Kitabı oku: «Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt», sayfa 7
Yedinci Bölüm
Mr. Winkle’ın Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarması; Dingley Dell Kriket Kulübünün Muggletonlılara Karşı Oynaması ve Muggletonlılara Yemeği Dingley Dell’in Ismarlamasına Ek Olarak Diğer İlginç ve Öğretici Konuların Olduğu Bölüm
Ya günün yorucu maceraları ya da rahibin öyküsünün uyku getirici etkisi Mr. Pickwick’in uykuya yönelik eğilimlerine o kadar güçlü etki etti ki kendisine verilen rahat yatak odasına girdikten sonra beş dakikaya kalmadan derin ve rüyasız bir uykuya daldı ve ancak sabah, güneşin sistematik biçimde odaya dalmasıyla birlikte uyandı. Mr. Pickwick uykucu biri değildi, bu yüzden de çadırından fırlayan ateşli bir savaşçı gibi yataktan kalktı.
“Çok hoş bir arazi.” diye iç çekti coşkulu beyefendi, demir kafesli pencereyi açarken. “Bir kez böylesi bir manzaranın etkisinde kalmış biri bir daha nasıl her gün tuğlalı damlara bakabilir ki? Kim etrafta hiç kümes olmamasına ve kümese en yakın şeyin baca teli olmasına dayanabilir? Çiçek kokusu yerine duman kokusuna, tarlalar dolusu yeşillik yerine tek yeşilliğin saksıda olmasına nasıl dayanabilir? Kim öylesi bir yerde hayatını sürdürmeye dayanabilir? Kim, sorarım size, kim buna katlanabilir?” ve yalnızlığı uzun bir süre boyunca en kabul görmüş emsallerle çapraz sorguya çektikten sonra, Mr. Pickwick başını pencereden çıkardı ve etrafına baktı.
Otların zengin, tatlı kokusu odasının penceresine kadar geliyordu; alttaki minik çiçek bahçesinin yüzlerce parfümü havayı tazeliyordu; koyu yeşil çayırdaki her bir yaprak hafif rüzgârda titreşirken üzerlerinde sabah çiyi parlıyordu; kuşlar, sanki her parlak damla onlar için yapılmış bir ilham çeşmesiymiş gibi şakıyorlardı. Mr. Pickwick büyüleyici ve lezzetli bir dalgınlığa kapıldı.
“Merhaba!” Onu kendine getiren ses oldu.
Sağına baktı ama kimseyi göremedi; gözleri sola kaydı ve her yeri inceledi; gökyüzüne baktı, orasıyla işi yoktu ve sıradan bir zihnin ilk anda yapacağı şeyi yaptı, bahçeye baktı ve bakmasıyla orada Mr. Wardle’ı buldu. “Nasılsınız?” dedi iyi niyetle kendi keyif verici düşünceleriyle nefes nefese kalmış adam. “Çok güzel bir sabah, değil mi? Sizi bu kadar erkenden gördüğüme sevindim. Hemen aşağı inin ve dışarı çıkın. Sizi burada bekleyeceğim.” Mr. Pickwick’in bu daveti ikiletmesine gerek yoktu. On dakika hazırlanması için yeterliydi ve bu süre dolduğu anda beyefendinin yanında buldu kendini.
“Merhaba!” dedi Mr. Pickwick aşağı inince. Arkadaşının elinde bir silah olduğunu ve bir diğerinin de çimende hazır beklediğini görünce, “Neler oluyor?” diye sordu.
“Arkadaşınız ve ben.” diye yanıtladı ev sahibi. “Kahvaltıdan önce ekin kargası vurmaya gideceğiz. İyi nişancıdır, değil mi?”
“Çok iyi bir nişancı olduğunu söylediğini işittim.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Ancak onu hiçbir zaman bir şeye nişan almış hâlde görmedim.”
“Peki madem.” dedi ev sahibi. “Gelmesini çok isterim. Joe! Joe!”
Şişman çocuk, sabahın heyecan verici etkisiyle çok da uykulu görünmeyerek evden fırladı.
“Yukarı çık ve beyefendiyi çağır ve ona, ben ve Mr. Pickwick’in kendisini karga yuvalarının orada bekleyeceğimizi söyle. Beyefendiye yolu göster, anladın mı?”
Çocuk görevini yerine getirmek için fırladı ve efendisi de bir tür Robinson Crusoe gibi iki silahı taşıyarak bahçede ilerlemeye başladı.
“Dediğim yer burası.” dedi yaşlı beyefendi, birkaç dakikalık bir yürüyüşün ardından ağaçlık bir alanda duraksayarak. Bu bilgilendirme gereksizdi çünkü olanlardan habersiz aralıksız biçimde gaklayan ekin kargalarının sesi nerede olduklarını açık ediyordu.
Yaşlı beyefendi silahlardan birini yere bıraktı ve diğerini doldurdu.
“İşte buradalar.” dedi Mr. Pickwick ve konuştuğu anda Mr. Tupman, Mr. Snodgrass ve Mr. Winkle’ın silüetleri uzaktan göründü. Şişman çocuk, tam olarak hangi beyefendiyi çağırması gerektiğinden emin olamayarak herhangi bir hata ihtimalini ortadan kaldırmak için tuhaf bir bilgelik göstermiş, hepsini çağırmıştı.
