Kitabı oku: «İki Şehrin Hikâyesi», sayfa 4
Ayakkabıcı
“İyi günler.” dedi Mösyö Defarge öne doğru eğilmiş ayakkabı yapan ak saçlı adama bakarak.
Adam bir an için kafasını kaldırıp alçak sesle, sanki çok uzaklardaymış gibi bu selama cevap verdi:
“İyi günler.”
“Gördüğüm kadarıyla hâlâ çalışıyorsunuz, öyle değil mi?”
Uzun bir sessizliğin ardından başını kaldırıp “Evet… Çalışıyorum.” diye cevapladı adam. Bu kez, başını tekrar aşağı eğmeden önce bezgin gözlerle soru sorana bakmıştı.
Adamın dikkat çekecek şekilde zayıf çıkan sesi acınacak bir hâldeydi ve tüyler ürpertiyordu. Hapsedilmek ve başından geçen zorluklar etkili olsa da sesinin bu derece zayıf olması fiziksel düşkünlükten kaynaklanmıyordu. Yalnızlıktan ve kullanılmamaktan dolayı bu derece içler acısı hâldeydi sesi. Çok, çok uzun süre önce çıkan bir sesin, son güçsüz yankısı gibiydi. İnsan sesinin sahip olduğu ahengi ve canlılığı öylesine yitirmişti ki; zamanla zavallı bir lekeye dönüşen güzel bir renge benziyordu. Öyle bastırılmıştı, öyle derindendi ki; yer altından gelen bir ses gibiydi. Umutsuzluğu ve kaybolmuşluğu öylesine iyi ifade ediyordu ki; bir sahrada yapayalnız dolaşmaktan usanmış, açlıktan ölmek üzere olan bir seyyah, kendini ölüme bırakmadan önce ancak böyle bir sesle evini ve ailesini hatırlayabilirdi.
Birkaç dakika sessizce çalışmayla geçti ve ardından bezgin gözler yeniden yukarıya doğru baktı. Bu bakışlarda merak veya ilgiden eser yoktu. Sadece ziyaretçisinin orada olup olmadığını kontrol etmek ister gibiydi.
Bakışlarını ayakkabı imalatçısından ayırmayan Defarge “Buraya biraz daha ışık girmesini istiyorum. Buna tahammül edebilir misiniz?”
Ayakkabıcı işini bırakıp boş gözlerle adamın bir sağına bir soluna ve sonra da adama baktı.
“Ne dediniz?”
“Biraz daha ışığa tahammül edebilir misiniz?”
“Eğer bunu yaparsanız, tahammül etmek zorunda kalırım.” dedi, mecburiyetini ifade eden kelimeyi biraz daha vurgulu söyleyerek.
Çatı kapağının aralık kanadı biraz daha açıldı ve bu konumda sabitlendi. Tavan arasından içeri giren büyük bir ışık kütlesi, kucağında tamamlanmamış bir ayakkabı bulunan, işine ara vermiş olan adamın daha net görülmesini sağladı. Dizinin ve oturduğu bankın üzerinde birkaç alet edevatla deri parçaları duruyordu. Düzensiz kesilmiş ancak pek de uzun olmayan beyaz bir sakalı, çökmüş bir yüzü ve son derece parlak gözleri vardı. Dağınık beyaz saçları ve hâlâ kopkoyu olan kaşlarının altındaki gözleri, yüzünün bu zayıf ve çökmüş hâli nedeniyle, olduğundan büyük görünüyordu. Aslında doğal olarak büyüktü; fakat bu tezat nedeniyle anormal duruyordu gözleri. Eski püskü sarı gömleğinin açık yakasından pörsümüş yaşlı vücudunun kirliliği fark ediliyordu. Çadır bezinden tulumu, bollaşmış çorapları, paçavraya dönmüş tüm o giysileriyle adam, doğrudan ışık ve hava almaktan mahrum kaldığı günlerinde solmuş; benzi, sarı parşömen kağıdı gibi tekdüze bir matlık almıştı. O kadar ki hangisi kâğıt, hangisi adamın cildi anlamak çok zordu.
