Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İki Şehrin Hikâyesi», sayfa 3

Yazı tipi:

Şarap Dükkânı

Büyük bir şarap fıçısı sokağın ortasında düşüp parçalanmıştı. Kaza, onu bir arabadan çıkartırken meydana gelmişti; fıçı arabadan aşağıya yuvarlanmış, kasnağı kırılmıştı. Bir ceviz kabuğu gibi açılan fıçı, şarap dükkânının kapısının hemen önünde, taşların üzerinde yatıyordu.

Yakınlardaki herkes işlerine veya aylaklığa ara verip şaraptan içmek üzere olay yerine koşmuştu. Sokağın kaba, düzensiz ve üzerinde yürüyen her canlıyı sakatlamak için özellikle döşenmiş gibi duran taşlarında küçük birikintiler oluşmuştu. Bunların büyüklüklerine göre etrafında insanlar toplanmış, itişip kakışıyorlardı. Bazı adamlar diz çökmüş, iki ellerini kepçe gibi kullanarak şaraptan içiyor ya da şarabın tamamı parmaklarının arasından akıp gitmeden bir yudum almak için omuzlarının üzerinden eğilen bayanlara yardım ediyorlardı. Diğerleri şarap birikintilerine küçük toprak kupalar daldırıyor ve hatta kadınlar başlarındaki örtüyü çıkarıp şaraba batırıp çocuklarının ağızlarına sıkıyorlardı. Bazıları şarabın akıp gitmesini engellemek için topraktan küçük setler yapmış, üst pencerelerden izleyenlerce yönlendirilen bazılarıysa kendine akacak yeni yollar bulan şarabın akışını engelleyebilmek için oraya buraya koşturuyorlardı. Kimileri de fıçının sırılsıklam olmuş, kızıla boyalı parçalarının peşine düşmüştü. Hatta bazıları şarap kokulu bu parçaları büyük bir iştahla kemiriyorlardı. Şarabı çekmenin bir yolu yoktu, ancak toplanan kalabalık sayesinde hepsi temizlenmiş, üstelik de epey bir çamur da onunla birlikte gitmişti. Öyle ki, sokaktan bir çöpçü geçtiği zannedilebilirdi; fakat buralarda bir çöpçüye rastlamak mucizevi bir olaydı.

Bu şarap oyunu süresince erkek, kadın ve çocukların neşeli sesleri, kahkahaları, sokakta yankılandı durdu. Bu oyun, sertlikten çok maskaralık dolu bir oyundu. Özel bir çeşit dostluk vardı bu eğlencede. Herkes birbirinin yanına gidiyor, özellikle de daha şanslı veya daha gamsız olanlar neşeyle kucaklaşıyor, birbirinin sağlığına içiyor, el sıkışıyor ve hatta bir düzine kadarı el ele tutuşup birlikte dans ediyorlardı. Şarap bitip en bol olduğu yerler tırmık gibi kullanılan parmaklar yüzünden bir ızgarayı andırır bir hâle geldiğindeyse, tıpkı bu insanların ortaya çıkıverdikleri gibi bu gösteri de aniden kesiliverdi. Testeresini, kesmekte olduğu ağaca saplayıp gelen adam işinin başına geçti; kendisi ve çocuğunun sefil parmaklarındaki acıyı hafifletebilme umuduyla kullandığı kızgın küllerle dolu kabı bir kapı eşiğinde bırakan kadın yerine döndü; mahzenlerden kışın soğuğuna çıkan çıplak kollu, keçeleşmiş saçlı ve ölü benizli bir adam tekrar yer altına girmek üzere uzaklaştı. Etrafı kaplayan hüzün, bu ortama gün ışığından daha uygun gibiydi.

