Kitabı oku: «Antikacı Dükkânı», sayfa 7
10
Daniel Quilp, yaşlı adamın evine kimseye görünmeden giremediği gibi çıkarken de görünmemezlik edememişti. Hemen tam karşıda, ana caddeden ayrılan bir sürü geçitten birinin dönemecinin gölgesinde birisi gizlenmişti. Akşam güneş batmak üzereyken burada yerini alan bu kimse, büyük bir sabırla, uzun bir süre orada beklemek zorunda olduğunu, böyle şeylere de iyice alıştığını belirten bir tavırla, duvara dayanmış, duruyordu. Bir saat içinde de yerinden hiç kıpırdamamıştı.
Bu sabırlı bekleyici, oradan gelip geçenlerin pek ilgisini çekmediği gibi o da gelip geçenlere pek önem vermiyordu. Gözleri hep bir tek noktaya bakıyordu: Çocuğun önünde oturmayı âdet edindiği pencereydi bu. Gözlerini oradan ancak komşu dükkânlardan birindeki saate bakmak için oynatıyor, sonra gözlerini gene, büyük bir ciddiyetle, dikkatle, eski hedefe çeviriyordu.
Bu kimsenin gizlendiği yerde hiçbir yorgunluk belirtisi göstermediğini söylemiştik; gerçekten de, beklediği kadar yorgunluk duymadı. Yalnız, zaman geçtikçe saate daha sık, pencereye de daha az umutla bakarak kaygılanma, şaşırma belirtileri göstermeye başladı. En sonunda, birtakım kıskanç kepenkler saati ondan sakladılar; sonra da kilisenin çanları gecenin on biri olduğunu ilan ettiler. Sonra on biri çeyrek geçti. En sonunda, oralarda oyalanmasının artık gereksiz olduğu düşüncesi zihnine saplandı.
Bu düşüncenin hoşa gidecek cinsten olmadığı, adamın hiç de bu düşünceye boyun eğmek istemediği, oradan zoraki uzaklaşmakta oluşundan anlaşılıyordu. Gözleri hâlâ arkada, zoraki adımlarla yürüyüşünden, hafif bir ses duyunca duraklamasından, bir ışığın sönmesi üzerine umutlanarak geriye dönmeye hazırlanışından da bu anlaşılıyordu. En sonunda, umudunu iyice kaybedince, niyetinden vazgeçti, sanki kendini zorla oradan uzaklaştırmak istiyormuş gibi koşmaya başladı. Ayaklarının olanca gücüyle koşuyordu. Geri dönmek isteğine kapılmamak için, arkasına bir kere olsun bakmadı.
Bu esrarengiz kimse, hızını hiç eksiltmeden, soluk almak için bir an olsun duralamadan, bir sürü sokaktan, dar yollardan hızla geçti. En sonunda, dört köşe büyük bir avluya varınca, koşmaktan vazgeçip yürümeye koyuldu. Penceresinden ışık sızan küçük bir evin kapısı önünde durdu, sürgüsünü kaldırıp içeri girdi.
Bir kadın hızla kapıdan yana dönerek:
– Tanrım bizi korusun, kim o? diye bağırdı. Ha, sen misin, Kit?
– Evet, anne, benim.
– Aman, ne kadar yorgun görünüyorsun, oğlum!
Kit:
– Yaşlı bay bu gece dışarı çıkmadı, onun için kız da hiç pencerenin önüne gelmedi, dedi.
Geçti ateşin karşısına oturdu. Pek tasalı, mutsuz görünüyordu.
Kit’in bu şekilde oturduğu oda son derece sefildi ama, huzur dolu havası, temizliği, derli topluluğu sayesinde tam bir yuva havasını taşıyordu; yoksa, pek berbat bir yer olabilirdi. Gerçekten de temizlik, düzenlilik bir dereceye kadar söz sahibi olabiliyor. İçerideki Hollanda tarzı saatten de anlaşılacağı gibi gecenin çok geç bir saatiydi ama, zavallı kadıncağız hâlâ bir ütü masasının başında harıl harıl çalışmaktaydı. Küçük bir çocuk ocağın yanı başındaki beşikte uyuyordu; bir başkası da, iki, üç yaşlarında, başında sımsıkı bir takke, vücuduna göre pek küçük görünen gecelik giymiş, bir çamaşır sepetinin içinde dimdik oturuyor, sepetin kenarından iri yuvarlak gözlerini fal taşı gibi açmış, sanki bir daha uyumamaya kesin karar vermiş gibi bakmıyordu. Zaten uyumak istemediği için yatağından alınmış, akrabalarına, arkadaşlarına bir neşe kaynağı olmuştu. Garip görünüşlü bir aileydi bu: Kit, annesi, çocuklar birbirlerine tıpatıp benziyorlardı.
