motor evinde duruyor sinyallere göre,” dedi, daha çok bana. “Dün geceden beri oradaymış.”

“Adresi var mı?”

“Aldım,” dedi Sezin Sabuncu. “Burada.”

Adını hiç duymadığım bir Alman şirketinin logosunu taşıyan küçük kare kâğıdı bana uzattı. Üzerinde okunması zaman alacak harflerle bir adres yazılmıştı. En alttaki Sarıyer’i görünce üstteki sözcüklere takılmadım.

“Teşekkürler,” dedim.

Kâğıdı pantolonumun arka cebine tıkıştırdım.

Kurye Orhan Kapısız, “Bana ihtiyacınız yoksa ineyim aşağıya artık,” dedi.

Sezin Sabuncu bana baktı. Kafamı salladım.

“Tamam, Orhan,” dedi. “Teşekkürler. İhtiyaç olursa sana bakarım ben.”

Orhan Kapısız bana başıyla acemi bir selam verdi, demir kapının arkasında kayboldu.

“Gideyim şu motora bir bakayım,” dedim kapı kapanınca.

“Ben de gelmek isterdim ama çıkamam ki… İşim çok,” dedi Sezin Sabuncu. Yüzünde onu tanıdığım andan beri gördüğüm en endişeli ifade vardı.

“Mesele değil,” dedim. “Numaranızı verin, ararım ben sizi ne olduğunu anladıktan sonra.”

Tane tane bir cep telefonu numarası söyledi. Her rakam grubunda başımı salladım. Not almayışıma hayret eder gibi gözükmedi.

“Teşekkür ederim,” dedim. “Arayacağım.”

Sanki cevabı biliyormuşum gibi gözlerime bakarak konuştu.

“Başını belaya mı soktu bizimki, ne dersiniz?”

“Bilmiyorum,” dedim. “Anlayacağız.”

“Teşekkür ederim çok, zahmetleriniz için.”

“Size yardım etmiyorum,” dedim. “Kendime yardım ediyorum.”

Kapıya döndüm beraber çıkarız diye.

“Bana bir sigara daha verir misiniz?” dedi. “Şurada biraz kafamı dinlemek istiyorum.”

Paketimi çıkardım. İçinden bir tane aldı. Yaktım sonra. Çakmağı cebime yerleştirip elimi uzattım.

“Esas ben teşekkür ederim,” dedim. “Görüşmek üzere.”

Sigarasını sol eline alıp elimi sıktı. Soğuktu eli. Bir şey söylemedi.

O’Connor Consulting’in steril havasından hemen kurtuldum. Resepsiyondaki kıza bir gülücük salladım, ne olur ne olmazdı, bir kere daha gelebilirdim buraya. Sonra attım kendimi asansöre.

Hayatlarından bezmelerine az kalmış sekiz plaza insanıyla indim aşağıya. Kimliğimi aldım. Otoparka yöneldim.

Otomobilimin yerini hatırlıyordum ama hafif kaybolmuş gibi yapıp Kurye Orhan Kapısız’la Kurye Vehbi Kanat’ın fırsat buldukça kıçlarının üstüne oturdukları Ulaşım Ofisi’nin nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Bulamadım. Uzatmadım.

Büyükdere Caddesi’nin Sarıyer’e yönelen trafiğine katılmıştım iki dakika sonra.

Yol bu saate göre açık sayılırdı. Pencereyi açtım, rüzgâr suratıma vuruyordu. Az buçuk acıkmıştım ama bunun keyfimi bozmasına izin vermedim. Belki sonra bir porsiyon Sarıyer böreği…

Sarıyer’e kadar Blues Brothers dinleyerek gittim. “Sweet Home Chicago”nun sonlarına doğru Yusuf Ziya Öniş Stadı’nı arkamda bırakmıştım. Sesi kıstım, yavaşladım. Bir köşede durup arka cebimden adresin yazılı olduğu kâğıdı çıkardım. Cadde, sokak, numara ne varsa ezberledim. Devam ettim.

İstanbul’la herhangi bir Anadolu kasabasının karıştığı bir çevrenin alacasında, hafif yokuş yukarı, ağır ağır ilerliyordum. Derme çatma bir lastik tamircisinin yanından geçtikten sonra şehrin en ünlü özel liselerinden birinin yön tabelasına rastlıyordunuz. Cadde bazen daralıp bazen genişliyordu. Ruhunuz gibi.

