Kitabı oku: «Antikacı Dükkânı», sayfa 8
12
En sonunda, yaşlı adamın hastalığının tehlikeli devresi geçti, iyileşmeye yüz tuttu. Ağır ağır, belli belirsiz şekilde aklı başına gelmeye başladı; yalnız, zihni zayıflamış, çalışması aksamıştı. Sabırlı, sakindi; çoğunlukla, uzun zaman düşünceli düşünceli oturuyordu. Duvara, tavana vuran bir parçacık güneş bile onu eğlendirmeye yetiyordu. Günlerin uzun olmasından, gecelerin yoruculuğundan hiç yakınmıyordu. Gerçekten de zaman kavramını, her türlü ilgi, yorgunluk duygularını iyicene kaybetmişti. Saatlerce Nell’in küçücük eli avucunun içinde, oturup çocuğun parmaklarıyla oynayarak, bazen de durup saçlarını düzelterek, alnını öperek vakit geçiriyordu. Çocuğun gözlerinin yaşlarla parıldadığını görünce de bunun nedenini anlayabilmek için şaşkın şaşkın, çevresine bakınıyor, bakarken de niye şaşırmış olduğunu unutuyordu.
Çocukla yaşlı adam arabayla sokağa çıktılar. Dedenin her yanına yastıklar yerleştirilmişti, çocuk da yanındaydı. Her zamanki gibi el eleydiler. Önce sokaklardaki gürültü, gidiş geliş adamcağızın zihnini yordu; yalnız, hiç de şaşırmış, meraklanmış, sevinmiş ya da huzuru kaçmışa benzemiyordu. Şunu ya da bunu hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda:
– A, evet, diyordu. Çok iyi hatırlıyorum, neden hatırlamayacakmışım sanki?
Bazen, başını çevirip, kalabalık arasında gözüne ilişen bir yabancıya büyük bir dikkatle bakıyor, adam gözden kayboluncaya kadar gözlerini ondan ayırmıyordu. Bunu niçin yaptığı sorulunca da hiç cevap vermiyor, bir tek söz söylemiyordu. Bir gün yaşlı adam koltukta, Nell de onun yanında iskemlede otururken kapı önüne gelen birisinin içeri girmek için izin istediğini duydular. Yaşlı adam duygusuz bir hâlde:
– Gelsin, dedi. Gelenin Quilp olduğunu biliyordu. Oranın efendisi Quilp’ti. Elbette içeri de girebilirdi. Nitekim öyle de yaptı.
Cüce, yaşlı adamın karşısına oturarak:
– Seni en sonunda iyileşmiş gördüğüme sevindim, komşu, dedi. Artık iyice kuvvetlendin mi bari?
Yaşlı adam zayıf bir sesle:
– Evet, dedi. Evet.
Yaşlı adamın duyma kabiliyeti eskisine göre çok ağırlaşmış olduğu için cüce sesini biraz daha yükselterek:
– Biliyorsun ki, seni acele ettirmek istemem, dedi. Yalnız, geleceğini ne kadar çabuk kararlaştırırsan hakkında o kadar iyi olur.
Yaşlı adam:
– Hiç şüphesiz iki taraf için de iyi olur, dedi.
Quilp, kısa bir duraklamadan sonra:
– Anlarsın ya, dedi. Eşya bir kere buradan alınıp götürüldükten sonra bu ev pek rahatsız bir yer olacak; daha doğrusu, oturulacak hâli kalmayacak.
Yaşlı adam:
– Doğru söylüyorsun, diye karşılık verdi. Ya zavallı Nell, o ne yapacak?
Cüce başını sallayarak:
– Tamam! dedi. İşte bunu iyi söyledin. Bu mesele üzerinde düşüneceksin demek, öyle mi, komşum?
Yaşlı adam:
– Elbette düşüneceğim, dedi. Burada kalmayacağız.
– Ben de öyle tahmin etmiştim. Eşyayı sattım. Mallar umulan parayı getirmedi ama, sonuç yine de pek kötü değil. Bugün günlerden salı. Eşya ne zaman taşınsın? Acelemiz yok. Mesela bugün öğleden sonra taşınsın diyelim mi?
Yaşlı adam:
– Cuma sabahı diyelim, dedi.
Cüce:
– Peki, öyle olsun, dedi. Öyle olsun ama, bu işi daha geri bıraktıramayacağımı da kabul etmen şartıyla, komşum. Her ne pahasına olursa olsun, daha uzun bekleyemeyiz.
Yaşlı adam:
– Güzel, dedi. Bunu unutmam.
Quilp bu sözlerin söylenişindeki garip, hatta ruhsuz ifadeye biraz da şaşmış gibi görünüyordu ama, yaşlı adam başını sallayıp: “Cuma sabahı, unutma.” diye tekrarladı, bu konuyu da daha fazla kurcalamak için bahane bulamadı, iyi niyet dilekleriyle, övgülerle, pek dostça bir hava içinde, yaşlı adamın yanından ayrıldı; aşağıya, durumu Brass’a anlatmaya gitti.