“Gelin.” diye bağırdı yaşlı beyefendi, Mr. Winkle’a hitaben. “Sizinki gibi keskin bir el, böylesi basit bir iş için bile hazır olmalıdır, diye tahmin ediyorum.”
Mr. Winkle zoraki bir gülümsemeyle karşılık verdi. Müneccim bir karganın, vahşet dolu ölümünün yaklaşmakta olduğunu hissetmesiyle birlikte çıkardığı gaklamanın sonucunda, takınması gayet anlaşılabilir bir yüz ifadesi eşliğinde yedek silahı aldı. Bu heves olabilirdi ama kesinlikle perişanlık gibi görünüyordu. Yaşlı beyefendi başıyla ve ufak Lambert’ın4 olduğu yönde dikilmekte olan iki perişan görünümlü oğlanın hemen o anda ağaçlara tırmanmaya başladıkları yeri işaret etti. “Bu çocuklar da ne için?” diye sordu Mr. Pickwick aniden. Epey endişelenmişti; çok emin olmasa da hakkında epey hikâye duyduğu tarım kıtlığı, toprağa bağlı bir yaşam süren ufak çocukların kendilerini deneyimsiz avcılar için hedef hâline getirerek belirsiz ve tehlikeli geçim yönetime benimsemeye itmiş olabilirdi. “Yalnızca avı başlatmak için.” diye yanıtladı Mr. Wardle gülerek.
“Ne için?” diye sordu Mr. Pickwick.
“İngilizce konuşmuyor muyum ben, kargaları ürkütmek için.”
“Ah, hepsi bu mu?”
“Tatmin oldunuz mu?”
“Epey.”
“İyi, o hâlde. Başlayayım mı?”
“İsterseniz.” dedi herhangi bir ertelemeden memnun olan Mr. Winkle.
“Kenara çekilin o zaman da başlayayım.”
Oğlan çığlık attı ve üstünde yuva olan bir dalı salladı. Deli gibi çığlık atan yarım düzine genç karga, sorunun ne olduğunu anlamak için uçuştular. Yaşlı beyefendi onlara cevap niteliğinde bir ateş etti. Bir kuş düştü ve bir diğeri uçtu.
“Al onu, Joe.” dedi yaşlı beyefendi.
Öne atılan gencin yüzünde bir gülümseme vardı. Hayalinde belli belirsiz bir karga turtası görüyordu. Kuşla birlikte uzaklaşınca güldü, epey iri bir kuştu.
“Şimdi Mr. Winkle.” dedi ev sahibi, kendi silahını doldururken. “Ateşleyin.”
Mr. Winkle öne adım attı ve silahını kaldırdı. Mr. Pickwick ve dostları, arkadaşlarının yıkıcı namlusunun sebep olacağına emin oldukları ağır karga yağmurunun vereceği zarardan kaçınmak için istemsizce sindiler. Önemli bir duraksama oldu; bir bağırış, kanatların çırpılışı, belli belirsiz bir çıtırtı.
“A ha!” dedi yaşlı beyefendi.
“Olmadı mı?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Boş attı.” dedi, muhtemelen hayal kırıklığından olacak, epey solgun görünen Mr. Winkle.
“Tuhaf.” dedi yaşlı beyefendi, silahı alarak. “Daha önce bunların boş kurşun atabileceğini bilmezdim. Ama nedense kurşun da ortalarda yok.
“Üstüme iyilik sağlık!” dedi Mr. Winkle. “Kurşun koymayı unuttuğumu bildiriyorum!”
Önemsiz unutkanlık düzeltilmişti. Mr. Pickwick yeniden çömeldi. Mr. Winkle kararlılık ve azim havasıyla öne bir adım attı ve Mr. Tupman bir ağacın arkasından baktı. Çocuk bağırdı, üç kuş uçtu. Mr. Winkle ateş etti. Bedensel ızdırap içindeki birinin çığlığı duyuldu, karga değildi bu. Mr. Tupman, ateşin bir kısmını sol koluyla karşılayarak sayısız zararsız kuşun hayatını kurtarmıştı.
Bundan sonra gerçekleşen karmaşayı tarif etmek imkânsız olurdu. Mr. Pickwick’in ilk şok anında Mr. Winkle’a nasıl “Rezil!” dediği, Mr. Tupman’ın nasıl yerde sere serpe yattığı ve Mr. Winkle’ın nasıl da dehşet içinde onun yanında diz çöktüğü; Mr. Tupman’ın nasıl telaş içinde Hristiyan bir kadın ismi sayıkladığını ve ardından da önce bir gözünü, sonra da diğerini açtıktan sonra başını geri atıp ikisini de yumduğunu… Tüm bunları detaylı biçimde anlatmak güç olurdu, aynen şanssız kişinin yavaş yavaş kendine gelişini, kolunun cep mendilleriyle bağlanışını ve endişeli arkadaşlarının kollarıyla desteklenerek geri götürüldüğünü anlatmanın güç olacağı gibi.
