Kitabı oku: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM», sayfa 3

Yazı tipi:

3. BÖLÜM

İncelediğim şeye kilit denir miydi, bilemiyorum. Bir zamanlar öyle bir şeydi anlaşılan. Kapıya sonradan takılmış, menteşeleri on yaşında bir çocuğun ittirmesine dayanamayacak kadar entipüften, eski bir metal parçasıydı.

Eh, ben de on yaşından büyüktüm az biraz.

Beni durduran kilidin çıkarmadığı zorluk değildi ama. Düşünüyordum.

Girmeli miyim içeriye, çekip gitmeli miyim?

Daha dün, girdiğim kapının ardında bir ceset daha bulmuştum. Normal insanlar ceset bulduklarında ya dövünüp ağlarlar ya polis çağırırlar. Ben kaçmıştım. Alışıktım. Ceset bulunca kaçardım.

Ben kaçardım ama cesetler peşimi bırakmazdı. Bulaştığım iş her neyse, cesetlerden, polisten, karakoldan, şubeden, hâkimden, savcıdan, devletten kaça kaça dibine ulaşmaya çalışırdım yine de. Rüyama girdikleri için değil.

Ya kendi kıçımı kurtarmak için çıkmaya çalışırdım işin içinden ya da başka birileri için.

Sevdiklerim için, sevmediklerim için, masumlar için, herhangi bir sabah aynaya baktığımda daha az utanmak için.

Eh, çoğunlukla da para için.

Sondan başlayayım. Bu kez para yoktu işin içinde. Kendilerini zor geçindiren iki ihtiyardan ne alabilirdim ki zaten? Ödülüm, sevdiğim bir kadından belki bir öpücük almak olacaktı. On dakika sonraki kavgada unutmak üzere.

Sezin Sabuncu’dan öyle aman aman hoşlandığım söylenemezdi.

Vehbi Kanat’la Orhan Kapısız’ı sevsem ne olurdu sevmesem ne olurdu. Taylan Sezer’i kardeşim olsa sevmeyeceğim açıktı.

O zaman niye girecektim, arkasında başımı daha derin belaya sokacak bir şeylerin neredeyse kesin hazır olduğu bu yıkık dökük kapıdan içeri?

Biliyordum. Galiba girecektim. Neden, bilmiyordum.

Her şeyi bilmek zorunda değilsin Remzi Ünal, dedim kendi kendime. Belki sonra öğrenirsin.

Kapıya, Kapalıçarşı’da birine öyle çarpsan, küçük bir özürle kurtulacağın şiddette bir omuz attım. İkiletmedi, öyle çatırtı falan koparmadan eğildi önümde.

Hemen arkamdan kapadım kapıyı girer girmez. Kapayabildim, çünkü omuz darbemin şiddetiyle kilidin dilini karşı tarafta tutan gevşek zamazingo gevşemiş, dilin kurtulmasına izin vermişti. İçeriden dili kancasından çekip yerine oturtunca omuz atmamışım gibi oldu.

Kare, alçak tavanlı, taş döşeli bir sahanlıktaydım şimdi. Tam karşıdaki duvarın dibinde bir çift eski motor egzozu, bir motosiklet kaskı daha, biraz ötede birtakım tamirci alet edevatı, yağlı bezler vardı. Soldaki kapısız girişin arkasında mutfağa benzer bir şeyler gözüküyordu. Sağda ortalama bir voleybol oyuncusunun başını eğmeden giremeyeceği bir kapı vardı. Omuzladığım giriş kapısının hemen yanında yerde bir çift ayakkabı, bir çift çizme yatıyordu. Kapı kapanınca mutfak tarafından gelen ışık akşamüstü olmuş gibi yalandan aydınlattı ortalığı.

Belam, eğer gelecekse, sağdaki kapının arkasından gelecekti büyük olasılıkla.

İlk iş olarak, sağdaki kapının yine inşaattan çıkma olduğunu sandığım çerçevesinin hemen yanına iliştirilmiş sıva üstü elektrik düğmesinin çubuğunu aşağı indirdim. Tepedeki çıplak ampulden gelen ışık odanın sefaletini artırdı ister istemez.