O gün, ertesi gün de sabahtan akşama kadar yaşlı adam bu durumda kaldı. Evin içinde aşağı, yukarı gezindi, sanki odalarla vedalaşmak istiyormuş gibi hepsine girdi çıktı; yalnız, sabahki konuşmayı hatırladığını hiçbir şekilde belli etmedi; başını sokacak başka bir çatı aramak gerektiğinden de söz etmedi. Zihninde belli belirsiz bir düşünce vardı ki o da çocuğun yapayalnız, yardıma muhtaç durumda olduğuydu. Bu da çocuğu sık sık bağrına basıp ona neşeli olmasını, birbirlerini asla bırakmayacaklarını tekrarlamasından anlaşılıyordu. Ne var ki gerçek durumu daha açık bir şekilde anlamaktan uzak görünüyordu. Hâlâ huzursuz, ihtirassız bir yaratık havasındaydı; maddi, manevi acıların hepsi onu bırakıp gitmişti sanki.
Biz buna “çocukluk hâli” deriz ama, nasıl ölüm uykunun gülünç bir benzeriyse adamın bu hâliyle çocukluk arasındaki benzerlik de aynıdır. Bunamaya yüz tutan bir kimse nerede, çocukluğun o gülen ışığı, hayatı, hiçbir sınır tanımayan o neşesi, soğukluk nedir bilmeyen o saflığı, gölgelenmeyen umutları, tomurcuklanırken solan o neşeleri nerede! O çirkin ölümün keskin, soğuk sınırlandırması nerede, uykunun o sakin güzelliği, uyanık geçen saatlere dinlenme deyip gelecek saatlerin umutlarıyla, sevgisiyle oyalanmak nerede! Ölümle uykuyu yan yana bırakın, bakalım ikisinin hısım olduğunu söyleyen çıkacak mı? Çocukla çocuksu adamı birlikte yola çıkarın, o güzel günlere iftira edip çirkin, eğri büğrü bir hayale onun adını vermenin gururu içinde yüzünüz kızarsın bakalım.
Perşembe geldi çattı ama, yaşlı adamda hiçbir değişiklik yoktu. Yalnız, o akşam çocukla sessiz sessiz otururlarken yaşlı adamın üzerine bir değişik hâl geldi.
Penceresinin altındaki küçük kasvetli avluda bir ağaç vardı, bulunduğu yere göre enikonu verimli sayılırdı. Ağacın yaprakları arasında hava kıpırdanırken beyaz duvara da titrek bir gölge düşüyordu. Yaşlı adam güneş batıncaya kadar bu bir parçacık ışık altında titreşen gölgeleri seyretti. Gece olup da ay yavaş yavaş yükselmeye başladığı zaman da hâlâ eski yerinde oturuyordu.
Bunca uzun bir süre yatağının içinde çırpınıp yatmış bir kimse için bu birkaç yeşil yaprak, bacaların, damların arasından bile sızmış olsa, o bir parçacık ışık pek hoşa gidecek şeylerdi. Bunlar çok uzaklardaki sakin yerleri, huzuru hatırlatıyordu.
Kızcağız bir kere değil, pek çok kereler yaşlı adamın duygulandığını, konuşmaktan çekindiğini fark etmişti. İşte şimdi de gözlerinden yaşlar akıyordu. Yaşları görmek küçük kızın sızlayan kalbini bayağı aydınlatmıştı. Yaşlı adam bir de, sanki yere diz çökecekmiş gibi yaparak, torununa kendisini bağışlaması için yalvardı.
Nell, dedesinin sözünü yarıda keserek:
– Bağışlamak mı? diye bağırdı. Ah, dedeciğim, neyi bağışlayacakmışım?
– Şimdiye kadar gelmiş geçmiş şeyleri, senin başına gelenlerin hepsini, o huzursuzluk veren rüya içinde gelip geçenleri bağışlayacaksın, Nell.
Çocuk:
– Öyle konuşma, dedeciğim, dedi. Yalvarırım, yapma! Hadi şimdi başka şeyler konuşalım.
Yaşlı adam:
– Evet, evet başka şeyler konuşacağız, diye karşılık verdi. Bu konuşacaklarımız da çok eskiden… Aylarca, aylarca önce mi, yoksa haftalarca önce mi, günlerce önce mi konuştuğumuz şeyler olacak. Acaba ne zaman konuşmuştuk onları, Nell?
Çocuk:
– Ne dediğini anlayamadım, dedi.
– Bugün hatırladım… Şurada oturmaya başladığımızdan beri hatırlıyorum. Tanrı senden razı olsun, Nell.
– Niçin böyle diyorsun, dedeciğim?
– İlk defa dilenci olduğumuz zaman söylediğin sözler için diyorum, Nell. Daha yavaş konuşalım. Şişt! Aşağıdakiler niyetimizi öğrenirlerse benim deli olduğumu söyleyip seni benden uzaklaştırırlar. Burada bir gün daha durmayacağız. Buradan uzaklara gideceğiz.
Çocuk, ciddi ciddi:
– Evet, hadi gidelim, dedi. Buradan çıkıp gidelim, bir daha da ne buraya dönelim, ne de adını analım. Buralarda oyalanacağımıza yalın ayak dünyayı dolaşalım daha iyi.
