Kitabı oku: «Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik», sayfa 12
Kara süyekler arasında kendisine saygı duyulan, ileri gelen denilebilecek diğer kişiler ruv bası, biy ve batırlardı. Ruv bası temsil ettiği ruvun ortak kararıyla seçilmiş, ruvun seçkin bir ailesine mensup bir kişi olurdu. Biyler ise, adalet işleriyle ilgilenirlerdi. Hukukî düzenlemeleri yapmak ve Kazaklar arasında çıkan anlaşmazlıkları çözmek biylerin göreviydi. Batırlar da askerî lider olarak Kazak toplumunda çok büyük bir prestije sahipti ve siyasî alanda da etkili kişilerdi. Batırlık babadan oğla geçmezdi. Batırlar, bu unvana gösterdikleri cesaretle, kahramanlıkla ve kendi gayretleri ile sahip olurdu (Kazakstan Tarihi Oçerkter 1994: 205).
Kazak din anlayışı, İslamiyet ve bozkır ruh kültünün birleşiminden oluşuyordu. Çariçe Elizabeth’in, Kazaklara eğitimleri için Kazan Tatarlarından din adamları göndermesinin ardından, İslamiyet Kazaklar arasında daha çok tutunmaya başlamıştı. Tatarlar, Kazaklar arasında hem dinî kimlikleriyle hem tüccar olarak hem de Kazak boy beylerinin yanında kâtip olarak bulunurdu. Kazaklar arasında Hive ve Buhara’dan gelen mollalar da vardı. Kazaklar sünnî olmakla birlikte, aslında aralarında mezhepler arasındaki farkı bilen de yoktu. Mollalar bile İslam dininin ince ayrıntılarını bilmezdi. İslamın beş şartına tam anlamıyla uyulduğu görülmezdi. “Allah” adı dualardan çok, eski Türk inancından; Türk Tengri inancından kalma ilgili ritüellerde duyulurdu. Bir molla geldiğinde namaz kılınırdı ancak beş vakit namazın düzenli olarak kılındığı görülmezdi. Cuma günleri ise toplu şekilde namaz kılınmazdı, zira Kazakların topluca namaz kılınan camileri yoktu. Sosyal dayanışma çok güçlü olduğu için zekat vermeye de Kazak sosyal hayatı içerisinde pek rastlanmazdı, çünkü fakir aileler zengin ailelerin yanında çalışır, onlarla birlikte yaşar ve kendi ihtiyaçlarını kendi emekleri ile karşılardı. Kazaklar arasında genellikle oruç tutulmazdı. Çok az sayıdaki Kazak, Mekke’ye gidip hacı olurdu. Bu kazanılması çok meşakkatli bir statü olduğundan Kazaklar arasında hacılar çok büyük bir saygı görürdü (Bacon: 54-55). İslamın şartlarına uymakta esnek olan Kazaklar, İslâm dininin bazı gereklerine ise uyarlardı. Erkek çocuklar sünnet ettirilir ve toylar düzenlenirdi. Düğünlere molla çağrılırdı. Cenaze töreninde molla varsa dualar okurdu ancak molla bulunmadan geçen cenaze törenleri de olurdu. Ama genel olarak ölüm törenlerinde yapılan ritüeller daha çok gelenekseldi. Kazaklar düğünlerinde olduğu gibi ölüm törenlerinde de büyük ziyafetler verirlerdi. Ölümün birinci yıldönümünde ölen kişi anılır ve “ölü aşı” tertiplenirdi. (Bacon: 55-56).
Yirminci yüzyılın başlarına kadar eski Türk inanç geleneği Kazaklar arasında yaşamıştır. Toplumda hastalıkları tedavi etme, gelecekten haber verme, kayıp nesneleri bulma gibi işlevleri yerine getiren ve Kazaklar arasında sayılan kişiler yanında, hayvanların kürek kemiğini yakarak fala bakan, kehanette bulunan kişiler de vardı. Halk arasında mollaların Kur’ân’dan ayetler yazarak yaptığı muskalara da inanılırdı. Ondokuzuncu yüzyılda hastaları tedavi etmek amacıyla hem halk hekimlerine hem de mollalara başvurulurdu (Bacon: 56-57).
Kazaklar arasında en önemli törenler düğün, ölüm ve ölüm yıldönümünde yapılırdı. Bu törenlerde çok büyük ziyafetler verilir ve çeşitli yarışmalar düzenlenirdi (Bacon: 58). Yılın hangi mevsimi olursa olsun, Kazaklar arasında türkü söyleme geleneği yaygındı. Konar-göçer hayatın bir parçası olarak, Kazaklar bir araya gelip sık sık çalıp söyleyerek kendi aralarında eğlenirdi. Göç esnasında, düğünlerde, cenazelerde söylenen türküler vardı (Bacon: 58). Avul avul dolaşarak çalıp söyleyen akın adı verilen halk ozanları, halk tarafından çok sevilir, büyük bir memnuniyet ve hürmetle ağırlanırdı. Kazaklar arasında çalıp söyleyen kişilerin akın olabilmek için akınlık yeteneklerini halk karşısında ispatlamaları gerekirdi. Akın olmak isteyen kişiler, akınlıklarını halka kabul ettirmek için akın olarak kabul edilen başka kişilerle yarışır eğer halk tarafından beğenilirlerse akın olarak kabul görürlerdi, ancak halkın beğenisini almayan kişilerin akınlığı kabul edilmezdi (Mukanov 2005: 162).