Dökülen şarapla Paris’teki Saint Antoine banliyösünün bu dar sokağı kırmızıya boyanmıştı. Pek çok elde de kırmızı lekeler vardı; ve pek çok yüzde, pek çok çıplak ayakta, pek çok ahşap ayakkabıda. Odun kesen adam kütüklerde kırmızı izler bırakmıştı; bebeğini besleyen kadının alnı, başına bağladığı eski çaput parçasından sızan şarapla lekelenmişti. Fıçının parçalarına pisboğazlılıkla saldıranların ağızlarının kenarlarında avını yeni yemiş bir kaplanın ağzının kenarlarındaki gibi kırmızı lekeler vardı; ve başındaki oldukça pis şapkasıyla uzun boylu bir soytarı, çamurlu şaraba batırdığı parmağıyla bir duvara “KAN” yazıyordu.

Kanın yoldaki taşların üzerine saçılacağı, her tarafın kızıl lekelere bürüneceği o günler de gelmek üzereydi.

Kutsal yüzünde beliren bir anlık pırıltının ardından Saint Antoine’ın üzerini bir bulut kaplamış, ağır bir karanlık çökmüştü. Soğuk, pislik, hastalık, cehalet ve fukaralık, kutsal mekânlarında bekleyen tanrılardı. Tümü büyük bir güce sahip olan bu tanrılardan özellikle “fakirlik” ağır basıyordu. Bir sürü insan korkunç bir değirmende öğütülüyor gibiydi. Yaşlı insanları gençleştiren, her köşede kıpırdayan, her kapıdan girip çıkan, her pencereden bakan ve rüzgârın savurduğu her kıyafet parçasını havalandıran bu değirmen elbette ki hoş bir değirmen değildi. Onları altında ezen bu değirmen genç insanların saçlarına ak düşüren bir değirmendi. Çocukların yüzleri daha şimdiden yaşlanmış, sesleri mezarlık sesleri gibiydi. Ve bu ihtiyarlamış yüzlerde, yılların çizdiği her çizgide hep aynı şey görülüyordu: Açlık. Açlık her yeri sarmıştı. Açlık, iplerde asılı perişan kıyafetlerde yüksek evlerden atılmıştı. Açlık onlara saman olarak, çaput olarak, ahşap olarak, kâğıt olarak yamanmıştı. Açlık adamın kestiği her şömine odununa işlemişti. Açlık, tütmeyen bacalarda, yenecek tek lokma bulunmayan pis sokaklardaydı. Açlık, fırıncının raflarında duran az miktardaki bayat ekmek somunlarında, sosis dükkânında satılan ölü köpek etinden hazırlanmış mallarda yazılıydı. Açlık, kestanelerle birlikte kavrulan kurumuş kemiklerin çatırtısındaydı. Açlık, zar zor bulunan yağ damlacıklarında kızartılmış kabuklu patateslerin konulduğu küçücük kaplara serpilmişti.

Burası her açıdan bitmek bilmeyen açlığa uygun bir yerdi. Suç ve pislik dolu dolambaçlı her sokak başka bir dar, dolambaçlı sokağa açılıyordu. Herkesin üzerindeki kıyafetler ve şapkalar yırtık pırtık ve pis kokuluydu. Görünen her şeyin hastalıklı bir hâli vardı. İnsanların hapsolmuş zihinlerinde çirkin ve vahşi düşünceler gezmekteydi. Sıkıntılı ve sinsi hâllerinde ateşin gözleri eksik olmuyordu. Zapt etmeye çalıştıkları için bembeyaz kesilmiş, sıkıca kapanmış dudaklarında; gitmekten korktukları darağacının yağlı urganına benzer bir hâl almış alınlarında hep kötülük vardı. Tabelalar, tıpkı dükkânlar gibi fakirliğin amansız göstergeleriydi. Kasabın ve domuz eti satan dükkânların tabelalarında, en sıska hayvanlar resmedilmişti; ekmekçininkinde ise en adi ve yavan somun. Şaraphanelerde, kadehlerindeki az miktardaki kötü şarap ve birayı birbirlerine gizlice, kötü kötü bakarak içen adamların resmedildiği tabelalar vardı. Hiçbir şey hoş ve mamur bir ortamda sunulmamıştı, alet edevat ve silahlar dışında. Bıçakçının bıçakları ile baltaları keskin ve parlaktı, demircinin çekici ağırdı ve silahçının dipçiği öldürücüydü. Üzerlerinde su ve çamur dolu küçük birikintiler bulunan ve insanı sakat eden taşlarla döşenmiş yollarda kaldırım yoktu ve kapıların önlerinde aniden bitiveriyordu. Yağmur suları sokakların ortasından akıyor, yağış fazla olduğunda çukurda kalan evlerden içeri doluyordu. Sokaklarda geniş aralıklarla, bir ip ve makara yardımıyla kaldırılan zayıf lambalar vardı. Geceleri lambaları yakmakla görevli bir kişi bunları aşağıya çekip yakıyor ve sonra tekrar kaldırıyordu. Kararmış fitillerden oluşmuş bu seyrek koruluk, cansız ışıklarıyla başların üzerinde asılı duruyordu, sanki denizdeymişler gibi. Aslında denizdeydiler ve gemilerle mürettebatı fırtına tehlikesiyle burun burunaydı.

Zira zaman yaklaşmaktaydı. Bölgenin sıska korkulukları, fenercinin metodunu geliştirmeyi akıl edecek kadar avarelik ve açlık içerisinde onu izleyecek ve içinde bulundukları karanlığı aydınlatmak üzere insanları bu ipler ve makaralar yardımıyla asacaklardı. Fakat o zaman henüz gelmemişti ve Fransa üzerinde esen her rüzgâr, korkulukların paçavralarını boşuna savuracak, güzel tüylü ve hoş sesli kuşlar bundan ürkmeyeceklerdi.

Şarap dükkânı görünüş ve kalite açısından diğerlerinden çok daha iyi durumda olan bir köşe başı dükkânıydı. Dükkân sahibi sarı yeleği ve yeşil pantolonuyla kapının önünde durmuş, zayi olan şarap için verilen mücadeleyi seyrediyordu. “Bu beni ilgilendirmez.” dedi omuzlarını bir kez daha silkerek. “Bunu pazarcılar yaptı. Bir tane daha getirsinler.”

Duvara yazısını yazmakta olan soytarıyı gören adam yolun karşısına seslendi:

“Hey Gaspart, ne yapıyorsun orada?”

Meslektaşları gibi o da duvara yazdığı şakasını büyük bir önem atfederek gösterdi. Ama yine meslektaşları gibi yazısı son derece kötüydü.

“Bu ne şimdi? Tımarhaneden mi kaçtın?” dedi şarap dükkânının sahibi. Yolu geçip bir avuç çamur aldı ve yazının üzerini sıvadı. “Neden sokak ortasına yazılar yazıyorsun? Böyle şeyleri, sana söylüyorum, böyle şeyleri yazacak başka bir yer bulamadın mı?”

Bu sitemi ederken temiz olan elini –belki kazara belki bilerek– soytarının kalbinin üzerine koydu. Bu elin üzerine kendi elini koyan soytarı atik bir hareketle yukarı doğru sıçrayıp gülünç dans hareketleri yaparak aşağıya inerken kirli pabuçlarından birini tutup çıkardı. Bu hâliyle tam bir soytarıya benziyordu.

“Giy onu, giy onu.” dedi öteki. “Şarap şaraptır, kan değil.” Bu sözlerin ardından çamurlu elini soytarının elbisesine silip; ki bu kesinlikle bilinçli bir hareketti, çünkü eli onun yüzünden kirlenmişti; yolun karşısına geçerek şarap dükkânına girdi.

Şarap dükkânının sahibi otuzlarında, kalın enseli ve cesur görünen bir adamdı. Ateşli biri olmalıydı; o gün çok soğuk olmasına karşın paltosunu giymemiş, omzuna atarak taşımayı tercih etmişti. Gömleğinin kolları yukarı doğru katlanmıştı ve esmer kolları dirseklerine kadar açıktaydı. Başında da kıvır kıvır saçlarından başka bir şey yoktu. Bütünüyle esmer olan adamın gözlerinin arasındaki mesafe, cesaretini yansıtır gibiydi. Genel olarak iyi bir adama benziyordu; ama aynı zamanda da öfkeli bir adama. Kısacası hedefini belirlemiş azimli bir adamdı, dar bir geçitte karşılaşmak istenmeyecek bir adam; zira hiçbir şey onu yolundan döndüremezdi.

Madam Defarge, kocası içeri girdiğinde dükkânda, tezgâhın arkasında oturuyordu. Madam Defarge adamla aynı yaşlarda, iri yarı bir kadındı. Dikkatli gözleri nadir bir şeye odaklanmış gibiydi; büyük ellerine pek çok yüzük takmıştı; keskin hatları olan sabit bir yüzü ve epey sakin bir yapısı vardı. Takip ettiği hesap işlerinde nadiren hata yaptığı tahmin edilebilecek bir karakteri vardı. Soğuğa karşı dayanıksız olan Madam Defarge bir kürke sarınmıştı ve başında da parlak bir şal vardı; ancak bu şal büyük küpelerini örtememişti. Dişlerini bir kürdanla karıştırmak için örgüsünü önüne bırakmıştı. Sağ dirseğini sol eliyle tutmuş bu işle meşgul olurken kocası içeri girince Madam Defarge hiçbir şey söylemedi; yalnızca bir kez öksürdü. Koyu çizilmiş kaşlarını kaldırarak bu şekilde öksürmesi, kocası dışarıdayken gelen yeni müşterilere bakması için dükkânı dolaşmasının iyi olacağı anlamına geliyordu.

Şarap dükkânının sahibi bu yüzden dükkâna şöyle bir göz gezdirdiğinde, köşede oturan geçkince beyefendiyle genç hanımefendiyi gördü. Diğer müşteriler aynıydı. İkisi kâğıt, ikisi domino oynuyor, üç kişi de barın yanında ayakta durmuş az bir şarapla oyalanıp duruyorlardı. Tezgâhın arkasına geçerken yaşlı adamın genç kıza “İşte adamımız bu.” dediğini fark etti.

“Ne işler çeviriyorsunuz siz orada?” dedi Mösyö Defarge kendi kendine. “Sizi tanımıyorum.”

Fakat iki yabancıyı fark etmemiş gibi yaparak barda içkilerini içen üç müşteriyle sohbete daldı.

“Nasıl gidiyor Jacques?” diye sordu müşterilerden biri Mösyö Defarge’a. “Dökülen tüm şarabı içtiler mi?”

“Hem de her damlasını Jacques.” diye cevapladı Mösyö Defarge.

Aynı ismin bu şekilde değiş tokuşunun ardından dişini karıştırmakta olan Madam Defarge tekrar öksürüp kaşlarını kaldırdı.

“Bu sefil yaratıkların çoğu,” dedi ikincisi Mösyö Defarge’a hitap ederek, “şarabı ya da esmer ekmekle ölüm dışında herhangi bir şeyi nadiren tadıyorlar. Öyle değil mi Jacques?”

“Öyle Jacques.” dedi Mösyö Defarge.

Aynı isimlerin ikinci kez değiş tokuşunun ardından hâlen büyük bir rahatlıkla dişlerini karıştırmakta olan Madam Defarge bir kez daha öksürüp kaşlarını kaldırdı.

Adamlardan üçüncüsü, boşalmış şarap tasını masaya bırakıp dudaklarını şapırdattıktan sonra söze girdi:

“Ahh! Ne kadar kötü. Böyle zavallı insanların ağızlarında hep acı bir tat vardır ve hayatları da çok zordur Jacques. Haklı değil miyim Jacques?”

“Haklısın Jacques.” diye cevapladı Mösyö Defarge.

Bu üçüncü isim değiş tokuşu, kaşları hâlâ kalkık olan Madam Defarge’ın kürdanını bırakıp sandalyesini gıcırdatmasıyla kesildi.

“Bekle biraz!” diye mırıldandı kocası. “Baylar, karım!”

Üç müşteri şapkalarını Madam Defarge’a doğru sallayarak selam verdiler. Kadın başını öne eğerek ve kısa bir bakış atarak beylerin selamlarını aldı. Ardından şarap dükkânına şöyle bir göz gezdiren kadın, büyük bir sakinlik ve ruh dinginliğiyle örgüsünü eline alıp işine daldı.

“Beyler,” dedi parlak gözlerini dikkatle karısına yöneltmiş olan adam, “dışarı çıkarken benden istediğiniz, bekâr erkeklere göre döşenmiş oda, beşinci katta hazırlandı.” Ardından eliyle işaret ederek “Merdivenlerin başladığı antre, küçük avluda, sol tarafta.” dedi. “Fakat şimdi hatırladım, biriniz orada kalmıştınız. Size yolu gösterebilir. Beyler, iyi günler dilerim!”

Adamlar şarabın parasını ödeyip çıktılar. Yaşlı adam köşesinden yaklaşıp konuşmak istediğinde, Mösyö Defarge örgü ören karısını süzüyordu.

“Seve seve efendim.” diyen Mösyö Defarge sessizce adamla kapıya kadar yürüdü.

Konuşmaları oldukça kısa fakat özdü. Mösyö Defarge neredeyse daha ilk kelimede irkildi ve büyük bir dikkatle dinlemeye başladı. Başıyla selam verip çıktığında henüz bir dakika bile konuşmamışlardı. Yaşlıca bey de genç bayanı başıyla yanına çağırdı ve onlar da çıktılar. Kaşları sabit, çevik parmaklarıyla örgüsünü örmekte olan Madam Defarge ise hiçbir şey görmemişti.

Böylece şarap dükkânından çıkan Bay Jarvis Lorry ve Bayan Manette, biraz önce dükkân sahibinin arkadaşlarını yönlendirdiği antrede Mösyö Defarge ile buluştu. Antre, küçük, karanlık ve pis bir avluya açılıyordu. Burası, çok sayıda kişinin yaşadığı bir yığın evin ortak girişiydi. Karolarla döşenmiş kasvetli merdivenin karolarla döşenmiş kasvetli girişinde, Mösyö Defarge, eski patronunun çocuğu önünde bir dizini yere koyup eğildi ve kızın elini dudaklarına götürdü. Bu nazik bir davranıştı fakat pek nazikçe yapıldığı söylenemezdi. Birkaç saniye içinde dikkate değer bir değişim göstermişti. Yüzündeki iyi huylu adam ifadesi ya da açık görünümü kaybolmuş; gizemli, asabi ve tehlikeli bir adama dönüşmüştü.

“Çok yüksekte, çıkması biraz zor. En iyisi yavaş yavaş başlamak.” dedi Mösyö Defarge sert bir sesle merdivenleri çıkmaya başladıklarında.

“Yalnız mı?” diye arkadaki fısıldadı.

“Yalnız. Tanrı ona yardım etsin, yanında kim olabilir ki!” dedi diğeri aynı kısık sesle.

“O hâlde her zaman yalnız mı?

“Evet.”

“Bu kendi dileği mi?”

“Mecburen. Tıpkı beni bulup onu almam ve kendi güvenliğim için ağzımı sıkı tutmam istendiğinde olduğu gibi. O gün de yalnızdı, bugün de.”

“Çok değişti mi?”

“Değişmek mi!”

Şarap dükkânının sahibi durup duvara bir yumruk indirdi ve okkalı bir küfür homurdandı. Hiçbir cevap bu kadar etkili olamazdı. Bay Lorry, beraberindeki iki kişiyle merdivenleri çıktıkça ruhu daha da ağırlaşıyordu.