Çoğumuzun sık sık yaptığı gibi Kit de hani neredeyse huysuzlaşacak gibiydi ama, önce derin derin uyuyan en küçük çocuğa, sonra çamaşır sepetindeki kardeşine, ondan sonra da sabahtan beri hiç yakınmadan iş gören annesine baktı, neşeli durmanın daha güzel, daha iyi bir şey olacağını düşündü. Onun için de, ayağıyla beşiği salladı; çamaşır sepetindeki yaramaza dilini çıkardı; çocuk da bunu görünce hemen neşelendi. Kit ayrıca gevezelik etmeye, hoş görünmeye de iyice karar vermişti. Kocaman çakısını çıkarıp annesinin ona saatlerce önce hazırlamış olduğu ekmekle etten kocaman bir parça kesti.
– Ah anneciğim, dedi. Sen ne eşsizsin! Biliyorum, senin gibisi pek bulunmaz.
Bn. Nubbles:
– Benden çok daha iyi bir sürü anne vardır sanırım, Kit, dedi. Kilisedeki papazın dediklerine bakılırsa böyleleri varmış, olmalıymış da.
Kit, nefretle:
– O bunu pek iyi bilir ya! dedi. Bakalım o da senin gibi tek başına kalsın, senin kadar çok çalışsın, yine senin gibi neşesini sürdürebilsin de o zaman ben kendisine dünyanın kaç bucak olduğunu sorar, söylediğine de kılı kılına inanırım!
Bn. Nubbles, konuyu değiştirerek:
– Şey, dedi. Senin biran orada, pencerenin kenarında duruyor, Kit, dedi.
Oğlu şarap tasını alarak:
– Gördüm, anne, dedi. Senin sevgine, anne! İstersen papazın da sağlığına olsun! Ona karşı bir kin beslemiyorum, benim bir alıp veremediğim yok onunla.
Bn. Nubbles:
– Demin o beyin bu gece dışarı çıkmadığını mı söylemiştin? diye sordu.
Kit:
– Evet, dedi. Talihsizlik, işte!
– Buna talih eseri desen daha doğru olur, çünkü Nelly yalnız kalmamış oluyor.
Kit:
– Aha, bunu unuttum! dedi. Talihsizlik dedim, çünkü saat sekizden beri gözlediğim hâlde onun gölgesini bile göremedim.
Annesi işini bırakıp çevresine bakınarak:
– Kız bunları bilse, acaba ne der? diye bağırdı. Her gece kendisi –zavallı yavrucak– yapayalnız pencerenin önünde otururken sen onun başına bir dert gelmesi korkusuyla sokak ortasında bekliyorsun, kendisinin evinde güven içinde olduğuna inanmadan bekleme yerinden kıpırdamıyorsun, evine gelmiyorsun… Bunları bilse demek istiyorum.
Kit, kaba yüzü kızarır gibi olarak:
– Onun ne diyeceğini bırak şimdi! dedi. Çünkü o bunu hiçbir zaman öğrenemeyecek, onun için de bir şey demeyecek elbette!
Bn. Nubbles, birkaç dakika sessiz sessiz ütüsüne devam etti. Sonra, başka bir ütü almak üzere ocağın başına geldi, ütüyü tahtanın üzerine koyup üzerinin tozunu alırken de yan gözle Kit’e baktı. Yeniden masasının başına dönünceye kadar bir şey söylemedi. Ütünün sıcaklığını ölçmek için tehlikeli bir şekilde yanağına yaklaştırdığı sırada gülümseyerek çevresine bakınarak:
– Başkaları buna ne derler biliyorum ben, Kit, dedi.
Kit, bundan sonra söylenecek sözlerden iyicene korkarak:
– Saçma! diye annesinin sözünü kesti.
– Ama, mutlaka söyleyeceklerdir. Kimisi senin kıza aşık olduğunu söyleyecektir… Biliyorum, mutlaka diyeceklerdir bunu.
Kit bu sözlere, utanç içinde elini, “Dışarı çık” der gibilerden sallamakla karşılık verdi, sonra kollarıyla, bacaklarıyla havada garip şekiller çizerek oyalanmaya çalıştı.
Bunlar da onu aradığı rahatlığa kavuşturamayınca, ekmekle etten kocaman bir lokma ısırdı, içkisinden de acele bir yudum içti. Böylece yapma yardımlar sayesinde duygularını boğdu, konuyu değiştirmeye çabaladı.