Kazaklar arasında on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar çok zengin bir sözlü gelenek gelişmişti. Okuma yazma oranı Kazaklar arasında çok yaygın olmamasına rağmen, Kazaklar medrese tahsili için ya kuzeye İdil-Ural bölgesine ya da güneydeki Buhara, Semerkant gibi şehirlerdeki medreselere eğitim görmeye gidiyordu.
Çarlık Devrinde
Kazak topraklarının Çarlık hâkimiyetine girmesinden sonra, Kazakların verimli topraklarına Rus göçmenlerin iskân edilmesi, Kazakların otlaklarını gittikçe daralttı. Onların kışlak ve yaylak olarak kullandıkları bölgeler tahıl arazileri hâline getiriliyordu. Kuzey ve Doğu Kazakistan’daki en verimli bölgelere Rus göçmenlerinin yerleştirilmesi I. Dünya Savaşı’na kadar sürmüştü (Bacon: 107).
Rus ticaret kasabaları ve mevsimlik panayırlarla Kazaklar yabancı mallar almaya başladı. Ayrıca, bozkırda geçici pazarlar arasında mal taşıyan Sartlar ve Kazan Tatarları da vardı. Ticaret konusunda bilgisiz olan Kazaklar yüksek fiyata, kötü mallar alıyordu (Bacon: 109).
Kazaklar arasındaki davaları her iki tarafın saygı duyduğu biyler çözerdi ve kimse bu kişilerin verdiği karara karşı çıkmazdı. Oysa bu dönemde, Kazakların kendi istekleri dışında, Rusların gösterdiği hâkime gitmeleri zorunlu olmuştu (Bacon: 111).
Çarlık devrinde Kazakistan’da pek çok Rus Çarlık yöneticisi görev yapıyordu. Bu Ruslar, Kazakça bilmedikleri için çoğu Kazan Tatarı olan tercümanlar aracılığıyla Kazaklarla anlaşıyordu. Aynı zamanda, Kazak bölge yöneticileri de Rusça bilmediklerinden onların da bu tercümanlara ihtiyacı vardı. Dolayısıyla tercümanlık ve kâtiplik yapan kişiler büyük önem arzediyor, kimi zaman meseleleri kendi menfaatleri doğrultusunda yorumlayarak kaydediyordu (Bacon: 112).
Çarlık devrinde toprak anlayışında da değişiklik oldu. Kazaklarda her boyun belirli yaylak ve kışlağı vardı, bu arazi içindeki otlaklardan faydalanma hakkı da o boya aitti. Ancak bu otlaklar kimsenin mülkiyetinde değil, sadece boylar otlaklar üzerinde hak sahibiydi. Ancak zamanla mülkiyet anlayışı Kazaklar arasında da görülmeye başlandı. Önce kışlaklarda yapılan evlerin mülkiyeti alındı. Bu evler de artık miras bırakılıp satılabiliyordu. Daha sonra, otlaklar da kişilerin mülkiyetine geçerek miras bırakılabildi. Kuzey bölgelerinde Kazaklar topraklarını Ruslara kiralayabiliyordu, ancak maddî olarak güçlenen Ruslar ilgili memuru ikna edip bu kullandıkları araziyi kendi üzerine geçiriyordu. Bu durum Kazakların kendi topraklarını kaybetmesine neden oluyordu. Bazı zengin Kazaklar da nüfuzlarını kullanarak boylarının eski topraklarına sahip olup fakir akrabalarını ırgat durumuna düşürebiliyordu (Bacon: 112-113). Çarlık Hükümeti, istila politikaları gereği Kazaklar arasında geleneksel akrabalık bağlarını zayıflatıp, Kazak topraklarında uruklar arasında çatışmalar yaratıyordu. Özellikle bolıs seçimlerinde urukların arası açılıyordu. Kazaklar arasındaki bu çatışmaları önleyecek en önemli savunma mekanizması da yedi ata geleneği idi. Yedi ata bilinci, Kazak nesilleri arasındaki bağı güçlendiriyordu (Sahipova 2007: 192-193).