Bir elini kaldırıp ışığın gözlerine gelmesini engellemeye çalıştı. Elindeki kemikler şeffaf gibi duruyor, işine ara vermiş adam sabit boş bir bakışla oturuyordu. Adam sağına ve soluna bakmadan doğrudan önündeki kişiye hiç bakmıyordu; sanki ses ve yeri bağdaştırma yeteneğini kaybetmiş gibiydi. Benzer şekilde, asıl söyleyeceğini söylemeden önce abuk sabuk konuşuyor ve bazen de ne söyleyeceğini unutuyordu.
“Bu ayakkabıyı gün içinde bitirebilecek misiniz?” diye sordu Defarge, Bay Lorry’ye yaklaşmasını işaret ederek.
“Ne dediniz?”
“Bu ayakkabıyı bugün bitirmeye niyetli misiniz?”
“Niyetli olduğumu söyleyemem. Umuyorum. Bilmiyorum.”
Bu soru ona işini hatırlatmıştı ve tekrar öne doğru eğilip işe koyuldu.
Bay Lorry kızı kapının yanında bırakıp sessizce yaklaştı ve Defarge’ın yanında durdu. Bir iki dakika sonra kafasını kaldıran ayakkabıcı, yeni birini görmekten dolayı hiçbir şaşırma belirtisi göstermedi; sadece kararsız parmakları adama bakarken dudaklarının üzerinde gezindi. Dudakları ve tırnakları da aynı donuk kurşun rengindeydi. Sonra elini indirip tekrar işine eğildi. Bu hareket ve bakış onu sadece bir an için meşgul etmişti.
“Gördüğünüz gibi bir ziyaretçiniz var.” dedi Mösyö Defarge.
“Ne dediniz?”
“Bir ziyaretçiniz var.”
Ayakkabıcı elini işinden ayırmadan, önceki gibi yukarı baktı.
“Gelin!” dedi Defarge. “Burada iyi ayakkabıdan anlayan bir bey var. Üzerinde çalıştığınızı ona gösteriniz. Alın mösyö.”
Bay Lorry ayakkabıyı eline aldı.
“Söyleyin mösyö, bu ne tür bir ayakkabı ve imalatçısının ismi nedir?”
Ayakkabıcı cevap vermeden önce normalden uzun bir sessizlik yaşandı:
“Sorduğunuzun ne olduğunu unuttum. Ne dediniz?”
“Beyefendiye bunun ne tür bir ayakkabı olduğunu açıklar mısınız demiştim.”
“Bu bir bayan ayakkabısı. Genç bayanlar için yürüyüş ayakkabısı. Modaya uygun. Modayı hiç bilmiyorum. Ama bir keresinde elime bunlardan bir tane geçmişti.” Ayakkabıcı ayakkabıya belli belirsiz bir gurur ifadesiyle baktı.
“Ve imalatçısının ismi?” dedi Defarge.
Adam ara vermeden önce sağ elini sol avucuna, sonra sol elini sağ avucuna koydu; ardından önce bir elini, sonra diğerini sakallı çenesine götürdü. Konuşurken içine düştüğü avarelik hâlinden çıkmaya, çok zayıf ve ölmek üzere olan bir adamın ruhunu bedeninde tutma çabasıyla ayılmaya çalışıyor gibiydi.
“İsmimi mi sordunuz?”
“Evet, kesinlikle.”
“Yüz Beş, Kuzey Kulesi.”
“Hepsi bu mu?”
“Yüz Beş, Kuzey Kulesi.”
Bir ah ya da iniltiye benzemeyen, bıkkın bir sesle adam tekrar işine eğildi, ta ki sessizlik yeniden bozulana dek.
“Ayakkabıcılık mesleğiniz değil, öyle değil mi?” diye sordu kararlı bakışları adamın üzerinde olan Bay Lorry.
Ayakkabıcının bezgin bakışları, soruyu cevaplamasını ister gibi Defarge’a döndü; ancak o taraftan yardım gelmeyince gözler soru sorana yöneldi.