Eve yaklaştılar. Hanımlar misafirlerin dönüşü ve kahvaltı için bahçe kapısında bekliyorlardı. Evde kalmış hala ortaya çıktı; gülümsedi ve onları daha hızlı yürümeye davet etti. Belli ki felaketten haberi yoktu. Zavallı şey! Gerçekten de bazen cehaletin mutluluk olduğu anlar oluyor.
Daha da yakınlaştılar.
“N’oluyor, yaşlı beyefendinin nesi var?” diye sordu Isabella Wardle. Evde kalmış hala soruyu ciddiye almadı, Mr. Pickwick’e hitaben sorulduğunu düşündü. Onun gözünde Tracy Tupman gençti, onun yaşına tersten bakıyordu âdeta.
“Korkmayın.” diye seslendi yaşlı ev sahibi, kızlarını endişelendirmekten korkarak.
Ufak grup Mr. Tupman’ın etrafını öyle bir kaplamıştı ki kadınlar henüz olanların doğasını tam olarak anlayamamışlardı.
“Korkmayın.” dedi ev sahibi.
“Sorun nedir?” diye çığlık attı hanımlar.
“Mr. Tupman ufak bir kazayla karşı karşıya kaldı, hepsi bu.”
Evde kalmış hala kulak tırmalayıcı bir çığlık attı, histerik bir kahkaha krizine girdi ve yeğenlerinin kollarına düştü.
“Üstüne biraz soğuk su atın.” dedi yaşlı beyefendi.
“Hayır, hayır.” diye mırıldandı evde kalmış hala. “Şimdi daha iyiyim. Bella, Emily… Doktor çağırın! Yaralı mı? Öldü mü? Öldü mü? Ha, ha, ha!” Bu noktada evde kalmış hala ikinci kez kahkahaların çığlıklarla karıştığı bir krize girdi.
“Sakin olun.” dedi Mr. Tupman, çektiği acılara karşı gösterilen bu sempati ifadesiyle neredeyse gözleri dolarak. “Canım, canım madam, kendinize hâkim olun.”
“Bu onun sesi!” diye bağırdı evde kalmış hala ve hemen ardından üçüncü krizin güçlü belirtileri ortaya çıktı.
“Kendinizi üzmeyin, size yalvarıyorum, canımın içi madam.” dedi Mr. Tupman, teselli edici bir şekilde. “Azıcık yaralandım, sizi temin ederim.”
“Öyleyse ölmediniz!” diye çığlık attı histerik hanım. “Ah, lütfen ölmediğinizi söyleyin!”
“Aptal olma, Rachael.” diye lafa girdi Mr. Wardle, şairane ana ters düşecek bir sertlikle. “Ölü olmadığını söyleyince ne halt olacak?”
“Hayır, hayır, değilim.” dedi Mr. Tupman. “Sizden başkasının yardımı gerekmiyor bana. İzin verin kolunuza gireyim.” Sonra da fısıltıyla, “Ah, Miss Rachaell!” dedi. Heyecanlı kadın öne atıldı ve kolunu uzattı. Kahvaltı salonuna girdiler. Mr. Tracy Tupman kadının elini nazikçe dudaklarına bastırdı ve koltuğa çöktü.
“Hâlsiz misiniz?” diye sordu endişeli Rachael.
“Hayır.” dedi Mr. Tupman. “Bir şey yok. Hemen iyi olurum.” Gözlerini kapattı.
“Uyuyor.” diye mırıldandı evde kalmış hala. (Görme organları neredeyse yirmi saniye boyunca kapalı kalmıştı.)
“Canım, canım Mr. Tupman!”
Mr. Tupman yerinden zıpladı, “Ah, bir daha söyleyin.” diye bağırdı.
Hanımefendi irkildi. “Söylediklerimi duymamışsınızdır herhâlde!” dedi mahcup bir biçimde.
“Ah, evet, duydum!” diye yanıtladı Mr. Tupman. “Tekrarlayın o sözleri. Eğer iyileşmemi istiyorsanız, tekrarlayın onları.” “Hişşş!” dedi hanımefendi. “Abim.” Mr. Tracy Tupman önceki hâline geri döndü ve Mr. Wardle yanında bir doktorla içeri girdi.
Kol muayene edildi, yara sarıldı ve yaranın çok ufak olduğu söylendi. Böylece ekibin kafaları rahatlayınca yüzlerinde yeniden beliren neşeli ifadeler eşliğinde açlıklarını doyurmaya giriştiler. Yalnızca Mr. Pickwick sessiz ve durgundu. Yüzünden şüphe ve güvensizlik okunuyordu. Sabahki olayların üzerine Mr. Winkle’a olan güveni sarsılmıştı, müthiş derecede sarsılmıştı. “Kriket oynar mısınız?” diye sordu Mr. Wardle nişancıya.
Başka zaman olsa Mr. Winkle olumlu yanıt verirdi. Durumun hassasiyetini hissetti ve alçak gönüllülükle, “Hayır.” dedi.
“Siz peki, efendim?” diye sordu Mr. Snodgrass.
“Bir zamanlar oynardım.” diye yanıtladı ev sahibi. “Ama artık bıraktım. Buradaki kulübe üyeyim ama oynamıyorum.”