Çarlık devrinde eğitim alanında da önemli değişiklikler meydana geldi. Başlangıçta, Kazak çocukları Kazakların yüksek eğitim veren okulları olmadığı için Rus liselerine gönderiliyordu. 1841’de Kazakların kendi liseleri kuruldu. Çarlık Hükümeti de Kazak çocuklarının Rus okullarında okumasına sıcak bakıyordu. 1813’te Omsk’ta, 1825’te Orenburg’da Kazak öğrenciler için açılan sınıflar vardı. 1850’den sonra ise eğitim, artık Rus şarkiyatçı İlminski’nin stratejik planları doğrultusunda yön verilen bir alan olmuştu. Kazaklar için açılan Rus-Kazak liseleri ve Kazak Öğretmen Okulları Kazaklar arasında aydınlanmaya öncülük eden okullar oldu. Bu okullarda okuyan Kazaklar, Çarlık İdaresi’nin de işine yarıyordu, çünkü Ruslar, Kazak yurdundaki Rus idarecilere yardımcı olabilecek Kazak kâtip ve tercümanları bu sayede yetiştirmiş oluyordu. Amaç ne olursa olsun, Kazaklar arasında açılan Rus sistemine uygun okullar vasıtasıyla sayılı da olsa elit bir Kazak grubu yetişmişti (Bacon: 113-115).
Sovyet Devrinde
Sovyet yöneticileri, hayvancılıkla uğraşan konar-göçer Kazakların yerleşik hayata geçirilmesi ve tarım alanına kaydırılması ile yakından ilgilenmiş ve büyük çaba göstermiştir. Çünkü konar-göçer hayat yaşayan Kazakları kontrol altında tutmak oldukça güçtü. 1921-1922’de yapılan toprak ve su reformu ile Yedisu ve Sır Derya bölgesindeki fakir Kazaklara toprak dağıtımı yapıldı. 1926-1927’de, bay olarak adlandırılan zengin Kazaklardan alınan araziler fakir Kazaklara dağıtılmaya başlandı. Kazaklar arasında hâlâ geçerliliğini korumaya devam eden hayvancılığa karşı Sovyetler 1928’de, baylardan aldıkları büyük hayvan sürülerini fakir ve orta hâlli ailelere dağıttı. Bu tarihten itibaren Kazaklar arasında kolektifleştirme politikası uygulanmaya başlandı. Kolektifleştirme şartlar dikkate alınmadan büyük bir hızla uygulandı. Kolektifleştirilme süreci Kazaklar için oldukça çetin geçti. Konar-göçer Kazak aileler kollektif kamplar olan kolhozlarda yaşamaya zorlandı, hayvanları otlak yokluğundan telef oldu, kolektifleştirmeye karşı çıkan Kazaklar “gerici baylar” olarak suçlandı, kimisi sürülürken kimisi de öldürüldü. Sonuç olarak 1926-1939 yılları arasında Kazak nüfusunda azalma yaşandı (Bacon: 131-132).
Kolektifleştirme ile birlikte Kazak bozkırlarında endüstrileşme de başladı. Güney bölgelerini pamuk tarlaları kapladı. Üç milyon metrekarelik Kazakistan Rusya’nın maden yatağı hâline geldi. Kazakistan’ın zengin krom, bakır, kurşun ve civa madenleri için Kazakistan’ın çeşitli bölgelerinde fabrikalar kuruldu ve işlenen bu madenler Sovyet ekonomisinin önemli bir bölümünü oluşturdu. Böylece Sovyet devrinde Ruslar, Kazakların yer altı ve yer üstü zenginliklerine de el koyarak bir çeşit sanayii sömürgeleştirme siyasetini de yürütüyordu (Akder 1957: 91). II. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş esnasında Kazakistan’a pek çok etnik grup sürgün edildi. Bunlar arasında Koreli, Ukraynalı, Alman, Kırım Tatarı ve başka gruplar yer alıyordu. Çarlık devrinde olduğu gibi, Sovyet idaresi boyunca da mütemadiyen Rus iskân siyaseti Kazakistan’da uygulanmaya devam etti (Bacon: 132). Kazakistan’da uygulanan Rus iskân siyaseti, Kazakistan’ın demografik yapısına çok büyük zarar verdi. Sovyetlerde, ülkelerin yerli halkının yanındaki ikinci en büyük etnik grup Rus grubu olarak görülürken, durum Kazakistan için farklılık arz etti. Kazakistan’da yerli Kazak halkının Rus grubundan sonra geldiği dönemlerin yaşandığı da oldu. Böylece Kazaklar tam anlamıyla kendi ülkelerinde sığıntı durumuna düştü. Bu durum 1959 ve 1970 nüfus sayımlarında çok açık bir şekilde görülmektedir (D’encausse 1984: 108).
