Kitabı oku: «Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik», sayfa 2
1. Bölüm
İmaj ve Kimlik
“İmaj” Kavramına Genel Bir Bakış
İmaj, Latince “imago” kelimesinden gelmektedir. Latince “imago”, taklit, kopya, benzerlik, biçim, görünüş; aynı kökeni içerme gibi anlamları karşılar. İngilizce imaj ise, görünüş, dış görünüş, biçim, suret, benzerlik; bir şeyin görünümünün, biçiminin yeniden üretilmesi ya da ötekinin karakterinin yeniden üretilmesi; sembol, amblem; tip, tipik örnek, cisimleşme; bir şeyin sadece doğrudan bir kavrayışla değil, aynı zamanda hafıza ya da hayal etme aracılığıyla yeniden sunumu; bir ürünün, kurumun, belli bir kişinin, halkın akıllarında yaratılan bir kavram ya da izlenim; bir amblem ya da metafor aracılığıyla temsil etmek; sembolize etmek, tipleştirmek anlamlarında kullanılmaktadır (Oxford 1989: 665). İmajın Fransızcadaki karşılıkları sembol, figür; aynaya ya da suya bir şeyin yansıması; sunum, zihinde bir objenin yeniden üretilmesi; soyut bir fikrin nesneleştirilmesi olarak verilmiştir (Larousse Universel 1948: 971). Türkçe Sözlük’te “imaj” karşılığında “imge” kelimesi yer alır. “İmge” ise zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, düş, hayal, hülya olarak tanımlanmıştır. Türkçe Sözlük’te kelimenin psikolojiyi ilgilendiren diğer anlamları, duyu organlarının dıştan algılandığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri, hayal, imaj; duyularla alınan bir uyaran söz konusu olmaksızın bilinçte beliren nesne ve olaylar, hayal, imaj şeklinde verilmiştir (1998, c. I: 1076).
İmaj çalışmaları, disiplinler arası bir çalışma alanıdır ve bu sebeple birkaç disiplinin yöntem ve bulgularını içerir. Bir imaj çalışması Millas’a göre şu alanlarla ilişkilidir: 1) Bütün olaylar bir tarihsel çerçeve içinde geliştiğinden tarih bilimiyle, 2) sözkonusu ülkenin edebiyat ve kültür tarihiyle, 3) bilinçaltı, önyargılar, fobiler gibi konuların işlenilmesinden dolayı psikoloji ve sosyal psikolojiyle, 4) kullanılan sözcüklerin ve kavramların açıklanması noktasında belli ölçüde felsefe ve semiolojiyle, 5) ulusal düzeyde ilişkilerin gelişimine ışık tuttuğu ölçüde uluslar arası ilişkilerle, 6) ulusal kimlik, yurttaşlık, düşman/dost gibi konuları işlediği ölçüde de siyaset bilimiyle (2005: 17). Ulağlı’ya göre imajı yazar, toplum, ideoloji, sosyal ve tarihsel olaylar, inançlar doğurur. Dolayısıyla imajı yalnız bir bilim dalının verileriyle açıklamak imajı oluşturan diğer faktörleri göz ardı etmek anlamına gelebilir. Bu nedenle, imajlar incelenirken tarih, sosyoloji, etnoloji, psikoloji gibi disiplinlerin yardımıyla çok disiplinli bir çalışma yapmak gereklidir (Ulağlı 2002: 430). Fazlıoğlu ise imaj araştırması yaparken tarihsel bir yaklaşımın zorunluluğu üzerinde durur. Yazılı edebî bir metni imaj bilim açısından incelerken, ilk olarak o metnin ortaya çıktığı tarihsel şartları ve o dönemin sosyo-kültürel yapısını dikkate almak gereklidir (Fazlıoğlu 2006: 2).
Genel olarak edebiyat biliminde ulusal ya da yabancı kimliğini, bunların nasıl resmedildiğini araştırma, eskiden beri yapılagelen bir çalışmadır. Ancak, bu tarz imaj araştırmaları özel olarak karşılaştırmalı edebiyat biliminin çalışma alanına dâhil edilmiştir (Aytaç 2003: 118). Hugo Dyserinck’in 1966 yılında yayımladığı “Zum Problem der ‘images’ und ‘mirages’ und ihre Untersuchung im Rahmen der Vergleichenden Literaturwissenschaft” başlıklı makalesinin ardından ise imaj bilimi karşılaştırmalı edebiyat biliminin bir alt dalı olmaktan çıkmış ve kendi başına bir bilim dalı olarak değerlendirilmiştir (Talun İnce 2008: 111). Bu bağlamda söz konusu olan “imaj” kavramı, bir milletin başka bir millet hakkındaki düşünce ve görüşlerini, “imaj bilimi” ise bu imajların yazılı eserlerde incelenmesini karşılamaktadır1.