Sezin Sabuncu bu kapıdan içeri girmezdi hayatta ama ben girmeliydim.

İçimden, “Hay Allah!” diyerek indirdim kapının kulpunu.

Arkamdan vuran ışığın yardımıyla ilk anda gördüm Vehbi Kanat’ı. Ya da ondan ne kaldıysa.

Tam karşıdaki duvara yaslanmış yataklı divanda, sırtüstü yatıyordu. Yüzü kan içindeydi. Bir eli yataktan aşağı sarkmıştı. Üzerinde Orhan Kapısız’ın giydiklerinin bir benzeri vardı. Demek ki dışarıda giriştiler dedim içimden. Eve gelir gelmez. Daha üstünü çıkarmaya zaman bulamadan.

İçimden bir ses, yaşıyor hâlâ, dedi. Ölü değil. Bu sefer değil.

Odayı dolduran ıvır zıvıra bakmadan Vehbi Kanat’a yaklaştım. Elimi boynuna götürdüm. Parmaklarımın ucunda hayat kıpırtısını duyumsadım.

İyi, dedim kendi kendime.

Ama epey dayak yemiş.

Yanağında kan bulaşmamış bir nokta bulup iki küçük tokat attım.

“Vehbi! Vehbi!” diye seslendim.

Tepki vermedi.

Sağ gözü tamamen kapanmıştı. Rocky Balboa’nın ilk filmde Apollo Creed’den yediği dayaktan sonraki haline benziyordu yüzü. Çıplak yumrukla vurulduğu için iki kat daha berbattı yalnızca.

Bedenine göz gezdirdim hızla. Görebildiğim kadarıyla açık yarası yoktu. Yukarıdan çalışmışlardı sadece.

“Vehbi!” dedim bir kez daha.

Sol gözünde bir kıpırdanma oldu. Zayıf, çok zayıf bir bilinç belirtisi… Kendisini dövenlerden biri olmadığımı algıladığını bile sanmıyorum. Başımın arkasında bir yerlere bakıyordu.

Hızla düşündüm.

Seçeneklerim sınırlıydı ve hepsi bir diğerinden daha berbattı.

Bir an önce bir hastaneye götürülmesi gerekiyordu garibanın. Ve hastanelerde, acil servislerin kapısının arkasında bir polis memuru bulunurdu. Sorular sorardı, kimlik alırdı, rapor yazardı.

Çekip gidebilirdim hiçbir şey yapmadan. Ama yapamazdım. Nokta.

Ambulans çağırabilirdim. Sonra giderdim. Hadi buralarda bir telefon bulduk diyelim. Ambulansın kaç vakitte geleceği belli değildi. Gelene kadar bizimki göçmüş olabilirdi. Adımı vermeyeceğime göre ihbarımı ciddiye alıp almayacakları da ayrı meseleydi.

Sezin Sabuncu’yu arayabilirdim işi devralması için. Bu, süreyi uzatmaktan başka bir işe yaramazdı ambulans açısından. Kendi kalkıp gelmeye çalışsa, süre nereden baksan iki katına çıkardı.

Vehbi Kanat’ı kendi başıma tedavi edemeyeceğim de açıktı.

Kararımı verdim.

Etrafıma baktım hızla. Önce kontak anahtarı… Bu kolaydı. Yattığı yataklı divanın kitapsız kütüphane rafında, açılmamış üç paket sarı Camel’ın yanında yatıyordu. Cebime attım.

Yatağın bir metre ilerisinde, ne zamandan beri yerde olduğunu kafama takmamam gereken Fenerbahçe formasını alıp gömleğimin üzerine geçirdim. Arkasında hangi ismin yazdığına bakmadım. Berbat kokuyordu, ona da aldırmadım.

Aradığım son şeyi de dışarıdaki tamirat ıvır zıvırlarının arasında görmüştüm. Tamamdım.