Tablo 5: 1959-1970 yıllarında Kazakistan’da Kazak ve Rus nüfusu
1960’lara gelindiğinde Sovyetler, Sovyet ekonomisinin konar-göçerlerin ürettiği süt ve süt ürünlerine, ete, deriye, yüne, kürke ihtiyacını kabul etmiş ve konar-göçer hayatın gerekliliğini anlayarak, konar-göçerlerin yaşadığı coğrafyaya en uygun üretim şeklinin hayvancılık olduğunu anlamıştı. Dolayısıyla Ruslar, bu tarihten sonra Kazakların hayvancılıktaki maharetlerini takdir etmiş ve desteklemişlerdi. Yine aynı dönemde konar-göçerlerin dertleriyle de yakından ilgilenerek, onların hayat şartlarını kolaylaştırmak için çözüm önerileri de aramaya başlamışlardı. Bu amaçla 1961’de Devlet Başkanı Kruşçev, Kazak çadırları için daha dayanıklı maddelerin üretimini istedi. O, çobanların millî ekonomideki işlevlerine dikkat çekerek, çobanlar için çadırlardan vazgeçmeyip, çadırları daha kullanışlı hâle getirme gerekliliği üzerinde durdu (Bacon: 136-137). Hatta incelenen romanlardan Ösken Örken’de tamamiyle bu konu ele alınmıştır. Kruşçev’in Kazak bozkırları için belirlediği bu siyaset, bire bir olarak Muhtar Avezov’un Ösken Örken romanına yansımıştır.
Her kolhozun bir merkezi vardı. Bu merkezde değirmenci, marangoz, toplanılabilecek bir kültür merkezi ve çocuklar için de bir okul olurdu. Kolhoz merkezlerinin çok azında bütün bir yıl oturan bulunurdu. Ancak Rusların da bulunduğu karışık tarım merkezlerinde durum farklıydı. Bölge merkezlerinden ise diğer bütün ihtiyaçlar karşılanırdı. Hastane, kütüphane, postane ve okul bu bölge merkezlerinde bulunurdu. Bazı bölge merkezlerinde, radyo istasyonu, otel, hamam ve berber de olurdu (Bacon: 139).
Kazakların inşa ettikleri evler, Rus evlerinden izler taşır. Özellikle doğuda ağacın çok olduğu bölgelerde, evler ağaçtan yapılır. Kazaklar, ister yılın belirli bir döneminde isterse tamamında bu evlerde yaşasalar bile iç döşeyişi çadırlarınınki gibidir (Bacon: 142).
Sovyet döneminde “halkların eşitliği” sloganıyla Ruslaştırma ve yok etme siyasetine rağmen, Kazak kimliğinin önemli bir unsuru olan yedi ata, ruv ve cüz bağlılığı, yani güçlü akrabalık ilişkileri yaşamaya devam etmiştir. 70 yıllık Sovyet yönetimi altında Kazakların geleneksel akrabalık bağları, şekil değiştirerek de olsa varlığını korumuştur. Sovyet döneminde Komünist Parti ideolojisine aykırı bulunmasına rağmen, Kazaklar şecere geleneği ile toplumsal belleklerini canlı tutmuş, nesiller arasındaki bağlantıyı korumayı başarmış ve böylece kimliklerini de muhafaza edebilmişlerdir (Sahipova 2007: 184, 194). Bu dönemde Kazaklar arasındaki akrabalık ilişkileri şekil değiştirmiş, kolhozlaşmada kolhoz yakın akrabalardan meydana gelmiş, yakın akrabalar kolhoz çatısı altında yine bir arada sıkı ilişkiler içerisinde yaşamıştır (Bacon: 147). Eskiden çeşitli törenlerde bir araya gelen akrabalar, kolhoz sayesinde artık devamlı bir arada bulunmuş, bu da Kazaklar arasında zaten güçlü olan akrabalık ilişkilerini daha da perçinlemiştir. Böylece kolhozlaştırma Kazakların boy akrabalığını bozmak yerine, bilakis güçlendirmiştir.
Sovyet devrinde, şehirlerdeki kültürlü ortamlarda bile geleneklerin yaşamaya devam ettiği görülür. Erkek çocuklar sünnet ettirilir, cenazelerde ve düğünlerde dua edilir, toy olarak adlandırılan törenlerde eskiden olduğu gibi çok sayıda davetli bulunur ve büyük harcamalar yapılır. Bu törenlerde domuz eti yenmemekle birlikte vodkanın içildiği görülür, böylece İslamî uygulamaların biraz yumuşatılarak da olsa yaşamaya devam ettiği dikkati çeker. Eskiden olduğu gibi misafirperverlik ve yaşlılara saygı gibi değerler önemli olmaya devam ederken, yemek yeme alışkanlıkları ve ev içi düzenlenmesi de geleneklere uygun olarak varlığını sürdürür (Roy 2000: 125-126).