Bir süre sonra annesi yine aynı konuya dönerek:
– Doğrusunu söylemek gerekirse, dedi. Şaka bir yana, bu davranışın pek yerinde, pek düşünceli; tam senden beklenen bir davranış. Hiç kimseye de bundan söz etme. Yalnız, inşallah günün birinde Nelly bunu öğrenir, çünkü o zaman sana minnet duyacaktır. Sevgili yavrucağı orada kapalı tutmak zalimce bir iş. Yaşlı adamın bunu senden gizlemek istemesine de şaşmam.
– O yaptığını zalimce bir iş olarak görmüyor ki; böyle davranmayı da istemiyor, bilse yapmaz. Yeryüzünün bütün altınlarını, gümüşlerini ona verseler de bunu yapmaz bence, anne. Hayır, hayır, yapmaz! Bunu bilecek kadar tanıyorum ben onu.
Bn. Nubbles:
– Öyleyse niye yapıyor, senden de niye böyle titizlikle saklıyor? diye sordu.
Oğlu:
– İşte onu bilmiyorum, dedi. Yalnız, benden böyle titizlikle saklamaya çalışmasaydı ben de durumu hiç öğrenemeyecektim, çünkü beni geceleri eskisinden çok erken eve göndermek istemesi merakımın uyanmasına yol açtı. Hişt! Bu da ne?
– Dışarıda biri var besbelli.
Kit sesi dinlemek üzere ayağa kalktı.
– Buraya gelmek üzere karşıdan karşıya geçen biri bu, dedi. Hem de pek hızlı geliyor. Ben geldikten sonra oda dışarı çıkmışsa, ev yanıyorsa, anne!
Oğlan içindeki korkunun etkisiyle, yerinden kıpırdama gücünü bulamayıp olduğu yerde kalmıştı. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Kapıyı telaşlı bir el açtı, çocukcağızın kendisi solgun, soluğu kesilmiş, telaşla bir iki giyeceğe yalapşap sarınmış bir hâlde aceleyle odadan içeri girdi.
Anayla oğul birlikte:
– Ne oldu, Nelly? diye bağırdılar.
Kız:
– Bir dakika bile kalamam, dedi. Dedem çok hasta. Yerde tepinir buldum…
Kit, kenarsız şapkayı kavrayarak:
– Ben doktora koşayım, dedi. Hemen oraya gelirim, şey ederim…
Nell:
– Hayır, hayır! diye bağırdı. Orada birisi var, seni istemiyor. Sen… Sen bir daha bizim yanımıza yaklaşmayacakmışsın.
Kit:
– Ne! diye kükredi.
Kız:
– Bir daha hiç gelmeyeceksin, dedi. Neden diye sorma bana, çünkü ben de bilmiyorum. Yalvarırım, sorma. N’olur, üzülme! Yalvarırım, bana da kızma. Benim hiçbir suçum yok!
Kit, gözleri fal taşı gibi açılmış, kıza baktı, birçok kereler ağzını açıp kapadı ama ağzından bir tek kelime çıkmadı.
Nell:
– Senden şikâyet ediyor, sövüp sayıyor, dedi. Ne yaptın, bilmiyorum ama, umarım ki çok kötü bir şey değildir.
Kit:
– Ben mi yapmışım? diye kükredi.
Çocuk yaşlı gözlerle:
– Çektiklerinin hep senin yüzünden olduğunu bağıra bağıra söylüyor. Avaz avaz haykırıp seni çağırdı. Dediler ki onun yanına bir daha yaklaşmamalıymışsın, yoksa ölürmüş. Bir daha bizim yanımıza dönmemeliymişsin. Bunu sana haber vermeye geldim. Bir yabancı yerine benim gelmem daha doğru olur diye düşündüm. Ah, Kit, ne yaptın sen? Sana o kadar da güvenmiştim. Hemen hemen tek arkadaşım sendin.
Zavallı Kit genç hanımına gittikçe daha büyüyen gözlerle bakıyordu ama, hiç kımıldamıyor, hiç konuşmuyordu. Kızcağız, kadına bakıp:
– Kit’in haftalık ücretini getirdim, dedi. Parayı masanın üzerine bıraktı. Biraz da fazla getirdim, çünkü o bana karşı her zaman iyi, şefkatli davranıyordu. İnşallah yaptıklarına pişman olur da başka yerde daha iyi çalışır, bundan dolayı da pek üzülmez. Ondan bu biçim ayrılmak beni pek üzüyor ama, başka çaremiz de yok. Ayrılmak zorundayız. İyi geceler!
Çocukcağız, gözyaşları yüzünden aşağı sel gibi akarak, arkada bıraktığı sahnenin verdiği acıyla, geçirdiği sarsıntının, biraz önce yerine getirdiği görevin ağırlığıyla, bin bir acı, şefkat duygularının etkisiyle nazik vücudu tir tir titreyerek, telaşla kapıya doğru gitti, geldiği gibi çarçabuk gözden kayboldu.
Zavallı kadıncağız oğlundan kuşkulanmak için ortada hiçbir neden göremiyordu; tam tersine, onun dürüst, doğru bir çocuk olduğuna her bakımdan inanıyordu. Onun için, oğlunun kendini korumak için bir tek söz bile söylememesi yüzünden şaşkına dönmüştü. Zihninde kabadayılık, haydutluk, soygunculuk sahneleri canlandı. Oğlan geceleri evde bulunmamasını pek acayip bir şekilde açıklamaya kalkışıyordu. Kadının aklına bunları kanun dışı işlere bağlamak gibi düşünceler gelmişti; onun için, oğlunu sorguya çekmekten korkuyordu. Kadıncağız, bir sandalyeye oturdu, ellerini ovuşturup acı acı ağlayarak sallanmaya başladı. Kit annesini avutmak için hiçbir harekette bulunmadan, iyicene sersemlemiş bir hâlde kalakaldı. Beşikteki bebek uyanıp ağladı; çamaşır sepetindeki oğlan sırtüstü düştü, sepetin altında kaldı, görünmez oldu; anne gittikçe daha şiddetli ağlayarak daha hızlı sallanmaya koyuldu; Kit ise bütün bu gürültü patırtının farkında bile değildi, iyicene aptallaşmış bir hâldeydi.
11
Çocuğu barındıran çatının altında artık sessizliğin, yalnızlığın aralıksız hüküm sürmesine imkân kalmaması mukadderdi. Ertesi sabah yaşlı adama şiddetli ateşle birlikte nöbet geldi; bu düzensizliğin etkisi altında daha da güçten düşen adamcağız haftalarca hayatının en tehlikeli günlerini yaşadı. Gerektiği kadar bakım vardı ama, bu, biraz da, hasta bakımını kârlı bir iş hâline getiren, hasta bakımının dışındaki zamanlarını bir araya gelip neşe içinde yiyip içerek eğlenen yabancıların bakımıydı; böyleleri için hastalık, ölüm artık aileden olmuş tanrılardı.
Yine de o günlerin telaşı, kargaşalığı arasında çocuk eskisinden çok daha yalnız kalmıştı: Ruhça yalnızdı; ateşten yanan, yatağında erimekte olan yaşlı adama duyduğu bağlılıkta yalnızdı; sınırsız üzüntüsü içinde bir türlü elde edemediği sevgi içinde yalnızdı. Günler ve geceler onu, dalgın, acı çeken hastanın yastığı başında buluyordu; kızcağız orada hâlâ onun her isteğini yerine getiriyor, adını durmadan tekrarlayışını, ateşin etkisiyle kâbus görürken hep onun ihtiyaçlarını düşünüşünü dinliyordu.
Ev artık onların değildi. Hastanın odası bile Quilp’in hükmü altındaydı, onun malı sayılırdı. Yaşlı adam hastalandıktan hemen birkaç gün sonra cüce, pek az kimsenin anladığı, hiç kimsenin soruşturmaya kalkışmadığı birtakım kanuni durumları ileri sürerek, evdeki eşyaya sahip çıkıvermişti. Cüce, bu amaçla yanında getirdiği bir kanun adamının da yardımıyla, eve gelen herkesi geri çevirmek, sahip çıktığı malları koruyabilmek üzere oraya yerleşmişti. Sonra da karargâhını kendi zevkine uygun bir şekle sokmaya baktı.
Quilp postu arka salona sermişti; bundan böyle herhangi bir iş yapılmasını önlemek için dükkânı da kapamıştı. Eski eşyanın arasından en güzelini, en rahatını arayıp bulmuş, bunu kendine ayırmış, özellikle çirkin, rahatsız olanını da arkadaşına uygun görmüştü. Onları kendi odasına taşıtmış, mevkiine büyük bir azametle kurulmuştu. Onun dairesi yaşlı adamın odasından çok uzaktaydı ama, Quilp mikropların yayılması ihtimaline karşı iyi bir tedbir olur düşüncesiyle kendisi durmadan pipo içmekle kalmamış, hukukçu arkadaşının da aynı şeyi yapması için ısrar etmişti. Bu yetmiyormuş gibi, iskeleye haberci gönderip, tepeüstü yürüyen çocuğu da çağırtmıştı. O da, içeri girip kapının hemen yanına oturmuş, cücenin bulup verdiği kocaman bir pipoyu durmaksızın içmeye koyulmuştu. Bir iki dakika için pipoyu dudaklarından uzaklaştırmaya kalksın, ne haddine! Bu düzen de kurulduktan sonra Quilp sevinçten kıkır kıkır gülerek çevresine bakındı, “düzenin böylesine huzur adını verdiğini” açıkladı.