“Mesleğim ayakkabıcılık mı? Hayır, mesleğim ayakkabıcılık değil. Ben, ben burada öğrendim. Kendi kendime. Ben…”
Dakikalarca sessizliğe gömülüp ellerini ovuşturdu. Nihayet gözleri, uzaklaştığı yüze yavaşça döndü ve önceki gece bahsedilen konuyu hatırlayan yeni uyanmış biri edasıyla tekrar konuşmaya başladı.
“Ben, kendi kendime öğrenmek için izin istedim ve uzun bir sürenin ardından zorlukla öğrendim. O zamandan beri de ayakkabı yapıyorum.”
Elinden alınan ayakkabıya uzanırken, hâlâ adama bakmakta olan Bay Lorry, “Mösyö Manette, beni hiç hatırlamıyor musunuz?” dedi.
Bu soru karşısında adam, elindeki ayakkabıyı düşürmüştü. Sabit gözlerle soru sorana baktı.
“Mösyö Manette,” dedi elini Defarge’ın koluna koyan Bay Lorry, “bu adamı hiç hatırlamıyor musunuz? Ona bir bakın. Bana bir bakın. Zihninizde eski bankacınız, eski işiniz, eski uşağınız, eski zamanlar canlanmıyor mu Mösyö Manette?”
Yılların tutsağı sabit gözlerle bir Dafarge’a bir Bay Lorry’ye bakarken, zihninden çok önce silinen izler, adamın üzerini kaplayan karanlık sisten çıkmaya çalıştı; ancak tekrar silindiler. Anılar zayıftı ve kaybolmuşlardı; ancak orada oldukları belliydi. Tüm bunlar adamın alnında beliren ifadelerden okunabiliyordu. Ve bu ifadenin aynısı, duvarın kıyısından süzülüp, adamı görebileceği bir yere gelen genç kızın alnında da belirmişti. Durduğu yerden adama bakmakta olan kızın kolları, artık adamı uzak tutup onu görmemek için yüzünü kapatmak maksadıyla değil, ilk kez olarak korkuyla karışık bir acımayla kalkmıştı. Hayalete dönmüş yüzünü sıcak, genç sinesine bastırmak, onu tekrar hayata döndürecek umut ve sevgiyi vermek için şevkle titriyordu elleri. Genç yüzündeki ifade adamınkiyle öyle büyük bir benzerlik taşıyordu ki, sanki adamdan çıkan bir ışık ona geçmişti.
Adamın üzerine bir karanlık çökmüştü. İkisine, giderek azalan bir dikkatle baktı ve hüzünlü bir dalgınlık içindeki gözlerini tekrar yere çevirdi. Derin bir iç çekişin ardından ayakkabıyı eline alıp işine geri döndü.
“Onu tanıdınız mı mösyö?” diye sordu, Defarge fısıltıyla.
“Evet, bir an için. Önce umudum yoktu; fakat sonra, sadece bir an için, bir zamanlar çok iyi tanıdığım o yüzü gördüm. Hişt! Biraz geri çekilelim. Şşşt!”
Kız, çatı katının duvar kenarından ayrılıp adamın oturduğu banka iyice yaklaştı. İşine eğilmiş adamın, elini uzatıp kendisine dokunuverecek kadar yakında olan bir bedenin farkına varmaması çok korkunçtu.
Ne tek bir söz edildi ne de tek bir ses çıktı. Elindekiyle meşgul olan adamın yanında bir ruh gibi durdu.
En sonunda, adam elindeki aleti bırakıp bıçağını alması gerektiğinde, beklenen oldu. Bıçak kızın bulunduğu tarafta değil, adamın öteki yanındaydı. Bıçağı alan yaşlı adam işine geri dönüyordu ki, gözleri, kızın elbisesinin eteğine takıldı. İki izleyici onlara doğru hamle yaptı fakat kız eliyle onlara durmalarını işaret etti. O, adamın elindeki bıçakla, kendisine saldırmasından korkmuyordu.
