Kitabı oku: «Gece ve Gündüz», sayfa 4
– Evet, teyze, odada ne yapıyorsunuz? – diye sordu Zebi.
– Uyuyun, balam, ben yaşlı bir şeyim, gece yarısına kadar oturabilir miyim? Sizler gençsiniz, gülüp eğlenin. Ben dinleneyim…
Nezaretçinin bu özelliği herkese için makûldü. Bilhassa bu sırada gönlü bir yerlere akan Zebi için geveze yaşlı kadınlara nazaran bu suskun ve uykucu yaşlı kadın daha iyi idi.
Kalbi çarparak yavaş yavaş yürüyerek karanlığa girdi. O da dut ağacının dibine, büyük çardağın yanına gidiyordu. Karanlıkta duran arabacı delikanlı ışık tarafından gelmekte olan kızı tanıdı, birden:
– İşte, kendisi geliyor! – diye seslendi.
Onun bu seslenişi gayriihtiyari olmuştu. Ne zamandır meselenin farkına varan Halmat o sırada delikanlıdan uzaklaşmayı uygun gördü. Ona mânalı bir bakış ile gülümseyerek bakıp, omuzuna bir-iki dürterek:
– “Ümitsiz olan şeytan”, demiştim kardeşim… İşte, biz gittik… – dedi ve koyu karanlığa girip, kayboldu.
Delikanlı ise Halmat’ın varlığını da, yokluğunu da fark edemeyecek hâldeydi. Böyle zamanlarda ağızdan gayriihtiyari çıkması gereken “var olun”, “sağ olun” gibi minnettarlık sözleri de akla gelmiyordu. Birden telâşa kapılarak farkında olmadan yaşlı dut ağacının kalın gövdesine yapıştı…
Zebi delikanlının “İşte, kendisi geliyor!” dediğini duymuştu. Eğer aklı başında olsaydı, onun da Kumrı gibi “Vay, öleyim!” deyip dönüp gitmesi gerekiyordu. Hâlbuki o farkında olmadan ve hiçbir şey düşünmeden, aklını yitirmiş gibi yavaş yavaş ileri doğru yürüyordu… Onun ayakları yaman bir gücün büyüsüne kapılmış ve o gücün sürüklediği tarafa gidiyordu. Genç kız, gönlünün ilk defa kendisine yabancılaştığını ve kendisinden başka bir gücün gönlüne sahip olduğunu hissediyordu…
Zebi etrafına bir göz atınca, adımlarını daha da yavaşlatıp, büyük dutun sağ tarafında durdu. Delikanlı sol tarafta idi.
İkisi de bir süre sessiz kaldılar. Hangisi söze önce başlayacağını ve ne diyeceğini bilmiyordu. Nihayet, delikanlı söyleyecek bir söz buldu.
– Bugün seher… arabayı koşayım mı?
– Niçin?
– Gitmiyor muyuz?
Zebi cevap veremedi… Bu soruya cevap olabilecek bir söz bu sırada aklına gelmiyordu. Soruya cevap vermiş olmak için:
– Niye telâşlandırıyorsunuz? – dedi ve bu sözlerin kendi ağzından döküldüğünü hissetti. O sırada kendi sesi de kendisine yabancı idi. Bu sözleri söyleyen ses, onun kulağına derenin karşı tarafından geliyormuş gibiydi.
Delikanlı kendini toplamış, aklı başına gelmişti. Şimdi cesaretlenip gülerek elini dut ağacının sağ tarafına uzattı. Fakat ikisinin arası biraz uzak olduğu için kızın eli onun eline ulaşamadı. Hâlbuki Zebi de delikanlının elini uzattığını hissedecek hâlde değildi. Delikanlı Zebi’den karşılık görmeyince, elini geri çekti ve şimdi bu sefer boynunu eğip, iki gözü ile kızı ararken, memnun bir sesle.
– Hâlâ bir-iki gün daha oynayacak mıyız? Atı dinlendirelim mi? – dedi.
Zebi’den cevap gelmeyince, ilâve etti:
– Peki, sizler ne zaman “koş”, derseniz o zaman koşarım.
Zebi duta yaslanmş, kendisinin nerede durduğunu unutmuş, bunca söze bir çift cevap veremeden, ağır düşüncelere dalmıştı. O bu sırada kendisinin yakın gelecekteki kara günlerini, nasıl görüneceği bilinmeyen bahtını, talihini düşünüyordu. Onun bütün bahtı, Rezzak sofinin cahil varlığına bağlı değil miydi? O soğuk sofi şu neşeli canı ve güzel sesli küçük kuşu istediği zaman bahtlı veya bahtsız edemiyor mu? Onun sadece “evet” veya “hayır” demesi, biçare kızın son derecede mutlu olmasına yahut tıpkı bir hazan yaprağı gibi bir nefeste solup helâk olmasına yol açmıyor mu? Zavallı kız, o bir ömür asık suratlı, kaşları daima çatık ve yüzü gülmez babadan hiçbir hayır beklemiyordu. Babasını düşündüğü sırada kendisini ölüme mahkûm bir insan ve mahkûmenin cellâdı gibi görüyordu… ve titriyordu! Bu köy seyahati, arabacı delikanlı ile tesadüfen tanışması, bu tanışma sebebiyle gönlünde hissettiği heyecanlar biçare kızı böyle kara kara düşünmeye mecbur etmişti. O tür kara düşünceler onun için yeni değildi elbette. Genç kız olup evleri görücülerin aşındırdığı yola dönüştüğünden beri o zavallının kara düşüncelere batmadığı günü yoktu! Fakat tatlı bir ümitle, gözle görülüp, elle tutulan somut bir ümitle beraber gelen kara düşünceler, biçare kızı fena hâlde eziyordu! Bir-iki günden beri türkü, oyun derken kendinden geçercesine kapılıp gitmesi, bu ıztırapların yorgunluğunu atmak için değil miydi?