Vehbi Kanat’a bir kez daha bakıp odadan çıktım. Ev bozuntusundan da… Motorun yanından hızla yürüyüp bahçe kapısına ulaştım. Sonuna kadar açtım. Asayiş berkemaldi sokakta.

Hızla döndüm. Gidondaki kaskı alıp Vehbi Kanat’ın yanına ulaşıncaya kadar kafama yerleştirdim. Tam oturdu. Odaya girmeden, yerde yatan yıpranmış motorcu eldivenlerinin üstünde duran koli bandını da cebime attım. Yerdeki kaskı elime aldım.

Vehbi Kanat bıraktığım gibiydi. Yaşıyordu, bana yeterdi, soluğunun şiddetini kontrol etmedim artık.

“Gidiyoruz arkadaş,” dedim beni duymayacağını bile bile.

Ensesinden kaldırıp kaskı kafasına geçirdim. Zor olmadı, elimde ölmesinden daha çok korkuyordum açıkçası. Dayandı.

Bu kez belinin altına soktum kolumu. Şöyle bir tarttım. Kendinde olmayan biri, kaldırmaya kalktığınızda kilosundan daha ağır gelir insana. Öyleydi, üstesinden gelinmeyecek kadar değil ama. Kaldırdım, kasklı başının yükünü omzuma aldım. Sol elimle sırtına destek vererek kapıya doğru iki adım attım. Vücudundan beklediğim sası koku gelmiyordu. İçimden Sezin Sabuncu’ya teşekkür ettim.

Ayakları, felçli bir kedinin ayakları gibi sürünüyordu yerde. Geri dönüp çorap giydirme fikrini kafamdan attım.

Sarhoş bir sevgiliyi yatağa sürükler gibi gidiyordum. Kapı eşiğinde ayakları takıldığı için biraz zorlandım. İki kapıyı da arkamızda açık bırakarak terk ettim evi.

Motora varınca Vehbi Kanat’ın gövdesini benzin deposunun üstüne emanet ettim. Biraz soluklandım. Kaskın rüzgârlığını kaldırıp yüzünü kontrol ettim. Fena değildi. Zorlanmak biraz kendine getirmişti sanki. Darbelerden daha az etkilenmiş gözüyle tanımak ister gibi baktı yüzüme sanki.

“Dayan, gidiyoruz,” dedim anlayacakmış gibi.

Operasyonun bu aşamasını motoru devirmeden gerçekleştirmek zordu. Bacaklarımı biraz açarak payandaladım. Omzum ve sağ elimle gövdesini tutarken sol elimle sağ bacağını selenin üzerinden aşırdım. Biraz ittirdim. Benzin deposunun üzerine yüzü arkaya gelecek şekilde oturdu. Öne doğru devrilme eğilimindeydi. Diktim.

Şimdi tenkan zamanıydı.

Düşmemesi için iki elimi birbiri ardından gövdesine destekleyerek kendi çevremde döndüm. Hareket bittiğinde aynı yöne, motorun arkasına bakıyorduk. Kaskı kaskıma çarptı. Kafamı geri iterek düzleştirmeye çalıştım kafasını.

Sağ bacağımı motorun üstünden geçirip öteki tarafta yere bastım. En arkadaki port bagaj yüzünden bacağımı içe doğru bükmek zorunda kalmıştım. Ağrıdı.

Arkamda kasklı kafası omzumda, hayatımda ilk kez gördüğüm ve nefes alıp almadığını doğru dürüst bilmediğim bir adamla, eşeğe ters binmiş Nasrettin Hoca kılığında soluklandım. Daha bitmemişti iş.

Motorun üstünde dengemi korumaya çalışarak Vehbi Kanat’ın iki elini iki yandan belimin ortasında birleştirdim. Sol elimle ellerini tuttum, sağ elimle cebimden koli bandını çıkardım. Meretin ucu elbette açıkta değildi. Tek elimle çevirerek tırnakladım. Bulunca açıklığını artırdım. Yapışkan ucu göbeğimin üstündeki ellere yapıştırdım. İki elini birbirine yapıştırmayı başarınca işim kolaylaştı. Sol elimin de yardımıyla bandı defalarca geçirdim ellerinin üstünden.

Son ve en zor hareketteydi sıra.

Motoru ters oturarak kullanan kahraman ancak filmlerde olurdu. Gövdemle Vehbi Kanat’ı arkaya ittirerek aramızda bir boşluk yaratmaya çalıştım. İstediğim miktarda boşluğu elde edemedim. Durdum, düşündüm.

Göbeğimin üstünde birleşmiş ellerini boynuma doğru kaldırmaya niyetlendim. Kesmeyi başaramayacağım için sargının ucundan sallanmaya bıraktığım koli bandının rulosu pantolonuma yapıştığı için beni engelledi. Söktüm yerinden. Gitti güzelim pantolon, dedim içimden.

Kafamı yana eğerek aramızdaki boşluğu kaskların kapatmasını engelledim. Sonra bir bismillah çektim içimden. Bu kez sol ayağımı havalandırdım. İçime doğru çekerek… Sağ ayağım motor, Vehbi Kanat ve bendenizin ağırlığı altında titriyordu. Düşmek sonumuz olurdu. Aikido ısınma hareketlerinin faydasını gördüm. Tek ayaküstünde bağdaş kurmuş bir yogiye benziyordum. İçimden sıkı bir küfür salladım.

Bacağımı ve bacağımın ucundaki ayağımı ikimizin arasındaki anahtar deliği boşluğundan geçirip motorun yanında yere bastığımda bir kez daha küfür ettim. Bu kez daha ağırından…

Başarmıştık ama. Birlikte başarmıştık.

Vehbi Kanat’ın ellerini aşağıya indirip belimin üstüne yerleştirmek kolaydı artık. Şimdi, kasklı kafası sağ omzuma yaslanmış, düşmemek için belime sarılmış, cool olsun diye yüz yüze seyahat edecek iki sevgili gibiydik.

Cebimden motosikletin anahtarını çıkardım. Kafamı Vehbi Kanat’ın kasklı kafasının yanından uzatıp, girmesi gereken deliği buldum. Allah’tan tık demeden çalıştı Kanuni Leopard. Sesi güven veriyordu.

Kaskımın rüzgârlığını indirdim. Hafifçe gaz verdim. Hırladı. Vitese taktım. Park ayağını kaldırıp debriyajı gevşettim, motorla birlikte ilerledim.

Oluyordu. Dengem iyiydi. İlk motosiklet sürüş dersimi veren küçük dayımı hatırladım.

Bahçenin kapısından çıktıktan sonra sola dönüş, epey yıl sonraki motorculuğumun ilk sınavıydı. Başarıyla atlattık. Vehbi Kanat’ın kasklı başı sağ omzumda hareketsiz, Sarıyer’in merkezine doğru iyi kötü ilerledik. İnsanlar bize bakmıyordu. Bakanlar umursamıyordu. İyiydi bu.

Giderek motora hâkimiyetim artıyordu. Biraz hızlandım. Küçük sollamalarım işe yarıyordu.

Şehit Muhtar Yılmaz Caddesi’ne ulaştığımızda enikonu motorcuydum. Şimdi derdim geç kalmış olmamaktı. Vehbi Kanat kucağımda ölürse canım sıkılacaktı. Yine de kendi kendimi daha fazla hızlanmamaya ikna ettim. Ortalıkta trafik polisi gözükmüyordu. Bu daha iyiydi.

Cadde ortasından ikiye bölünmüştü. Aradaki beton yükseltinin üzerinden atlayacak kadar motorcu olmadığımı biliyordum. Aşağıdaki trafik ışıklarına kadar ilerledim. Işıklar görününce en sol şeride geçtim. Taksicinin biri penceresinden küfretti. Oralı olmadım.

Işıklara gelince gideceğim sokağın, sol tarafta gerilere doğru uzanan Sarıyer Deresi Sokak’ın tek yön olduğunu gördüm. Bir Coca Cola dağıtım kamyonu, arkasında sabırsız sürücüleriyle yeşilin yanmasını canavar gibi bekliyordu.