Kendine has aksesuarlarıyla böyle bir merdiven, Paris’in eski ve kalabalık yerleri için bile yeterince kötüydü; ama bu şartlara alışmamış ve zorluklarla karşılaşmamış kişiler için gerçekten de berbattı. Tek bir yüksek binadan oluşan bu kokuşmuş kuş yuvasındaki her oda aynı umumi merdivene açılıyor ve her ev çöp yığınlarını kendi sahanlığına bırakıyordu. Hava, yoksulluk ve mahrumiyetin elle tutulamayan pisliğiyle yüklü olmasa bile, bu kontrol edilemez ve çaresizce oluşan çöp yığınları, onu kirletebilirdi; ama bu faktörlerin tümü bir araya gelince soludukları hava gerçekten dayanılmaz olmuştu. Böyle bir atmosferde önlerindeki yol dik ve pis bir hâlde uzanıyordu. Zihnindeki karmaşa ve genç refakatçisinin her an artan heyecanı yüzünden Bay Jarvis Lorry iki kez dinlenmek için durdu. Bu duraklamaların ikisi de, bozulmadan kalmış az miktardaki temiz havanın kaçıp, pis ve hastalık yüklü buğunun içeri süzüldüğü kasvetli ızgaralarda yapılmıştı. Paslı demirlerden mahallenin karmakarışık yapısı görülebiliyordu. Notre Dame’ın iki harika kulesinin zirvesinden daha alçakta veya daha yakında sağlıklı bir yaşamdan ve de temiz bir nefesten eser yoktu.

En sonunda merdivenlerin tepesine ulaşıp üçüncü kez durdular. Ama önlerinde daha dik ve daha dar bir merdiven vardı ve ancak bunu da çıktıktan sonra tavan arasına ulaşabileceklerdi. Sürekli biraz önden giden genç kızdan yöneltilebilecek sorulardan çekindiği için Bay Lorry’nin tarafından yürüyen şarap dükkânının sahibi, o tarafa yöneldi. Bu arada omzunda taşıdığı paltosunun ceplerinde dikkatle aradığı anahtarı bulup çıkardı.

“Kapı kilitli mi yoksa dostum?” diye sordu Bay Lorry şaşkınlıkla.

“Evet.” dedi sertçe Mösyö Defarge.

“Bu talihsiz beyefendiyi gözden ırak tutmanın gerekli olduğunu düşünüyorsunuz, öyle mi?”

“Bence kapı daima kilitli olmalı.” diye adamın kulağına fısıldadı Mösyö Defarge somurtarak.

“Neden?”

“Neden mi? Çünkü çok uzun bir süre kilit altında yaşadı, işte bu yüzden kapısı açık bırakılırsa korkup deliye dönebilir ve kendine zarar verebilir hatta ölebilir. Ne olacağını Tanrı bilir.”

“Bu mümkün mü?” diye şaşırdı Bay Lorry.

“Mümkün mü!” diye tekrarladı Defarge sertçe. “Evet. Ve içinde yaşadığımız bu güzel dünyada bunun yanı sıra pek çok şey de mümkün. Sadece mümkün de değil, oluyor da. Anladınız mı? Bu gök kubbede her gün bunlar oluyor. Yaşasın şeytan! Neyse, işimize bakalım.”

Bu konuşma öyle kısık bir sesle yapılmıştı ki, tek bir kelimesi bile genç bayanın kulaklarına gitmemişti. Fakat bu arada yoğun duyguların etkisiyle titremekte olan kızın yüzünü derin bir endişe kaplamıştı. Öyle bir korku ve dehşet içindeydi ki Bay Lorry, onun içini rahatlatmak için bir iki kelime etmeye kendini mecbur hissetti.

“Cesaret sevgili bayan! Cesaret! Bu bir iş! Bir dakika içinde en kötü kısmı tamamlanmış olacak. Şu kapıyı da geçtikten sonra en kötü kısmı bitecek.”

Yavaşça ve sakince yukarı çıktılar. Bu ikinci merdivenler kısaydı ve az zamanda basamakların sonuna ulaştılar. Köşeyi döner dönmez, eğilip kafalarını birbirine yaklaştırmış, kapının yanında duvardaki çatlak ve deliklerden kapının ait olduğu odaya bakan üç adamla karşı karşıya geldiler. Ayak seslerini duyan üç adam dönüp ayağa kalktı. Şarap dükkânında içmekte olan aynı isimdeki üç adamdı bunlar.

“Sürpriz ziyaretinizle onları unutmuşum.” diye açıkladı Mösyö Defarge. “Bizi yalnız bırakın çocuklar, burada bir işimiz var.”