Yaşlı adam:
– Öyle yapacağız, dedi. Tarlaları, ormanları, ırmak kıyılarını yayan geçeceğiz. Tanrı’nın hükmettiği yerlerde kendimizi ona emanet edeceğiz. Ötelerde geceleyin berrak gökyüzünün altında yatmak, hep üzücü, yorucu rüyalarla dolu olan kapalı odalarda yatmaktan daha iyidir. Seninle ikimiz neşeli, mutlu olup bu günleri de sanki hiç olmamış gibi unutmayı pekâlâ öğrenebiliriz, Nell.
Çocuk:
– Mutlu olacağız! diye bağırdı. Burada dünyada mutlu olamayız!
Yaşlı adam da:
– Hayır, bir daha mutlu olamayız, diye çocuğun düşüncesine katıldı. Doğru söyledin. Yarın sabah buradan kaçıp gidelim. Erkenden usulca çıkıp gideriz ki bizi gören, duyan olmasın. Arkamızda da bir iz, bir işaret bırakmayalım ki, peşimize takılmasınlar. Zavallı Nell’ciğim! Yanacıkların solmuş, gözlerin de beni gözleyip ağlamaktan ağırlaşmış. Biliyorum, benim uğruma olmuş bu. Korkma, iyileşeceksin. Yarın sabah, yüzlerimizi bu üzüntü dolu yerden çevirip, kuşlar kadar bağımsız, mutlu olacağız.
Sonra, ellerini çocuğun başının üstünde birleştirip, kırık dökük bir iki kelimeyle, bundan sonra birlikte orası senin, burası benim dolaşacaklarını, ölüm ikisinden birini alıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklarını söyledi.Çocuğun yüreği umutla, güvenle hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Açlık, soğuk, susuzluk ya da sıkıntı çekme düşüncesi hiç yoktu. Dedesinin adamın anlattıkları üzerine, bir zamanlar zevk aldıkları basit şeylere yeniden kavuşmayı, yaşadığı o kasvet dolu yalnızlıktan kurtulmayı, şu son zamanlarda çevresini saran o kalpsiz insanlardan uzaklaşmayı, dedesinin sağlığına, huzura kavuşmasını, sakin bir mutlu hayata başlamayı hayalinde canlandırıyordu. Gözlerinin önünde güneş, dere, çayır, yaz günleri pırıl pırıl parlıyordu; bu parlak manzarada en küçük bir kara leke yoktu.
Dede birkaç saattir yatağında derin derin uyuyordu, Nell ise hâlâ kaçma hazırlığındaydı. Kendisi için gerekli birkaç parça giyeceği, dedesi için de bir iki şey alması gerekiyordu. Uğradıkları talihsizliğe uyacak eski elbiseleri, giymek üzere, bir kenara ayırmıştı. Kızcağızın işi bu kadarla bitmiyordu ki. Eski odaları son bir defa görmeye gitmesi gerekiyordu.
Bunlardan ayrılmak yavrucağın düşündüğünden ne kadar da değişik oldu! Çoğu zaman gözlerinin önünde canlandırdıklarından ne kadar da bambaşka oldu! Bu odalara zafer havası içinde veda edebileceğini nasıl olmuş da düşünebilmişti? Bunların arasında geçirdiği bunca saatin anısı gittikçe kabaran yüreğini doldurmuş, bunun zalimce bir istek olduğu inancını uyandırmıştı; hem de burada geçirdiği saatlerin çoğu yapayalnız, üzüntü dolu saatler olduğu hâlde. Bundan çok daha karanlık nice akşamını geçirdiği o pencerenin önüne oturdu, oradayken içinde uyanan her türlü umut, neşe dolu düşünce yine aklına geldi, buranın bütün o kasvetli, acı verici özelliğini bir anda siliverdi.
Kendisine ait olan o küçük oda bile –hani şu sık sık diz çöküp de şimdi gelmek üzere olan o saate kavuşmak için dua ettiği küçük oda, öylesine sakin uyuduğu, güzel rüyalar gördüğü o küçük oda bile– başka türlü göründü gözüne. Çevresini bir kere daha gözden geçirip de yumuşak bir bakış fırlatmamak, minnet dolu gözyaşı dökmemek imkânsızdı. Orada ufak tefek birtakım şeyler vardı; alıp götürmek istediği, işe yaramaz eski püskü şeylerdi bunlar; ne yazık ki onları yanına alması imkânsızdı.
Bu da, çocuğun aklına kuşunu getirdi, hâlâ orada asılı duran zavallı kuşcağızını. Bu küçük yaratık için acı acı ağladı. Derken, aklına, nasıl olduğunu, niçin olduğunu kendisi de bilemeden, bir şey geldi: Kimbilir belki de şu ya da bu şekilde hayvancağız Kit’in eline düşer de o da kızcağız kuşu ona bıraktı sanıp hayvancağıza bakardı, böylece Nell’in kendisine minnet duyguları beslediğinden de şüphesi kalmazdı. Kızcağız bu düşünceyle rahatladı, huzura kavuştu, daha hafiflemiş bir yürekle, dinlenmeye çekildi.