Gönlünü ağır endişelere salan delikanlının böyle yakınında çok şirin hayallerle beraber kapkara düşüncelere battığı sırada birden eyvan tarafından bir ses işitildi:
– Hey, niye her taraf sessizliğe gömüldü? Zebinisahan neredeler? Saltanathan, kurban olayım, arkadaşınızı bulamıyor musunuz?
Yine bir ses işitildi:
– Doğru ya, her taraf buz gibi oldu! Hey kızlar, size ne oldu?
Birden birkaç ses yükseldi:
– Zebinisahan, Zebinisahan!
Kızlar yerlerinden kalkıp, etrafa dağıldılar.
Bu haykırışlar her türlü ağır uykudan uyandırmaya yeterdi, Zebi de yarı sarhoşluk hâlinden sıçrayarak uyandı ve telâşla cevap verdi:
– İşte ben… Şimdi geliyorum… şimdi…
Fakat bu sefer onun sesi hasta bir insanın sesi gibi dermansız ve cansız çıkıyordu. Delikanlı bunu anladı ve hızlı hızlı:
– Gidin, rahat rahat oynayıp eğlenin! Hiçbir şeyden korkmayın, hiçbir şeyden endişelenmeyin! – dedi. Sonra derhâl kendini dut ağacının arkasına aldı.
O taraftan bir-iki kız yürüyerek gelip, Zebi’yi elinden tutarak gittiler. Bunların biri Binbaşı’nın küçük hanımı Sultanhan idi.
Bu sefer sadece oyun oldu. Genç kadın ve kızların hemen hepsini oyuna çektiler. Şehirlilerden iyi oynayan Kumrı oldu. Köy kızlarından iki-üç tanesi iyi oynadılar. Hattâ yaşlı kadınları da çektiler. Anahan’ın anası, kendisi kısa boylu ve ayrıca beli bükülmüş yaşlı kadın, oyun oynarken herkesi güldürdü. Anahan’ı oyuna razı edemediler. O “ben hizmetinizdeyim”, bahanesini ileri sürdü. Binbaşının kızı bir-iki dönüp durdu, küçük hanımı ise razı olmadı, onu çok da zorlayamadılar. Zebi ise dutarcılar ve türkü söyleyenlerle beraber hafif yallalar söyledi.
Oyun tamam olup, pilav sofrası kurulduğunda, ay epeyce yükseğe çıkmıştı. Yemekten sonra köy kızlarından biri yerinden kalkıp:
– Yarın misafirleri biz bekliyoruz, – dedi.
Bundan sonra Binbaşı’nın küçük hanımı Sultanhan büyük kumasının kızı ile sözü bir tarafa bırakarak yerinden kalktı ve Anahan’a doğru dönüp:
– Öyleyse misafirleriniz yarından sonra da bizim evde olacaklar, – dedi, – tamam mı? Şimdi bize müsaade!
O kumasının kızı ile beraber eyvandan aşağı inip, ayakkabısını giymeye başlayınca, diğer kızlar da birer birer yerlerinden kalktılar. Böylece bu tantanalı toplantı gece yarısı olunca, gürültülü bir şekilde dağıldı.
IV
Kumasının kızı ile anlaşarak evine dönen Sultanhan, Binbaşı’nın şehire gidip dönmediğini öğrendikten sonra, kendi odasına girdi ve yatak serip, üzerini değiştirmeden, öylece yatağın üstünde bir yastığa başını koyup uyudu.
Ertesi sabah uykudan gözünü açtığında, baş tarafında yan komşu hanımlarından Ömrinisabibi oturuyordu. Sık sık çıkıp, Binbaşı ailesinin ev işlerine bakıp, yorgan ve tonları kaplayıp, pamuklarını çubukla kabartıp yumuşatan orta yaşlarındaki bu hanım, böyle yapmak suretiyle küçük kızına çeyiz hazırlıyordu. Büyük kızını bundan iki yıl önce evlendirmiş, şimdi bu kızı da artık göze görünür hâle gelmişti.
Sultan gözünü açar açmaz:
– İyi ki çıkıp gelmişsiniz, Ömrinisa teyze, – dedi, – ben de sizi çağırtmak istiyordum. Yarın Anahan’ların evindeki şehirli misafirler gelecekler. Yemek işine bakmazsanız olmaz. Bugün bir-iki tandır patır yapsak, diyordum.
– Ben de bu konuda sizinle konuşmak için gelmiştim, – dedi Ömrinisabibi.
– Çok iyi olur. Kahvaltı edip hamura girişelim öyleyse. Bir-iki yere gidip, dutar-mutar sormak gibi işleriniz de var daha.