Sokağı buldum. Yabancıları içine çağırmayan cinsten bir sokaktı. Girmedim. İlerledim. Yakında Laz bir müteahhidin ağzını sulandıracak kadar köhne iki katlı bir evin önünde durdum. Buraya park etmemden rahatsız olacak birileri yaşamıyor gibi duruyordu bina. Kaldırımın yarım metre içine girerek park ettim otomobilimi.

Çıktım dışarı. Çevreme hiç bakmadan kilitledim kapıyı. Hemen aşağıdaki hırdavatçıdan bir buçuk ton çimento alacak biri gibi kararlı ilerledim demin mimlediğim sokağa. Sokağın başına gelince sağa kıvrıldım. Kapının önüne çömelmiş iki yaşlı kadına hiç bakmadan yürüdüm. Onlar baktılar bana. Her geçene bakarlardı. Oralı olmadım. Sokak ileride sola kıvrılıyordu, nereye gittiğimi görmezlerdi.

Şimdi O’Connor Consulting’den, çalışanlarından birinin neden işe gelmediğini merak eden altın kalpli bir yöneticiye dönüşebilirdim. Sorarlarsa yani. Kimse sormadı. Pencerelerden bakan olmadı.

Numarayı buldum.

Herhangi bir Âdem evladının, dünya üzerinde Sezin Sabuncu’yu getirebileceği son ev burası olmalıydı. Kemal Sunal’ın yıkmak için gelen kötü müteahhide karşı, kafasından aşağı benzin süsü verdiği suyu dökerek savunduğu gecekondusundan daha eski, daha yıpranmış bir bahçenin kapısının önündeydim. Kırık kapı herhalde her seferinde omuzlanarak açılıyor, omuzlanarak yerine takılıyordu. Aralıklı tahtaların arasından, tavukların dolaştığı küçük bir bahçe görülüyordu. Bahçeyi son sulayanın erken bahar yağmurları olduğu açıktı. İçeriden hafif bir gübre kokusu geliyordu insanın burnuna.

Bahçenin bitimindeki tek katlı evin yeşile boyanmış kapısının önünde Kanuni marka, Leopard model bir motosiklet duruyordu.

Hah, dedim içimden.

Çarpık kapıyı kolayca aştım. İçeri girdim. Yerine yerleştirdim. Gübre kokusu yoğunlaştı. İki dakika sonra alışırım diye düşündüm. Bahçenin ortasında yürüne yürüne betonlaşmış toprak patika müsveddesinden eve doğru yürüdüm.

Evden ses gelmiyordu. Bahçenin duvarlarının arkasına geçtiğinizde, kimselerin size karışamayacağı gibi bir duyguya kapılıyordunuz. Karışırlardı ama belli olmazdı. Yine de kendine güvenen adımlarla yürümeye çalıştım.

Yenisi yapılacağı için yıkılan bir yapıdan çıkma iki pencerenin de perdeleri inikti. İnce, dallı güllü bir kumaştandı perde, yine de içeriyi göstermiyordu. Kapıya vurdum hafifçe. Beklerken motora baktım.

Civardaki en bakımlı şey bu motosikletti. Temizdi. Marşına basar basmaz hırlayacağa benziyordu. Otomobil sürücülerinin ihmal edemeyeceği kadar büyük sayılırdı. Selesinin arkasında kilit girişi olan bir port bagaj vardı. Benzin deposunun yanında da, kim bilir Vehbi’yi mi, başkasını mı üstünden attığı zamandan kalma bir vuruk. Gidonun üstüne kırmızı bir kask bırakılmıştı.

İçeriden ne ses geldi ne hareket. Bir kez daha vurdum.

Biraz daha bekledim.

Açılmadı kapı.

Bu kez kapıya en yakın pencerenin camına vurdum uyduruk demirlerin arasından elimi sokarak. Sonra bir daha…

Kapı açılmadı.

Ben de kilidini inceledim.

1.Remzi Ünal’ın taşınma hikâyesinin gerekçeleri için Yenik ve Yalnız macerasına bakınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
27 mayıs 2024
ISBN:
9789752126466
Telif hakkı:
Автор
İndirme biçimi:
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre