Kitabı oku: «Gece ve Gündüz», sayfa 3
– Heybeyi ver, fitne! Olmazsa, iki kap ver! dedi. Kurbanbibi kabı uzatırken kocasının eline bu sırada biraz para geçtiğini, şimdi büyükçe bir alışveriş yapmak için pazara gideceğini ve biraz önceki büyük iltifatın da paranın gücü ile olduğunu anladı…
Sofi homurdanarak kapıdan çıkarken, evdeki iki sevinçli kız yine birbirlerine sarılmışlardı.
* * *
Kafesin kapısı açıldı!
Şimdi kuşlara kanatlarını açarak, “pırr” diye uçmaktan, geniş göklere, fezalara süzülmekten başka iş kalmadı. Artık sadece perenciyi örtünmeden, şöyle başın üstüne atıp, peçeyi de öylesine iğreti tutturup harekete geçmek gerekiyordu.
Fakat kapının o şekilde açılmasına kim sevinir? Bundan kim hoşnut kalır? Hürriyetin lezzetini kim fark eder? Bu kadar aksi bir adamı bu kadar ustalıkla yola getiren annenin hak ettiği hürmeti kim yerine getirir? Onu kim kucaklar, kim öper?
İki kızın odadan çıkarak beraberce Kurbanbibi’nin boynuna sarılışları, işte o nimetin bir şükranesi idi. Kızlar kendilerinin sonsuz sevinçlerini aşikâr etmekle beraber, anneye olan minnettarlıklarını da samimi olarak göstermeye çalışıyorlardı. Onlar yaşlı kadına sarılıp, sevip okşayıp, onunla o kadar çok oynaştılar ki, kadın takati kesilip, sedire yuvarlandı. Bunlar sevinç çığlıkları atıp, cilveleşip yaşlı kadınla oynarlarken, o da yorulup nefes nefese kalarak:
– Yeter, şımarıklar yeter, diyorum, yeter artık… Durmayın, gidin!.. diye söyleniyordu.
Yaşlı kadın yalvardıkça bunlar daha da şımarıyor, biri bırakıp, diğeri:
– Demek öyle ha!.. Vay, tövbe de! Halfe işanın kızı çağırtmış öyle mi? Vay, tövbe de deyip onu gıdıklıyorlardı.
Nihayet, kendileri de bayılacak derecede yorulup, yaşlı kadından ellerini çektiler ve “oh!” deyip ikisi iki tarafa oturdular.
Bunlar paldır küldür kapıyı açıp, aceleyle sokağa çıktıkları zaman, çırçır fabrikasının ince sesli çıngırağı saatin on iki olduğunu haber veriyordu.
II
Saltı’ların evinde akşama kadar yol hazırlığı yapıp, biraz patır13 ile samsa14 hazırlayıp, sokak kapısının sol tarafındaki büyük kütükten arabaya atladıkları sırada gün batıyordu. Araba şehirden çıkıp, bozkır yoluna girdiğinde, gecenin kara perdesi yeryüzünü kaplamıştı. Kar altından ortaya çıkan toprak, baharın serin havası ve ferahlık veren esintisi altında âdeta uyukluyordu. Ay henüz çıkmamıştı. Fakat gece karanlığının aksine sayısız yıldız gökyüzünde sıralanıp meşalelerini yakmışlar, tam karşıda görünen en parlak yıldız, soğan doğrayan bir gelin kızın gözleri gibi pır pır ederek yanıyordu.
Kızlar sessizdiler. Arabacı canı sıkıldığı için yavaştan bir türkü söylemeye başladı. Alçak sesle söylenen türkü iyi duyulmayınca Saltı sesini yükseltti:
– Ölmescan, var mısınız? Doğru dürüst söyleseniz ya! Saltı’nın başka bir arkadaşı olan Kumrı da onun sözünü destekledi:
– Evet, doğru, böyle güzel sesiniz varmış, coşkun bir sesle söylemez misiniz? Geniş bozkırda ne kadar uzatırsanız, o kadar titreyerek gider.
Arabacı genç delikanlı güldü. Karanlıkta yavaşça arkasına döndü. Arka sıradaki kızlar peçeyi açarak oturdukları için onların yüzlerini biraz görebilirdi. Gülümseyerek durup, kızlara biraz bakınca:
– Aranızda sesi güzel türkücünüz olduğu hâlde bana takılmanız ilginç! dedi. Biz, “su olmazsa teyemmüm”le idare eden türkücülerdeniz.
Kızların hepsi Zebi’ye baktılar. Herkesten onu destekleyen türlü sesler yükseldi:
– Evet, doğru!
– Gerçekten, hiçbir şey söylemeden oturan arkadaşımıza bakın hele!
– Türkücü aramızda ya.