Bir sürü aydınlık, güneşli yerlerde geçen belli belirsiz rüyalardan uyandığı zaman gecenin daha geçmemiş olduğunu, gökyüzünde yıldızların pırıl pırıl parladıklarını gördü. En sonunda, gün ışımaya başladı, yıldızlar da soldular, karardılar. Nell sabah olduğuna kesinlikle inanır inanmaz kalktı, yola çıkmak üzere giyinmeye koyuldu.
Yaşlı adam daha uyuyordu. Kızcağız, rahatsız etmek istemediği için, onu ancak güneş çıkınca uyandırdı. Dede bir dakika bile kaybetmeden yola çıkmak istiyordu, çabucak hazırlandı.
Sonra, çocuk adamı elinden tuttu, ikisi birlikte usul usul, dikkatle merdivenleri inmeye başladılar. Bir tahta gıcırdayacak olsa, korkuyla titreyip duruyorlar, dört bir yanı dinliyorlardı. Yaşlı adam bir iki parça eşyasını taşımaya yarayacak olan çantasını yukarda unutmuştu, birkaç basamağı yeniden tırmanıp çantayı almak onlara pek büyük bir gecikmeymiş gibi geldi.
En sonunda, alt kattaki koridora vardılar. Burada Quilp ile hukukçu arkadaşının horultusu dedeyle torununun kulaklarına aslanların kükremesinden daha da korkunç geldi. Kapının sürgüsü paslanmıştı, bunu gürültü yapmadan açabilmek zordu. Sürgülerin hepsini çekince kapının ayrıca anahtarla da kilitlenmiş olduğunu gördüler; işin kötüsü, anahtar da ortada yoktu. Derken, çocuk ilk defa bir şey hatırladı: Hasta bakıcılardan biri Quilp’in her gece evin iki kapısını da kilitlediğini, anahtarları da yatak odasındaki masanın üzerine bıraktığını söylemişti.
Küçük Nell, pabuçlarını çıkarıp, eski antika eşyanın bulunduğu sandık odasına, antika eşyaların en çirkininin –yani Bay Brass’ın– yere serili yatakta yattığı odaya süzülüp oradan da kendi küçük odasına girmeyi hayli korkup titreyerek başardı.
Odadan içeri girer girmez, birkaç saniye, olduğu yere mıhlanmış gibi, kıpırdamadan durdu. Quilp’in yataktan iyice aşağı sarkmış bir hâlde, ağzı açılmış, gözlerinin akı –daha doğrusu, kirli sarı tabakası– rahatça görülebilecek bir şekilde, horul horul uyuyuşu kızcağızı dehşete düşürmüştü. Ne var ki adamın bir derdinin olup olmadığını araştırmanın zamanı değildi. Onun için, odanın içine telaşla şöyle bir bakınıp anahtarı aldı, yine Brass’ın yanından geçti, en sonunda sağ salim dedesinin yanına döndü. Kapıyı gürültüsüzce açtılar, sokağa çıkıp önce bir durdular.
Çocuk:
– Hangi yöne gideceğiz? diye sordu.
Dede, kararsız, çaresiz bir hâlde, önce çocuğa, sonra sağına, soluna, sonra yine çocuğa bakıp başını salladı. Bundan sonra Nell’in ona kılavuzluk, önderlik etmesi gerektiği açıkça görülüyordu. Kız da bunu sezinledi, içinde bir şüphe ya da korku duymadan, elini dedesinin avucuna bıraktı, onu yavaşça oradan uzaklaştırdı.
Haziran ayında bir günün başlangıcıydı. Koyu mavi gökyüzünde bir tek bulutun bile gölgesi yoktu, her bir yan aydınlıkta pırıl pırıl parlıyordu. Sokaklar daha gelip geçenlerle dolmamıştı; evler, dükkânlar kapalıydı; sabahın sağlam havası uyuyan kasabaya meleklerin soluğu gibi inmekteydi.
Yaşlı adamla çocuk, kıvanç dolu bir sessizlik içinde, umutla, sevinçle dolu bir hâlde gidiyorlardı. Bir kere daha ikisi yalnız kalmışlardı; her şey pek parlak, taptazeydi; hiçbir şey onlara geride bırakmış oldukları tekdüzeliği, zorbalığı hatırlatmıyordu; başka zamanlarda çatık kaşlı, karanlık görünen kilise kuleleri, damları şimdi güneş altında parlıyordu; her kuytu yer, her köşe ışık içinde neşe saçıyordu; üstelik, gökyüzü de o sakin gülümseyişini yeryüzüne göndermekteydi.
O iki zavallı serüvenci de, şehir daha uykudayken, nereye gideceklerini bilemeden uzaklaştılar.
13
Tower Hill’li Daniel Quilp ile Londra şehrinde Bevis Marks Şirketi’nden, Kraliyet Mahkemelerinin avukatlarından, Westminster Medeni Hukuk davaları vekili, Chancery Yüksek Mahkemesi hukuk danışmanlarından Sampson Brass, herhangi bir kötü talihin farkına varmadan uyudular, ta ki sokak kapısı, önceleri yavaş yavaş sonra hızlı hızlı çalınmaya başlayıncaya kadar. Kapının kısa aralıklarla durmadan çalması Daniel Quilp’in yatağında kıpırdanıp boylu boyunca uzanmasına, uykulu uykulu tavana bakınıp bir gürültü duyduğunu düşünmesine yol açtı ama, bu meseleyle ilgilenmek zahmetine katlanmasına imkân olmadığını da anladı.
Yalnız, kapının çalınması azalacak yerde daha da artıp sıklaşınca, Daniel Quilp’in yeniden uykuya dalmasına imkân vermeyeceğini de belli edince adamın gözleri yavaş yavaş açılmaya başladı, kapıda birinin bulunması ihtimali aklına geldi. Sonra, yavaş yavaş, cuma sabahı olduğunu, Bn. Quilp’e de sabahleyin erkenden oraya gelmesini tembih ettiğini hatırladı.
B. Brass da, yatağında, boyuna kıvrılıp, büzülüp garip şekiller meydana getirdikten, yüzünü, gözlerini mevsimsiz ham böğürtlen, yemiş bir kimse gibi buruşturduktan sonra, en sonunda uyanmıştı. B. Quilp’in gündelik kıyafetini giyinmiş olduğunu görünce hemen kendisi de aynı şeyi yapmaya davrandı; bu arada, çoraplarından önce pabuçlarını giydi, bacaklarını ceketinin kollarına sokmaya çalıştı, telaşla giyinen, birdenbire uyandırılan kimselerin yaptıkları ufak tefek hataları işledi.
Hukukçu bunlarla uğraşırken cüce de masanın altında, kendi kendine insanlığa, hareketsiz eşyalara küfürler savurarak, aranmaya koyulmuştu. Onun bu hâli üzerine de B. Brass:
– Ne oldu? diye sordu.
Cüce, adama kötü kötü bakarak:
– Anahtar, diye söylendi. Kapının anahtarı, n’olacak! Anahtar nerede, sen biliyor musun?
Brass:
– Ben ne bilirim ki, efendim! diye söylendi.
Quilp soluyarak:
– Ne mi bilirsin? dedi. Sözde iyi bir avukatsın, öyle mi? Hınğh! Budala, sen de!
B. Brass cüceye bu hâlinde bir anahtar kaybının hukuk bilgisiyle hiçbir ilgisi olamayacağını söylemeyi doğru bulmadığı için anahtarın gece kapının üzerinde unutulmuş olabileceğini, o anda belki de deliğinde durduğunu anlatmaya çalıştı. B. Quilp de anahtarı delikten çıkardığını iyice hatırlayıp bu yüzden de tam tersi inançta olmasına rağmen, anahtarı orada bulacağına hemen hemen emin olarak söylene söylene kapıya gitti.
İşte tam o sırada, yani B. Quilp elini kapının kilidi üzerine koyup büyük bir şaşkınlık içinde sürgülerin açılmış olduğunu gördüğü sırada, kapının daha da hızlı vurulduğunu duydu. Anahtar deliğinden içeri sızan ışığa da bir insan gözü engel olmuştu. Cüce pek fena öfkelenmişti, öfkesini çıkaracak birini arıyordu, hani şöyle birdenbire içini boşaltacak biri olmalıydı bu, mesela Bn. Quilp.
Cüce bu düşünceyle tokmağı yavaşça çevirdi, kapıyı birdenbire açtı, öbür yanda bekleyenin üzerine yürüyüverdi. O sırada kapıdaki de kapıyı bir kere daha çalmak için tokmağı yukarı kaldırmıştı. Cüce birden adamın üzerine saldırdı.
Kendisine hiçbir şekilde karşı koymayı düşünmeyecek olan karısı yerine bir başkasıyla karşılaşmış, başına, göğsüne ikişer yumruk yemişti. Yumruk yağmuru daha kesilmediğine göre pek usta ellere düştüğü belliydi. Yalnız, bunu anlamak da hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Düşmanının üzerine öyle bir hırsla atıldı, öylesine şiddetli ısırmaya, dövmeye başladı ki ancak birkaç dakika sonra serbest kalabildi. İşte o zaman, ancak o zaman kendini, kan ter içinde, perişan bir hâlde, sokakta buldu. B. Richard Swiveller de onun çevresinde bir çeşit dans numarası yapıyor, bir yandan da “daha isteyip istemediğini” soruyordu.
Dick Swiveller, tehdit dolu bir tavırla ilerleyip gerilerken:
– Dükkânda ondan daha pek çok var, diyordu. Her zaman bol miktarda hazır mal bulundururuz elimizde. Köylerden bol bol, sık sık sipariş gelir de… Biraz daha ister miydiniz, efendim? İsterseniz, çekinmeyin, söyleyin.
Quilp omuzlarını ovuşturarak:
– Ben başka birisi sandımdı, dedi. Kim olduğunuzu niçin söylemediniz?
Dick:
– Siz kim olduğunuzu niçin söylemediniz, diye sordu, evden dışarı deli gibi fırlayacak yerde?
Cüce kesik bir iniltiyle:
– Kapıyı çalan da sizdiniz, öyle mi? diye sordu.
– Evet, kapıyı çalan adam benim. Ben geldiğim zaman o hanım çalmaya başlamıştı ama, pek hafif çalıyordu; onun için, kendisini bu zahmetten kurtardım.
Bunları söylerken, biraz ileride titreye titreye durmakta olan Bn. Quilp’i işaret etti.
Cüce, karısına öfkeli bir bakış fırlatarak:
– Hınğh! diye homurdandı. Ben de kabahatin sende olduğunu sanmıştım. Ya siz, beyim, siz de burada bir hasta bulunduğunu, kapıyı da kıracakmış gibi çaldığınızı bilmiyor musunuz?
Dick:
– Vallahi, işte ben de onun için çaldım ya! dedi. Burada biri ölmüş sandım.
Quilp:
– Besbelli bir maksatla geldiniz? dedi. Nedir istediğiniz?
Dick Swiveller:
– Yaşlı beyin nasıl olduğunu öğrenmek istiyorum, dedi. Hem de bunu küçük Nell’in kendinden öğrenmek istiyorum. Onunla şöyle baş başa biraz konuşmalıyım. Ben ailenin dostuyum, efendim, yani hiç değilse aile fertlerinden birinin dostuyum, bu da aynı şey sayılır.
Cüce:
– Öyleyse içeri buyurun, dedi. Buyurun, efendim, buyurun. Size gelince, Bayan Quilp, benden önce siz buyurun.
Bn. Quilp duraklıyordu, Quilp ısrar etti. Bu bir nezaket gösterisi ya da herhangi bir gerekçeye uymak çabası değildi; çünkü kadıncağız kocasının evden içeri niçin bu sırayla girmek istediğini çok iyi biliyordu: Cüce, bu şekilde, karısının çürükten, parmak izlerinden pek seyrek yoksun kalan kollarına bir iki çimdik atmak fırsatını elde edecekti. Dick bu sırrı bilmediği için, bir çığlık duyunca şaşırdı, dönüp arkasına bakınca da Bn. Quilp’in birdenbire bir silkinişle yoluna devam ettiğini gördü. Yalnız, böyle şeyler onu ilgilendirmezdi; çok geçmeden, olanları unuttu.
Dükkâna girdikleri zaman cüce:
– E, şimdi siz lütfen yukarı çıkın, Bayan Quilp, dedi. Nelly’nin odasına girin de kendisinin aşağıdan istendiğini bildirin.
Dick B. Quilp’in sözünün geçerliğine alışmamıştı.
– Siz burayı adamakıllı benimsemiş görünüyorsunuz, dedi.
Cüce:
– Burası benim! diye karşılık verdi.
Dick bu sözlerin ne anlama geldiğini, B. Brass’ın varlığının da ne gibi bir nedene dayandığını merak etmeye başlamıştı ki, bu sırada Bn. Quilp, telaşla aşağıya inip, yukarıdaki odaların boş olduğunu bildirdi.
Kadıncağız tir tir titriyor:
– Yemin ederim ki odaların hepsini teker teker dolaştım, hiçbirinde bir tek kimse yok, diyordu.
B.Brass, ellerini kuvvetle çırparak:
– İşte bu da anahtarın esrarını çözüyor! dedi.
Quilp kötü kötü Brass’a baktı, karısına baktı, Richard Swiveller’e baktı; hiçbirinden bir şey öğrenemeyince de telaşla yukarı fırladı. Çarçabuk aşağıya dönüp karısının sözlerini doğruladı. Dick Swiveller’e bakarak:
– Bu gidiş, doğrusu, pek garip bir gidiş, dedi. Ben kendisinin o kadar yakın, candan dostu olduğum hâlde benimle haberleşmeden gitmesi çok garip, doğrusu. Ama, mutlaka bana mektup yazacaktır ya da Nelly’ye yazdıracaktır. Evet, öyle yapacaktır, mutlaka. Nelly bana çok düşkündür. Güzel Nell!
Dick Swiveller, ağzı bir karış açılmış, öylece duruyordu. Quilp hâlâ sinsi sinsi ona bakarak Brass’a döndü, kasten ilgisiz bir tavır takınarak, bu olayın eşyanın taşınmasını etkilemeyeceğini bildirdi.
– Hoş, eşyanın bugün gideceğini biliyorduk ya, yalnız, bu kadar erken, sessiz sessiz olmayacaktı bu iş. Onların da elbet bir bildikleri vardır, elbet bir bildikleri vardır.
Dick şaşırmıştı:
– Acaba hangi cehennemin dibine gittiler? diye söylendi.
Quilp başını salladı, nereye gittiklerini pekâlâ biliyormuş da bunu açıklamaya yetkisi yokmuş gibi dudağını ısırdı.
Dick de, şaşkın şaşkın çevresine bakınarak:
– Peki, ya eşyanın taşınması da ne demek oluyor, ne demek oluyor? diye sordu.
Quilp:
– Onları bendeniz satın aldım, efendim, dedi. E, başka bir diyeceğiniz var mı bakalım?
Dick pek sersemlemiş bir hâlde:
– O sinsi ihtiyar tilki, servet yapıp, uzaktan deniz gören güzel manzaralı sakin bir kulübeye mi taşındı? diye sordu.