Sovyetlerin titizlikle üzerinde durdukları bir konu kadının konumudur. Çünkü kadınlar, ideolojik ve kültürel açıdan Ruslaşmaya engel olan kapalı aile yapısının temel taşını oluşturuyordu. Sovyetler bu sebeple 1927 ve 1928’de kadının konumu üzerinde yoğunlaşarak eskiden kalan geleneklere karşı bir mücadele başlattı. 1927’de adlî sistem ve 1928’de de ceza kanunu değiştirildi ve şeriat mahkemeleri yasaklandı. Yapılan bu değişikliklerle “gelenek kökenli suçlar” cezalandırılıyor, özellikle de başlıkparası, erken yaşta evlilik, zorla evlendirme, çokeşlilik gibi gelenek ve İslamiyetle bağlantılı uygulamalar hedef alınıyordu (Roy 2000: 122). Sovyet Hükümeti’ne göre kadın içinde bulunduğu esaretten kurtarılmalıdır. Hükümet, bu sloganla kadınlar konusundaki reformları başlatmıştır. Kadınları çalışma hayatı içine sokmaya gayret gösterilmiştir. Ancak, konar-göçer kadınları zaten her zaman çalışıyordu ve pek çok sorumluluğu taşıyordu. Kocası olmadığı zamanlar ya da kocasının ölümünden sonra evlenmeyerek boyunu idare eden Kazak idareci kadınlar da vardı. Ancak Sovyet devrinde Kazak kadınlarına sunulan büyük fırsat eğitim almaları olmuştur. Zaten toplumda önemli bir misyonu olan Kazak kadınları Sovyet devrinde kendilerine tanınan olanakları çok iyi değerlendirmiştir. Amengerlik geleneği ve çokeşlilik Sovyet devrinde de tamamiyle yıkılamamıştır. Çok eşlilik, “gelenek kökenli suç” olarak kabul edilip yasaklanmasına rağmen, parti üyesi bazı kolhoz başkanlarının ekonomik durumlarının da elverişli olması sebebiyle birden fazla kadınla, geleneğe uyarak ölen akrabalarının geride kalan dul eşleriyle evlenmelerine de rastlanır (Bacon: 151-152).
Sovyet devrinde eğitim faaliyetleri yaygınlaşmıştır. Devrimden hemen sonra Kazaklar arasında okumuş sayısı düşüktü. Türkistan coğrafyasında kadınlarsa neredeyse hiç okutulmuyordu ve kadınların okuması gereksiz olarak görülüyordu. 1930’ların sonunda Türkistan’da modern anlamda eğitim alan bir zümre yetişmişti, ancak Stalin’in 1937 ve 1938’de gerçekleştirdiği aydın kırımı, Türkistan sahasından yetişmiş eğitimli kişilerin yok olmasına neden oldu (Bacon: 158).
Sovyet devrinde Rusça’nın yaygın kullanımı, Türk toplulukları arasında anadili kullanımını oldukça düşürmüştü. Anadilin geri plana düşmesindeki ana faktörlerden biri, Çarlık devrinde başlayan ve Sovyet devrinde de devam eden Rus iskân siyaseti nedeniyle Türk halklarının kendi yurtlarında nüfus bakımından azınlık durumuna düşmeleriydi (Özönder 1999: 36-37, 38). Sovyet devrinde Kazakistan’a yapılan yoğun Rus göçü nedeniyle Kazaklar arasında da Rusçanın yaygın kullanımı anadili kullanımında düşüşe neden olmuştu. Ayrıca Rusçanın prestijli dil konumunda olması nedeniyle Kazak aileler çocukları ileride Rusça bilmediği için sıkıntı çeker korkusuyla çocuklarını Rus okullarına göndermeyi tercih ediyordu. Bu okullarda Rus öğretmenlerle iyi derecede Rusça öğrenen Kazaklar, kendi ana dillerini daha az kullandıkları için Kazakça, Rusça karşısında gün geçtikçe değerini yitiriyordu (Karabulut 2004: 79). Bununla birlikte, Rus okullarında okuyan Kazak öğrencilerin Rus öğrenci ve hocalarla temasları, onların Rus kültürüne yakınlaşmasına neden oluyor ve ilerleyen süreçte onların Ruslaşmasını kolaylaştırıyordu.
3. Bölüm
Sovyetler ve Edebiyat
Sovyetlerde uygulamaya konulan ideoloji, “Sovyet ideolojisi” olarak nitelendirebileceğimiz, Marksist-Leninist ideoloji üzerine kurulmuştur. Lenin önce, Marx’ın dünya görüşünden etkilenmiş, ardından da kendisi de Marksizm’e katkılarda bulunarak, Sovyetlerde Marksist-Leninist ideolojiyi uygulamaya koymuştur.
Marksizm, genellikle bir iktisadî doktrin olarak ele alınmasına karşın, insan, tarih, devlet, toplum, doğa, Tanrı sorunlarıyla ilgilenen, hem teori alanında hem de uygulamada bu sorunları çözümlemeği ve bir senteze ulaşmayı amaç edinen bir dünya görüşüdür. Marksizm, bu özelliği ile tüm hayatı içine alır. İnsanla uzaktan ya da yakından ilgili olan tüm sorunlar Marksizm’in kapsamına girer. Bir dünya görüşü olarak sadece teoriyi sunmakla kalmaz; dünyanın görünümünü, yönünü değiştirmeyi hedefleyerek, mutlaka bir aksiyon düşüncesini ve bir siyasal programı kapsar (Göze 1983: 326). Lenin, Marksist dünya görüşüne bir katkı olarak Devrimci Parti kavramını ekler. O, parti’ye çok önemli bir misyon yükler. Rusya’da sosyalizmin kurulmasına işçi sınıfı önayak olacaktır; ancak işçi sınıfı, henüz sosyalist bilince ulaşmadığı için ideal sosyalist toplumun kurulmasında parti ona rehberlik ve öncülük etmelidir (Daver 1968: 66; Göze 1983: 370). Dolayısıyla Marksist-Leninist dünya görüşünün zirvesinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi yer alır. Sovyetler Birliği’nde edebiyat da bu bağlamda Marksist-Leninist dünya görüşünün uygulama alanlarından biridir ve Komünist Parti edebiyatın da en üst düzey kontrol unsurudur.