Zebi sesini çıkarmadan oturuyordu. Onun böyle durması da böyle bir tekliften korktuğu içindi. Elbette genç kızın gönlündeki eğlenmek, gülmek ve hoşça vakit geçirmek arzusu başka her şeyden daha güçlü idi. Lakin Zebi öyle bir babanın kızı idi ki, onun yüzünden bütün arzularını kontrol altında tutmak, gönlünün bütün heves ve dileklerini uyandığı anda boğup atmak daha doğru olurdu. Zebi böyle davranmaya alışmıştı. Bunun için de delikanlının ağzından kendi ismini duyunca, bütün vücudu heyecanla titredi. Sonra kızlar tarafından söylenen sözler, onu sıkıntıya soktu. Ne diyeceğini bilmiyordu. Düşünerek cevap vermek için gönlünün sıkıntıya düşmemesi gerekir. Hâlbuki gönül huzursuz ve bu sebepten dolayı da sıkıntıda…
Arabacı ön taraftan konuşmasına devam ederek:
– Hay yaşa, demekki varmışsınız! Ortaya alın türkücüyü! dedikten sonra Zebi’nin dili çözüldü:
– Konuşarak gidelim. Böyle karanlıkta!..
– Cin mi çarpar? dedi birisi.
– İyi değil, böyle zifirî karanlıkta… Konuşarak gidelim. Şirin şirin sözlerden.
Arabacı onun sözünü böldü:
– Şirin şirin söz yerine şirin şirin türkü olsun, abla. Tarifinizi işitip, ciğerlerimiz parça parça kan oldu…
Saltı şaka yollu takıldı:
– Vay, tövbe! Parça parça kan mı oldu? Sana zulüm olmuş.
Arabacı da bu sözün altında kalmadı:
– Kan olan yürekleri bir nefeste açmak sizlerin elinizde, ablalar! Biz de dünyaya gelip bir ferahlayalım!
Yine hiçbir şey söylemeden oturan Zebi’ye bu defa Saltı yalvarmaya başladı:
– Arkadaşım, bir şey deseniz ya! Herkes hep beraber seni bekliyor.
Zebi akadaşını ikaz etti:
– Sizin söyleyeceğiniz söz bu mu? Babamın söylediklerini kendi kulağınızla duymuştunuz! Ya kulağına gidecek olursa, ne olur? Bunu bile bile…
Saltı arkadaşını durdurdu:
– Biliyorum arkadaşım, biliyorum! Babanızın sözlerini bir değil, iki kulağımla duydum. İnsanlar içinde, kalabalık arasında seni buna zorlayacak olursam, bana kırılabilirsin. Fakat burası, gece kimsenin bulunmadığı tenha bir bozkır olsa bile yine biraz söylemez misiniz?
– Namahreme duyurarak mı?
Zebi bu sözü samimi olarak ve tehdit edercesine söylemiş olmasına rağmen kızların hepsi birden gülüştüler. Yine bir takım sesler yükseldi.
– Bu da namahrem sayılır mı?
– Bu Ölmescan da mı?
– Namahremin canı çıksın.
Zebi gerçekten rencide olmuştu. Ağlamaklı bir sesle Saltı’ya:
– Böyle yapacağınızı bilseydim, gelmezdim, dedi. Kızlar işin bu hâle gelmesine şaşırarak seslerini kestiler. Arabacı:
– Tövbe! Tövbe! diye kendi kendine söylenip, atı sert bir şekilde beş altı defa kamçıladı.
At adımlarını hızlandııp, arabayı güldür güldür yürütmeye başladı. Herkes sessizliğe gömüldü. Sadece Saltı ile Zebi ikisi aralarında fısıldaşarak konuşuyorlardı. Bu fısıldaşma neticesinde, Saltı arkadaşını sakinleştirmeye muvaffak olmuş, bunun üstüne yine kızlar “yar yar15” söylemeye başlayınca, onun da iştirak edeceğine dair söz almıştı. Bir defa başlayınca ondan sonra kendisi gelir, diye düşünüyordu Saltı.
Birden kızlardan tarafa döndü:
– Haydi, kızlar, kendimiz “yar yar” söylemeye başlıyoruz!
– Evet, haydi! dedi arabacı.
Kızlardan cevap beklemeden Saltı kendisi başladı. “Uzun uzun argamçı ya…
Kızlar da iştirak ettiler:
…Helinçekke,
Çeken köynek yaraşar Kelinçekke.
Çeken köynek yeŋige Tut kakaylik…”
Birkaç beyit geçtikten sonra Zebi’nin pürüzsüz ve temiz bir piyale gibi yankılanarak çıkan güzel ve keskin sesi de buna katıldı. Bu ses, gökte titreyerek parlayan en aydınlık yıldız gibi, diğer seslerden açık bir şekilde ayrılıyordu. O zamana kadar “yar yar”a kulak verip, hiçbir şey söylemeden, yavaş yavaş atını kamçılayarak gitmekte olan arabacı, bu sesle birlikte derin bir “of” çekti, elindeki kamçısını ağaçtaki hazan yaprağı gibi parmaklarının arasında tuttu.
Saltı’nın tahmini doğru çıkmıştı artık Zebi “yar yar”ı kendisi yalnız söylüyordu. Arabacı ile beraber diğer kızların hepsi birden âdeta kulak kesilmişlerdi. At bu güzel sesin şirin terennümleri altında başını önüne eğmiş, boynunu yavaş yavaş sallayıp birer birer adım atıyordu. “Yar yar”lar bitip, başka türkülere geçildi. Artık Zebi’yi durdurmak mümkün değildi. Zaten onun durmasını artık kim isterdi ki! Bozkırların geniş kucağından uçup gelen hafif esintiler, kızın ağzından çıkan sesleri kanatlarına bindirip, bir yerlere, uzaklara alıp gidiyordu. Hey!.. Uzaklarda pır pır ederek görünen köy ışıkları da tepedeki yıldızlar gibi, rüzgârın kanatları ile gelen güzel seslerin zevkinden mest olarak yanıyorlardı.