Pek ahenkli bir adı olan hukukçu arkadaş, yani Brass1 da bu düzeni “huzur” diye adlandırabilirdi ama, şu iki önemli kusur olmasaydı: Bir kere, adamcağız iskemlesinde hiç de rahat oturamıyordu; çok sert, üçgen biçimi, üstelik de kaygan olan iskemle çok rahatsızdı. İkincisi, tütün dumanı ona dokunur, rahatsız ederdi. Yalnız, Quilp’in adamı olduğu, cüceyle iyi geçinmesini gerektiren bin bir neden bulunduğu için, gülümsemeye çalışıp, elinden geldiği kadar kibar bir tavırla, durumdan hoşlandığını anlatacak şekilde başını salladı.
Bu Brass, Londra şehrinde Bevis Marks Şirketi’nden, hiç de iyi bir ünü olmayan bir avukattı. Uzun boylu, gaga burunlu, çıkık alınlı, çökük gözlü, koyu kızıl saçlı zayıf bir adamdı. Ayak bileklerine değecek derecede uzun siyah bir palto, kısa siyah pantolon, yüksek topuklu pabuçlar, maviye çalar kurşuni pamuklu çoraplar giymişti. Dalkavuk tavırlıydı ama, sesi pek sertti; üstelik, en tatlı gülüşü bile öylesine korkunçtu ki, oldukça uygun şartlar içinde bile onunla karşılaşan bir kimse: “Keşke öfkelense, hiç değilse kaşlarını çatar.” diye hayıflanırdı.
Quilp hukuk danışmanına baktı, piposunun verdiği sıkıntıyla adamın gözlerini pek fazla kırpıştırdığını, dumanını iyice içine çektiği zamanlarda da tüylerinin ürperdiğini, dumanı boyuna kendinden uzaklaştırmaya çalıştığını gördükçe sevinci artıyor, neşe içinde ellerini ovuşturuyordu.
Quilp, oğlana dönerek:
– Dumanını başka yana tüttürsene, köpek sen de! dedi. Piponu doldur, son katresine kadar bir çırpıda içiver; yoksa, piponun o mumlu dip kısmını ateşe tutup senin dilini onunla kızartırım!
Bereket ki oğlan kös dinlemişti; birisi ona küçük bir kireç parçası bile içirmeye kalkışsa gık demeden içerdi. Onun için, efendisine karşı kendini savunmak üzere bir iki kelime mırıldandı; sonra, verilen emri yerine getirdi.
Quilp:
– Güzel, değil mi, Brass? diye sordu. Hoş kokulu, değil mi? Türk Sultanı gibi görüyorsun kendini, öyle değil mi?
B. Brass, kendini öyle görebilse bile, Türk Sultanı’nın duygularının hiç de gıpta edilecek duygular olmadığını biliyordu; yalnız, bunun çok ünlü olduğunu, kendini o hükümdara pek benzettiğini söyledi.
Quilp:
– İşte hastalıktan korunmanın çaresi bu, dedi. Hayatın her türlü felaketinden korunmanın yolu bu. Burada kaldığımız kadar pipo içmeye hiç ara vermeyeceğiz… İç şu piponu, köpek herif, yoksa sana o pipoyu yuttururum!
Cüce, oğlana bu pek nazikçe uyarmayı yaptıktan sonra hukukçu arkadaşı:
– Burada çok kalacak mıyız? diye sordu.
– Sanırım ki yukarıdaki yaşlı adam ölünceye kadar kalmamız gerekecek.
B. Brass:
– Hah-hah-ha! diye güldü. O! Çok iyi.
Quilp:
– İç şu tütünü, diye bağırdı. Hiç durma. Piponu içerken konuşabilirsin. Vakit kaybetme.
Brass, yine o yorucu pipoyla uğraşmaya başlarken:
– Hah-hah-ha! diye haykırdı. Peki, ya adam iyileşmeye yüz tutacak olursa ne yapacağız, Bay Quilp?
Cüce:
– O zaman da iyileşinceye kadar kalırız, daha fazla değil, diye karşılık verdi.
Brass:
– O zamana kadar beklemeniz ne büyük bir iyilik! dedi. Başkası olsa, efendim, eşyayı kaldırır ya da satardı… Hem de kanun onlara bu yetkiyi verir vermez yaparlar bunu vallahi! Kimisi de, efendim… Şey ederdi…
Cüce:
– Senin gibi bir papağanın saçmalarını dinlemekten kendini kurtarırdı! diye onun sözünü kesti.