Bir süre korku dolu gözlerle kıza bakan adamın dudaklarından birkaç kelime döküldü, ancak hiçbir şey duyulmadı. Hızla ve zorla alınan nefeslerin arasında “Bu da ne?” diye sorduğu işitildi.
Yüzünden gözyaşları süzülen kız, iki elini dudaklarına götürüp adama bir öpücük gönderdi ve sanki ellerini mahvolmuş adamın başıymış gibi, göğsüne bastırdı.
“Sen gardiyanın kızı değil misin?”
Kız içini çekti: “Hayır.”
“Kimsin sen?”
Sesinin titreyeceğinden korkan kız banka, adamın yanına oturdu. Yaşlı ayakkabıcının geri çekilmesine karşın elini adamın koluna koydu. Kızın bu davranışıyla heyecanlandığı yüzünden belli olan adam, yavaşça elindeki bıçağını yere bıraktı ve kıza bakmaya başladı.
Uzun, bukleli sarı saçları aceleyle iki yana bırakılmıştı ve boynunun iki yanından dökülüyordu. Elini yavaş yavaş kaldıran adam bu bukleleri tutup baktı. Yanlışlıkla yaptığı bu hareketin ardından derin bir iç çekip işine geri döndü; fakat bu pek uzun sürmedi. Adamın kolunu bırakan kız bu kez de omzunu tuttu. Sanki onun gerçekten orada olduğundan emin olmak istemiş gibi şüpheyle iki üç kez bu ele bakan adam tekrar çalışmaya başladı. Bir yandan da elini boynuna götürmüş, ucunda katlanmış bir paçavra bulunan kararmış bir ipi dışarı çıkarmıştı. Adam paçavrayı dizinin üzerinde itinayla açtı. İçinde azıcık saç vardı: Mazide kalmış günlerden birinde parmaklarına doladığı birkaç tel uzun sarı saç.
Adam kızın saçını tekrar eline aldı ve yakından baktı. “Bunlar aynı. Nasıl olabilir? Ne zamandı? Nasıldı?”
Alnı yeniden o yoğun ifadelerle kaplanan adam, aynı ifadenin kızda da olduğunu fark etmiş gibiydi.
“Götürüldüğüm gece, o, elini omzuma koymuştu; gitmemden korkuyordu. Bense korkmuyordum. Kuzey Kulesi’ne götürüldüğümde bunları kolumda buldular. ‘Bende kalmasına izin verir misiniz? Bedenen kaçmama kesinlikle yardımcı olamaz ama belki ruhumun kurtulmasını sağlayabilirler.’ Bunları söylemiştim; çok iyi hatırlıyorum.”
Kelimeler şekil almadan önce uzunca bir süre onlara dudaklarında şekil vermeye çalıştı. Uygun kelimeleri bulduğundaysa yavaş ve tutarlı konuştu.
“Bu nasıl olur? O sen miydin?”
Yaşlı adamın, ürkütücü bir çabuklukla kızı yakalaması üzerine, iki izleyici bir kez daha öne doğru atıldılar. Ancak adamın sımsıkı tuttuğu kız son derece sakindi ve alçak bir sesle “Size yalvarırım iyi kalpli beyler, bize yaklaşmayın, konuşmayın, hareket etmeyin!”
“Ne?” diye haykırdı adam, “Kimin sesiydi bu?”
Bu çığlığı atarken kızı bırakmış, kavradığı ak saçlarını çekiştiriyordu. Ayakkabı imalatı dışında hayatındaki her şeyin tükenip gitmesi gibi, bu davranışı da yavaş yavaş son buldu. Küçük paketini yeniden katlayıp güvencede olabilmesi için göğsüne koydu. Ancak hâlen kıza bakıyor ve ümitsizce başını sallıyordu.
“Hayır, hayır, sen çok gençsin, çok tazesin. Bu olamaz. Şu mahkûma bir bak. Bunlar onun tanıdığı eller değil, bu onun tanıdığı yüz değil, bu onun duyduğu ses değil. Hayır, hayır. O kız ve o adam, Kuzey Kulesi’nin zor geçen yıllarından asırlar önceydi. Sizin isminiz nedir benim nazik meleğim?”