Zebi gönlünde yatan kör düğümü artık açmıştı. Rezzak Sofi’nin soğuk yüzü gözünün önünden uzaklaşmış, nasihat olarak binlerce defa söylenen sözler unutulmuş, soğuk sofilerin “haram” denilen davaları kırılıp, parça parça olmuştu. “Namahremlik” safsataları atın ayakları altında ezilmiş, bu esir kızın kendine benzeyen esirlerden başka hiçbir şahit ve casusun olmadığı şu geniş bozkırın bağrında yıllardan beri biriken elemlerini türkü hâlinde sonsuz boşluklara yayıp dağıtmıştı.
Araba tek kanatlı küçükçe bir kapının önünde durup, arabacı çocuğun kamçının kabzası ile kapıyı çalıp içeriden yaşlı bir kadının ince ve cansız sesi ile “Kim o?” diye sorduğu sırada insanlar çoktan uykuya varmışlardı.
* * *
Yaşlı kadıncağızın sorusuna arabacı şaka ile karışık cevap verdi:
– Şehirden bir araba dolusu misafir getirdim, ana! Eviniz şimdi yandı! İki günde neyiniz var, neyiniz yok, hepsini tüketirsiniz artık! Haydi, kapıyı açın! Karnımız ölmüş gibi aç.
Kızlar güldüler. Yaşlı kadın kızların gülüşünü işittikten sonra misafirlerin kimler olduğunu anladı:
– Ha, Saltanathan’lar mı? diye söylendi.
Bu sözle birlikte ince bir zincirin şakırdayarak indiği ve kapının gıcırdayarak açıldığı duyuldu. Yaşlı kadıncağız, kapıyı açar açmaz bunu müjdeli bir haber olarak duyurmak üzere içeriye yürümüştü.
Arabacı:
– Haydi, inin artık ablalar! deyip muzafferane bir sesle haykırdı.
Fakat onun bu haykırması faydasızdı. Çünkü zincirin zayıf şakırtısı kulaklara çarpar çarpmaz kızlar kendilerini arabadan atmaya başlamışlardı. Dumanı ve isi aydınlığından daha çok olan küçük feneri tutan yaşlı kadın ile beraber Zebi’lerin yaşında bir kız “Vay, öleyim, uyuyup kalmışım! Vay, öleyim, gözüm uykudan kapanıyor!” deyip içeriden özür dileyerek çıkıp geldi. Bu taraftan:
– Vay, kurban olayım! Anahan! Canım arkadaşım! deyip Saltı perencisini eline alıp yürüdü. Kucaklaşarak görüştüler. Diğer kızlarla biraz uzaktan el ucunu değdirip görüştükten sonra Anahan yine Saltı’ya yapıştı ve ikisi birbirinin koltuğuna girip içeri doğru yürüdüler. İki arkadaşın cıvıl cıvıl konuşmaları, birbirlerine sevinçlerini ifade eden neşeli ve yüksek sesleri, diğer bütün sesleri bastırdı.
Fakat sokakta, araba üstünde başka şirin bir sohbet cereyan ediyordu ki bunlardan o iki bahtiyar kızın hiç haberi yoktu:
Saltı’nın annesi ile büyükannesi onu kendi akranı, genç kızlarla beraber uzak bir yere gönderirken, tedbir almayı da unutmamışlardı. Saltı’nın annesi kaynanasına:
– Genç kızları kendi başlarına göndermek, olur mu? Birimiz onlarla beraber gitmezsek olur mu? deyip kendisinin akıllı bir kadın olduğunu bildirdiği sırada, kaynanası çok keskin bir cevap vermişti:
– Elbette, kurban olduğum! Kendileri yalnız başlarına gidecek olurlarsa…
Tandır karşısında sıcaktan pişip, çiy taneleri gibi iri iri terlere batıp, Zebi ile beraber patır yapmakta olan Saltı’ya bu fikir çok kötü tesir etmiş ve o da derhâl kendi sesini duyurmuştu:
– Sanki bizi kurt mu kapacak? Gençlerin arasına yaşlıları katmanın ne manası var? Sıkıntıdan ölmez mi insan?
Büyükanne torununun bu şımarıklığına sadece şımarıklık olarak bakmış, bunun için:
– Kurban olayım balam, sen patırını yap! Geceye kalıyorsunuz. Bu sizin aranıza karışma işi değil! deyip yine kendi “akıllı” gelini ile fikrini devam ettirmişti.
Bu konuşmanın neticesinde kaynana ile gelin evde kalacaklar fakat iki üç aydan beri bunların yanında yaşayan dostlarından Sevribibi adlı yaşlı bir kadının da kızlara göz kulak olmak üzere onlara katılmasına karar verilmişti.
Bu yaşlı kadının yanlarına katılmasından kızlar rahatsız olmamış, belki aksine sevinmişlerdi. Bu yaşlı kadın, arabaya adım atar atmaz, kızların ortasına yerleşip, Zebi’nin dizine başını koyup uykuya dalmış ve bu şekilde köye gelindiğinde bile gözünü açmamıştı.
Kızlar kendilerini paldır küldür arabadan atıp kapıdan içeri girerken, Zebi yavaşça yaşlı kadını uyandırdı:
– Anacan, kalkın, geldik!
Anacandan cevap gelmedi. Zebi aynı alçak sesle bir daha uyandırdı, anacan hâlâ sessizdi. Arabanın ön tarafından gelen arabacı da yardımda bulundu:
– Hey! Teyze, kalkın, geldik!
Erkek kişinin güçlü sesi ile yaşlı kadın gözünü açtı fakat uykulu vaziyette:
– Şimdi kurban olduğum peki, kalkıyorum dedikten sonra yine uykuya daldı.
Zebi çok şaşırdığı için arabacının namahremliğini de unutup, az önceki şaşkın bakışlarla ona baktı. Bu sırada ay epeyce yükselmişti. Arabacı mülayimce gülümsedi. Genç delikanlının bu tatlı tebessümünü ay ışığında açıkça görebilen genç kız, bütün vücudunun hafiften titrediğini hissetti ve kızararak arkasına baktı. O bakış, arabacı delikanlıya da başka türlü tesir etmiş olsa gerek, yaşlı kadını dürterek uyandırmak için elini yukarı uzattı. O sırada yaşlı kadın yabancı bir elin kendisine değdiğini öncekinden daha şiddetli bir sarsıntıyla hissetti. Erkek kısmı ile ilk defa bu şekilde karşılaşan genç kız, o sırada biraz şaşırmıştı. Bunun için elini derhâl çekemedi ancak kendine geldikten sonra birden şiddetle geri çekti. Fakat genç delikanlının güçlü elleri onu sıkıca tutup, yaşlı kadının başından aşağı indirdi ve iki genç, bu sırada oldukları yerde kalakaldılar.
İçeride oturan bahtlı misafir kendisinden bahtlı ev sahibiyle beraber, epeyce vakit geçtikten sonra kaybolan iki misafiri takip edip sokağa çıktığı sırada, sokaktaki iki genç ellerini birbirlerinden henüz ayıramamışlardı. Yaşlı kadın ise iki gencin bu sıkıntılı karşılaşmasına kuru bedeni ile şahit olup, henüz tatlı uykusuna devam ediyordu.
Kızlar toplanarak yaşlı kadını uyandırdılar, beraberce arabadan indirdiler. Yaşlı kadın Saltı ile Anahan’ın koltuğuna girip, kendisi uykuda, sallana sallana içeri doğru yürüdü. Zebi de diğer arkadaşları gibi arabadan kendisini atarcasına inmek istedi fakat kamçılı delikanlı gelip, yine elini uzattı ve bu yüzden o kadar yüksek arabadan kendini atan en sonuncu misafirin ayak sesi hiç kimsenin kulağına çarpmadı.
Misafirler yemek telaşına fırsat vermeden, süt, yoğurt ile sade çay içip, derhâl oturdukları yerlerine uzandılar ve arabada gelirken yoruldukları için uzanır uzanmaz da uykuya daldılar.
Arabacı içeriden çıkarılan iki ekmek ile bir kâse yoğurdu yedi ve atı dışarıya bağlayıp, kendisi arabanın üstüne uzandı. Uykusu kaçmıştı. Beyninde, ömründe ilk defa olarak tuhaf ve şirin hayaller dönüyordu. Gökteki aya bakıp, yerdeki ayı düşünüyor ve biraz önceki gibi tatlı tatlı gülümsüyordu.
İçeridekiler de derin bir uykudaydılar fakat aralarında, tıpkı sokaktaki genç delikanlı gibi uykusu kaçmış, göğsündeki yeni, yabancı ve şirin duyguları anlayamamaktan dolayı şaşkın olan biri vardı. O da gökteki aya bakıp, yerdeki “tay”ı düşünüyor ve yüzü nar gibi kızarıyordu.
O sırada, köyün derbeder itleri coşmuş, her taraftan havlamaya başlamışlardı. Dar sokağın sonundaki dere de herkes uyuyup sessizliğe gömülünce, heybetli sesini alabildiğine yayıp, aç kaplan gibi “guv guv” böğürüyorlardı.
III
Anahan yoksul bir ailenin kızıydı. Babası, bu, henüz pek gençken ölmüş, annesiyle beraber ikisi ağabeyinin himayesine kalmışlardı. Ağabeyi Halmat, aklı erdiğinden beri iş peşinde koşuyordu. Henüz oyun çağında çocuk yaşlarında da bütün köyün sürüsüne bakıp, ailenin ihtiyaçları için bir katkıda bulunmaya çalışıyordu. Onun çobanlık ettiği zamanları köyün insanları hâlâ hevesle hatırlıyorlardı. Sokakta ona rastlayanlar:
– Sürümüzü yetim bıraktın! deyip başlarını esefle sallayıp geçiyorlardı. Sık sık tekrarlanan bu tür sözler onun yüzünü güldürüyor, gönlünü hoş ediyor, durmadan çalışmak için bileğine güç kuvvet veriyordu. Onun kendine ait merhum kaynatasından kalan bir parça çeltik tarlası vardı, bütün gücünü buraya sarf ediyordu. Herkesten önce işe başlayıp, herkesten geç bitiriyor ve herkesten çok çalışıyordu. Sadece bununla altı kişilik büyük bir ailenin nafakasını temin ediyordu. Anası yaşlanıp iki büklüm olmuş, bir kızı ile bir oğlu henüz küçük çocuk, hayatın bütün yükü hanımı ile kızkardeşinin üzerinde. Bu ikisi tarla işlerinde ona yardım etmekten de geri durmuyorlardı. Onların tarlada da faydaları çok oluyordu. Halmat kendisi böyle çalışıp didinip, hayatın ağır yükünü yalnız başına taşıdığı için hanımı da, kızkardeşi de onu başüstünde tutuyorlardı. Her hususta onun taleplerini memnuniyetle yerine getirip, hiçbir işte üzmemeye gayret ediyorlardı. Çalışmaktan başka hiçbir şeyi bilmeyen bu yoksul delikanlının ne gibi ağır talepleri olabilir dersiniz? Bütün hevesler, talepler ve düşünceler, her ne olursa olsun, bu aileyi geçindirmekle ilgiliydi. Elbette gelin de, kız da genç insanlar; gençlerin nazları, hevesleri olmuyor değildi. Onların heveslerine tamamen haksız demek doğru olmasa gerek. Çünkü onlar da gençler, diğer akranları gibi onların da arzu ve hevesleri vardı, gönülleri birçok şey istiyordu. Zindandaki esirin hiçbir hayali olmaz, diye kim söylemiş? Dilenci padişah olmak isterse, fena mı? Bazen bu tür güçlü talepler gelinde veya kızda görülüp biraz ortaya çıkmaya başlayınca, güngörmüş hassas biri olan yaşlı kadın bunu derhâl hissediyor ve ona göre tedbirini alıyordu. Halmat’a biraz ağır gelen bir iş olursa, ona sezdirmeden kendisi yapıp bitiriyordu; yeri geldiğinde mülayim davranıp, yeri geldiğinde sertçe ikaz edip, kızı veya gelininin gönlünde uyanan hevesin alevlerine su serpiyor, o alevleri daha da büyümeden söndürüyordu. Onların talepleri çok makûl olursa, kendisi bir çaresini bulup, hallediyordu. Onların gönlünü alıyor, Halmat’ı fazla sıkıntılardan kurtarıyordu.
Şehirden Saltı’ların bir araba hâlinde gelmeleri de Anahan’ın bu tür heveslerinden biriydi. Saltanatlar ailesi ile Anahanlar ailesi arasında baba-dededen beri devam edip gelen bir dostluk hüküm sürüyordu. Bu iki ailenin insanları yılda bir iki defa birbirleriyle görüşüyorlardı. Geçen güz, harmanlar kaldırıldıktan sonra, Anahan ile gelin, Saltanatların evinde bir hafta kadar kalıp gelmişlerdi. O zaman Anahan kendi arkadaşını bir iki akranı ile beraber baharda köye çağırmış, bahar gelip tabiat canlanınca, şehire giden bir adam vasıtasıyla yine haber gönderip davet etmişti. Yaşlı kadın kızının bu talebini, elbette yerinde buluyordu. Anahan’ın yanında çocuklarıyla beraber birkaç gün gezip gelen gelin de kızın fikrine canıgönülden katılınca, yaşlı kadına hiçbir söz söylemek imkânı kalmamıştı.
– Sözlerin çok makûl! dedi bu konu hakkında düşüncesini açıklarken. Bunun çaresini bizim bulmamız lazım. Biçare Halmat’a bundan dolayı hiçbir yük gelmesin. Çaresi olursa, ona hiç bildirmeyelim. Misafirler gelince öğrenir.
Anahan geline baktı. Gelin Anahan’ın bu bakışından “Haydi, konuşun, ne diyorsunuz?” dediğini anlamış olsa da kaynana yanında ilk defa söz söylemeyi münasip görmediği için sessiz kaldı. Bundan sonra Anahan bir şey söylemeye mecburdu.
– Peki, siz kendiniz bilirsiniz, anne. Davet etmek gerektiğine “hayır” demediniz. Misafiri kuru ekmeğe çağırmak olmaz. Bunu kendiniz de biliyorsunuz.
Söz buraya gelince, gelin de bir çift söz söyleyerek araya girdi:
– Elbette, bilhassa bunca yerden gelecek olan misafiri.
– Pek, iyi biliyorum! dedi yaşlı kadın. O gelininin sözünü keser gibi hemen konuşuyordu. Güzde ikiniz gidip bir hafta kalıp geldiniz. Muhtaç vaziyette olmalarına rağmen sizi çok memnun ederek gönderdiler. İkiniz de uzun süre anlatıp durdunuz.
– Doğru! dedi Anahan.