Brass:
– Hah-hah-ha! diye bağırdı. Öyle neşelisiniz ki!
Kapı yanındaki pipo içme görevlisi konuşmanın bu bölümünde araya girdi, piposunu dudaklarının arasından çekmeden:
– İşte kız geliyor! diye homurdandı.
Quilp:
– Kim geliyor, köpek herif? diye sordu.
Oğlan:
– Gız, dedi. Sağır mısın?
Quilp, sanki çorba içiyormuş gibi büyük bir iştahla soluğunu içine çekerek:
– Ah, dedi. Seninle ikimiz yakında öyle bir hesaplaşacağız ki! Senin için dağarcığımda öyle tırmık, yara hazırlığı var ki, genç dostum! Aha, Nelly’miş. Şimdi nasıl acaba benim elmasım?
Çocuk, ağlayarak:
– Dedem çok kötü, dedi.
Quilp:
– Ne de güzel bir Nelly’sin sen! dedi.
Brass:
– A, güzel, efendim, gerçekten güzel! dedi. Çok da sevimli.
Cüce, sözüm ona yumuşatıcı, tatlı bir sesle konuştu:
– Quilp’inin dizinde oturmaya mı geldi, yoksa burada o küçücük odasında yatmaya mı? Nelly’cik bunların hangisini yapacak?
Brass, sanki kendisiyle tavan arasında gizli kalması gereken bir sırmış gibi:
– Çocuklarla nasıl da güzel geçiniyor! diye mırıldandı. Onun konuşmasını dinlemek insana iç huzuru veriyor, vallahi!
Nelly:
– Ben burada hiç kalmayacağım ki, dedi. Odadan bir iki şey almak istiyorum yalnız. Ondan sonra da ben… Ben bir daha buraya gelmeyeceğim.
Çocuk içeri girerken cüce odaya bakarak:
– Ah, ne de güzel, küçük bir oda! dedi. Tam bir kameriye. Burasını bir daha kullanmayacağına, buraya bir daha gelmeyeceğine emin misin, Nelly?
Çocuk, almaya geldiği birkaç parça giyim eşyasını kavradığı gibi oradan telaşla uzaklaşırken:
– Eminim! Bir daha asla gelmeyeceğim, asla gelmeyeceğim! diye bağırdı.
Quilp, çocuğun arkasından bakarak:
– Çok duygulu! dedi. Çok duygulu. Yazık, çok yazık! Yatak hemen hemen benim boyuma göre. Burasını kendime oda yapacağım ben galiba.
Brass bu düşünceyi destekledi, cüceden gelecek her düşünceyi benimsemek zorundaydı çünkü. Bunun üzerine, cüce de içeri girip bu işi bir denemek istedi. Ağzında piposuyla kendini sırtüstü yatağa attı. Sonra, yatağı tekmeleyerek, hırsla piposunu içmeye koyuldu. Brass bu manzarayı pek beğendi, yatağı yumuşacık, pek rahat bulduğu için Quilp burasını geceleri yatak, gündüzleri divan olarak kullanmaya niyetlendi. Bu durumda, yatağın divan görevine hemen başlamasında bir sakınca görmediği için olduğu yerde kaldı, piposunu içti. Hukukçu bey de artık yarı kendinden geçmiş, düşünme kabiliyetini hemen kaybetmiş bir hâlde (tütün adamın sinir sistemini etkiliyordu) birazcık açık havaya çıkmak fırsatını elde etti. Biraz sonra da, yüzü eski rengine aşağı yukarı kavuşmuş bir hâlde, geri döndü. Çok geçmeden de kötü niyetli cüce onu pipo içmeye zorladı. Brass, bu durumda sedirin üzerinde uykuya daldı, sabaha kadar uyudu.
İşte, Quilp’in yeni evine girer girmez yaptıkları bunlardı. Birkaç gün de, işleri yüzünden, gösteriş yapmaya pek vakit bulamadı; Brass’ın yardımıyla, buradaki eşyanın tek tek listesini çıkarmak, öbür işlerini hâlletmeye gitmek hemen hemen bütün vaktini alıyordu. Yalnız, şimdi kuşkuları, kuruntuları iyicene uyanmış olduğu için, evden bir gece bile uzak kalmıyordu. Yaşlı adamın düzensizliğinin iyi ya da kötü bir şekilde sona erdirilmesi hevesi de zaman geçtikçe açıktan açığa mırıldanmalar, sabırsızlık işareti, bağırıp çağırmalar şeklinde ortaya çıkmaya başladı.