Cüce de, ellerini sıkı sıkı ovuşturarak:
– Sevgili torunlarla onların sadık dostları kendisini sık sık görmeye gelmesinler diye de, dinlenmeye çekildiği yeri gizlemeye çalışıyor, sizin demek istediğiniz bu mu? diye sordu.
Richard Swiveller, kendisinin pek önemli bir yer tuttuğu tasarının birdenbire bir yana atılıvermesinden, iyice dehşete düşmüştü; tasarladıklarını daha tomurcuk hâlindeyken koparıp atmak pek ağır gelmişti ona. Daha bir gece önce Frederick Trent’ten yaşlı adamın hastalık haberini almış, Nell’e bir nezaket ziyaretinde bulunup geçmiş olsun demek, kızın yüreğini dağlayacak olan şirinlik gösterilerine hemen başlamak istemişti. İşte kendisi böyle bin bir türlü güzel şey tasarlarken, Sophy Wackles’e karşı beslemeye başladığı nefret yavaş yavaş artarken, Nell, yaşlı adam, paranın hepsi ortadan kayboluvermiş, eriyip kaybolmuş, kim bilir nereye gitmişti! Daha bir adım atılmasına bile fırsat kalmadan tasarıda başarısızlığa ulaşılmıştı.
Daniel Quilp, bu kaçışa içinden hem şaşırmış, hem de üzülmüştü. Kaçaklarla birlikte birtakım gerekli giyeceğin de gitmiş olduğu keskin gözlerinden kaçmamıştı; yaşlı adamın zihninin adamakıllı zayıflamış olduğunu da bildiği için, doğrudan doğruya çocuğun idaresine bırakılan bu maceranın ne şekle döküleceğini merak ediyordu. Cücenin her ikisinin de akıbetini düşünüp tasalandığı söylenemez; çünkü böyle bir şey ona karşı büyük haksızlık olur. Cücenin huzurunun kaçmasının nedeni yaşlı adamın bir yerde para gizlemiş olduğuna hiç ihtimal vermemesi, bunları avucunun içinden kaçırmış olduğuna inanmasıydı. Bu da ona utanç, kendini suçlama isteği vermişti.
Quilp, aklından bunlar geçerken, Richard Swiveller’in de başka nedenlerden ötürü bu duruma kızıp üzüldüğünü görünce birazcık olsun avundu. Onun buraya arkadaşının adına yaşlı adamı korkutmak, onda pek bol bulunduğunu düşündükleri paranın birazını almak için gelmiş olduğuna aşağı yukarı inanmıştı. Bunun için de yaşlı adamın o pek büyük servetiyle birlikte ortadan kaybolduğunu, hiç kimsenin bulamayacağı bir yere gittiği havasını uyandırmak da cüceyi rahatlatmıştı.
Dick boş boş bakarak:
– E, öyleyse benim burada durmamın bir yararı olmayacak desenize, dedi.
– Dünyada bir yararı olamaz.
– Benim aradığımı söylersiniz, değil mi?
Quilp başını salladı, onları görür görmez hemen bunu söyleyeceğini belirtti.
Dick Swiveller:
– Deyin ki, diye ekledi. Deyin ki, efendim, ben buraya bir dişlinin çarklarına takılarak geldim; dostluğun yardımıyla, ortak dehşetin, kalp yanmasının tohumlarını söküp onların yerine toplumsal huzurun özünü ekmek istedim. Acaba kendinizi bunları söylemekle görevlendirmek lütfunda bulunur musunuz, efendim?
Quilp:
– Elbette, dedi.
Dick, kıvrılmış ufacık bir kart çıkararak:
– Acaba sözlerinize adresimin şu olduğunu, her sabah evde bulunduğumu da eklemek iyiliğinde bulunur musunuz, efendim? dedi. Kapıyı belirli bir şekilde iki defa çalarsanız, istediğiniz an köleniz olurum. Benim dostlarım kapı açıldığı zaman mutlaka hapşırırlar, efendim, bu da benim arkadaşım olduklarını belirtmek içindir, evde olup olmadığımı sormaları da gerekmez. Özür dilerim ama, şu karta bir kere daha bakmama izin verir misiniz?
Quilp:
– A, elbette, buyurun!
Dick, o kartın yerine bir başkasını çıkararak:
– Hiç de yadırganmayacak basit bir yanlışlık yapmışım, size Glorious Apollers Derneği’nin giriş kartını vermişim, efendim. Bendeniz bu derneğin üyelerinden olmak şerefine sahibim, efendim. Asıl doğru bilgi burada, efendim. İyi günler.
Quilp de iyi günler diledi. Glorious Apollers Derneği’nin şeref üyesi de Bn. Quilp’in şerefine şapkasını kaldırdı, sonra dikkatsizce başına yan geçirdi, hızla oradan uzaklaştı.