Milliyetler Prensibi
Sovyetler Birliği “halkların eşitliği” prensibi üzerine kurulmuştu. Daha 1903 yılında İskra’da yayımlanan Parti Programımızda Ulusal Sorun başlıklı yazısında Lenin, dillerin, ulusların tam eşitliğini parti programlarına aldıklarını, bunun yanı sıra her ulusun kendi kaderini tayin hakkını da tanıdıklarını dile getiriyordu (Lenin 1979: 21). Yine 1913 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin ortak yaz konferansında alınan kararlardan biri şöyleydi:
Sömürüye, kâr elde etmeye ve didişmeye dayalı olan kapitalist toplumda herhangi bir biçimde ulusal barış, ancak, bütün ulusal topluluklarla dillerin tam eşitliğini güvence altına alan, resmî zorunlu bir dil tanımayan, halka bütün yerli dillerle öğretim yapacak okullar sağlayan ve anayasası herhangi bir ulusal topluluğa herhangi bir ayrıcalık verilmesini ve herhangi bir ulusal azınlığın haklarına saldırılmasını önleyici maddeleri kapsayan, A’sından Z’sine demokratik, cumhuriyetçi bir hükümet sistemiyle sağlanabilir. Bu, özellikle, geniş bir bölgesel özerkliği ve tam demokratik özyönetimi gerektirir. Özyönetime sahip özerk bölgelerin sınırlarını, o bölgelerde oturanlar, kendi iktisadî ve toplumsal koşulları, nüfusun ulusal yapısı,vb., çerçevesinde, kendileri belirlemelidirler. (Lenin 1979: 109)
1917 Rus devrimini hazırlayan süreçte, milletler hapishanesi olan Çarlık idaresine karşı eşitler ülkesi olan bir Sovyetler Birliği zihinlerde filizlenmeye başlamıştı. Sosyal Demokrat Parti her fırsatta Çarlık monarşisi tarafından ezilen halklara kendi kaderini tayin hakkı tanıyor, halkların ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkını destekliyordu. 1914 yılında yayımlanan Ulusal Eşitlik Tasarısı’nda “Rusya’da oturan, her türlü ulusal topluluğun yurttaşları, yasalar önünde eşittir.” (Lenin 1979: 163); Rusya’da yaşayan hiçbir yurttaş, cinsiyeti, dini ne olursa olsun, kökeni veya ulusuna bakılarak siyasal ya da herhangi bir hakkından yoksun bırakılamaz deniyordu (Lenin 1979: 164). Yine 1914’ten sonra yazılan ve ilk kez 1924 yılında yayımlanan Ulusal Siyaset Sorunu Üzerine başlıklı yazıda sosyal demokratların demokratik bir merkeziyetçiliği destekledikleri dile getiriliyordu. Lenin, bütün öteki koşullar eşit olduğu takdirde, iktisadî ilerleme ve proletarya ile burjuva mücadelesi konusunda büyük devletlerin küçük devletlere göre daha etkin olduğuna inançlarını da belirtmekten geri kalmıyordu (Lenin 1979: 172). Lenin her ne kadar halkların eşitliği üzerinde özellikle dursa da, burada büyük devletin etkinliğine olan inanç Orwell’in “bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar diğerlerine göre daha eşittir.” sloganını doğruluyordu. Sovyetler Birliği ilerleyen süreçte bütün halkların eşitliği noktasından bazı halkların daha eşit olduğu bir yapıya dönüşecekti.
Lenin her ulusun kendi kaderini tayin hakkına sıklıkla vurgu yapıyor, zorlayıcı bağlar yerine gönüllü bağları koymanın değişik ulusların proletaryası arasındaki sınıf dayanışmasını güçlendireceğine dikkat çekiyordu (Lenin 1979: 173).
1917 Temmuz ayında toplanan Sovyetler Kongresi, Rusya’daki bütün ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını ilan etmiştir. Ekim ayında yapılan ikinci kongrede de bu hak kararlılıkla ortaya konulmuştur. Bu kongre kararları doğrultusunda Halk Komiserleri Kurulu, Rusya’daki uluslara ilişkin stratejilerini şu ilkelere dayandırmaya karar vermiştir:
1) Rusya’daki ulusal toplulukların eşitliği ve egemenliği.