Gürsel Aytaç’a göre imaj araştırmaları iki metottan birini seçmek zorundadır. Ya dar anlamda edebiyat biliminin sınırları içinde kalmalı ya da mentalite tarihine yönelmelidir. Aytaç, karşılaştırmalı edebiyat bilimini ilgilendiren imaj biliminin bu seçeneklerden birincisini seçen araştırmaları içerdiğini ifade eder ve şöyle der: “Bu çalışmalarda öncelik, imgelerdeki edebi ve edebiyat bilimsel özellikleri ve estetik gücü ortaya çıkarmaktır. Ve en çok da ulusal imgelerin ve imge kalıplarının bilinçli ya da kendiliğinden bastırılışının işlevi üzerinde durulur.” (2003: 119) İmaj bilim araştırmalarının ikinci seçeneği mentalite tarihine yöneliktir. Aytaç’a göre imaj bilim çalışmaları “Başka ülkelerin edebiyatlarındaki imgeleri anlambilim-sel (semantik) açıdan inceleyip disiplinler arası bir kültür tarihine katkıyı amaçlar. Buna ulaşmak içinse edebiyat bilimi donanımına ihtiyaç vardır. Çünkü gerçekliğin dil aracılığıyla yeniden kurgulanması demek olan metinlerin analizi aracılığıyla tarihi toplulukların ortak algılama modelleri ve tasarımları hakkında fikir yürütmeyi amaçlar.” (2003: 119)
İmaj çalışmalarını edebiyat bilimi dışında düşünen bir görüş de vardır. Bir edebiyatta bir yabancı ulusun imajını ortaya çıkarma konusunda yapılan çalışmalardan biri Jean-Marie Carré’nin “Les écrivains français et le mirage allemand” (Fransız Yazarları ve Alman Düşü, 1947) adlı eseridir. Gürsel Aytaç, bu kitapta daha çok politik kaygının ön planda tutulduğu görüşündedir ve Carré’nin Fransız-Alman ilişkilerinin geleceği konusunda düşüncelerini ortaya koymak için edebiyatı araç yaptığını düşünür (2003: 120). Bu bağlamda, imaj çalışması yalnızca edebî eserlerle sınırlandırılmışsa ve imaj sadece bir araştırma konusuysa edebiyat bilimi içinde değerlendirilir. Nasıl ki “aşk” konusu farklı yazarlarda farklı şekillerde işlenebiliyorsa, “ulus” imajı da yazarlarda farklı şekillerde ele alınabilir. Ancak imaj, edebiyatla sınırlı değil de “yazın” olarak adlandırabileceğimiz yazılı her türlü belgeyi kapsarsa, bu durumda imaj edebiyat biliminin sınırlarını aşar ve kültür, tarih, sosyoloji gibi diğer araştırma sahalarına girer.