Bu arada eşyanın taşınması için birkaç yük arabası gelmişti. Kasketli hamallar dolapların çekmecelerini, daha başka eşyayı başlarının üstüne kaldırmaya çalışıyorlar, kaslarını çalıştırdıkları için de yüzleri kızarıyordu. Quilp de, işten geri kalmamak için, inanılmaz bir çabayla çalışmaya koyuldu. Kötü bir ruh gibi herkesi bağıra çağıra oraya buraya dağıtıyordu. Bn. Quilp’e her türlü, yapılması imkânsız işleri yüklüyordu. Hiç de öyle aşırı çaba harcıyormuş gibi görünmeden, ağır eşyayı yukarı, aşağı taşıyıp duruyordu. İskeledeki oğlanın yanına gitmek fırsatını bulur bulmaz, ona bir tekme savurmayı da ihmal etmiyordu. Sorumlulukların ağır yükünü de kapı önünde durup meraklı komşuların sorularını cevaplandırmaya çalışan Brass’a yüklemeye bakıyordu. Onun varlığı, davranışları çalışanlar üzerinde etkisini öyle çabuk göstermişti ki birkaç saat içinde evde bir iki boş şarap şişesiyle bir iki parça eşyadan, tek tük hasır parçalarından başka bir şey kalmamıştı.
Cüce, bu hasır parçalarından birinin üzerine bir Afrikalı yerli başkan gibi oturmuş, ekmek, peynir, birayla karnını doyuruyordu. Tam bu sırada bir oğlan çocuğun dış kapıdan içerisini gözetlemekte olduğunu fark etti ama, bunun farkına varmamış gibi davrandı. Oğlanın ancak burnunu görebilmişti ama, bu, gelenin Kit olduğunu da anlamasına yetmişti. Hemen ona seslendi, bunun üzerine Kit de içeri girip ne istediğini sordu.
Cüce:
– Buraya buyurun, efendim, dedi. Demek sizin yaşlı efendiyle genç hanım gittiler, öyle mi?
Kit, çevresine bakınarak:
– Nereye gittiler? diye sordu.
Quilp, sert bir sesle:
– Yani onların nereye gittiklerini bilmediğini mi söylemek istiyorsun? dedi. Nereye gittiler bakalım, ha?
Kit:
– Bilmiyorum, dedi.
Quilp:
– Hadi, bırak bu numaraları artık! diye çıkıştı. Onların bu sabah ortalık aydınlanır aydınlanmaz gizlice gittiklerini bilmediğini mi söylemek istiyorsun yani?
Oğlan, şaşkınlığını açığa vurarak:
– Bilmiyorum, dedi.
Quilp:
– Bilmiyorsun ha? diye bağırdı. Geçen akşam bir hırsız gibi evi gözetlediğini fark etmedim mi sanıyorsun? Evet, tıpkı bir hırsız gibi! O zaman sana durumu bildirmediler mi?
Oğlan:
– Hayır, dedi.
Quilp:
– Sana bildirmedi ha? dedi. Öyleyse o zaman ne söyledi sana? Ne konuşuyordunuz?
Kit bu meseleyi gizli tutmak için artık ortada bir neden göremiyordu. O akşam evin önüne niçin gelmiş olduğunu, yaptığı teklifi açıkladı.
Cüce biraz düşündükten sonra:
– Ya? dedi. Öyleyse, belki daha sonra sana gelirler.
Kit heyecanla:
– Acaba gelirler mi dersiniz? diye bağırdı.
Cüce:
– Evet, sanırım ki geleceklerdir, dedi. Geldikleri zaman bana hemen haber vereceksin, anlaşıldı mı? Bana haber verirsen ben de sana bir şey vereceğim. Ben onlara iyilik yapmak istiyorum ama, nerede olduklarını bilmezsem iyilik de yapamam. Söylediklerimi işitiyor musun?
Cücenin odada tuttuğu iskeledeki oğlan, içeride tesadüfen bırakılmış bir şey var mı, diye aranırken:
– Burada bir kuş var, onu ne yapacaksınız? diye bağırmasaydı, belki de Kit kendisini sorguya çekenin hiç de hoşuna gitmeyecek bir karşılık verecekti ama, buna fırsat kalmadı.
Quilp:
– Boynunu kopar! dedi.
Kit bir adım ilerleyerek:
– Aman sakın ha! diye atıldı. Kuşu bana verin.
Öbür çocuk:
– A, evet! Erkeksen al bakalım! diye bağırdı. Hadi, sen kafesi bırak da ben hayvanın boynunu koparayım. Bunu ben yapacakmışım, o öyle söyledi. Sen şu kafesi bırakacak mısın, yoksa?
Quilp:
– Kafesi bana verin, köpekler! diye kükredi. Kafes için dövüşün bakalım, köpekler! Yoksa, hayvanın boynunu ben koparacağım ha!
Oğlanlar, daha uzun bir kışkırtmaya kalmadan, birbirlerinin üzerine atıldılar. Dişleriyle, tırnaklarıyla saldırdılar. Bu arada Quilp de kafesi bir elinde tutuyor, öbür elindeki bıçakla heyecan içinde yere vurup duruyor, oğlanların dövüşünü kızıştırmak için boyuna bağırıyordu. İkisi birbirlerine denktiler; yere birlikte yuvarlanmışlar, hiç de çocuk oyunu sayılmayacak şekilde yumruklaşıyorlardı. En sonunda, Kit öbürünün göğsüne bir yumruk indirerek kendini kurtardı, hızla ayağa fırladı, kafesi Quilp’in elinden kaptığı gibi armağanıyla birlikte yola düzüldü.