Bu yumuşak ses tonu ve tavrı karşısında kız, adamın önünde dizlerinin üzerine çöktü ve yalvaran ellerini adamın göğsüne bastırdı.
“Ah, beyefendi, bir başka zaman ismimi, annemin ve babamın kim olduklarını, onların zor, çok zor hayatlarını neden bilemediğimi öğreneceksiniz. Fakat bunları şimdi size söyleyemem, burada olmaz. Size şimdi burada söyleyebileceğim tek şey, bana dokunup beni öpmeniz için size yalvardığımdır. Öpün beni, öpün. Ah sevgili beyefendi!”
Donuk beyaz saçları kızın ışıl ışıl saçlarıyla karıştı; bu altın sarısı saçların parıltıları, özgürlüğün ışığı gibi onu ısıttı ve aydınlattı.
“Eğer sesimde –öyle olup olmadığını bilmiyorum ama umuyorum– bir zamanlar kulaklarınıza melodi gibi gelen bir sesin hoş nağmelerini duyabiliyorsanız, ağlamaktan çekinmeyin. Eğer saçlarıma dokunduğunuzda genç ve özgürken göğsünüzde yatan bir başı hatırlıyorsanız, ağlamaktan çekinmeyin. Size sadakatle hizmet edip görevimi içtenlikle yapacağım bir evden bahsettiğimde, çok eskiden terk edilmiş bir ev zihninizde yeniden canlanıyor ve yüreğiniz burkuluyorsa, ağlamaktan çekinmeyin!”
Kız adamın boynuna daha sıkıca sarılıp başını bir çocuk gibi göğsüne bastırdı.
“Size ıstırabınızın sona erdiğini, buraya sizi huzur ve rahat bulacağınız İngiltere’ye götürmek üzere geldiğimi söylediğimde, değerli yaşamınızın boşa gittiğini ve ana vatanımız Fransa’nın size alçakça davrandığını düşünmenize sebep oluyorsam, ağlamaktan çekinmeyin! Ve size kendi ismimi, hâlen hayatta olan babamın ismini ve vefat etmiş annemin ismini söylediğimde, zavallı annemin sevgisi sebebiyle çektiklerini benden sakladığından, onun uğruna tüm gün çabalayıp uykusuz geceler boyu hiç ağlayamadığım için şerefli babamın önünde diz çöküp, ondan af dilemek zorunda kaldığımı öğrenirseniz, ağlamaktan çekinmeyin! O kız için ağlayın ve benim için! Sevgili bayım, Tanrı’ya şükürler olsun. Kutsal gözyaşlarını yüzümde hissedebiliyorum ve hıçkırıkları kalbimi dağlıyor. Ah Tanrı’m, sana şükürler olsun!”
Kızın kollarına gömülen adamın yüzü de göğsüne düşmüştü. Geçmişte yaşanan tüm acıların ve haksızlıkların gözyaşlarına dönüştüğü bu manzara öylesine dokunaklıydı ki, onları izlemekte olan iki adam, yüzlerini çevirmek zorunda kaldı.
Tavan arasında uzun süre sessizlik hâkim olmuştu; kızın göğsüne yaslanıp hıçkırıklarla titremeyen adam da her fırtınanın ardından gelen böyle bir sessizliğe teslim olmuştu. Yaşam denen fırtınanın nihayet dinip yerini huzur ve sükûnete bıraktığının simgesiydi bu. Dafarge ve Bay Lorry baba kızı yerden kaldırmak üzere yaklaştılar. Adam yavaşça yere düşüp tükenmiş bir hâlde, rehavet içerisinde uzandı. Kız da onun üzerine kapanıp başını kolunun üzerine kaldırdı. Saçları, adamın üzerine düşen ışığı perdeliyordu.
“Lütfen onu rahatsız etmeyin.” dedi kız, kendilerine doğru eğilen Bay Lorry’ye doğru elini kaldırarak. Hızlı solukları rahatlıkla duyulabiliyordu. “Bir an önce Paris’ten ayrılabilmemiz için gerekenleri yapın lütfen; şu kapıdan çıkarıp onu götürelim.”
“Fakat bir düşünün. Bu seyahati yapabilecek durumda mı?” diye sordu Bay Lorry.
“Gitmeye, kendisi için berbat olan bu şehirde kalmaktan çok daha fazla hazır.”
“Bu doğru.” diye onayladı konuşmaları duyabilmek için dizlerinin üzerine çökmüş olan Defarge. “Her hâlükârda Mösyö Manette için en iyisi Fransa dışına çıkmak. Bir araba ve at kiralamamı ister misiniz?”
“Bu bir iş,” dedi hemen eski sistemli tavırlarına dönen Bay Lorry, “ve bu yapılması gereken bir işse, en iyisi bunu benim yapmam.”
“O hâlde lütfen bizi burada bırakma nezaketini gösteriniz.” diye ısrar etti Bayan Manette. “Ne kadar sakinleştiğini gördünüz. Onu burada benimle bırakmaktan korkmamalısınız. Neden korkasınız ki? Rahatsız edilmememizi engellemek üzere kapıyı kilitlerseniz geriye döndüğünüzde onu bıraktığınız gibi sessiz bulacağınızdan şüphe etmiyorum. Her durumda siz dönene kadar onunla ilgileneceğim ve sonra da hemen onu buradan çıkaracağız.”
Hem Bay Lorry hem de Defarge bu talep karşısında pek isteksizdiler ve en azından birinin kalmasını tercih ediyorlardı. Fakat araba ve atların yanı sıra seyahat kâğıtları da hazırlanmalıydı ve zaman geçtikçe gün bitimi yaklaşıyordu. Nihayet yapılması gereken işleri bölüşüp aceleyle bitirmeleri gerektiğine karar verdiler.
Karanlık çökerken kız başını babasının yanına, sert zemine koydu ve onun yanında bekledi. Karanlık gitgide arttı. Duvardaki yarıklardan içeri bir ışık süzülene dek öylece yattılar.
Bay Lorry ve Mösyö Defarge yolculuk için gerekenleri hazırlayıp beraberlerinde getirmişlerdi. Bunların arasında paltolar, örtüler, ekmek, et, şarap ve sıcak kahve de vardı. Mösyö Defarge bu yiyecekleri ve taşıdığı lambayı ayakkabıcının bankına koydu. Tavan arasındaki odada ot bir şilteden başka hiçbir eşya yoktu. Defarge, Bay Lorry’nin de yardımıyla tutsağı kaldırdı ve ayakta durmasına yardım etti.
Hiçbir insanın zekâsı, yüzündeki korku dolu boş şaşkınlıktan, yaşlı adamın zihnindeki gizemleri okuyamazdı. Ne olduğunu anlayıp anlamadığı, kendisine söylenenleri hatırlayıp hatırlamadığı, özgür olduğunu bilip bilmediği, aklın çözemeyeceği sorulardı. Onunla konuşmaya çalıştılar; fakat kafası o kadar karışıktı ve o kadar yavaş konuşuyordu ki şaşkınlığa düşmesinden korktuklarından daha fazla kurcalamamaya karar verdiler. Yabani, kendini kaybetmiş tavırlar içerisindeydi. Daha önce hiç yapmadığı gibi sık sık başını ellerinin arasına alıyordu. Yine de kızının berrak sesinden hoşlanıyor, ne zaman konuşsa ona dönüyordu.
Uzun süredir baskı altında kalmanın verdiği itaatkârlıkla kendisine yiyip içmesi için ne verilirse onu yiyip içiyor, giymesi için kendine verilen palto ve diğer üstlükleri giyiyordu. Kızının, kolunu kendisininkine doğru çekmesine hemen cevap verdi ve kızın elini tutup iki eliyle kavradı.
Merdivenlerden inmeye başladılar. Mösyö Defarge lambayla önden gidiyor, Bay Lorry hemen arkasından onu takip ediyordu. Ana merdivenin daha ilk basamaklarındaydılar ki yaşlı adam durup çatıya ve duvarlara bakındı.
“Burayı hatırladınız mı baba? Buraya çıkışınızı hatırlıyor musunuz?”
“Ne dediniz?”
Fakat kız daha sorusunu yinelemeden cevabı mırıldandı:
“Hatırlamak mı? Hayır, hatırlamıyorum. Bu çok uzun zaman önceydi.”
Hapishaneden bu eve getirilişine dair herhangi bir şey anımsamadığını çok iyi biliyorlardı. “Yüz Beş, Kuzey Kulesi.” diye mırıldandığını duydular. Etrafına bakındığında, uzun yıllar çevresini kuşatan güçlü kale duvarlarını gördüğü açıktı. Avluya vardıklarında sanki bir asma köprüdeymiş gibi adımları değişti. Ve asma köprü yerine sokakta bekleyen arabayı gördüğünde kızının elini bırakıp yeniden başını ellerinin arasına aldı.
Kapının önü kalabalık değildi; çok sayıdaki pencerede kimse görünmüyordu, şans eseri oradan geçmekte olan biri bile yoktu. Doğal olmayan bir sessizlik ve terk edilmişlik egemendi. Sadece kapı dikmesinde öne eğilmiş örgüsünü örmekte olan Madam Defarge vardı; o da hiçbir şey görmedi.
Mahkûm arabaya bindi, kızı da onu takip etti. Bay Lorry de ayağını basamağa koymuştu ki yaşlı adam ayakkabı imalatında kullandığı araçları ve henüz tamamlayamadığı ayakkabıları istedi. Madam Defarge hemen kocasına seslenip bunları kendisinin getirebileceğini söyledi. Avluda koşarak karanlıkta kayboldu; istenenleri çabucak aşağıya getirip verdi. Hemen ardından da yine kapı dikmesindeki yerine geçip örgü örmeye devam etti ve hiçbir şey görmedi.
Defarge arabanın üzerine binip arabacıya istikameti söyledi: “Sınıra!”
Arabacı kamçısını şiddetle vurdu ve direklerde sallanan cılız lambaların ışığında gürültüyle yola koyuldular.
Güzel sokaklarda biraz daha parlak, kötü sokaklarda ise çok cılız yanan lambaların, ışıklı dükkânların, neşeli kalabalıkların, aydınlatılmış kahvehanelerin ve tiyatro kapılarının yanından geçen araba, şehrin kapılarından birine yaklaştı. Sınır karakollarında, ellerinde fenerler olan askerler vardı.
“Yolcular, kâğıtlarınız.”
“Buyurun memur bey.” dedi Defarge arabadan inip görevliyi arabadan uzaklaştırırken. “Bunlar içerideki beyaz saçlı beyin kâğıtları. Bana emanet edildiler. Onunla birlikte arabada…”
Adamın sesi kısıldı, askerlerin kullandığı fenerlerde bir hareketlenme vardı ve bu fenerlerden biri, üniformalı bir kol tarafından arabanın içine yöneltilmişti. Bu kolun ait olduğu bedendeki gözler sıra dışı bakışlarla beyaz saçlı adama baktı.
“Her şey yolunda. Geçin!” dedi üniformalı.
“İyi günler!” cevabı geldi Defarge’dan. Ve araba, cılız ışıklar saçan lambalar koruluğundan muhteşem yıldızlar koruluğuna doğru ilerledi.
Âlimler, bu küçük dünyadan çok uzaktaki yıldızların bazılarının ışıklarının henüz yer yuvarlağına ulaşmadığını söylerler. İşte bu hareketsiz ve ebedî ışık kemerinin altında, gecenin kapkara gölgeleri her tarafı kaplamıştı. Soğuk ve kasvetli saatler boyunca, şafak sökene dek gecenin gölgeleri, mezarından çıkarılan adamın karşısında oturup onun hangi özelliklerini yitirdiğini ve bunlardan hangilerinin geri gelebileceğini merak eden Bay Jarvis Lorry’nin kulağına bir kez daha aynı eski soruyu fısıldadılar.
“Umarım hayata dönmeye isteklisinizdir?”
Ve yine eski cevap:
“Bunu söyleyemem.”