Ömrinisabibi oturduğu yerden sürünerek Sultanhan’a yaklaştı:
– Ben sizinle daha başka bir konuyu konuşmak için çıkmıştım… – dedi.
Bu sözler yarı fısıltı hâlinde ve gözleri de iki tarafı kontrol ederek söylendiği için gelinin kalbi yerinden oynadı. O da Ömrinisabibi’ye doğru döndü:
– Niye fısıldayarak konuşuyorsunuz? Ne demek istiyorsunuz? Yakına gelsenize! Sakin olun! – dedi.
Ömrinisabibi şimdi gelinin tam kulağına eğildi:
– Şehirli misafirleri yarına davet ediyorsunuz, duydum.
Dün gece benim Bahri’m oradaydı…
Bu sözü söyledikten sonra, bir ara sessiz kaldı. Gelinin küçük, kapkara ve hareketli gözleri kocaman açılıp, komşu hanımın ağzına dikilmişti. Ömrinisabibi yine hayretle bakarak:
– İnsan kendi damarına balta vurur mu? – dedi. – Bütün gece uyuyamayıp bunu düşündüm…
Sultanhan’ın rengi atmaya başlamıştı, iki yanağındaki kızıllık soldu. Ağzı yarı açıldı, göğsü hızlı hızlı çarpıyor, dermanı gittikçe vücudundan uzaklaşıyordu.
– Konuşun hemen… Ne demek istiyorsunuz? – dedi nefesi sıkışarak.
Ömrinisabibi boynunu mümkün olduğunca uzatıp, açık kapıdan dışarıya baktı. Sonra, yine gelinin kulağına eğilip, devam etti:
– Siz gelin olup geleli artık beş ay oldu. Başınıza yeni bir kuma mı getirmek istiyorsunuz? Kocanızın kadın düşkünü olduğunu biliyorsunuz!
Sultanhan:
– Vay, öleyim ben!.. Çıldıracağım! – diye haykırdı ve yüzünü yastığa koyup, sol eli ile başını yumrukladı…
– Tecrübesizlik ediyorsunuz, kurban olayım. Bilmiyorsunuz. O türkücü kızın şöhreti dünyayı sardı… Herkesin dilinde o var. Kocanız gibi son derecede kadın düşkünü birisi o bülbül gibi sesi kendi kulağı ile duyacak da derhâl dünür göndermeyecek, olacak şey mi bu?
Gelin birden yattığı yerden kalkıp, Ömrinisabibi’nin omuzuna asıldı:
– Ne diyorsunuz, teyzeciğim? Ben aklımı kaçırıyorum, aklımı!.. Şimdi ne yaptık, şimdi? Söyleyin, ne yaptım şimdi ben?
Ömrinisabibi onun başını yavaşça okşadı:
– Artık telâş etmeyin, – dedi, – olan oldu. Bir şey yapıp zararın önünü keselim!
– Artık çaresi var mı, nasıl?
– Telâşlanmayın, düşünelim. Elbet bir çaresi bulunur.
İkisi de sessiz kalıp, düşünmeye başladılar. Ömrinisabibi beyaz ipek başörtüsünün ucunu düğümleyip düşünürken, gelin de altın yüzüğünü parmağından çıkarıp, onunla oynarken, bir taraftan da düşünüyordu. Birden altın yüzüğü kendisi gözünün önüne koydu, sağa sola döndürüp baktıktan sonra yavaşça elini uzatıp onu Ömrinisabibi’nin serçe parmağına taktı. Bu sırada ciddi şekilde düşünmekte ve çare aramakta olan Ömrinisabibi, altın yüzüğün başkasının elinden kendi eline geçtiğini iki gözü ile görse de, bu büyük ganimetin değerini bilmiyordu. Sonra yüzüğe bakıp, onun ne kadar kıymetli bir şey olduğunu ve kızı Bahri için büyük bir zenginlik kazanıldığını hatırlayınca, sevinçten yüzü kızardı ve hemen yüzüğü parmağından çıkarıp, başörtüsünün ucuna sıkıca düğümledi.
– Haydi konuşun, teyze!
– Ne diyeceğimi bilmiyorum… Misafirleri davet ediyorsunuz. Şimdi, bir çare bulmak gerek. Kumalarınıza bildirmeden iş yapmak gerek. İyi ki, kumanızın kızı davet etmedi. O davet etseydi, yaman olurdu.
– Ben ölesice, o gün Zebihan’ın sesiyle mest olup, hiçbir şeyi düşünemedim! Kumamın kızına: “Siz mi davet edersiniz, yoksa ben mi davet edeyim?” deyip sormuştum. Bana bakın! İyi ki, o kız akıllılık edip, “Ben annemden izinsiz misafir çağırmam. Siz büyüksünüz, kendiniz çağırın”, dedi…
– Aslında o da akılsızlık etti. Fakat onun bu akılsızlığı sizin faydanıza.
Ömrinisabibi kısa biraz sessizlikten sonra, yine gelinin kulağına eğildi:
– Şimdi siz, bir şey yapıp rahatsızlanmış oluyorsunuz ve ben de gidip, Anahan’a haber veriyorum. “Başını kaldıracak olursa, ben kendim haber veririm”, diyorum. Böylece unutulur gider… Misafirler bugün-yarın dönüp gideceklermiş. Zebihan çok sofi bir adamın kızı imiş. Babası bir-iki gün için zorla izin vermiş…
Gelin henüz kendine gelememişti, yine Ömürinisabibi’nin boynuna sarıldı:
– Nasıl olacak bu iş? Çok çirkin olacak. Bütün köye söz yayıldı… Bu kumalarım, yaymadan bırakırlar mı? Başka bir çaresini bulsaydık iyi olurdu.
Gelin Ömrinisabibi’nin gözlerine biraz dikilerek baktıktan sonra:
– Bu sırada annem rahatsızlanıp çağırtırsa, üzülmezdim! – dedi.
– Öyleyse, annenizi hasta edelim. O sizi acele çağırtmış olsun. Siz özür dileyip, gidersiniz… Şu şehirli kızlar gidinceye kadar annenizin yanında durmanız daha iyi.
– Bunu nasıl yapacağız?
– Bu kolay. Ben şimdi örtümü örtünüp, sizin eve gidiyorum. Bütün her şeyi annenize anlatıp, çabucak dönerim. Akşam üzeri de ben kendim gidip, Anahan’a anlatırım.
Bu fikir gelinin çok hoşuna gitmişti. Ömrinisabibi’nin gözlerinden öptü:
– Bu iyiliğinizi bir ömür unutmayacağım, teyze, – dedi.
– Kızınızı, Tanrı nasip ederse, düğününü yapıp ben kendim evlendireceğim! Siz hemen gidin! İşte, bakır tabakta ekmek, çini tabakta kuru üzüm var, ekmekten, üzümden alıp, hemen yola düşün! Tez olun, can teyze!
Ömrinisabibi sıçrayarak yerinden kalktı, ekmekle kuru üzümün hepsini başörtüsüne sarıp, evden çıktı. Onun evden çıkıp, kendi avlusuna doğru gitmekte olduğunu gelin kapının önünden gözleriyle takip etti.
Dışarıdaki kumalardan biri Ömrinisabibi’den ne yaptığını sormak isteyerek, küçük kapıyı açıp, bir ayağını avluya atarken, yüksek sesle:
– Sultanhan yarın misafir davet ediyormuş, ona bakmak için çıkmıştım! – dedi.
Bu yüksek ve keskin ses Sultanhan’ın çok hoşuna gidiyordu…
* * *
Türkü söyleyen kızın kendi evlerine misafir olarak geleceğini duyduğundan beri Binbaşı’nın ortanca hanımı Paşşahan çok memnundu. Fakat kocasının şehre gidip, hiç habersiz kaybolmasına da üzülüyordu. Şehirde olmak yerine keşke burada olsaydı… Bir bahaneyle şehirli kızın sesini ona dinletmek istiyor ve bu suretle kuma üstüne bir kuma daha getirmenin zor olmayacağını iyi biliyordu. Kocasının kadınlara olan düşkünlüğü ise sadece ona değil, bütün dünyaya malûmdu. Zebi’yi bir şekilde Binbaşı’ya almak konusunda kendisinin önceki düşmanı, yani büyük kuması Hadiçehan ile ittifak etmekten de geri durmazdı. Bunun için olsa gerek, bugünkü kahvaltıyı onun odasında yaptı, en mahrem sırlarını anlatarak, onu kendine meylettirmeye çalıştı.
– Kocanızdan bu zamana kadar bir haber yok mu? – dedi gülerek.
– Evet, kocanız şehirde kaldı. Bilmiyorum, yine birisine nazarı mı düştü acaba?
– Nazarı kurusun onun? Ha deyinceye kadar çıkıp geliverir…
– Sizin-bizim gelmesin dememizle gelmez olur mu?
Tanrı, onu gelsin diye yaratmış olmalı.
– Yüce Tanrı bu erkekleri bu kadar kayırıp kolluyormuş…
– Kendimizden örnek verelim… Aramızda erkeği iyi görmeyen kim var?.. Ekmekten alın! Reçele doğru oturursanız…
– Ekmek ile reçel her gün var. Başka dertlerden bahsedelim.
– Ekmek ile reçel herkeste yok. Bu da olanda var. Şükretmemiz gerek…
– Bin defa şükür… Kendi başınızdan geçti, biliyorsunuz, gönlümü tırmalayan bir şey var…
– Benim gönlüm parça parça oldu, bitti kurban olduğum… Gönlümdeki alevin kupkuru külü kaldı sadece. Şimdi Tanrı’nın takdiri ile benim günlerim sizin başınıza geliyor. İnsaflı olmak gerekirse, kurban olduğum, bu günü Tanrı hiçbir kulunun başına getirmesin. Ekmekten alınız…
Paşşahan kendi kumasının bu sözlerindeki acı kinayeleri, doğrudan kendi bağrına gelip saplanan bir mızrak gibi hissediyordu. Hakikaten bir zaman kendisi bu biçare hanımın üstüne kuma olarak gelerek onun yüreğini yaralamış, onu kıskançlık ve haset alevlerinde yakıp kavurmuştu. O zaman kendisi bir güldü, açıldı, mutlu oldu, gururlanıp, herkese tepeden baktı… Hadiçehan ise ezildi, yandı kavruldu, horlanıp hakir görülüp acı acı ağladı. Fakat kendi alnına da kuma yazısı yazıldı. Bütün gururu kırıldı, gururu ayaklar altına alındı, sevinci söndü, yüzü soldu, dudakları hazan rengine boyandı, ümitleri kesildi, ayakları zorlanarak sürüklenip ağlanacak hâle geldi. Sultanhan geldiğinden beri onun dudakları iki dişi arasından çıkmıyor, gözleri en küçük bir şeyde hemen yaşarıyor, göğsünde sanki devlerin taşıdığı ağır taşlardan biri yatıyordu… Doğrusu karnı tok, üstü başı yerinde, kat kat elbise, ağır iş yok… Lakin yanında başka bir yıldız parlayıp, gözlerini kamaştırdıktan sonra bu devletlerden ne fayda?
Hadiçehan’ın bu haklı kinayelerinden sonra çöken ağır sessizlik içinde ağızlar kuru ekmeği şapırtıyla çiğnerken, Paşşahan bunları düşünüyordu. Bugün kendisinin eski düşmanı karşısında onun haklı olduğunu itiraf etmek, elbette kolay değildi. Fakat öbürü, yani küçük kuma, binbaşının gümüş kemerindeki en güzel nakış hâlinde yanıp parlarken, bu zararsız kumanın haklılığını itiraf ederek onun kırık gönlünü hoş etmek ve böylece onu kendi tarafına çekmek suretiyle şimdi kendilerine ani şekilde kuma olan küçük hanıma karşı savaş açmak lazımdı. Boşalan piyaleyi uzatırken:
– Söylediğiniz doğru, – dedi Paşşahan, – söylediğiniz sözler acı da olsa, doğru. Bu konu hakkında ben size hiçbir şey diyemiyorum, bilhassa ben geldiğim sırada siz çocukluydunuz… Biliyorum.
Kumasının elinden soğumuş bir piyale çayı aldı ve birbiri peşi sıra iki-üç yudumda boşalan piyaleyi yine geri verdi. Sonra devam etti:
– O tarafını düşününce, ne sizde bir kusur var, ne de bende. Hangi birimiz bu adamla kendimiz isteyerek evlendik? Hepimizi ana-babalarımız bize sormadan evlendirdi. Bizim göz yaşlarımıza kim aldırdı, dersiniz?
Burada Hadiçehan itiraz etti:
– Hayır, öyle demeyin. Ben kendim isteyerek evlendim. O sırada damadınız gençti, bu kadar büyük bir makam sahibi de değildi, nihayet bir muhtardı. Birinci hanımından bala olmamış, iki-üç yıl beraber ömür sürdükten sonra hanımı ölmüş. Beni aldığı sırada, “Sen göz açıp gördüğümsün”, derdi… Benim şikâyet edecek hiçbir şeyim yoktu. Talihimden de şikâyetçi değildim. Bu arada işte bu Fazilet doğdu. Bala dediğin ana-babayı birbirine bağlıyor… Fazilet doğduktan sonra ben hayatımdan çok memnundum. İşte o sıralarda annem öldü. Babam da hacca gidip, orada kaldı. Bunca musibeti hiç sıkıntı çekmeden geçirdim. Çünkü evimden memnundum…
Söz buraya gelince, Hadiçehan’ın gözleri yaşardı, çiçek desenli elbisesinin uzun yeni ile gözlerini sildi. Sonra yaşlı gözleriyle dışarıdaki çardakta açık yatan ve başına güneş gelen Fazilet’e baktı. Çaydanlıktaki son iki yudum çayı doldurup bir hamlede içip bitirdi. Arkasından çaydanlığı ve piyaleyi öbür tarafına alıp koydu ve konuşmasına devam etti:
– Bu adam makam sahibi olduktan sonra değişti. Binbaşılık bunu fena şaşırttı. Kendi köyünü terk edip, buraya göç etti. Bu büyük avluyu satın aldı. İşte bu büyük binaları yaptırdı. Bağ yetiştirdi, arazisini artırdı. Gönlü başka işlere, başka yollara düştü… Bala da gözüne görünmez oldu, hanım da. Etrafına “dalkavuklar” toplandı. Kendisine kadın bulanlar, akıl verenler çoğaldı. Bir hafta içinde düğün yapıp, benim üstüme sizi getirdi…
Buraya gelince, Paşşahan dayanamadı:
– Ben isteyerek gelmiş olsam da… ayağımdan bağlayıp, bir esir gibi alıp getirdiler. Doğduğumda, gençliğimde hasta olup, ölüp gitmediğime pişman olarak geldim.
– Biliyorum, kurban olduğum, biliyorum… O tarafını sorarsanız, bu kadın taifesinin çoğu ana-babasının zoru ile kocaya gidiyor. Öyle olsa bile siz benim üstüme bir kuma olarak geldiniz…
– Gelmeseydim de ölseydim ben! Size kuma olarak kaç yıl, kaç ayım rahat ve huzurlu geçti? Siz ise beş-altı yıl rahat yüzü görmüşsünüz, içinizde ukdeniz yok… Ben zavallı, bir yıl bile gün görmedim… Bir gecenin içinde düğün sesi çıktı ve ertesi gün akşam namazı vakti Sultanhan çıkıp geldi… Benim ölmem daha iyi değil mi bu günümden? Babam ölesice, bunun malına mülküne, zenginliğine heves etti, “buz” gibi donup kaldı. Bu zenginliklerden ona ne fayda?..