– Onun babası da, nihayet bir ayrancı, arazisi yok, dükkânı yok. Hayat zor. Öyle olmasına rağmen bizim için neler yapmadılar?
Son soruyu gelin ninesine sormuştu. O da:
– Evet, nesini söyleyeceksiniz, deyip derhâl tasdik etti. Bundan sonra bütün hepsi sustu. Yaşlı kadın bir çare bulmak için düşünceye dalmıştı. Yavaş yavaş ağılın damına yatırılan merdivenin ikinci basamağına oturdu. Kız ile gelin yere çöktüler. Yaşlı kadın eliyle merdivenin yan ağacını silerek oyalanıyor, Anahan ağzından çıkardığı sakızı elinde ezerek küçük bir top yapıyor, gelin ise bir çöple yeri çiziyor, üçü de bu şekilde düşünceye dalmışlardı. Yaşlı kadının bütün aklı az önceki mesele ile meşgul olsa da, iki gözü bunlarda; bunlar ise kâh birbirlerine kâh yaşlı kadına bakıyor kâh gözlerini yere dikiyorlardı. Sessizliği yaşlı kadın bozdu:
– Fakirlik ölsün, fakirlik! dedi ve derin bir “of” çekti. Hiçbir çaresini bulamıyordu.
Biraz sessizlikten sonra birden sesini yükseltip:
– Bunca yerden bizim darı aşımızı içmeye mi geliyorlar? Üç dört gün kalacaklar. İyice bir şey yapıp önlerine koymazsak olmaz! dedi.
Onların ikisi de uyanır gibi oldular, ikisi birden:
– Elbette, elbette! dediler.
Tam da o sırada samanlığın yanında Halmat göründü.
Bunlar ona dönüp bakmaya fırsat bulamadan onun:
– Anne, burada mısınız? şeklindeki sesi duyuldu.
Yaşlı kadın sohbeti bölüp, yerinden kalkarken:
– Telaş etmeyin, biraz düşünelim, yarına kadar bir çaresi bulunur, dedi ve yürüyüp Halmat’ın yanına gitti.
Akşamüzeri yatacakları sırada yaşlı kadın ikisini yanına çağırıp, kendi fikrini söyledi:
– Düşüne düşüne elimden gelen şu oldu: Vefatım için bazı şeylerden biraz ayırmıştım. Şimdi Ana, sen de elinde olanlardan bir iki şey ayır, gelin siz de bir şey katın, yarın bunları pazara götürelim, satıp öteberi alalım.
Yaşlı kadın vefatı için elinde tuttuğu şeylerin bir kısmını ayırdıktan sonra konuşma tamamlandı.
– Oldu, anne! dedi Anahan.
– Benim varım yoğum sizin elinizde, kendiniz ayırıp alırsınız. Peki, kendim de bir düşüneyim.
– Ben sabah size veririm, dedi gelin.
Yaşlı kadın kalkıp, yatağına gitti, iki genç orada oturup, ne ayırmak ve ne vermek gerektiği hakkında konuştular. Eldekiler işe yaramaz şeyler olduğu için bu konuşma epeyce uzadı.
Her neyse sabahleyin yaşlı kadının elinde küçük bir bohça vardı. Bohçayı heybenin bir gözüne koyan çocuk yağır atı hızla şehire doğru sürdü.
O gün Saltanat’lara ikinci davet ulaştırılmıştı.
* * *
Misafirlere elinden geldiğince güzel bir sofra kurup, konu komşu kızları ve gelinleri çağırtıp, bir yerlerden teli kopmuş dutarları16 bulduran ve onları memnun etmek için gayret sarf eden Anahan, kendince yine de mahcup olmaktan kurtulamadı. Kıymetli misafirlerini yine ziyafetlere, her türlü ağırlamalara, izzet ikrama boğmak istiyordu. O kadar şey olmasa da adam gibi doğru dürüst bir ikramda bulunmak, elbette gerekli diye düşünüyordu. Kendi elinde böyle bir kudret olmadığını düşünerek ümitsizliğe kapılıyor, üzüntüsünden âdeta boğuluyordu… İçi fena hâlde huzursuz olduğu için daha fazla tahammül edemeyip yaşlı kadına takıldı:
– Keşke ölseydim, daha iyidi! dedi.
– Gönlümdeki gibi ağırlayamıyorum misafirlerimi!
Her zaman yumuşak sözlü olan yaşlı kadın bu söze öfkelendi.
– Öyleyse kendini pazarda sat! Gönlündeki gibi misafir ağırlarsın, dedi.
– Size insan gönlündeki hasretini de anlatamıyor, dedi Anahan. Gözlerinden yaş süzülerek annesinden uzaklaştı.
Bu hasretini avlunun bitişiğinde küçük bağdaki arık boyunda oturup, yengesine söylediğinde, o da derhâl bunun fikrine katıldı:
– Öyle iyi şeyler ki! Bunlara ne kadar yapsan az! Zebihan’a bakın, Zebihan’a! Biz güzde gittiğimizde görmemiş miydik?
– Babası ölesice, soğuk sofi, cevap vermemişti.