“Bugün büyük maç oynanacak, sanıyorum ki.” dedi Mr. Pickwick.
“Öyle.” diye yanıtladı ev sahibi. “Siz elbette ki izlemek istersiniz.”
“Ben…” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Güvenli biçimde keyif alınabilecek ve yeteneksiz kişilerin âciz etkilerinin insan hayatını tehlikeye sokmadığı her türlü sporu izlemekten keyif alırım.” Mr. Pickwick duraksadı ve liderinin manalı bakışlarının altında sinmiş olan Mr. Winkle’a dikkatle baktı. Yüce adam birkaç dakika sonra bakışlarını uzaklaştırdı ve ekledi: “Yaralanmış arkadaşımızın bakımını hanımlara bıraksak ayıp olur mu?”
“Beni mümkünü yok daha iyi ellere emanet edemezsiniz.” dedi Mr. Tupman.
“Gerçekten imkânsız.” dedi Mr. Snodgrass.
Böylece Mr. Tupman’ın evde, hanımların gözetimi altında bırakılmasına ve geri kalan konukların, Mr. Wardle’ın gözetiminde, bütün Muggleton’ı rehavetinden uyandıran ve Dingley Dell’e ise daha çok heyecan aşılayan yetenek denemesinin gerçekleşeceği alana gitmesi kararlaştırıldı.
Karanlık ve ıssız sokaklar boyunca yaptıkları üç kilometreyi geçmeyecek uzunluktaki yürüyüş sırasında sohbetleri etraflarını saran keyif verici manzaraya yöneldiği sırada Mr. Pickwick çıktıkları yoldan dolayı pişmanlık duymaya meyledecek gibi olmuştu ki kendilerini Muggleton kasabasının ana caddesinde buldular. Aklının topografik bir yönü olan herkesin bileceği üzere Muggleton, Belediye Başkanı, kasaba sakinleri ve özgür vatandaşlarıyla, bir belediyeydi. Belediye Başkanı’nın fikirlerini özgür insanlara ya da özgür insanların fikirlerini Belediye Başkanı’na ya da ikisinin fikirlerini belediyeye ya da üçünün fikirlerini Meslis’e sorsanız bundan öğreneceğiniz, daha önce bilmeniz gerektiği üzere, Mugleton’ın çok eski ve sadık bir belediye olduğuydu. Muggleton’ın yasal ticari haklara karşı özverili bir bağlılığa sahip, Hristiyan prensiplerinin gayretli bir destekleyicisi olan ve bunu göstermek için de Belediye Başkanı, belediye ve diğer sakinlerin bin dört yüz yirmi kişiden az olmayacak şekilde yurt dışındaki siyahi köle ticaretine devam edilmesine yönelik ve bir o kadarının da ülkedeki fabrika sistemine yapılacak müdahaleye karşı imza kampanyası yürüttüklerini ve altmış sekiz kişi kilisede canlı satışı lehine oy verirken seksen altı kişinin de pazar günleri sokakta ticareti yasaklama lehine oy verdiğini aklı olan bilirdi.
Mr. Pickwick yüce kasabanın ana caddesinde durdu, merak ve ilgi dolu bir havayla etrafındaki nesnelere baktı. Pazar alanı olarak ayrılan açık bir meydan vardı ve bu meydanın ortasında sanatta çok yaygın olan ancak doğada nadiren karşılaşılan, yani üç eğri patisi havada olan ve dördüncü patisinin üstünde kendini imkânsız biçimde dengede tutan mavi bir aslan heykeli vardı. Yakında bir mezatçı, itfaiyeci, tahılcı, tuhafiyeci, eyerci, birahane, bakkal ve ayakkabıcı vardı. Son söz edilen mağaza aynı zamanda şapka, kep, giysi, pamuk şemsiyeler ve işe yarar bilgi gibi başka şeyler de satıyordu. Önünde taşla kaplı ufak bir avlusu olan kırmızı tuğlalı bir ev vardı ki herkes bu evin avukata ait olduğunu anlayabilirdi. Buna ek olarak, kırmızı tuğlalı panjurlu bir ev daha vardı ve pirinçten kocaman kapı levhası bu evin Doktor’a ait olduğu konusunda şüpheye yer bırakmıyordu. Birkaç oğlan kriket sahasına gidiyorlardı ve kapılarında duran iki ya da üç esnaf da aynı yere gitmeleri gerektiğini düşünür gibi görünüyorlardı. Hatta belki ciddi anlamda zarara girmeden bunu yapabilirlerdi bile. Mr. Pickwick daha sonra not edeceği bu gözlemleri yapmak için duraksayıp sonra caddeden sapıp çoktan savaş sahasını gözlerine kestirmiş olan arkadaşlarına yetişmek için acele etmeye başladı.
Kaleler ve tarafların dinlenmesi ve soluklanması için birkaç çadır kurulmuştu. Oyun henüz başlamamıştı. İki ya da üç Dingley Dellli ve pek çok Muggletonlı ellerindeki topu umursamaz bir havayla iki ellerinin arasında atarak haşmetli bir havayla kendilerini oyalıyorlardı. Onlar gibi hasır şapka, flanel ceket, beyaz pantolon giyinmiş, bu kostüm yüzünden amatör taş ustaları gibi görünen birkaç diğer beyefendi de Mr. Wardle’ın ekibi götürdüğü çadırlardan birinin orada vakit geçiriyorlardı.