– Devleti kurusun, devleti!.. Anahan’ın yengesini kıskanıyorum… Devlet eseri yok. Hayatları maddî olarak zorluklar içinde geçiyor. Kuzu gibi iki balası var. Kocası daima yanında… Kuma derdi yok…
– Nesini anlatıyorsunuz…
İkisi de sessiz kaldılar. Biraz sonra söze yine Paşşahan başladı:
– Ben tahammül edemiyorum asla, ben dayanamıyorum! Ben asla dayanamıyorum bu derde!
Sonra şaşkın vaziyette etrafına bakındı ve sofra üstünden kumasına doğru eğilerek konuşmasını sürdürdü:
– Yine birisini alıp, işte şu ölesiceyi kapkara kan ağlatsam… Kibir ve havasını kırsam… Elden ayaktan düşürsem… Telâşını bastırsam… Ondan sonra sizin sofranızı serip, elinize su verip, kızınızın çeyizini beraber dikip, her hizmetinizi görürdüm! İster inanın, ister inanmayın!..
– Şimdi siz dertlisiniz, yalan söylemiyorsunuz…
Kumalık alevleri zaten sönmüş bulunan bu çocuklu kadına dünkü düşmanın bugünkü güzel konuşmaları tatlı geldi. Sultanhan’ın üstüne yine birisi daha gelecek olursa, yani dördüncüsü olacak ve kumalık derdi biraz daha uzaklaşacaktı. Bunu düşünüp, Hadiçehan dünkü kumasının bugün yardım isteyerek uzattığı elini kabul etmeye hayır demiyordu. Fakat Paşşahan’ın yine de açıkça ve daha anlaşılır şekilde konuşmasını, doğrudan doğruya birlik olma teklifinde bulunmasını bekliyordu. Kuması bekletmedi:
– Ses iki elden çıkarmş! İkimiz bir olursak, Sultan’ı aldatırız. Ondan sonra kumalık derdi, sizden iki basamak, benden bir basamak uzaklaşır. İkimiz de rahata kavuşup, birbirimizi kardeş gibi görürüz. Bu devleti, ne kadar gerekirse, kendi elimize alıp, ortada eşit olarak görüşürüz. Gençliğimiz rüzgâra savrulup gitti. Artık devletten bir şey alalım. Yaşlılığımızda lazım olur.
Hadiçehan’ın beklediği sözler bunlardı. Zaten o sözler onun kendi gönlünde yatan sözlerin aynısı değil miydi?. Kendisi yalnız kaldığı zamanlarda daima bu konu üzerinde düşünüp, bu tür dileklerde bulunmuyor muydu? Yani bugün iki kumanın yüreği aynı şekilde çarpıyordu! İki kuma bugün birbirlerini anlayıp, birbirlerine el uzattılar! Bundan güzel ne olabilirdi? Bir kişinin yapamadığı işi, iki kişi yapabilir. İki kişinin yapamadığını üç kişi yapar. Mesele, o üç kişinin birbirine el uzatıp, fikir birliği etmelerinde!
– Eğer doğru yaparsanız, o ahlâksız da yok demez!
Düşünelim, öyleyse… – dedi Hadiçehan.
Kuması birden yerinden kalkıp, onun yanına geçti ve tıpkı candan yakın arkadaşlar gibi, elini omuzuna atıp, yanaklarından öptü. Bu öpüş, riyakâr ve aldatıcı öpüşlerden değildi. Bilâkis gerçek ve samimi idi. Bu sırada Paşşahan’ın bütün vücudunu kumalık ateşi sarmış, gözleri bu ateşin alevleri ile parlayarak yanmakta, yüzü onun harareti ile kıpkızıl bir kor hâlini almıştı…
Bu sarılış ve öpüşlerle kendisinin samimiyetini bildirdikten sonra Paşşahan sıçrayarak yerinden kalktı, gidip kapı ve pencerelere bakıp geldi ve devam etti:
– Düşünmeye ne gerek var? Dünyanın en güzel kızı kendi ayağıyla köyümüze geldi… O kızı misafir olarak çağırırsak… tamam!
– Siz kimi kastediyorsunuz?
– Anahan’ın şehirli misafirlerinden Zebihan denilen türkücüyü…
Hadiçehan kabul eder gibi yapıp kumasına baktı ve sözüne devam etti:
– Bulmuşsunuz ha!.. Aklınıza hayranım! O kızın tarifini ben de duydum. Tam bir belâ imiş…
– Böyle olduktan sonra bizim işimiz daha da kolaylaşır. O kızı kocanıza methederek anlatacaklar olanlar herhâlde bizden çok olur. Benimle Sultan’ı methedip anlatanlar, böyle bir kızı anlatmaz mı sanıyorsunuz?
Dışarıdan homurtulu bir ses işitildi. Çardakta yatan Fazilet yerinden kalkmış geliyordu. İkisi de bu sohbeti burada kesip, ufak tefek ev işleriyle ilgili konuşmaya başladılar.