2) Rusya’daki ulusal toplulukların, ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı dâhil, kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkına sahip olmaları.
3) Ulusal ve ulusal-dinsel her türlü ayrıcalık ve sınırlamanın kaldırılması.
4) Rusya’nın sınırları içinde yaşayan ulusal azınlıkların ve etnografik grupların özgür gelişmesi. (Lenin 1979: 343)
Lenin, sınıflar arası dayanışmaya bağlı yeni insan toplumu içinde milliyetlerin farklılıklarının eriyeceği ve zamanla milliyetlerin yok olacağı idealine sıkı sıkıya bağlıydı. Ancak Lenin bunun bir çırpıda olmayacağını, belirli bir süreç içerisinde yumuşak bir siyaset yürütülerek halledilebileceğini anlamıştı. Lenin’in idealize ettiği topluma eğitim, hukukî eşitlik ve güven gibi önemli parametreler aşılarak zamanla ulaşılabilirdi. Ona göre, millî vicdanların derinliğine inilmeden, milliyetlerin eriyerek yok olduğu Sovyet toplumunu yaratmanın imkânı yoktu (D’encausse1984: 28). Stalin’in milliyetler siyaseti daha merkezci olmakla birlikte, Birlik’e bağlanmış halklara bazı ayrıcalıklar vermek gerekliydi, çünkü eşitler ülkesi Sovyetler Birliği milletler hapishanesi Rus Çarlığı’na alternatif olarak diğer halkların da desteğini alarak kurulmuştu. Sovyetler Birliği’nin gerçekte de eşitler ülkesi olduğunu herkese ispatlama gereği vardı. Stalin, Lenin’in ölümünün ardından milliyetler siyaseti işini tamamiyle kontrolü altına aldı.
Stalin öncelikle “ulus”u tanımlıyor, ardından da milliyetler siyasetini bu tanım üzerine kuruyordu. Stalin’e göre, “Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadî yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir.” (Stalin 1994: 15) Milliyetler siyasetine göre, önce halklar birbirlerinden ayrılıyor, tarih boyunca varlığını sürdüren ve hiç değişmeyen bir sabitin varlığı kabul ediliyor, bu sabit “etni”yi oluşturuyordu. Her etnisiteye bir toprak ve dil tahsis ediliyordu. Etnisiteler toprağa ve dilin statüsüne dayanan idari ve siyasal bir sınıflandırmaya tâbi tutuluyordu. Her etni diliyle tanımlanıyordu. Bu siyasete göre, bir Kazak etnisitesi olduğuna göre mutlaka bu etnisiteye ait bir dil ile toprağın da olması gerekiyordu. Sovyet kuramcıları etnilere sağlam bir temel oluşturabilmek için, etnik oluşum ve dilbilim imkânlarından faydalanmışlardır. Etnik oluşum yaklaşımına göre, etninin şeceresi çıkarılıyordu. Bu yaklaşımla örneğin bir “Özbek etnisi”nin çok eskiden oluştuğu, Marksist anlayışta öngörülen gelişme aşamalarından geçtiği, ancak her zaman o günkü Özbekistan Cumhuriyeti’nin bulunduğu topraklarda yaşadığı ispat ediliyordu. Stalin’e göre, dil bir etninin sürekliliğini sağlayan unsurdu dolayısıyla etnileri temellendirmenin yollarından biri de dilbilimdi. Sovyetlerde dilbilim, bir dilin doğal kullanımının dışında, dilleri ideolojik kriterlere göre sınıflandırıyor ve biçimlendiriyordu. Bu noktada Sovyet bilim adamı olmak da tıpkı Sovyet yazarı olmak kadar zordu, çünkü daha önce doğru kabul edilip ispatlanan bir olgu günün şartları içerisinde değişebiliyordu. Bu sebeple Sovyet bilim adamı daha önce ispatladığı olguyu yeniden gözden geçirmek, eski görüşlerini reddedmek ve yeni dayanaklar bulmak zorunda kalıyordu (Roy 2000: 102-103).