Nelly, cücenin konuşma teşebbüslerinden ürkek bir tavırla kaçmaya çalışıyor, adamın daha sesini duyar duymaz ortadan kayboluyordu. Avukatın gülümsemeleri de Quilp’in surat asmalarından daha az korkunç değildi. Merdivende, koridorda ikisinden birine rastlayıvermek korkusundan ötürü kızcağız dedesinin odasından bir yere kıpırdamıyor, gecenin geç saatlerinden önce odadan dışarı pek seyrek çıkıyordu. Ancak bu saatlerde sessizlik ona dışarı gidip bir boş odanın temiz havasını solumak cesaretini veriyordu.
Bir gece Nelly, her zamanki penceresinin önüne geçmiş, pek tasalı bir hâlde oturuyordu. Tasalıydı, çünkü o gün yaşlı adam her zamankinden daha kötü durumdaydı. Yavrucak, pencerenin önünde otururken, sokaktan birinin kendisine seslendiğini duydu. Aşağıya bakınca bunun Kit olduğunu gördü. Çocuğun ona kendini göstermek için sarfettiği çaba küçük kızı tasalı düşüncelerden uzaklaştırmıştı.
Oğlan alçak bir sesle:
– Küçük hanım!
Kızcağız, bu sözde suçluyla temas kurup kurmaması gerektiğinden şüpheye düştüğü hâlde yine de eski göz ağrısına yakınlık duyarak:
– Efendim, dedi. Ne istiyorsun?
Oğlan:
– Sana çoktandır bir şey söylemek istiyordum ama, dedi. Aşağıdakiler beni buradan kovdular, seni görmeme izin vermediler. Bu şekilde saf dışı edilmeyi hak ettiğime inşallah sen inanmıyorsundur, değil mi, küçük hanım?
Nelly:
– İnanmak zorundayım, dedi. Yoksa, dedem sana niye o kadar kızmış olsun?
Kit:
– Bilmiyorum, dedi. Ondan böyle bir muamele görmeyi hak etmediğimi biliyorum, senden de öyle. Hiç değilse bunu dosdoğru söyleyebiliyorum. Ya sadece eski efendimin durumunu sormaya geldiğim hâlde kapıdan kovuluşum…
Nelly:
– Bana bundan hiç söz etmediler, dedi. Gerçekten, bilmiyordum. Bilseydim, bunu yapmalarına dünyada izin vermezdim.
Kit:
– Eksik olma, küçük hanım, dedi. Senin bunu söylemen bana huzur verdi. Zaten bunun senin marifetin olduğuna da hiçbir zaman inanmayacağımı söyledim.
Kızcağız, hararetle:
– Çok doğru, dedi.
Kit, pencerenin altına gelip daha alçak bir sesle konuştu:
– Aşağıda yeni patronlar var, küçük hanım. Bu senin için bir değişiklik olsa gerek.
Kız:
– Gerçekten de öyle, dedi.
Kit, hastanın odasını işaret ederek:
– Biraz daha düzelince o da aynı şeyleri sezinleyecek, dedi.
Nelly, gözyaşlarını tutamayarak:
– Bundan sonra bir daha düzelebilirse, elbette, dedi.
Kit:
– A, elbette düzelecek, elbette! diye atıldı. Düzeleceğine eminim. Sen kendini kapıp koyverme, küçük hanım. Yalvarırım, yapma!
Bu cesaret verici, avutucu sözler pek azdı, pek üstünkörü söylenmişlerdi ama kızcağızı etkilediler, daha çok ağlamasına yol açtılar.
Kit, kaygılanarak:
– Artık mutlaka iyileşmeye başlayacaktır, dedi. Yalnız, sen kendini bırakıp, kötü düşüncelere saplanır da kendini hasta edersen dedenin durumunu kötüleştirir bu; tam iyileşmeye başladığı sırada hastalığı geri teper. Deden iyileşince iyi bir şey söyle, benim için güzel şeyler söyleyiver, küçük hanım.
Nelly:
– Ona senin adını uzun, çok uzun bir süre hiç anmamalıymışım, öyle söylediler, dedi. Buna cesaret edemem. Hoş, söylesem bile güzel bir sözden sana ne yarar gelebilir ki? Çok fakir düşeceğiz. Yiyecek ekmeği bile zor bulacağız.
Oğlan:
– Benim istediğim işe geri alınmak değil, dedi. Senden rica ettiğim o değil. Seni görebilmek umuduyla bunca zaman beklemem de sizden aldığım para, giyecek için değil ki. Böyle kötü bir zamanda seni görmeye öyle şeylerden söz etmek için geldiğimi düşünmeyesin sakın.
Kızcağız oğlana minnetle, sevgiyle baktı: “Belki daha söyleyecekleri vardır.” diye bekledi.