Birkaç düzine “Nasılsın?” sorusu yaşlı beyefendinin gelişini izledi ve bunu hasır şapkaların aynı anda kaldırılması, flanel ceketleri kıvıracak şekilde öne eğilmeler ve Mr. Wardle’ın misafirlerini Londra’dan gelen, onun da zaten keyifli olacağından hiç şüphe duymadığı günün getirilerini görmeyi çok isteyen beyefendiler olarak tanıtması takip etti.
“Çadırın altına geçseniz iyi olur bence, beyefendi.” dedi bedeni ve bacakları sanki yarım bir flanel rulonun üstünde duran birkaç şişkin yastık kılıfı gibi görünen, çok iri bir beyefendi.
“Çok daha hoşunuza gidecektir, efendim.” dedi az önce söz edilen flanel rulonun diğer yarısı gibi görünen bir başka iri beyefendi.
“Çok iyisiniz.” dedi Mr. Pickwick.
“Bu taraftan.” dedi ilk konuşan. “Burada toplanıyorlar, bütün sahadaki en iyi yer burası.” ve kriketçi önden yürüyerek onları çadıra götürdü.
“Kusursuz bir oyun, zarif bir spor, iyi egzersiz.” tanımları çalındı çadıra girmekte olan Mr. Pickwick’in kulağına ve gözüne çarpan ilk şey, Rochester faytonundan tanıdığı yeşil paltolu, Muggleton takımının seçili bir kısmını büyük oranda keyiflendiren ve aydınlatan arkadaşı oldu. Giyimi bir miktar düzeltilmiş ve çizme giyiyor olsa da onu tanımamak imkânsızdı.
Yabancı, arkadaşını anında tanıdı ve öne atılıp elinden tutarak her zamanki ataklığıyla onu bir yere oturttu. Bu arada sanki tüm bu düzenleme onun himayesi ve emri altındaymış gibi konuşmaya devam etmişti.
“Buraya, buraya. Müthiş keyifli. Bolca bira var, fıçılar dolusu. Domuz kellesi, dana nuar, sığır, hardal. Kovalar dolusu… Muhteşem bir gün. Otur bakalım, rahatla. Seni gördüğüme sevindim çok.”
Mr. Pickwick kendinden istendiği üzere oturdu ve Mr. Winkle ve Mr. Snodgrass da gizemli arkadaşlarının direktiflerine uydu. Mr. Wardle sessiz bir şaşkınlıkla onlara baktı.
“Mr. Wardle, arkadaşım.” dedi Mr. Pickwick.
“Arkadaşınız mı! Beyefendiciğim, nasılsınız? Arkadaşımın arkadaşı, bana elinizi verin, efendim.” ve yabancı, Mr. Wardle’ın elini pek çok senelik yakınlığın şevkiyle tuttu ve yüzü ve endamını tam anlamıyla incelemek istercesine birkaç adım attıktan sonra sanki böyle bir şey mümkün olabilirmiş gibi öncekine oranla daha büyük bir samimiyetle onunla yeniden tokalaştı.
“Peki siz buraya nasıl geldiniz?” dedi Mr. Pickwick, iyilik ve şaşkınlık arasında gidip gelen bir gülümsemeyle. “Şöyle ki…” diye yanıtladı yabancı. “Crown restorana gitmiştim, Muggleton’daki Crown’a. Orada bir ekiple tanıştım. Flanel ceketler, beyaz pantolonlar, ançüez sandviçi, acılı böbrek, şahane çocuklar… Mükemmel.”
Mr. Pickwick, yabancının hızlı ve bölük pörçük konuşma şeklinden onun öyle ya da böyle, bu All-Muggleton takım üyeleriyle tanış olduğunu ve ona tuhaf gelen bir süreç sonucu bu tanışıklığı kolaylıkla genel bir davete dönüştürdüğü anlamını çıkarabilecek kadar onun dili konusunda uzmanlaşmıştı. Merakı böylelikle tatmin olduktan sonra gözlüğünü takıp kendini az sonra başlayacak olan oyunu izlemeye hazırladı.
All-Muggleton takımı ilk atışları yaptı; sonra kulüplerinin en önde gelen üyelerinden olan Mr. Dumkins ve Mr. Podder ellerinde sopalarıyla kendi sahalarına yürürlerken ilgi doruk yaptı. Dingley Bell’in en önemli oyuncusu Mr. Luffey; topu, gözü pek Dumkins’e atmak için ve Mr. Struggles da aynı şeyi şimdiye kadar fethedilmemiş Podder’a yapmak üzere seçilmişti. “Gözetçi” olarak sahanın çeşitli bölgelerine yerleştirilmiş ve hepsi bir ellerini dizlerine koyup, sanki az sonra uzun eşek oynayacaklarmış kadar eğilerek duruşlarını sabitlemişlerdi. Bütün saha oyuncuları bu tür şeyler yaparlardı, hatta başka bir tür duruşla gözetmen olmanın imkânsız olduğu varsayılırdı.
Hakemler kalelerin arkasında pozisyonlarını almışlardı ve vurucular da koşularını yapmaya hazırlanıyorlardı; nefessiz bir sessizlik vardı. Mr. Luffey hareketsiz Podder’ın kalesinin birkaç adım arkasına çekildi ve topu birkaç saniye boyunca sağ gözünün önünde tuttu. Dumkins gözlerini Luffey’nin hareketlerinden ayırmadan öz güvenle topun gelişini bekledi. “Başla!” diye bağırdı top atan oyuncu. Top elinden fırlayıp dümdüz şekilde kalenin merkezine doğru uçtu. Temkinli Dumkins ayıktı: Top sopanın ucuna değdi ve geçebilsin diye az önce eğilmiş olan açık saha oyuncularının başının üstünden hızla uçtu.
“Koş, koş! Bir tane daha! Şimdi onu at, at onu! Orada dur! Bir başkası! Hayır! Evet! Hayır! At onu, at onu!” Atışı takip eden bağırışlar bunlardı ve bunun sonucunda All-Muggleton iki puan kazandı. Böylece Podder da hem kendini hem de Muggleton’ı şöhretle bezemekten geri kalmamıştı. Şüpheli topları durdurdu, kötüleri ıskaladı, iyileri yakaladı ve sahanın her bir köşesine fırlattı. Açık saha oyuncuları terli ve yorgunlardı; atıcılar değişti ve kolları ağrıyana kadar atış yaptılar ama Dumkins ve Podder’ı hâlâ kimse yenemiyordu. Yaşlı bir beyefendi topun ilerleyişini mi durdurmaya çalışmıştı, top ya bacaklarının arasından geçer ya parmaklarının arasından kayardı. İnce bir adam topu yakalamaya mı çalışmıştı, top burnundan sekerek hızı artmış bir şiddetle uçuş keyfine devam eder, gözleri dolmuş, ince beyefendiyi de acıdan iki büklüm olmuş hâlde ardında bırakırdı. Doğrudan kaleye mi atılmıştı? Dumkins, kaleye toptan önce ulaşırdı. Kısacası Dumkins’in yetmediği noktalarda Podder sahne alıp hedefi vuruyordu ve Dingley Dell’in skoru yüzleri kadar boşken All-Muggleton elli dörde ulaşmıştı. Açık kapatılamayacak kadar büyüktü. Hevesli Luffey ve coşkulu Struggles, Dingley Dell’in yarışta kaybettiklerini geri getirmek için beceri ve deneyimin elverdiği her şeyi yapsalar da nafileydi, hepsi faydasızdı ve Dingley Dell oyunun başında pes etmiş, All-Muggleton’ın hünerlerinin kazanmasına izin vermişti.
Bu arada yabancı ara vermeden yiyor, içiyor ve konuşuyordu. Her iyi atışta oyuncuyla ilgili memnuniyetini ve beğenisini mümkün olan en küçümseyici ve kibirli şekilde ifade ediyordu ki bu kesinlikle söz konusu ekip için çok sevindirici olmalıydı. Bir yandan da her kötü yakalama girişiminde ise sorumlu kişiye kendi kişisel hoşnutsuzluğunu ifade eden “Ah, ah! Aptal!”, “Aferin, yağlı parmaklar!”, “Beceriksiz!”, “Şarlatan!” ve benzeri kınamalarla saldırıyordu ki bu da sanki asil kriket oyununa dair bütün inceliklerin müthiş ve kesin yargıcıymış gibi herkesin onunla hemfikir olmasıyla sonuçlanıyordu.
“Müthiş oyun. İyi oynadılar, kimi atışlar takdire şayandı.” dedi yabancı, oyunun bitiminde iki taraf da çadıra doluşurlarken.
“Siz eskiden oynar mıydınız, beyefendi?” diye sordu yabancının konuşkanlığından hoşlanmış olan Mr. Wardle. “Oynamış mıyım? Herhâlde oynadım. Burada değil, Batı Hint Adaları’nda. Heyecan verici bir şey. Zorlayıcı iş, epey.” “Öylesine sıcak bir iklimde epey bunaltıcı bir uğraş olmalı.” diye yorumda bulundu Mr. Pickwick.
“Sıcak ne kelime! Deli gibi sıcak. Kavurucu, kızgın. Bir keresinde bir maç yaptım, tek kale, arkadaşım albayla. Sör Thomas Blazo. Herhâlde onun kadar rom içen yoktur. Yazı turayı o kazandı. İlk atış. Saat sabah yedi. Açık saha oyuncusu altı kişi var, başladık; devam ettik. Sıcak çok yakıcı, yerliler hep bayıldı. Sahadan alındılar. Yeni bir yarım düzine getirildi, onlar da bayıldı. Blazo atış yapacak, koluna iki yerli girmiş. Beni yenemedi. O da bayıldı, albayı da aldılar. Vazgeçmeyen biri vardı, sadık hizmetli Quanko Samba. Kalan son adam. Güneş çok sıcak, sopa bile eridi eriyecek, top kahverengileşmiş. Sahayı beş yüz yetmiş kere turladım, epey yoruldum. Quanko kalan son gücünü topladı, beni yendi, banyo yaptı ve yemeğe gitti.”