– O kadar da sesi güzelmiş bu kızın!.. Türkü söyleyecek olsa, insanın kulağı mest olur. Nefesi bu kadar sıcak, bu kadar tatlı! Bu kadar tesirli!
– Ben de onu söylüyorum işte. Sulu aş yaptık, kabaklı samsa yaptık, pilav yaptık hepsi bu! Bundan fazlasına işte şu ölesice fakirlik yol vermiyor.
Burada derin bir “of” çekti Anahan. Sonra yine sözüne devam etti:
– Varakı samsa17lar yapsak, ak undan harikulade mantılar, çuçvaralar18 yapsak, zenginlerin evinde olduğu gibi demleme kavurmalar yapsak.
Birden asabileşerek yerinden kalktı:
– “Kabaklı samsa”! “Kabaklı samsa”! Fakirliği kurusun, Tanrı’m! “Fakir, Tanrı’mın sevdiği kulu” diyorlar, bu mu sevdiği kulun hâli?
Bir süreden beri bu konu üzerinde düşünüp, akan suya kurumuş ot parçası atıp oturan gelinin yüzünde bu sırada hoş bir gülümseme peyda olmuştu. Yerinden kalkıp, az önceki tatlı gülümsemesi gittikçe açılıp yayılarak Anahan’a yaklaştı:
– Üzülmeyin, kurban olduğum! dedi.
– Ben çaresini buldum. Zenginlerin evlerindekine benzer şekilde çok güzel bir ziyafet vererek göndeririz misafirlerimizi!
Anahan bu çarenin ne olduğunu anlayamadığı için hayret ederek yengesine bakıyor fakat yüzü henüz gülmüyordu.
– Nasıl? dedi ve yengesinin gözlerine kendi fal taşı gibi açılmış gözlerini dikmiş hâlde onun iki elini elleri arasına aldı.
– Kendi gücümüz yetmezse, dostlarımız, arkadaşlarımız var. Onlara söyleyip davet ettiririz.
Anahan’ın yüzü birdenbire açıldı. Dudaklarına geniş bir tebessüm yayıldı. O yengesinin bulduğu çareyi anlamıştı:
– Binbaşı’nın19 kızına mı söylemek istiyorsunuz? O davet etsin mi diyorsunuz?
– O veya o olmazsa küçük hanımı Sultanhan.
– Olur, mu acaba?
Buraya kadar onlar ikisi bir yerde durup konuşmaktaydılar. Sonra:
– Oldurmayı siz bana bırakın, karışmayın. Bir şekilde misafirleri memnun ederim, oldu mu? dedi.
Bundan sonra ikisi ellerini birbirlerinin beline atarak, eve doğru yürümeye başladılar.
– İyi fikir! Can yenge, bir şey yapın! dedi Anahan yengesini sıkıca kucaklayıp.
Gelin birden durup:
– Onlardan hiç kimseyi davet ettik mi? diye sordu. Anahan da olduğu yerde durup:
– Hayır! diye cevap verdi. “Binbaşı takımının gözü bizi görüyor mu?” deyip haber de vermedik. Şimdi bu iş nasıl olacak?
– Biz bu geceye Binbaşı dayının kızı ile küçük hanımını çağırtalım. Gece davet ettiğimizde gelmezlerse, bugün davet edersek, elbette gelirler. Siz ne dersiniz? Zebihan’ın sesi, türküleri ondan büyükleri bile sürükleyip getirir. Siz rahat olun. Ben kendim hemen çıkıp geliyorum. Bu gece bir türkü dinleyip, sohbeti görürlerse, yarın elbette davet ederler.
İkisi, yüzleri yıldız gibi parlayarak kapıdan içeri girdikleri sırada Zebi’nin “Kara saçım” türküsü kulakları tatlı tatlı okşamaktaydı.
* * *
Bir damla suyun, denize dönüştüğü bir gece oldu. Bu fakir ailenin sıcak ve helal kucağına köyün kızları ve genç kadınlarının hemen hepsi toplandı. Doğrudan komşu olan ailelerin “aşını yiyip, yaşını yaşamış” yaşlı kadınları da toplandılar. Bu gece, hatta şehir kızlarının yanında nezaretçi olarak gelen uykucu yaşlı kadına da can geldi. Onun canlandığını görenler gayriihtiyari yayılarak gülüyor ve samimi olarak seviniyorlardı. Bir değil, iki dutar ve iki iyi dutarcı, birkaç oyuncu, Zebihan’dan başka yine iki sesi güzelce genç kadın geldiler. Sofraya bakan kimse olmadı, hiç kimse bu fakir ve sade ihtişam içinde izzet ikram aramıyor, gönlünü eğlendirmekle meşgul oluyordu. Bunun için olsa gerek, sofra üstünde hızlıca sözleşip, eyvanı sesle doldurup oturan kadınlardan hiçbiri sağ tarafında yanyana oturup, sofraya zoraki el uzatan Binbaşı’nın kadınlarının “bu da misafir ağırlamak mı?” manasında birbirlerine bakıp dudak büktüklerini fark etmedi. Sofra toplandıktan sonra eğlence başladı. Bundan sonra herkes kendini unuttu, herkes küçük birer çocuğa dönüştü.