Kit, duralayarak:
– Hayır, onun için değil, diye konuşmasına devam etti. Çok daha başka bir nedeni var gelişimin. Pek akıllı bir kimse değilim, bunu biliyorum ama, benim dürüst, sadık bir adamı olduğuma, elimden geldiği kadar iyilik yapmaya çalıştığıma, asla kötü niyetle davranmadığıma bir inansa, belki de şey etmezdi…
Kit, sözlerinin bu kısmından sonra o kadar uzun süre sustu ki, çocukcağız oğlanı konuşmaya zorladı ve sözlerini çabuk bitirmesini istedi, çünkü vakit hayli geç olmuş, pencereyi kapama zamanı gelmişti.
Kit, birden cesaretlenerek:
– Belki de bu evin sizin eviniz olmaktan çıktığını söylememi bir cüret saymaz. Annemle benim çok sefil bir evimiz var ama, orada yaşamak böyle bir sürü insan arasında oturmaktan çok daha iyidir. Deden daha iyi bir yer buluncaya kadar niye gelip bizde, oturmayasınız?
Nelly bir şey demedi. Kit’in de, bu teklifi yapmış olmanın verdiği rahatlık içinde, çenesi açıldı, büyük bir ustalıkla evini bol bol methetti:
– Sen evi çok küçük, kullanışsız sanıyorsun, dedi. Gerçekten de öyle; yalnız, çok temizdir. Bizim evi belki de gürültülü bulursun ama, koca kasaba içinde bizimkinden daha sakin bir ev yoktur. Çocuklardan korkma; bebek pek seyrek ağlar, öteki de çok iyidir, hem zaten ben onlara bakarım. Seni pek üzmezler sanırım. Bir deneyin, küçük hanım, n’olur, bir deneyin. Üst kattaki küçük ön oda çok hoştur. Bacalar arasından kilisenin saatini bir parça görebilirsin, saati de aşağı yukarı anlayabilirsin. Annem o odanın tam sana göre olduğunu söylüyor, gerçekten de öyle. Sonra, ikimiz de sana hizmet edeceğiz. Para karşılığında demek istemiyorum. Bunu sakın düşünmeyesin! Dedene yalvaracaksın, değil mi, küçük hanım? Bunu bir deneyeceğini söyle, yeter. Yaşlı efendimi bize gitmeye kandırmalısın; yalnız, ona ne yaptığımı sor önce. Bunu yapacağına söz veriyor musun, küçük hanım?
Kızcağızın bu ağırbaşlı soruya karşılık vermesine meydan kalmadan sokak kapısı açıldı, Brass, gecelik takkeli başını uzatıp, sert bir sesle:
– Kim var or’da? diye sordu.
Kit hemen oradan uzaklaşıverdi, Nell de pencereyi yavaşça kapadıktan sonra odaya döndü.
Brass sorusunu yeniden sormaya fırsat bulamadan; Quilp de takkeli başını aynı kapıdan dışarı uzattı, yolun aşağısına, yukarısına baktı, karşıya geçip evin bütün pencerelerini gözetledi. Görünürlerde kimsecikler bulunmadığına iyice inandıktan sonra da hukukçu arkadaşıyla birlikte evden içeri girdi. Kızcağız, merdiven başından, Quilp’in söylediklerini işitiyordu: Ona karşı bir tuzak hazırlanıyormuş; soyguncuların saldırısına uğramak tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyormuş; günün her saatinde evin çevresinde haydutlar dolaşıyormuş; bu işi bırakıp evine dönmek için bir dakika bile kaybetmek istemiyormuş. Cüce bunları avaz avaz bağırarak söyledikten sonra yine çocuğun ufacık yatağına kıvrılmış yattı, Nell de yavaşça yukarı çıkıverdi.
Kit ile yaptığı yarım yamalak konuşmanın elbette ki iyice etkisi altında kalmıştı; o gece rüyasında hep bunu gördü, daha sonra da uzun, çok uzun bir süre bunları aklından çıkaramadı. Duygusuz alacaklılarla, hastaya sözümona bakan paralı bakıcılarla çevrilmiş olması, en tasalı, üzüntülü zamanında yanındaki kadınlardan bile birazcık ilgi, anlayış görememesi karşısında, bir iyi söz söyleyen cömert ruhun –ne kadar uygunsuz bir tapınakta yaşarsa yaşasın– kızcağızın sevgi dolu yüreğini etkisi altına alıvermesini tabii karşılamalı. Tanrı’ya şükür, bu ruhların tapınakları el yapısı değildir; camlarında da menekşe rengi güzelim ketenler değil, basbayağı, yamalı örtüler asılıdır.