“Peki adı bilmem neye ne oldu, efendim?” diye sordu yaşlı beyefendi.
“Blazo mu?”
“Hayır, diğer beyefendi.”
“Quanko Samba?”
“Evet, efendim.”
“Zavallı Quanko, bir daha kendine gelemedi. Beni yendi ama kendi de yenildi. Öldü, efendim.” Tam bu noktada yabancı, yüzünü toprak kupayla örttü ama bunu duygularını saklamak için mi yaptı yoksa kupadakileri mideye indirmek için mi, bundan tam olarak emin olamıyoruz.
Yalnızca bir anda duraksadığını, derin ve uzunca bir nefes çektiğini, Dingley Dell Kulübünün iki başlıca üyesi Mr. Pickwick’e bir şey söylemek için yanlarına yaklaştıklarında endişeyle ileri baktığını biliyoruz.
“Mavi Aslan’da mütevazı bir yemek yemek üzereyiz, efendim; siz ve arkadaşlarınızın da bize katılacağını umuyoruz.” “Elbette.” dedi Mr. Wardle. “Arkadaşlarımıza dâhil olanlar arasında Mr…” dedi ve yabancıya doğru baktı.
“Jingle.” dedi çok yönlü beyefendi, imayı hemen anlayarak. “Jingle. Hiçbir kurumun, hiçbir yerin Alfred Jingle’ı.”
“Elbette, çok mutlu olurum.” dedi Mr. Pickwick.
“Ben de.” dedi Mr. Alfred Jingle, bir kolunu Mr. Pickwick’in diğer kolunu da Mr. Wardle’ın omuzuna atıp ilk beyefendinin kulağına samimiyetle fısıldadı:
“Krallara layık bir restoran. Soğuk ama müthiş. Oraya bu sabah bir bakış attım. Kuşlar ve turtalar ve bir sürü o türden şey… Hoş insanlar, iyi huylular da epey.”
Yapılacak başka ön hazırlık olmadığı için ekip ikili üçlü gruplar hâlinde kasabaya doğru yola çıktı ve on beş dakika içinde herkes Muggleton’daki Mavi Aslan Hanı’ndaki masalarına yerleştirilmişti. Mr. Dumkins başkanlık görevini üstlenmişti ve Mr. Luffey de başkan yardımcısı olarak görev alıyordu. Epey konuşma ve çatal bıçak, tabak sesi vardı; üç hantal garson epey koşuşturuyordu ve masadaki önemli yiyecekler sürekli ortadan kayboluyordu; her şey bir kafa karışıklığı sebebiydi ve sulu Mr. Jingle, en az yarım düzine ortalama insanın rızkını yiyordu. Herkes tıka basa doyduktan sonra masa örtüsü alındı, onun yerini şişeler, kadehler ve tatlılar aldı ve garsonlar “temizlemek” için yani bir diğer deyişle masadan geriye yenilir, içilir ne kaldıysa onları kendi kullanımları ve kazançları için değerlendirmek üzere çekildiler. Genel neşe uğultusu ve devam eden sohbetin arasında şişkin, “Bana-bir-şeysöyleyeyim-deme-yoksa-sana-karşı-çıkarım” türünden bir surata sahip ufak bir adam vardı ki o oldukça sessizdi. Ara sıra sohbet yavaşladığında sanki çok ağır bir şeyler söyleyecekmiş gibi bir havayla etrafına bakıyordu ve ara sıra da tarif edilemeyecek kadar haşmetli bir öksürük krizine tutuluyordu. En nihayetinde görece uzun bir sessizlik anında adam epey yüksek görkemli bir sesle: “Mr. Luffey!” dedi.
Sözü geçen şahsiyet cevap verdiğinde herkes derin bir hareketsizlik içindeydi.
“Efendim!”
“Size söyleyecek bir çift lafım var, efendim. Eğer beyefendilerden kadehlerini doldurmalarını rica edebilirseniz.”
Mr. Jingle kibirli biçimde “Beyi duydunuz.” dedi ve geri kalan ekip bu sözü karşılıksız bırakmadı. Kadehler de doldurulduktan sonra, müdür yardımcısı bütün dikkatlerin üzerinde olduğu anda bilgiç bir hava takınıp:
“Mr. Staple.” dedi.
“Efendim.” dedi ufak adam ayağa kalkarak. “Söyleyeceklerimi kıymetli başkanımıza değil size ithafen söylemek istiyorum. Çünkü kıymetli başkanımız belirli oranda, bana kalırsa büyük oranda, söyleyeceğim şeyin ana konusunu oluşturuyor. Şey yapmak, şey yapmak istiyorum.”
“Belirtmek mi?” diye öneride bulundu Mr. Jingle.