Sovyetler Birliği’nde eşitlik, hukukî olarak ortaya konulmuştu ama Birlik içerisinde çok karışık statüler söz konusuydu. Sovyet idarî sistemi şu yapılardan oluşuyordu:
Teorik olarak, diliyle tanımlanan her halk, gelişmişlik düzeyiyle orantılı bir idari statü kazanan bir “milliyet” (natsionalnost) oluşturur. Kapitalist bir üretim biçimi ve bir piyasaya sahip oldukları için ulus (natsya) aşamasına gelmiş olan halklar “sovyet sosyalist cumhuriyeti” statüsüne hak kazanırlar. Daha az gelişmiş halklar, aşağıya doğru bir sıralamayla “özerk cumhuriyet”, “özerk bölge” (oblast) ve ulusal toprak (okrug) statüsünü alırlar. (Roy 2000: 104)
Sovyet devletinin içyapısı, toplumun etnik bakımdan oldukça karışık olduğunu gösteriyordu. Sovyet toplumu içinde siyasal ve kültürel yapıları birbirine hiç uymayan insanların olduğu ortaya çıkmıştı (D’encausse 1984: 30). Yukarıdaki idarî statülerin dışında dilleri tanındığı için tanınan ama toprak ve kendi idarî makamına sahip olmayan milliyetler de vardı. Gruplar arasındaki ayrım dillerin sınıflandırmasına dayanıyordu. Diller, yazılı olmayan diller, yazılı diller ve edebî diller olarak sınıflandırılıyordu. Yazılı dili olmayan bir milliyet toprak sahibi de olamıyordu, ancak yönetim bir dilin yazıya geçirilmesine karar verebildiği için dilin statüsü siyasaldı. Eğer yazılı dili olmayan bir grubun toprak sahibi olması isteniyorsa, o gruba hemen bir yazılı dil icat edilebiliyordu; şair ve yazarlara bu dilde şiirler ve sosyalist realist romanlar yazdırılarak bu dile edebî dil statüsü de verilebiliyordu (Roy 2000: 105). SSCB’de karmaşık ve değişken bir milliyetler listesi mevcuttu. SSCB’de milliyetlerin bir dil ve toprakla tanımlanması prensibi yaşanan karmaşıklığa neden oluyordu. Bu prensip her zaman olması gerektiği gibi uygulanamıyor ve sık sık keyfî uygulamalar ortaya çıkıyordu.
Toprak bölümlenmesi öyle bir düzenleme ile yapılıyordu ki, bu düzenleme ile hiçbir Sovyet Cumhuriyeti kendi başına ayakta duramıyor ve elbette bağımsız da olamıyordu. Sınırlarla, azınlıklarla ve iç topraklarla sürekli oynanması bu cumhuriyetlerin yumuşak karnıydı. Orta Asya’daki cumhuriyetlerin sınırları coğrafî, iktisadî ya da etnik hiçbir mantığa dayanmıyordu. Zaten bu coğrafyada etniler o kadar birbirinin içine girmişti ki, etnisiteye dayanan bir sınır çizmek de oldukça zordu. Çimkent ve Oş şehirlerinde Özbek nüfusun çokluğuna rağmen Çimkent Kazakistan’a, Oş da Kırgızistan’a bağlıydı (Roy 2000: 109). Sır Derya Vadisi Kazak, Kırgız ve Özbekler arasında devamlı etnik sorunların yaşandığı bir bölgeyi oluşturuyordu. Özbekistan’ın komşu olduğu Kırgızistan, Türkmenistan, Kazakistan, Tacikistan ve Afganistan’da Özbekler yaşıyordu. Özbekistan örneğinde olduğu gibi, isimlerini verdikleri ülke sınırları dışında yaşayan meşru milletler önemli bir çatışma unsurunu meydana getiriyordu. Zaten birbirinin içine girmiş etnisiteler, Sovyetlerin sınır çizimleri nedeniyle daha da karmaşık hâle geliyordu. Sınırlardaki bu karmaşa etnisiteler arasında, özellikle de tarihten beri kan bağları olan Türk halkları arasında çözümsüz sorunlar yaratmıştır. Sovyetlerin Orta Asya devletleri arasında ortaya çıkardığı bu sınır sorunları günümüzde dahi zaman zaman o bölgelerde yaşayan Türk halkları arasında kanlı çatışmalara neden olmaktadır.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve millî kültürlerin yüceltilmesi Sovyetler Birliği’nin en göz alıcı özelliğiydi. Yirmili yılların sonuna kadar Sovyetler Birliği ütopik devrimci yapısını korudu ve Bolşevikler milletlerin eşitliği idealine bağlı kaldı. Sonraki yıllarda ise eşitlik ideali siyasî alanda zarar gördü ve kültürel alana kaydı. Yirmili yıllarda ulusal kültürlerin ve millî dillerin geliştirilmesi başlıca konuydu. Bu amaçla okuma yazma öğrenme ve öğretmen yetiştirme işine oldukça önem verilmişti. Her millî unsur kendi kültürünü ve dilini geliştirme hakkına sahipti (D’encausse 1984: 31-32). Sovyetlerde toprakların uluslar temelinde bölünmesi prensibi ceditçi aydınlar tarafından da destek gördü. Türkistan entelektüellerine kendi millî devletlerini kurma fikri sıcak geldi. Zaten 1924’te Sultan Galiyev ve Turar Rıskulov gibi son büyük Türkistan taraftarları da mücadelelerinde yenik düşmüştü. Stalin, Türkistan entelektüellerini, kendi dillerini ve milliyetlerini Moskova’ya karşı değil, kendi komşularına karşı savunmaya yönlendirmiştir. Stalin, Moskova’yı çatışmalarda başvurulacak bir merci hâline getirerek büyük bir zafer kazanmıştır (Roy 2000: 114-115).
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.