İmaj çalışmalarında tartışılan konulardan biri de imajlardaki “gerçeklik”tir. İmaj çalışmalarında yazarın okuyucuya aktardığı “gerçek”, yazarın görmek istediği gerçektir. Bir imaj çalışmasında bilinmelidir ki, yazar kendi önyargıları, stereotipleri ve değerleri ile sübjektif bir bakışla neyi, nasıl görmek istiyorsa o şekilde eserine yansıtır (Ulağlı 2002: 432). Ayalp Talun İnce, imajların kesinlikle nesnel ya da gerçekçi ölçütlere dayanarak oluşmadığı fikrindedir. Ona göre, “Bir imaj kesinlikle nesnel ya da gerçekçi ölçütlere dayanarak ortaya çıkmaz. Çoğunlukla önyargılar, klişeler ve stereotiplerle yakın ilişki içindedir.” (Talun İnce 2008: 111) Herkül Millas da imajlarda gerçekliğin o denli önemli olmadığını, imajların düşünce tarihiyle, ulusal ideolojilerle, politik seçeneklerle ve genel olarak egemen kültürel yaklaşımlarla doğrudan ilişkili olduğu görüşünü ifade eder. “İmaj araştırmasının amacı, imajın, gerçeklikle uyumunu yada uyumsuzluğunu değil onun ‘mantığını’ bulmak ve göstermektir. İmajın gerçeklikle ilişkisi o denli önemli değildir; önemli ve temel olan bu imajların hangi model ve proje içinde oluştuğu, hangi toplumsal gereksinmelere yanıt verdiği, hangi ideolojilere, nasıl hizmet ettiğidir. Böyle bir çalışma toplum içinde var olan düşünce kalıplarını ve kimlik yaklaşımlarını ortaya koyabilecektir. Dolayısıyla düşünce tarihiyle, ulusal ideolojilerle, politik seçeneklerle ve genel olarak egemen kültürel yaklaşımlarla doğrudan ilişkilidir.” (Millas 2005: 21). Herkül Millas’a göre, edebiyat dünyası toplumsal uyumun sağlandığı bir alandır. Bu toplumsal alan bütün toplumu olmasa da toplumun büyük bir bölümünü kapsar. İmajlar da toplum içinde önceden var olan duygu ve inançlara göre ortaya çıkarlar. Bu sebeple tarihsel olaylar ve karakterler de edebiyatta her zaman “yaratılan” olay ve kişilerdir ve gerçeklikleri toplumsal bilinçle doğrudan ilişkilidir. Edebiyat metinleri içinde ortaya çıkan ‘dünya’, bir bilinç dünyasıdır. Bu bilinç ‘algılama’ anlamındadır. Millas’a göre algılama ise, yanıltısı içinde bile, her zaman taşıyıcısı için pratik sonuçları olan ‘gerçek’ bir durumdur (2005: 23). Bir imaj çalışmasında imajın gerçek olup olmadığı ya da tarihî bir olayın ne kadar doğru olup olmadığı imaj bilimini ilgilendirmez. Önemli olan ortaya koyulan imajdır. Bir imajın, imajı üreten kitle ile imajı üretilen arasındaki ilişkide nasıl üretildiğine dikkat etmek gerekir.
1. İmajı üreten, objesini gördüğü gibi değil, görmek istediği gibi, özlemleri ve niyetleri doğrultusunda tahrif etmiş olabilir.
2. İmajı üreten, şahsî veya mensub olduğu toplumun başarısızlığını yüklemek ve böylece nefsî tatmin için, objesindeki olumlu veya olumsuz özellikleri abartabilir.
3. İmajı üreten, içerisinde yaşadığı toplumun olumlu veya olumsuz sosyoekonomik durumuna meşruiyet aramaya çalışabilir.
4. İmajı üreten, tabi olduğu siyasî otoriteyi meşrulaştırmak ve mensub olduğu öbeğin birliğini sağlamak için karşı kutup yaratmaya çalışabilir. (Fazlıoğlu 2006: 11)
Her yazarın ortaya koyduğu eser “özgün” ve “biricik” bir yaratı olmasına rağmen, yazar toplumsal bütünlüğün bir parçasıdır (Kula 1992: 20). Bu bağlamda imaj da yazarın bir başkasını değil, bizzat kendisini, kendi toplumunu ve kültürünü anlattığı bir dildir (Ulağlı 2006: 47). Bir imaj çalışması yazarın ve yazarın içinden çıktığı toplumun psikolojisini ortaya koyar. Yazarın okuyucuya ilettiği her imaj yazarın ya da yazarın içinden çıktığı toplumun politik bir düşüncesinin sembolik bir dilidir. Yazar bir imajı oluştururken öncelikle kendi değer yargılarından, önyargılarından ve hayallerinden işe başlar. Yazarın imgesini oluşturacağı konu hakkında bir önbilgisi vardır. Sonraki aşamada yazar bu önbilgisini destekleyen kanıtlar bulmaya çalışır, hatta imgesini oluşturacağı toplumu yakından tanımak için kendisine o toplumla iç içe olabileceği bir ortam yaratır. Ancak yazarın yakından tanımak istediği topluma dair gördükleri yine gerçekte var olan değil, yazarın görmek istediği bir gerçekliktir. Yazar önyargılarından hareketle kurguladığı bu gerçekliği okuyucuya aktarır. Son olarak yazarın kurguladığı bu gerçeklik okuyucu tarafından yazarın istediği şekilde alımlanır (Ulağlı 2002: 432-433). Buradan hareketle denilebilir ki “her imge ve imgeyi yaratan yazar bir dönemi anlamaya ve anlatmaya yarayan kendileri de birer imgedir” (Ulağlı 2002: 434). Artık o da toplumunun genel yargılarını ortaya koyan bir imge olmuştur. Toplumdan bağımsız bir birey olarak düşünülemeyen yazarın, hayatının başından sonuna aynı çizgide eser vermesini beklemek mümkün değildir. Herhangi bir siyasî ya da fikrî hareketi benimseyen bir yazarın eserlerinde daima bu fikirlere uygun görüşleri, cümleleri aramak hata olur. Çünkü bir yazarın fikrî yapısı hayat seyri içinde evreler geçirebilir. Bu sebeple yazarın geçirdiği evreleri ve tarihî arka planı dikkate almaksızın, bir imaj çalışması yapmak doğru olmaz (Fazlıoğlu 2006: 94). Dolayısıyla imaj çalışmasında yazarı, yazarın hayatını, tarihî ve siyasî-sosyal arka planı birlikte düşünen bir bakış açısıyla imajlara yaklaşmak gereklidir.
Yazar ile kurguladığı imaj arasında bir bağlantı vardır. İmajlar yazarın geçmişinden, inançlarından, tecrübelerinden izler taşır ve yazarı tanımak için anahtar rol üstlenir. Yazar, eserindeki imajlar aracılığıyla okura içinden çıktığı toplumun siyasî, sosyal ve kültürel bakış açısını verir (Ulağlı 2006: 4). İmaj, hem yazarın iç dünyasına ışık tutan, hem de onun kurguladığı “gerçek”leri okuyucuya aktardığı bir araçtır.
İmaj çalışmaları imajın yüklendiği kitleyi değil, tam aksine imajı üreten toplumu ortaya koyar. “Genellikle bir milletin öz imajı, yani ‘miraj’ı, onun diğer millet hakkındaki imajının asıl belirleyicisidir. Dolayısıyla, imaj çalışmalarının kaynağını teşkil eden yazılı eserin hedef kitlesi, imajın yüklendiği kitle değil, tam aksine eserin ortaya çıktığı toplum ya da bu toplumun belirli bir kesimidir” (Talun İnce 2008: 112). Herkül Millas da imaj araştırmalarının öncü isimleri arasında sayılan Daniel-Henri Pageau’ya göre, her imajın bir yerde bir “ben” ya da “burası” ile bir “öteki” ya da “orası” ilişkisinden doğduğunu aktarır. Bu şekilde toplumlar ya da insan grupları kendilerinin bağlı oldukları kültürel, politik, ideolojik vb. çevreyi de belirlemektedirler. Tasarlanan çevre de güçlü bir biçimde bir “ikilik” sergiler, “biz” ve “öteki”. Toplumlar bu yolla kendilerini belirler ve algılarlar. Ulusal bir kimlik ancak “karşı” tarafa göre vardır (Millas 2005: 20). İster birey ister herhangi bir sosyokültürel topluluk olsun, “kendisi” üzerinden “öteki”ni tanımlar. Her millet kendisini tanımladıktan sonra, kendi kimliğinin karşıtlıkları üzerinde de “öteki” imajını yaratır. İmaj çalışmalarında “öteki” imajının üretiminde şu noktalar daima devrededir:
1. Kendisi olumlu özellikleri taşır- Yabancı olumsuz özellikleri taşır.
2. Kendisinin olumsuz özellikleri örtülür- Yabancının olumsuz özellikleri öne çıkarılır.
3. Kendisindeki olumlu özellikler cevherîdir- Yabancıdaki olumlu özellikler arazîdir.
4. Kendisindeki olumsuz özellikler arazîdir- Yabancıdaki olumsuz özellikler cevherîdir.
5. Benzer özellikler kendisinde olunca olumlulanır- Yabancıda olursa olumsuzlaştırılır.
6. Örtülemeyecek derecede olumsuz bir özellik kendisinde ortaya çıkarsa ferdî seviyeye indirgenir- Aynı özellik yabancıda ortaya çıkarsa genelleştirilir.
7. Kendisi ile yabancı arasındaki benzer özellikler farklı yorumlanır. (Fazlıoğlu 2006: 10)
Bir imaj çalışmasında imajı üretilen toplumdan çok, imajı üreten yazar ve yazarın içinden çıktığı toplum hakkında bilgi sahibi olunur. Üretilen imajlar, imajı üreten topluma göndermelerde bulunur. Bu bağlamda Türkleri ele alan herhangi bir imaj çalışmasında işlenen, Türkler ve Türkiye olmaktan çok, imajı üreten yazarın ve onun toplumunun dünyasıdır. Böyle bir imaj çalışmasında, yazar şahsında imajı üreten toplumun Türklere dair deneyimleri, bakışları, önyargıları ve stereotipleri ortaya koyulur ve “nedenler”, “nasıllar” üzerinde durulur. Genellikle bir imajın oluşması için sadece imajı üreten yazarın düşüncesi yeterli değildir, toplumun genel kabulü de yazarla aynı doğrultuda olduğu zaman, toplumsal bir imaj üretilebilir. Bir imajın oluşması ve kabul görmesi için uzun bir sürece ve toplumsal bir uzlaşma zeminine ihtiyaç vardır. Fakat bu noktada Sovyet edebiyatı istisnai bir örnek oluşturur. Sovyet edebiyatı söz konusu olduğunda bu genellemenin çok da geçerli olmadığı görülecektir. Edebî faaliyetlerin doğrudan merkezden gelen Komünist Parti direktifleri doğrultusunda yönlendirildiği Sovyet devrinde, yazar ve toplum arasında toplumsal bir uzlaşma zemini aramak hatalı olur. Bu dönemde yazarlar verilen direktifler doğrultusunda eser vermiş, kendilerinden istenilen doğrultuda imajlar üretmişlerdir. Ancak bu imajların varlığı, halkın genel kabulünün de imajları üreten yazarla aynı olduğu anlamına gelmez. Devrin şartları gereği nasıl ki yazar kendisinden istenilen imajları üretiyorsa, Sovyet halkı da gerçekte bu imajların üreticisi yazarla aynı fikirde olmasa bile bu imajları kabullenmiş görünebilir. Dolayısıyla bu perspektiften bakıldığında, Sovyet devri yazarlarının ürettiği imajlar söz konusu olduğunda, imaj üretiminde uzun süreç ve yazar ile toplum arasında bir uzlaşma zemini aranmamalıdır.
“Kimlik” Kavramına Genel Bir Bakış
Kimlik sosyoloji, antropoloji ve psikolojiyi ilgilendiren çok disiplinli bir çalışma alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimlik kavramı, birden çok disiplinin kesişme noktasında konumlandığından bu, kimliğin sosyal bilimlerin karmaşık konuları arasında yer almasına neden olur. İngilizce ve Fransızcada “kimlik” karşılığında kullanılan identity/identité terimlerinin kökeni, Latince “idem”den gelmektedir ve “aynılık, benzerlik, teklik” anlamlarını karşılamaktadır2. Terimin etimolojisi ile ilgili çeşitli görüşlerden biri, terimin “idem” kelimesi ile “tas” son ekinin birleşmesiyle oluştuğu görüşüdür. Yine bir diğer görüş terimin “identitem”den geldiğidir. İngilizce identity terimi, nitelik ve öz bakımından aynı durumda ve kalitede olma hâli; mutlak ya da özsel aynılık; teklik; bütün zamanlarda ya da durumlarda bir kişinin ya da şeyin aynılığı; tıpkı, aynı, birbirinin aynısı olan gibi anlamlara gelmektedir (Oxford 1989: 620). Fransızca identité terimi ise, iki şeyin karakter bakımından özdeşliğini, karakterinin bir olmasını (Le Nouveau Petit Robert 1996: 1122), bir şey ile başka bir şeyin aynılığını (Larousse Universel 1948: 967) karşılamaktadır. Türkçe Sözlük’te ise “toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan şartların bütünü” (c. II, 1998: 1324) olarak tanımlanmaktadır.