Biraz sonra elini yüzünü yıkamış olarak Fazilet içeri girdi. O eşiğe adım atar atmaz, annesi:
– Elini yüzünü yıkadın mı? – diye sordu.
– Evet! – dedi kız.
– Öyleyse, ocakta küçük çaydanlıkda çay var, alıp gel.
Kahvaltını et!
Kız çayı getirip, sofraya oturur oturmaz, söze başladı:
– Gece yorulduğum için gelince uyuyup kalmışım.
Yoksa sizleri uyandırıp, gördüklerimi anlatırdım.
– Neler gördün? – diye sordu annesi.
– Haydi, anlat bakalım, – dedi Paşşahan.
– Nesini anlatacaksınız! Zebihan adlı bir türkücü gelmiş, sesini duysanız, mest olursunuz!
Bunların ikisi birbirlerine bakıp, bıyık altından güldüler.
– Başka kimleri gördün?
– Zebihan ile gelen diğer kızlar da biribirinden güzel, biribirinden iyi, biribirinden serbest, biribirinden neşeli… Annesi hafiften güldü ve duyulur duyulmaz bir sesle:
– Merdiveni daha da ileriye uzatsak olurmuş! – dedi.
– Ne diyorsun, anne? – diye sordu kız.
– Hiç, – dedi annesi. – Kendimce bir şey mırıldandım.
Sen duyma…
Bu sözü ortanca hanım anlamış ve memnun bir tebessüm ile karşılık vermişti.
– Ziyafet nasıl oldu? – diye sordu annesi.
– Evet, sofradan bahsedin, – dedi Paşşahan.
– Fakirin sofrası ne olacak? Ekmek, yufka, kuru üzüm, kuru kayısı… şerbet… Sonunda keten yağlı pilâv… bir parça et rastlarsa var, yoksa o da yok…
– Vay, ölesice! – dedi Paşşahan.
– He ya! – dedi kızın annesi.
– Sofraya kim bakar, dersiniz? – dedi Fazilet. – Herkesin aklı fikri oyunda, türküde, kızlarda, daha çok Zebihan’da oldu. Tâ toplantı sona erinceye kadar hiç kimse yerinden kalkmadı. Hiç kimsenin canı gitmek istemedi. Gece yarısından sonra dönüp geldik. Biz geldiğimizde, hepiniz ağır bir uykuya dalmıştınız…
– Sofrası bunca berbatmış, sen çağırmıyorsun, misafirleri. Biz burada kıyameti koparırdık…
– Şunu anlatın! – dedi Paşşahan.
– Ben size sormadan çağırmaya cesaret edemedim. İkimiz anlaşıp kararlaştırdık, ertesi güne Sultanhan anam davet etti.
İki kumanın gözleri birdenbire oğlu olduğunu haber alan bir babanın gözleri gibi ateş saçan bir alevle parladı. Göz iması ile birbirlerine sevinçli haberi verdiler. İkisi birbirini göz ucuyla kutladı.
– Sultanhan anan mı? – diye sordu annesi.
– Evet, Sultanhan anam.
– Demek bunca akıllıymış Sultanhan anan!
– Bunun için de akıl gerekir mi? – dedi kız.
Hadiçehan gözlerini hilekârca oynatıp, kumasına baktı:
– Söyleneni duyuyor musunuz? – dedi. – Yarın bizim evimize şehirli misafirler gelecekmiş! Sultanhan anam davet etmişler. Sultanhan anam…
Paşşahan ezelden beri hilekâr olan gözlerine daha bir parlaklık vererek karşılıkta bulundu:
– Binbaşı dâdhahın21 sevgili hanımları olduktan sonra ne yapsa yakışır! – dedi. – Kim ne diyebilir? Haddi var mı, nasıl?..
– Bu kadar akıllıymış bu Sultanhan anan! – deyip tekrar etti Hadiçehan. – Bu kadar akıllıymış!..
İki kuma o hilekâr gözlerle birbirlerine bakışıp, mânalı mânalı gülüştüler.
Kız biçare, bu gülüşmelerin mânasını anlayamadığı için hayran hayran kâh anasına, kâh küçük anasına bakıyordu…
* * *
Malûm eğlence gecesinin ertesi günü Anahan ile misafirleri hava kararınca, ziyafetten dönüp geldiler. Misafir davet eden aile, köyün öbür tarafında yaşadığı için bunlar biraz yorulmuşlardı. Herkesten arkada kalan Zebi, elindekini arabacıya verip içeri girince, Anahan’ın annesi yalnız yakaladığı kendi kızına onun hakkındaki düşüncesini açıkladı:
– Bu Zebinisa adlı arkadaşın bulunmaz bir kızmış, balam. Bir merhametli, bir temiz kalpli, bir eli açık ki, bu zamanın gençleri arasında az bulunur. Bu kadar yerden gelip, bunca günden beri bekleyen biçare arabacı balayı diğer kızların hiçbiri hatırlayıp yoklamadı. Daima yoklayıp, haber alıp duran sadece Zebihan oldu. Arabacının kendi komşusu olan Saltanathan da asla yoklamadı…
Bu son cümleyi yaşlı kadın alçak bir sesle ve yarı fısıltı hâlinde söylemişti. Anahan:
– Doğru, ana! – dedi. – Zebihan arkadaşım bu hususta bulunmaz birisi, lakin…
Bu sözleri söyledikten sonra Anahan kendini tutamadı ve güldü. Yaşlı kadın hayret ederek:
– Niye gülüyorsun? Yoksa bilmeden yanlış bir şey mi söyledim? – dedi.