Üç güzel sesli kıza yine birkaç tanesi katılıp, yalla20 ahengi göklere ulaşınca, köyün alçak ve yıkık duvarlarından kolayca geçen delikanlılar da toplanmaya başladılar. Onlar sönük yanan lamba ışığının zorla ulaştığı yerlerde, eyvanın iki yanında çökerek oturmuşlar, nefeslerini tutmuşlardı. Onlar arasında Halmat ile arabacı çocuk da vardı. Onlar ikisi büyük dut ağacına yaslanmış, ayakta duruyorlardı. Halmat hevesle baksa da, aslında onun gönlü tamamen ilgisizdi. Fakat arabacı delikanlı, bunca gürültü ve türkü arasında Zebi’nin sesinden başka sesleri, nedense fark edemiyordu. Zebi’nin sesini duymasıyla birlikte gönlünün derinliklerinden dışarı atılan tatlı bir sevinç dalgasını gizleyemedi:
– Zebinisa’nın sesini diyorum, Halmat ağabey… dedi, kendisi bu sözü söyledikten sonra, nedense, biraz kızararak yere baktı.
– Boşuna değil! dedi Halmat. Sonra sordu: Adı Zebinisa mı?
– Evet, Zebinisahan!
Delikanlının Zebinisa’nın adına bu “han”ı ilave etmesinde, “Benim Zebinisa’m” manasında bir övünme, bir gurur ahengi vardı. Bu ahenk çok açık hissedilmiş olsa gerek ki, Halmat derhâl anladı ve “e, harami hey!” dercesine ona bakınca:
– Yürekten vuruyor ha! dedi.
Delikanlı bu sözden rahatsız oldu ve hemen inkâr etmeye başladı:
– Hayır, sesi güzel diyorum, sesi! dedi, lakin dilinin söylediğine yüreğinin “yalan, yalan” dediğini kendisi de biliyor, Halmat’ın inanmamasını da haklı görüyordu. Bunun için meseleyi daha fazla karıştırmadan sözü başka tarafa çevirmeyi uygun gördü:
– Sesine ne diyorsunuz, gerçekten güzel değil mi? dedi Halmat’a.
– Evet, sesi yerinde. Saltanathan’ın arkadaşı mı?
– En yakın arkadaşı.
– Kimin kızı kendisi?
– Rezzak Sofi denilen bir adamın.
– Rezzak Sofi mi?
– Evet, Rezzak Sofi. Tanrı vermiş, lakin Sofi’ye!
– Taliplisi de çok mu?
– Görücülerin, gelen gidenin çokluğundan eşiği aşındı, diyorlar. Bilmiyorum, hangi talihi yüksek olana nasip olur.
– Tanrı’dan dileyin, “ümitsiz olan şeytan”, diye bir söz var.
Bu sözleri söylerken Halmat da delikanlıya şeytanca bir bakış ile baktı.
Bu sırada türkücü kızlar yalladan vaz geçtiler, ince kalın kadın seslerinden ibaret güçlü bir koronun:
– Var olsunlar! Şeklinde alkışı yükseldi. Erkekler kendi alkışlarını içlerinde tutmaya mecburlardı. Onların toplandıklarını bir iki yaşlı kadından başka hiç kimse bilmiyordu. Yalla bitince, bazı kızlar yerlerinden kalkıp sağa sola dağıldılar, bazıları ocak başına çay almaya gittiler, bazıları da yerlerini değiştirip, kendilerine yakın gördükleri arkadaşlarının yanına geçip oturdular. Artık erkekler de kendilerini arkaya alıp çekilmeye mecburdular, onlar da dağıldılar. Misafirlerden Kumrıhan birden dut ağacının dibine gidip, orada iki erkeğin kendisine bakarak güldüğünü görünce, “vay, öleyim!” diyerek, utanıp arkaya döndü. Yine Saltı’nın yanına gidip oturunca, fısıldayarak:
– Etrafımızı köyün delikanlıları sarmışlar. Bilmeden dut ağacının dibine gittim; o sırada iki kişi gözlerini fal taşı gibi açmış, bana bakıyorlardı… Birisi bizim arabacı mı…
Bu sırada bu iki kızın neler diyerek fısıldaştıklarından vesveseye düşen Zebi, yavaşça boynunu uzatıp, söze kulak verdi. O sadece Kumrı’nın sözünü, “birisi bizim arabacı…” şeklindeki son sözünü işitti. Kalbi çarpmaya başladı… ve derhâl dönüp dışarıya baktı. Lambanın loş aydınlığında yaşlı kadınların bir şeylerle meşgul olduklarını gördü. Başka hiçbir şey görünmüyordu. Kalbinin çarpıntısı dinmedi.
Dudakları titremeye başlamıştı… Birden yerinden kalktı; kızlar yol açtılar, onları aralayarak geçti. Eyvandan çıkıncaya kadar herkesin gözü onda idi, eyvandan aşağıya inince, kızlar yine kendi sohbetlerine döndüler. Aşağıda onu nezaretçi yaşlı kadın karşılayıp, alnından öptü:
– Tanrı’m, kem gözlerden saklasın, balam! – dedi. İki gözünden yine bir defa daha öptükten sonra iç odaya doğru yöneldi.