Burası İstanbul, dedim kendi kendime. Motosiklet sürücüleri ters yola girerlerdi. Ben de bir motorcuydum. Acemi macemi. Dağıtım kamyonu hareketlenmeden attım kendimi karşıya.

Kamyonla Likit Gaz satıcısının önüne çift sıra park etmiş beyaz Ford minibüsün arasından ustalıkla geçtim. Yön değiştirdiğimde sağ omzuma yaslanmış kasklı kafa savruldu biraz. Omzumu dikerek yerine yerleştirdim. İlerledim.

Burası İstanbul’du, evet. Kimse önümü kesmedi, arkamdan bağırmadı ters yönde ilerliyorum diye. İlerledim. İlerleyemedim. Sağdaki cep telefonu satıcısının önünde bekleyen araçlar arasında geçebileceğim bir boşluk yoktu. Düşünmedim.

İstanbul’da motosikletçiler yaya kaldırımından da ilerlerdi. Soldaki esnaf lokantasının önünde verevine park etmiş Citroen AX ile Renault Megane arasından geçtim, üstüne park edile edile yere gömülmüş kaldırım taşının üstünden kolaylıkla çıktım.

Önümde yaya yoktu. Yolum da az kalmıştı zaten.

Üç saniye sonra Sarıyer İsmail Akgün Devlet Hastanesi Ek Binası’nın önündeydim.

Hafif sola döndüm. Ana bina banka şubesinin hemen arkasındaydı. Kırmızı ACİL tabelası Vehbi Kanat’ın kurtuluş sinyali gibi göründü gözüme. Gelişimi haber vermek ister gibi gaza yüklenip ilerledim.

Ön tekerleklerimi acilin önünde sedyeler için yapılmış eğimli betonun üstüne çıkarıp durdum. Yolcumun birleştirilmiş ellerini kaskımı çıkarmadan başımdan geçirmek zor oldu. Bunu başarmaya çalışırken içeri bağırdım.

“Yaralı var! Yaralı var!”

İçeriden telaş içinde hastabakıcıların fırlamasını beklemiyordum. Onlar ağır ağır ve sallanarak gelirlerdi. Tekrar bağırdım.

“Millet! Yaralı var!”

Vehbi Kanat’ın ellerini kurtarmayı başarmıştım bu arada. Elimi beline yerleştirip motordan indirmem, bindirmemden çok daha kolay oldu. Motor biz onu terk edince devrildi. Umursamadım. Yolcumu acilin içine doğru sürükledim.

Hemen yan taraftaki banklarda oturanlardan birileri bize doğru hareketlendi. Vicdan hasta yakınlarında daha çok olurdu. Kafasında Ecevit kasketi olan amca Vehbi Kanat’ın bacaklarından tutup yardım etti. Kolundan tutan üniversiteli kılıklı oğlan sigarasını atmayı akıl edemedi. Yardımlarıyla biraz daha içeri taşıdık. Kaskımın koyu renkli rüzgârlığı acil girişinin ilerisini açıkça görmeme izin vermiyordu. O yönden de birtakım karartıların bize doğru geldiğini görünce Ecevit kasketliye döndüm.

“Geliyorlar galiba,” dedim. “Sağ ol.”

Genç olanına döndüm.

“Motor hastanın,” dedim. “Kenara bir yere diksen iyi olur. Sağ ol.”

Üniversiteli kılıklı oğlan “başımı ne derde soktum” bakışlarıyla baktı bana. Ecevit kasketli içeriden gelenlere el ediyordu.

“Sağ olun,” dedim ikisine birden. Döndüm. Dar sokakta ileriye doğru yürüdüm. Deniz aşağılarda bir yerdeydi. Deniz iyiydi.

Arkamdan birisi bağırdı ama hiç oralı olmadım. Kafamda kaskımla sokakta hızlı hızlı ilerledim. Sağlı sollu dükkânların önerdiği yemekleri es geçtim. Sokak bitince sağdaki Ortaçeşme Caddesi’ne döndüm. Deniz gözüktü.