Üçü odadan çıkıp yavaşça aşağı indi.

Adamlar gitmiş, üçü yalnız kalmıştı.

Bu katta başka kapı yoktu. Şarap dükkânının sahibi de zaten bu kapıya yönelmişti. Bay Lorry, biraz da öfkeyle, fısıldayarak adama sordu:

“Mösyö Manette’i mi gösteriyordunuz?

“Gördüğünüz gibi sadece seçilmiş birkaç kişiye gösteriyorum.”

“Bu yerinde bir davranış mı?”

“Ben öyle olduğunu düşünüyorum.”

“Kim bunlar? Neye göre seçiyorsunuz?”

“Erkek adam olmalılar, isimleri de benimle aynı olmalı. Bu arada adım Jacques. Görmelerinin iyi olacağını düşündüğüm kişileri seçiyorum. Yeter, siz bir İngilizsiniz, bu başka bir konu. Lütfedip beni bir dakika burada bekler misiniz?”

Geride kalmaları yönünde yaptığı uyarının ardından eğilip duvardaki çatlaktan baktı. Sonra hemen başını kaldırıp, sadece gürültü olsun diye iki üç kez kapıya vurdu. Aynı maksatla anahtarı kilide sokmak için üç dört başarısız hamle yaptıktan sonra kilidi olabildiğince yavaş bir hareketle açtı.

Kapı yavaşça içeriye doğru açıldı. Adam odaya bakıp bir şeyler söyledi. Cılız bir ses cevap verdi. İkisi de birkaç heceden başka laf etmemişti. Omzunun üzerinden arkasına baktı ve onlara girmelerini işaret etti. Bay Lorry kolunu kızın bileğine dolamış onu tutuyordu; zira kızın fenalaştığını hissetmişti.

“Bir, bir iş bu, iş!” diye ısrar etti; alnındaysa işle hiç alakası olmayan terler parlamaktaydı. “İçeri gel, içeri gel!”

“Ondan korkuyorum.” diye cevapladı kız zangır zangır titreyerek.

“Ondan mı? Neden?”

“Ondan bahsediyorum, babamdan.”

Kızın durumu ve yol göstericinin çağrısı arasında ne yapacağını şaşıran adam, genç kızın kolunu boynuna dolayıp biraz yerden kaldırarak aceleyle odaya soktu. Hemen kapının içerisinde tekrar yere indirdi; fakat bir yandan da, kendisine sıkı sıkı sarılmış olan kızı tutmaya devam etti.

Defarge anahtarı çıkartıp kapıyı kapattı; içeriden kilitleyip anahtarı yeniden avucuna aldı. Sistemli olarak yaptığı tüm bu hareketler olabildiğince kaba ve gürültülüydü. Nihayet, ölçülü adımlarla odanın içinde pencereye doğru yürüdü. Orada durup arkasını döndü.

Odun ve benzeri şeyleri depo etmek üzere inşa edilen bu tavan arası karanlık ve kasvetliydi. Zira pencere aslında çatıya açılan bir kapıydı ve sokaktan mal yüklemek için kullanılan bir makara düzeneği vardı. Tıpkı diğer Fransız yapımı kapılar gibi ortada kapanan iki kanattan oluşuyordu ve sırsızdı. Soğuğun girmesine engel olmak için bu kapaklardan biri sıkıca kapatılmıştı; diğeri ise çok az açıktı. Bu şekilde içeri çok az ışık sızdığı için odaya ilk girildiğinde bir şey görebilmek çok güçtü. Sadece böyle bir yerde çok uzun süre kalmış biri bu karanlıkta titizlik gerektiren bir iş yapabilirdi. Ama yine de böylesine ışık gerektiren bir iş o çatı katında yapılmaktaydı. Zira sırtı kapıya, yüzü ise karşısında durup ona bakan şarap dükkânı sahibinin yanında bulunduğu pencereye dönük, beyaz saçlı bir adam, alçak bir banka oturup, öne doğru eğilmiş, ayakkabı yapmakla meşguldü.