“Evet, belirtmek.” dedi ufak adam. “Size teşekkür ederim değerli arkadaşım, eğer kendisine böyle hitap etmeme izin verirse (bu öneriye biri kesinlikle Mr. Jingle’dan olmak üzere dört evet geldi)…” “Efendim, Ben Dellerlıyım. Dingley Dellerlı (tezahürat). Muggle nüfusu içinde bir öneme sahip olma onuruna nail olduğumu iddia edemem ya da efendim, açıkça itiraf etmem gerekirse böyle bir onura imrendiğimi de. Size nedenini söyleyeceğim, efendim (bak sen); ben zaten Muggleton’da tüm bu unvanların ve şöhretin hâlihazırda ve haklı sahibiyim. O kadar fazlalar ve o kadar çok biliniyorlar ki benim bildirimime ve tekrarıma ihtiyaç duymuyorlar. Ama, efendim, Muggleton’ın bir Dumkins ve bir Podder doğurduğunu hatırlarken lütfen Dingley Dell’in de gurur duyacağı birer Luffey ve Struggles’ı olduğunu unutmayalım. (Gürültülü tezahürat.) Lütfen az önce sözü geçen beyefendilerin yeteneklerini kötülemek istediğimi düşünmeyin. Efendim, bu durumda onların hislerine ben de ortağım. (Tezahürat.) Beni dinleyen her beyefendi -eğer mecazı tekrarlamak gerekirse- bir fıçıda ‘takılmış’ belirli bir şahsiyetin İmparator İskender’e verdiği yanıta aşinadır: ‘Eğer Diyojen olmamış olsam.’ demiştir, ‘İskender olurdum.’ Ben de bu beyefendilerin pekâlâ, ‘Dumkins olmamış olsam, Luffey olurdum; Podder olmamış olsam Struggles olurdum.’ dediklerini hayal edebiliyorum. (Coşku.) Ama Muggletonlı beyefendiler sözü geçen kasaba vatandaşlarınız yalnızca krikette mi rakipsiz? Siz hiç Dumkins ve kararlılık kelimelerini bir arada duydunuz mu? Aklınıza hiç Podder’ı şiirle ilişkilendirmek geldi mi? (Büyük alkış.) Haklarınızı, özgürlüklerinizi, imtiyazlarınızı savunurken bir anlığına bile olsa şüphe ve çaresizliğe düşmediniz mi? Ve böylesine bunalım hâlindeyken Dumkins adı göğsünüzde sönmekte olan alevi yeniden canlandırmadı mı? O adamın lafının edildiğini duymak ateşi sanki hiç sönmemiş gibi daha da güçlü yakmadı mı? (Büyük tezahürat.) Beyler, sizden birbirine bağlı ‘Dumkins ve Podder’ isimlerini zengin tezahürat halesiyle kuşatmanızı rica ediyorum.”
Burada ufak adam lafını sonlandırdı, ekiptekilerse seslerini yükseltmeye, masalara vurmaya devam etti ve bu durum gece boyunca ufak aralıklar dışında kesintisiz sürdü. Başka kadehler kaldırıldı. Mr. Luffey ve Mr. Struggles, Mr. Pickwick ve Mr. Jingle, hepsi kendi çapında kendi niteliksiz kasidelerinin konusu oldular ve bunun karşılığında teşekkürlerini ilettiler.
Kendimizi adadığımız bu asil uğraşla ilgili olarak coşkulu hissetsek de ifade edemeyeceğimiz bir şekilde gururlu da hissetmiş ve ölümsüz bir değere sahip bir şey yapmış olma bilincinde de olmuş olmalıyız ki şimdi bu hislerden mahrum olsalar da bu övgüleri en silik genel hatlarıyla gayretli okurlarımıza iletmeye çalıştık. Mr. Snodgrass her zamanki gibi büyük miktarda not aldı ancak söylenenlerin ateşli etkisi ve şarabın da yakıcı etkisi beyefendinin elini çok titrek hâle getirdiğinden, neredeyse hiç okuyamadığımız ve anlamlandıramadığımız yazıları aksi takdirde en kullanışlı ve değerli bilgiler olarak görürdük. Sabırlı bir araştırmayla yapılan ufak kazı çalışması sonucu konuşanlarla benzerlik gösteren kimi şahsiyetleri çözebildik ve bir şarkının yalnızca giriş kısmını ayırt edebildik (muhtemelen Mr. Jingles tarafından söylenmiş olan). Şarkıda, “top atmak” “ışıl ışıl yakut” “parlak” ve “şarap” kelimeleri kısa aralıklarla mütemadiyen tekrar edilmektedir. Notların “ızgara edilmiş kemikler”; sonra “soğuk”, “yoksun” kelimelerinin belli belirsiz geçtiği son kısmını ayırt edebileceğimize inanıyoruz: Ancak her hipotez gibi bunlar da tahmine dayalıdır ve sonrasında çıkabilecek herhangi bir kurguya izin veremeyiz.
Böylece Mr. Tupman’a döneceğiz. Ancak yalnızca saat on ikiye gelmeden önceki birkaç saat içinde değerli Dingley Dell ve Muggleton meclis üyelerinin, büyük bir his ve vurguyla güzel ve içler acısı ulusal havayı söylediklerinin duyulduğunu da eklemeliyiz:
Sabaha kadar eve gitmeyeceğiz,
Sabaha kadar eve gitmeyeceğiz,
Sabaha kadar eve gitmeyeceğiz,
Gün ışıkları belirene kadar.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.