Arkamdan polisler falan düdük çalmıyordu. Yine de hızımı azaltmadım. Denize paralel uzanan Yeni Mahalle Caddesi’nden ilerledim. Kimse bana bakmıyordu özellikle. Hayat normaldi. İnsanlar Sarıyer’in göbeğinde, ne yapacaklarsa onu yapmak için yürüyorlar, otomobillerin içindekilerden daha sakin, daha hoşgörülü duruyorlardı.

Meydana ulaşınca yavaşlarken çevreme baktım. Kasktan ve Fenerbahçe formasından kurtulmam gerekiyordu. Tam karşıda Burger King’le Tarihi Sarıyer Muhallebicisi ve Börekçisi duruyordu. Tarihi olanı seçtim. Onların tuvaleti şifreli olmazdı.

Kimsenin yüzüne bakmadan tuvalete yöneldim. İçeri girince formayı çıkardım. Kaskı formaya sarıp kullanılmış kâğıt havluların atıldığı çelik kutuya bıraktım. Üstünü az çok kapattım kâğıtlarla. Islak ellerimle aynada saçımı düzelttim. Gömleğimi pantolonumun üstüne saldım.

Tuvaletten çıkıp kapıya doğru yürürken kafamı yerden hiç kaldırmadım. Dışarı çıkınca yapmam gerekeni yaptım.

Bir sigara yaktım. Hak etmiştim bunu.

* * *

Otomobilimin yanına kadar yürümeyi gözüm kesmedi. Yolun kenarında pinekleyen taksiciye sayacın yazdığının iki katını vereceğimi baştan söyledim. Karşılığında yakın mesafe suratı yapmadı bana.

Asayiş berkemaldi Vehbi Kanat’ın mahallesinde. Direksiyonun başına oturduğumda, orada fazla oyalanmamam gerektiğine karar verdim. Radyoyu açmadan yola koyuldum.

Sarıyer merkezde de ortalık sakindi. Sahil yolundan şehre doğru ilerledim. Trafik şaşırtıcı biçimde açıktı. Yeniköy’e girmeden, otomobilin içinde Boğaz’ı seyreden âşıklara çay getirdikleri yerlerden birini buldum, denize karşı park ettim.

Torpidodan tenzilen araç telefonu olarak atadığım aleti aldım.

Gözüm Rusya’dan gelen konteyner taşıyıcı kocaman gemide, Sezin Sabuncu’nun cep numarasını tıklattım.

Bekletmeden açıldı.

“Efendim,” dedi Sezin Sabuncu.

“Remzi Ünal ben,” dedim.

Telefon karşılamasındaki profesyonel eda hızla değişti.

“Remzi Bey, Remzi Bey, hah!” dedi telaşlıya benzer bir sesle. “Bir saniye bekler misiniz? Sakin bir yere geçeyim.”

Bekledim elbette.

Rus gemisi kibirle ilerliyordu Marmara’ya doğru. Yanıma üstü açık bir otomobil park etti. İçinde iki sarışın kız, bir oğlan vardı. Gülüşüyorlardı. Onların tarafa bakan penceremi kapattım.

“Tamam, şimdi konuşabiliriz,” dedi Sezin Sabuncu.

“Sizin Vehbi’yi buldum,” dedim.

Hiç aralık vermeden konuştu.

“Dün neden gelmemiş?” dedi. “Sordunuz mu, dün neden gelmemiş?”

“Konuşacak halde değildi,” dedim olağan bir sesle.

“Ne?” dedi. “Yoksa onu da mı?”

“Hayır, hayır,” dedim. “Dünkü adam gibi değil. Biraz dövmüşler ama.”

“Dövmüşler mi?” dedi Sezin Sabuncu. “Ne demek dövmüşler? Kim?”

Elindeki askıyla çay dağıtan Kürt çocuk önce yanımdaki üstü açık otomobile yaklaştı doğallıkla. Galiba başka bir şey ısmarladılar, kafasıyla onaylayıp bana yöneldi.