Güvenç’e göre en yalın tanımıyla kimlik “kişilerin, grupların, toplum veya toplulukların ‘Kimsiniz, kimlerdensiniz?’ sorusuna verdikleri yanıt ya da yanıtlardır.” (2008: 3). Bilgin ise kimliği, “bir kişi veya grubun kendisini tanımlaması ve kendini diğer kişi veya gruplar arasında konumlaması” olarak tanımlar (2007: 11). İmançer’in tanımı ise şu şekildedir, “Kimlik insanın kim olduğu, diğerleri tarafından nasıl görüldüğü, rolü, ihtiyaçları ve değeri konusundaki sorulara cevap verme tarzının davranışlara yansıma biçimidir.” (2007: 237). Bu tanımlarda, kimlik belirleyicilerden biri “bireyin diğerleri tarafından nasıl görüldüğü”dür. Nasıl ki yüzümüzü ayna olmadan görmemiz mümkün değilse, kimliğimizin de “ayna evresi” dediğimiz bir tür yansıtma olmadan farkına varmak mümkün değildir. “Ayna evresi” kimlik oluşumunun temel aşamasıdır. “Ayna evresi, kimlik oluşumunda kişinin biçimsel özelliklerini algılaması sayesinde kişiliğine ve rollerine ilişkin benlik algılamasıdır.” (İmançer 2007: 238). Başkaları “biz”i nasıl görüyorsa bu tıpkı bir ayna görüntüsü gibi bize yansır ve böylece biz de kendimizi başkalarının bizi gördüğü gibi görmeye başlarız (Bilgin 2007: 97). Başkalarıyla olan ilişkimiz bizim kendimizle ilgili bilincimizi oluşturur. Bu yolla içinde yaşadığımız toplumu yansıtan bir kimlik inşa eder ve toplumsal yönümüzü oluştururuz (Hogg ve Vaughan 2007: 141). Kimlik “ötekine” karşı bir tepkinin sonucu ortaya çıkar ve “kendi” ancak “öteki”ne göre var olur (Assman 2001: 135). Garip bir şekilde “öteki” bizim içimizde yaşar, o bizim kimliğimizin gizlenmiş yüzüdür (Kristeva 1988: 9). Bu ister birey isterse bir grup olsun “öteki”nden “farklılık” ve “benzemezlik” üzerinden kendini algılar, tanımlar. Kimlik, hem bireyin kendisini nasıl gördüğü hem de toplum tarafından nasıl görüldüğüyle ilgilidir. Dolayısıyla kimlik kavramı, hem bireylerin kendilerini tanımlarken öne çıkardıkları yaş, cinsiyet, etnisite, statü, toplumsal konum, meslek gibi algılayışları hem de başkalarının algılamalarını içinde barındıran geniş bir kavramdır. Buradan hareketle kimliğin oluşumunda bir toplumsal boyut mevcuttur. Değiştirilemez olan kalıtsal ve biyolojik yapı bir kenara bırakılırsa, bireyin kimliği bir bakıma diğerleriyle girdiği ilişkilerle şekillenir.
Kimlik kavramı, hem diğer insanlara benzerliği hem de diğer insanlardan farklılığı içinde barındıran bir kavramdır. Bu bakımdan kimlik kavramı içinde, bir benzerlik-farklılık paradoksu yer almaktadır. Birey, diğerlerinden farklılaştıkça kendi kimliği oluşur ve gelişir. Öte yandan, kişi kendisini diğer kişilere ya da bir gruba benzer görür ve yakın hisseder. “Kişi veya grubun adresi, kendisini, kimlere yakın veya uzak görmesiyle ilgilidir. Kişi veya grubun kime karşı, kime rakip veya düşman, kimle birlikte veya kime dost olduğunun üzerine yansıdığı bir çekme-itme, sempati-antipati alanındaki konumudur.” (Bilgin 2007: 11). Genellikle kimlik kavramı daha çok diğerlerinden farklılık olarak algılansa da kimliğin benzerlik yönü de son derece temeldir. Birey kendisine benzer olanlarla bir özdeşlik kurar (Bilgin 2007: 26).