– Hayır, – dedi Anahan yine gülerek, – iyi bilerek söylediniz. Ben başka şeyi düşünüp gülüyorum…
Karanlıkta örtüsünü örtünmeden, başörtüsünü siper edip, yavaş yavaş gelmekte olan Ömrinisabibi’yi ilk önce Anahan gördü. Yüzünde henüz o gülüşün aydınlığı ile konuşur vaziyette onu karşılamak için yürüdü. Zaten Ömrinisabibi’ye Anahan’dan başka hiç kimsenin gereği de yoktu. Kızın koltuğuna girip:
– Yürüyün bu tarafa, kurban olduğum, size iki çift sözüm var, – dedi.
Anahan onu eyvana davet edip, bir piyale çay içmeye ve ziyafetten gelen katlamadan22 uzağa çağırsa da asla razı olmadı. İkisi beraber tâ… öbür taraftaki, komşu duvarına yaklaştıktan sonra Ömrinisabibi kızı durdurup, buraya gelme sebebini açıkladı:
– Kurban olayım kızım, bu sözü size nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Araya düşmeyip ölseydim ben…
Bu girişten sonra Anahan’ın gönlü soğuk bir şey hissetmiş gibi rahatsız olmaya başlamıştı.
– Ne sözü? – diye sordu, sesinde açıkça fark edilen bir heyecanla.
– Beni Sultanhan gönderdi…
Bunu söyledikten sonra Ömrinisabibi konuşmasını kesip, kızın yüzüne baktı. Kızın yüzü karanlıkta o kadar açıkça fark edilmemesine rağmen az önceki sözünün kıza nasıl tesir ettiğini anlamaya çalışıyor ve konuşmasını da buna göre devam ettirmek istiyordu. Kız, daha da artan bir heyecanla az önceki soruyu tekrar etti:
– Ne sözü?
– Sultanhan’ın anası birden yatağa düştü… Şimdi atlı bir adam gelip, onu alıp gitti. Ben sabahtan beri onların evinde yemeklerine bakıyordum. Birden böyle terden sırılsıklam olduktan sonra beni çağırıp, “Artık ben gidiyorum, çaresizim, hemen gidip, Anahan’a benim özrümü bildirin”, dedi… Örtümü bile örtünmeden, yürüyüp sizin yanınıza çıktım.
– Artık, yarına misafirleri davet etmek yok mu?
– Sultanhan kendisi olmadıktan sonra kim davet eder? O avluda ondan başka insan hatırı sayan kim var? Kendiniz de biliyorsunuz, kurban olduğum…
Bu soğuk haber, Anahan’a fena tesir etti. Ne diyeceğini bilmeden, düşünüp kalakaldı. Verdiği haberin fena tesirini gören Ömrinisabibi, o tesiri azaltmak için konuşmasına devam etti:
– Arkadaşlarınız sağ salim olursa, yine gelirler. O zaman Sultanhan yarının acısını çıkarmadan bırakmaz… İyi bala o… Münasip bir dille Saltanathan’a anlatırsanız, akıllı kız, kendisi anlar…
– Sözü uzatmaya ne gerek, teyze? – dedi Anahan. – Olan oldu, benim zavallı başım, peki!
– Öyle demeyin, kurban olduğum! Henüz gençsiniz, çok sohbetleri, çok bezmleri, çok eğlenceleri görürsünüz. Sultanhan’ın üzüldüğünü söylemiyor musunuz?
– Artık üzülmekten ne fayda! Olan oldu… Peki şimdi.
– Öyleyse, hoşça kalın, ben gideyim. Sofralar, hamurlar öylece ortada kaldı. Gidip toplayayım. Kumaları siz kendiniz biliyorsunuz, dönüp akmazlar…
– Oturup giderdiniz…
Anahan’ın bu sözlerinin dudağının ucundan çıktığını Ömrinisabibi de hissetmişti.
– Hoşça kalın, öyleyse! – dedi Ömrinisabibi. Sonra eyvan tarafına gidip oturmadan, duvar boyunca hızla gözden kayboldu.
Anahan’ın geceden beri yaptığı planları ve kurduğu hayalleri bozulmuştu. Artık sevgili arkadaşlarını gönlündeki gibi memnun ederek gönderemeyecekti. Hiç kimseye hiçbir şey söylemeden yengesini çağırdı ve olan hadiseyi ona anlattı. O da Anahan’ın üzüntüsüne ortak oldu, fakat başka bir çare göstermekten de âciz kaldı.
İkisi çok uzun konuştular, bütün yolları araştırıp, her türlü çareyi düşündüler, ancak hiçbiri uygun gelmedi. Sonunda, ertesi gün sabahtan az önceki haberi yavaşça Saltanat’a bildirecek, eğer misafirler kendileri gitmek isterlerse, “hayır” demeden onlara izin verecek olup, bu fikirde anlaştılar.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.