Benim taraftaki pencereden içeri giren iyotlu havayı içime çektim konuşmadan önce.

“Esas olarak yüzüne çalışmışlar,” dedim. “Biraz acımasızca. Kim yaptı bilmiyorum.”

“Şimdi nerde?”

“Sarıyer’in içindeki hastanenin aciline bıraktım,” dedim. “Adı, Sarıyer İsmail Akgün Devlet Hastanesi. Bakıyorlardır şimdi.”

Çaycı oğlan benim taraftan ince belli bir bardak uzattı. Aldım. Camın önündeki düzlüğe yerleştirdim. Oğlana bir teşekkür gülücüğü attım.

“Yandı benimki,” dedi Sezin Sabuncu beni bile şaşırtacak endişeli bir sesle. “Polisler başına üşüşmüşlerdir şimdi.”

“Neden?”

“Sizden sonra gelip onu sordular çünkü,” dedi.

Elime aldığım ince belliyi tabağına bıraktım.

“Ciddi misiniz?” dedim. “Neden geldiklerini söylediler mi? Nereden ulaşmışlar oğlana?”

“Galiba sizin buluşacağınız adamın cep telefonundaki numaralardan. Ben de tam bilmiyorum ne sorduklarını. İnsan Kaynakları’ndaki arkadaşından öğrenmiş yardımcım, gelip anlattı bana sonra. Durumumuzu biliyor yani… O yüzden. Kimseye söylemez ama Gülnur.”

Yarım saat önce gerçekleştirdiğim moto-ambulans operasyonunu kafamdan geçirdim bir saniye içinde. Yeniden çaya uzandım konuşurken.

“Başına üşüşmeleri düşük ihtimal,” dedim. “Hastaneye bıraktığımda yanında kimliği yoktu. Kendine gelmesi için biraz süre gerekir.”

“Siz söylemediniz mi?” dedi. “Hani kayıt için falan.”

“Bana herhangi bir soru sormalarına izin verecek kadar kalmadım orada,” dedim. “Hikâyeyi anlatırsam bana, oradan dün geceye, oradan size bulaşırdı iş.”

“Teşekkür ederim tekrar,” dedi Sezin Sabuncu.

Bu kez bir yudum almaya kararlı bir biçimde uzandım çayıma.

“Bir kadından bahsetmemişler mi?” dedim. Sonra bardaktan bir yudum aldım. Soğumuştu. Yerine bıraktım.

“Hayır,” dedi Sezin Sabuncu.

“Bu iyi, hiç olmazsa,” dedim.

“Canınız sıkıldı mı?”

“Yoo,” dedim. “Niye sıkılsın?”

“Ben şimdi ne yapmalıyım?” dedi. “Onu söyleyin esas.”

“Hangi konuda?” dedim. Aklımın bir köşesi sırtında “Polis” yazan yeleklilerdeydi.

“Vehbi?” dedi kadın. “O hastaneye gideyim mi? Gidersem polisin eline geçmesini hızlandırır mıyım? Gitmezsem…”

Yanımdaki üstü açık otomobilde, direksiyondaki oğlan yanındaki kızı öptü dudağından. İkinci kız gülerek başını öte tarafa çevirdi. Hayat böyleydi işte.

“İçiniz ne diyor?” dedim.

“Yarısı git, yarısı gitme diyor,” dedi. “Gidersem durumumuzu bütün ofise ilan etmiş olacağım bir yandan…”

“Yardımcınız Gülnur biliyorsa bütün ofis biliyor demektir,” dedim. “Kuşkunuz olmasın.”

“Ciddi misiniz?” dedi.

Cevap vermedim.

Çayım sıcak olsaydı üst üste iki yudum alabileceğim bir süre geçti. Ses çıkmadı Sezin Sabuncu’dan. Çayım soğuktu, sadece bekledim.

“Öbür mesele?” dedi sonra.