Bireysel kimlik oluşumunda önemli problematiklerden biri, birey “bireysel seçim” ile mi kim olduğuna karar vermekte, yoksa içinde bulunduğu sosyo-kültürel gerçeklik mi bireyin kim olduğunu belirlemektedir? Buradan hareketle din, ulus, etnisite, kimlik analizinde kimlik unsuru olarak değerlendirilemez. Çünkü bu alanlar doğumla birlikte içine düşülen alanlardır ve bu alanlara bireyin seçiminden çok, zorunlu bir giriş yapılmaktadır. Ancak bu görüş bir yandan da “kimlik ideolojisi”nin reddi anlamına gelmektedir. Çünkü hiçbir toplumda tözsel bir kimlik mevcut değildir. Hall, hiçbir kimliğin saf ve homojen olmadığını düşünür. Ona göre, kimlikler kurgusaldır ve yalnızca “melez kimlikler” vardır (1993: 54-57). Meseleye “sosyal inşa edicilik” üzerinden bakan araştırmacılar da kendiliğinden ulus veya etnisite kimliklerinin var olmadığını kabul ederler, ulus ya da etnisite kimliklerinin inşa edildiğini savunurlar. Anderson’a göre “Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur- kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir.” (2011: 20). Ulus hayal edilmiştir, çünkü en küçük ulusu oluşturan bireyler bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam edecektir (Anderson 2011: 20). Gellner de ulusların icat edildiği düşüncesindedir. Kültürün zenginliğinden yararlanılarak ölü diller canlandırılır, gelenek icat edilir, oldukça hayalî, eskiye ait olduğu sanılan birtakım saf özellikler gündeme gelir (Gellner 2008: 138). Balibar ve Wallerstein devletlerin ulusları yarattığı fikrindedir. Önce devletler varolur ve ardından uluslar oluşur, modern dünyada bunun pek çok örneğini görmek mümkündür. Devlet, yarattığı ulus ölçüsünde iç ve dış tehditlere karşı dirençli olur (Balibar ve Wallerstein 2007: 101). Castells de kimliğin inşa edildiği görüşünü savunur. Ona göre, modern çağda önce devletler varolmakta, ardından ulus yapılanmakta ve daha sonrasında bu ulusun bireyleri arasında toplumsal ve kültürel bağlar oluşturulmaktadır (Castells 2006: 12, 421). Toplumları inşa edilmiş unsurlar olarak gören görüşlerin dışında, ortak bir ırka dayandıran görüşler de mevcuttur. Irk ile ilgili bilimsel kuramlar on sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. Bu kuramlar, sömürgeci ülkelerin hükmettikleri topraklarda kurulan yeni toplumsal düzeni haklı çıkarmak amacıyla kullanılmışlardır. Joseph Arthur de Gobineau üç ırk ortaya koymuştur: Beyaz, siyah ve sarı. Ona göre, beyaz ırk üstün bir ırktır, çünkü üstün bir zekâ, ahlak ve iradeye sahiptir ve bu kalıtsal nitelikler Batının tüm dünyaya etkisinin altında yatan etmenlerdir. Siyah ırk ise, hayvan tabiatı, ahlak yoksunluğu ve duygusal kararsızlıkla belirlenen çok az bir kapasiteye sahiptir. Sonraki dönemlerde De Gobineau ve benzer görüştekilerin fikirleri, beyazların üstünlüğünü savunan kişi ve grupları da etkilemiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında ise ırkı esas alan görüş tamamen değerini yitirmiştir. Biyolojik açıdan kesin ırklar yoktur, ancak insanlar arasında fiziksel değişikliklerden oluşan bir yelpaze söz konusudur. İnsan toplulukları arasındaki fiziksel görünüm farkları ise topluluğun farklı toplumsal ve kültürel gruplar arasındaki ilişkinin derecesine göre farklılaşan soyiçi üreme tarzından kaynaklanır. Aynı görünür fiziksel özellikleri taşıyan bir topluluktaki genetik farklılaşma grup içindeki bireyler arasındaki farklılaşma kadar büyüktür. Bu gibi olgular nedeniyle bilimsel açıdan ırk görüşü terk edilmiştir. Diğer yandan, ırkın sosyolojik çözümleme için elzem olduğu da iddia edilmektedir. Buna göre ırkî farklılıklar bir topluluğun ya da toplumun üyeleri tarafından toplumsal açıdan önemli görülen fiziksel çeşitlilikler olarak düşünülmektedir. Irk, biyolojik temele dayanan dış görünüme göre bireylerin ve grupların yerinin belirlendiği, çeşitli vasıfların ya da becerilerin atfedildiği bir dizi toplumsal ilişki olarak kabul edilebilir. Irk ayrımı, insan farklılıklarını tanımlamaktan daha öte bir olgu olarak, toplum içerisindeki güç ve eşitsizlik örüntülerinin yeniden üretilmesinde önemli rol oynar (Giddens 2012: 533-534).
Kimlik, sosyal bir süreçtir, kendi kimliğimiz ile başkalarının kimliği arasında daima etkileşimsel bir süreç sözkonusudur. Kimliğin etkileşimsel bir süreç olması sosyal kimlik kavramını gündeme getirir (Tajfel 1978; Tajfel 1982a). Sosyal kimlik, “bireyin benlik algısının, bir sosyal gruba (ya da gruplara) üyeliğine ilişkin bilgisinden ve bu üyeliğe yüklediği değer ve duygusal önemden kaynaklanan parçasıdır.” (Tajfel 1978: 63). Sosyal kimlik, insanlar arası etkileşimde kişinin sergilediği rol olarak da değerlendirilebilir. “Goffman’da sosyal kimlik, kişiler arası etkileşimde bir kişinin sosyal kategorisini öne çıkararak ve bir sosyal statüye bağlı davranışlar göstererek sunduğu görüntü/yüz gibi kavramlaştırılır. Goffman’a göre kişinin diğerleriyle ilişkisinde ortaya koyduğu rol, onlar tarafından bir imaj olarak algılanır.” (Bilgin 2007: 13)
Kolektif kimlik ise, sosyal kimliğin topluluklar düzeyindeki ifadesidir. Etnik, dinsel ve ulusal kimlikler de bu anlamda kolektif kimliğin çeşitli görünüşleridir (Bilgin 2007: 13). Hiçbir topluluk durağan ve değişmez bir kimliğe sahip değildir. Bireysel kimlikler nasıl ki diğer kişilerle ilişki içerisinde şekilleniyorsa, kolektif kimliklerin oluşması da gruplar arası ilişkiler bağlamında gerçekleşir (Bilgin 2007: 14). Assman kolektif kimliğin grup üyelerinin bilincindeki canlılığı ölçüsünde güçlü ya da zayıf olduğuna dikkat çeker:
Ortak kimlik ya da biz kimliği dediğimiz zaman bir grubun yarattığı ve üyelerinin özdeşleştiği imgeyi anlarız. Ortak kimlik, söz konusu bireylerin özdeşleşmeleriyle ilgili bir konudur. Kendi başına bir ortak kimlikten söz edilemez. Kendini bu kimlikte tanımlayan bireylerin varlığı ölçüsünde varolur. Grup üyelerinin bilincindeki canlılığı ölçüsünde ve onların düşüncesi ya da eylemini etkilediği ölçüde güçlü ya da zayıftır. (Assman 2001: 132-133)
İnsanlar arasında farklılık yaratan temel değerlerden biri kültürdür. Bazen kimlik, bu farklardan hareketle kültür üzerinden de yaratılabilir. Bu şekilde kültürün biçimlendirdiği kimlik türü, kültürel kimliktir. “Kültürel kimliklerin biçimlenmesi ‘ötekinin’ ifadesini dikkate almaktadır: kendi kendini kültürel olarak tanımlama işi her zaman ötekilerin değerlerinden, özelliklerinden ve yaşam tarzlarından ayırt edici olmayı içerir.” (Larrain 1995: 197)
Kültürel kimlik olgusu üzerine iki temel görüş vardır. Bunlardan birincisine göre, kültürel kimlik ortak bir geçmişi olan, sabit ve değişmez bir olgudur. İkinci görüşe göre ise, kültürel kimliğin bir tarihi vardır ancak kültürel kimlik sabit ve değişmez değildir. Bu görüşe göre,
… kültürel kimlik ‘var olma’ kadar ‘olma’ meselesidir. Geçmişe olduğu kadar geleceğe de aittir. Kültürel kimlik zaten var olan bir şey değildir; mekân, zaman, tarih ve kültürün ötesine geçer. Kültürel kimlikler bir yerden gelir, tarihleri vardır. Ama tarihsel olan her şey gibi, sürekli dönüşüme maruz kalırlar. Sonsuza kadar kökleşmiş ve geçmişe sabitlenmiş olmaktan çok uzaktırlar; bitmeyen tarih, kültür ve güç ‘oyun’larına bağımlıdırlar. Bulunmayı bekleyen, bulununca da benlik duygumuzu sonsuza kadar güvence altına alacak, yalnızca geçmişin ‘geri alınması’na dayanmaktan çok uzaktırlar; kimlikler bizi konumlayan ve kendimizi konumladığımız farklı durumlara verdiğimiz isimlerdir, geçmişin öyküleridir. ( Hall 1998: 177)
Sosyal kimlik ve kültürel kimlik kavramları birbirinden ayrı olarak değerlendirilmelerine rağmen sosyolojik olarak bu iki kavramı birbirinden ayırmak oldukça güçtür. Çünkü sosyal ve kültürel kimlik iç içe geçmiş kavramlardır.