“Polis o kadar hızlı olamaz,” dedim. “İsterseniz, ‘Ben başka bir yerde tedavi ettireceğim,’ diyerek alırsınız oğlanı oradan. Acildeki polise de, ‘Ne olduğu hakkında bir şey bilmiyorum,’ dersiniz.”

“‘Hastanızın burada olduğunu nereden haber aldınız?’ derlerse ne diyeceğim?”

İyi soruydu. Biraz düşündüm.

“Remzi Bey?” dedi. “Alo?”

Garson, üç afili fincan yüklediği askısıyla yanımdaki otomobile yaklaştı.

“Alo?” dedi Sezin Sabuncu. Sırtında “Polis” yazan yelekliler, konuş Remzi Ünal, dedi aklımın içinden.

“Canım uydurun bir şeyler,” dedim. “Dün gece nerede olduğumuzu ben söylemediğim sürece sizi bağlayamazlar olaya.”

“Teşekkür ederim, size güveniyorum,” dedi Sezin Sabuncu.

“Ben de,” dedim.

Hafif bir gülümseme belirdi sesinde.

“Siz ne yapacaksınız şimdi?”

Ne yapacağımı biliyordum, bunu ona söylemedim.

“Ben ararım sizi,” dedim.

“Benim aramamda sakınca var mı?” dedi Sezin Sabuncu. “Bu numaradan?”

“Yok,” dedim. “Her aradığınızda açılmayabilir ama.”

“Tamam,” dedi. “Çok teşekkür ederim.”

“Ben de,” dedim telefonumun kapat tuşuna basmadan önce. Telefonu torpidoya yerleştirmek için eğildim, doğrulduğumda garson sol yanımdaydı.

“Abi, neden saklıyorsun telefonu oraya?” dedi yüzünde sevimli bir gülümsemeyle. “Ararlarsa?”

“Hiç sevmediğim birilerinin arama ihtimali var,” dedim. “Borcum ne?”

“İçmemişsin abi,” dedi. “Beğenmediysen borcun yok.”

“Sağ ol,” dedim. “Senin gibiler azaldı, biliyor musun?”

“Abi, biz hep buradayız,” dedi.

Eline patrondan saklayacağı kadar çok para tutuşturdum. Otomobilimi çalıştırdım. Yanımdakinde kızlar oğlana heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyorlardı. Boğaz’ı onlara bıraktım. Boğaz turu yapan motordan duyulan Tarkan şarkılarını da…

Şimdi meccani hizmet verdiğim müşterilerime kısa bir rapor verme zamanıydı. İhtiyarlar aranıp sorulmayı beklerdi. Yola koyuldum.

Boğaziçi Üniversitesi’nin önüne gelene kadar “Take Five” dinledim teybimde. İyi geldi. Saksofon ruhumu onardı.

Az ilerideki tüp gaz bayiinin önünden sola saptım, aşağıya indim. Öğrenci kılıklı gençler yok oldu birden. Kapının önünde laflayan teyzeler çoğaldı. Onlardan korkmazdım.

Daralan yolda karşıdan gelen polis aracına yol vermek için sağdaki sokağa soktum otomobilimin burnunu. İçindeki dört polis hep birden bana baktı. Kendilerine gülümsedim. Kullanan polis eliyle selam verdi. Geçtiler.

İçim sıkıldı birden.

İlerledim. Uzaktan gördüm. Yıldız Turanlı’nın büyük bir kesinlikle, doğru tarif ettiği iki katlı mavi boyalı evin önü kalabalıktı. Adamlar, kadınlar, çocuklar. Sokağın ilerisine kadar bir göz attım. Başka polis otomobili yoktu.

Yoktu ama canımın sıkıntısı devleşti, hara’mda, anatomik yerini tam olarak bilmediğim bir yerlerde kıpırtılar büyüdü, beynimin arka yerlerinde alarmlar çaldı.

Yok, hayır, öyle değildir dedim içimden.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
27 mayıs 2024
ISBN:
9789752126466
Telif hakkı:
Автор
İndirme biçimi:
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre