Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Fergana Güzeli», sayfa 3

Yazı tipi:

6
GEYİK

Cihan da konuşmaktan usanmıştı. Dadısının fikrini uygun buldu. Seyis’e atı, okları getirmesini emretti. Sonra av için hangi tarafı seçmek lazım geleceğini tayin maksadıyla karşıdaki dağlara baktı. İşte Cihan, etrafı böyle dikkatle gözden geçirirken pek yakında kayaların üzerinde bir geyiğin koştuğunu gördü. O vakte kadar o yerlerde, bunun gibi bir hayvana rast gelmemişti. Seyis Firuz’a bağırdı:

“Firuz! Çabuk yayı getir.”

Firuz derhâl yayı verdi. Cihan hızlıca yayı aldı, oku geçirdi. Kalben, kendi kendine şöyle diyordu:

“Ben bu geyiği vurabilirsem bu başarı Ay Toldı’ya ulaşacağıma hayırlı haber olur. Vuramazsam Ay Toldı benim olmayacak demektir.’’

O zamana kadar geyik kayanın üzerine durmuştu. Yüzünü Cihan’ın bulunduğu tarafa çevirerek bakıyordu. Cihan hemen nişan aldı. Ok yaydan çıktı. Ok, o kadar süratle gitti ki yalnız dağlaması işitildi. Hizran geyiğe bakıyor, ok atılmadan önce ürküp kaçmasından korkuyordu. Ok, geyiği vurmuştu çünkü geyik hemen yere yıkılmış, kayalar arasında bir yarığa yuvarlanmıştı. Cihan kazanma sevinciyle bağırdı:

“Düştü, düştü!.. Mercan! Çabuk koş, getir.” dedi.

Mercan koştu. Arkadaşıyla Seyis de onun arkasından koştular. Cihan sevinç içinde durup bakıyordu. Hizran gülerek ona yaklaştı:

“Hanımcığım! Bu geyiği vurman beni çok sevindirdi çünkü oku aldığım zaman kalben şunu kurmuştum: ‘Bunu vurmayı başarabilirse Ay Toldı’ya kavuşacağına alamet olsun.’ demiştim. İşte başarılı olduk.”

Cihan tebessüm etti:

“Benim fikrimde de öyle bir niyet vardı. Hâlâ Ay Toldı’nın bana denk ve layık olmadığını söyleyecek misin?”

Hizran gülerek şaka yoluyla dedi ki:

“Hanımcığım! Ben sana bütün yüreğimi açtım. Bütün düşündüklerimi söyledim. Bugün Ay Toldı’yı senin için senden fazla arzu ediyorum.”

Cihan, mürebbiyesinin bu şen ve neşeli tavrından memnun oldu. Ona sırrını açtığından dolayı kalben bir ferahlık duyuyordu. Hemen bir bağrışma koptu. Geyiği getirmeye gidenler hayvanı yerde süründürerek çekip getiriyorlardı. Cihan derhâl o tarafa koştu. Geyik ölmüştü. Hiçbir tarafı kımıldamıyordu. Cihan, geyiğin tek bir okun isabetiyle hemen can vermiş olmasını garip gördü. Hayvanı inceledi. Kendisinin attığı ok geyiğin böğrüne saplanmış duruyordu fakat geyiğin göğsüne bir diğer ok saplanıp kalmıştı:

“Hayvana iki ok isabet etmiş. Hâlbuki ben yalnız bir ok attım. Geyiğin göğsündeki ok, yabancı bir oktur.” dedi.

Okun çıkarılmasını Mercan’a emretti. Mercan güçlükle oku çıkardı:

“Geyiği öldüren işte bu oktur.” diyerek oku Cihan’a verdi. Cihan oku elinde evirip çevirdi. Okun üzerinde Arapça bir yazı vardı. Cihan Arapça biliyordu. Okudu, Ay Toldı ismi yazılıydı!

“Ay Toldı… Ay Toldı! Okun üzerinde Ay Toldı ismi yazılı!”

Mercan da yaklaşıp baktı. O da Arapça okuyordu:

“Gerçekten Ay Toldı ismi…”

Cihan bu tesadüften şaşaladı. Hizran’ın yüzüne bakakaldığı hâlde hizmetkârlara hâlini belli etmemek için kendisini zor tutuyordu. Geyiği bir tarafa alıp boğazlamalarını emretti. Sonra Hizran ile yalnız kalınca:

“Bu tesadüfe ne dersin? Bunu hayırlı kabul ettim.” dedi.

“Anlaşılıyor ki Ay Toldı buraya yakın bir yerde bulunur. Bu onun okudur. Geyiğe atmış. Geyik yarasının içinde oku taşıdığı hâlde uzak bir mesafeden kaçmış. Bu tarafa gelmiş. Geyikler gerçekte buradan uzak olan Siriderya taraflarında bulunur.”

Cihan kendisini bir rüyanın tesiri altında zannediyor gibi yere bakarak düşünmeye başladı. Sonra başını kaldırdı:

“Garip bir tesadüf… Bununla beraber yanlış bir düşünceye kapılmış olmaktan korkuyorum. Fakat hayır… Kalbimde yanlış bir düşünce yoktur. O hâlde, bu ok onunsa acaba kendisi şimdi nerede olmalıdır?”

“Zannederim ki o Fergana’ya girmeden önce mutlaka bir suyun kenarında ordugâh kurmuştur. Bu taraflarda Amuderya’dan başka bir su yoktur. İhtimal ki bu nehrin doğu sahilinde bulunuyor.”

“Bu dediğin sahil buradan çok uzak mıdır?”

“Bir-iki fersah mesafededir zannederim fakat bu soruyla ne demek istiyorsun? Anlayamadım.”

Cihan, mürebbiyesine karşı bu derece hafiflik ve zaaf eseri gösterdiğinden dolayı utandı. Sessizliği tercih etti. Elindeki yayın kayışını düzeltmekle meşgul gibi göründü. Hizran, hanımının bu hâlini ve hissiyatını anlayarak:

“Hanımcığım! Galiba oraya gidip onunla buluşmak istiyorsun.” dedi.

Cihan mahcup mahcup tebessüm etti. Sorduğu sorudan gerçek maksadının ne olduğunu anlamak için Hizran’ın gözlerine dikkatle baktı. Mürebbiyesinin kendisine sevgi dolu ve şefkatle baktığını görünce aynı histe bulunduğuna kanaat getirerek:

“Onun yanına gitmemde bir sakınca görüyor musun?”

Hizran, hanımının hislerini okşayarak ona gerçek ve şefkatli bir valide gibi muamele etmeye hâl ve mevkisini daha uygun gördü:

“Halk senin ona bilerek gittiğini duyacak olsa ihtimal ki ondan birçok mana, boş şey çıkarır fakat biz böyle göstermeyeceğiz. Kendisini bulursak tesadüfle rast geldik zannettireceğiz fakat onun bulunduğunu ümit ettiğimiz yer, epeyce uzaktadır. Oraya güçlükle varılır. Buna tahammül etmek ister misiniz?”

“At üzerindeyiz. Çok yorulmayız. Haydi gidelim.”

Sonra uşaklara baktı. Onlar hâlâ uzakta, geyiği boğazlamakla meşgullerdi.

Hizran, hanımının uşakları çağıracağını hissettiğinden kendisi daha önce davranmak istedi:

“Firuz’u çağıralım. Yanında yürüsün. Diğerine şehrin kapısındaki alaya gitmesini ve diğer uşaklarla orada bizi beklemesini emredersin.”

Cihan, mürebbiyesinin fikrini uygun gördü. Hizran iki uşağının bulunduğu yere doğru yürüdü. Firuz’a gel diye işaret etti. Firuz koştu, geldi. Arkadaşı hakkında Cihan’ın emrini bildirdi ve atları getirmesini emretti. Firuz, emri yerine getirdi. Atları getirdi. Cihan ile mürebbiyesi atlara bindiler. Firuz, hanımlarının nereye gideceklerini anlamaksızın yanlarında yürümeye başladı.

Cihan, sevgilisine rast gelmek ümidiyle gözlerini ufka çevirmiş olduğu hâlde atını nehre doğru sürüyordu. Güneş batmak üzereydi. Cihan, o gün yemek yememiş olduğunu unutmuştu. O yalnız Ay Toldı ile buluşmayı düşünüyordu. Onun nazarında ondan başka her şey, hiç hükmündeydi. Aşk bazen sahibinin akıl ve fikrine o kadar galebe çalar ki ona kendi varlığını bile unutturur.

7
ZİYAFET

İki atlı; kısmen ekili arazide hayvanlarını sürüp giderken yolda çiftçilere, yolculara rast geliyorlardı. Bunların cümlesi Cihan’ın yüzünü görmeye lüzum görmeden atından ve uşağından tanımakta zorluk çekmezlerdi. Bunlar ona yolda rast geldikçe saygı vaziyetinde güler yüzle selama duruyorlardı. O gün Cihan, kendisini seven bu halka âdeta yüzüyle, büyük bir nezaketle selam verirken fikren meşgul olduğu için her zamanki gibi şen ve neşeli görünmüyordu. Cihan böyle dalgın giderken birdenbire atı kişnedi. Mürebbiyesinin atının kişnemesi de onu takip etti. Cihan uykudan uyanır gibi önüne baktı. Pek yakında, ekin tarlaları içinde Türkmen evleri gibi çatısı küre birkaç oba görünüyordu. Türkmenler, obalarını daire şeklinde üstü kubbeli inşa ederlerdi. Arada birkaç kısrak vardı. Kısrakların ortasında iki adam diz çökmüş, o hayvanları sağıyordu. Arap bedevileri nasıl deve sütü ile geçiniyorlarsa Türkistan Çölü’nün halkı da kısrak sütüyle beslenirdi.

Cihan, bu çiftlikleri görünce vakit kaybetmemek için onlardan uzak durmayı daha uygun buluverdi. Hizran ise bunun aksini tercih ediyordu. Atını onlara doğru sürdü. Arkasından gelmesini işaret etti:

“Hanımcığım! Bir kere bunlara uğrayalım. Kendilerinden Ay Toldı’ya dair bilgi soralım. İhtimal ki buradan geçtiğini görmüşlerdir. Bunlardan şu suretle bilgi alabilirsek belki nehre kadar gitme zahmetine lüzum kalmaz.” dedi.

Cihan, mürebbiyesinin bu fikrini uygun bularak o da atını çiftliklere doğru sürmeye başladı. Firuz da atların yanında koşup gidiyordu. Çiftliklere yaklaşınca süt sağanlardan biri gelen misafirlerin hâl ve kıyafetlerinden büyük bir aileye mensup olduklarını anlayarak obalardan birinde bulunan babasına bilgi vermek için gitti. Değneğine dayanmış bir ihtiyar çiftçi çıktı. İhtiyar, oraya gelen o iki süvariyi görür görmez Cihan’ı tanıdı. Misafirlerin attan inmelerine yardım etmek için oğullarına işaret etti. Cihan ilk önce inmek istemedi.

Teşekkür etti. Sonra mürebbiyesine baktı. Ondan fikrini soruyor gibiydi. Hizran:

“Hanımcığım! Biraz dinlenmek için buraya inelim. Sonra biner, gideriz.” dedi.

Cihan, kendi arzusuna rağmen mürebbiyesinin fikrine uymaktan başka çare bulamadı. Attan indiler. Firuz atları alarak uzağa gitti çünkü atlar orada kalırsa kısrakları görerek kişneyecekler ve kendilerini rahatsız edeceklerdi.

İhtiyar ve oğulları gelen misafirlerin altına hasır serdiler. İhtiyar büyük bir nezaket, büyük bir sadelik ve temizlikle misafirleri karşıladı:

“Hanımefendi! Hakir kulübemize girip biraz dinlenmek istemez misiniz?” dedi.

Cihan, ihtiyarın gösterdiği lütuf ve nezaketten memnun oluverdi. Sonra ağırlama ve ikram eseri olarak bir pösteki5 getirip serdiler. Cihan ile mürebbiyesi onun üzerine oturdular. Hizran, soru sormaya henüz vakit bulamadan önce ağaçtan yapılmış bir su kabı kendisine takdim edildi. Kabın içinde biraz önce sağdıkları kısrak sütü vardı. Hizran, kabın ilkin hanımına takdim edilmesini söyledi. Cihan karnı acıkmadığını ileri sürerek af diledi, almadı. İhtiyar:

“Oğlum! Kımız ver.” dedi.

Kımız, kısrak sütünden mayalanmış bir çeşit ayrandan ibaretti.

Türkmenler kısrak sütünü mayalandırarak bunu gelen misafirlere sunarlardı. Nitekim Arap çöl bedevileri, süveyk6 denilen ayranıyla misafirlerine ikram ederlerdi. Şimdiki hâlde, medeni yerlerde limonata ya da çay bunun yerine geçmiştir. İhtiyar, Cihan’a bakarak:

“Hanımefendi! Kımızı içmek için acıkmış olmak lazım gelmez. Su gibi içilir, aynı zamanda yorgunluğu alır.” dedi.

Cihan, ihtiyarın bu ikramını reddedemedi. Kımızı aldı, içti. Hizran bu fırsattan faydalanarak konuşmaya başladı:

“Babacığım! Bugün bizden başka buradan geçen yolcu oldu mu?”

“Hayır, kızım. Onun için sizin buraya gelmenizden çok memnun oldum. Cihan Hanımefendi’nin buraya teşrifleriyle şeref duyuyoruz. Başka misafir geçmese de önemi yoktur çünkü Cihan Hanımefendi bin misafire bedeldir.”

“Buralardan daima yolcu geçer mi?”

“Evet, hanımefendi! Andican, Hokand ve Buhara’dan doğuya doğru gitmek isteyen herhangi bir yolcu, nehri geçerse mutlaka buraya uğraması lazım gelir çünkü Fergana’ya ve diğer taraflara buradan gidilir. Rum ellerine gitmek üzere Hindistan, Tibet ya da Çin’den hareket eden; Rum ellerinden adı geçen memleketlere gitmek isteyen tüccar kafileleri genellikle buradan geçerler.”

Konuşma Çağatay diliyle gerçekleşiyordu çünkü oranın çiftçileri bu dille konuşurlardı. Hizran, hanımına dönerek Farisi ile:

“Hanımcığım! Ay Toldı mutlaka buradan geçecekse onun geçmesini burada kalıp bekleyelim. Buradan ayrılırsak belki bir yoldan gideriz, o da başka bir yoldan gelir. Birbirimizi göremeyiz. Dediğim gibi yapmak uygun değil midir?”

Cihan cevap vermedi fakat hâl ve tavrıyla bu fikri uygun bulduğunu gösteriyordu. Hizran:

“Hanımcığım! O hâlde müsaade ederseniz bu adam bize bir yemek hazırlasın.”

“Fakat yemeğini kabul etmemişken bu adamdan bir daha nasıl yemek isteyelim?”

“Ben onu münasip bir yolla söylerim. Sen karışma, hanımcığım!”

Hizran, ihtiyar köylüye dönerek Çağatay diliyle:

“Babacığım! Kesmek için hayvan satmaz mısınız?”

“Hayır, kızım! Biz kısrakları ancak sütleri için besleriz. İhtiyarlamadan sütü azalmadan kesmeyiz.”

“Peki fakat kesmek için bir taya muhtaç olduğunuz zaman ne yaparsınız?”

“Buradan sürüyle satılık atlar, kısraklar geçer; beğendiğimizi satın alırız fakat epeyce bir zaman geçti. Bu tarafı gözden ayırmıyorum.” dedi ve bir el işaretiyle doğuyu gösterdi. Hizran o tarafa baktı. Uzak bir mesafede sıkı bir toz duman göğe doğru yükseliyordu. İhtiyar köylü, sözüne devam etti:

“Evet; bu toz tarafına bakıyor, yaklaşmasını bekliyorum çünkü bu taraflara gelmekte olan bir at sürüsü zannediyordum. Ondan kesmek için bir-iki at satın alacağım. Hanımefendi, burada biraz kalmayı arzu eder ve sunacağım yemeği kabul eylerse kendileri için semiz bir kısrak keserim.”

Cihan, ihtiyar köylünün gösterdiği mertlik ve misafirperverlikten memnun oldu. Onay işareti olmak üzere hafif bir tebessümle karşılık verdi. İhtiyar köylü, oğluna hemen o sürüye doğru gitmesini ve bir an önce gelmeleri için yol göstermesini emretti. Oğlu, babasının emrini icra için hızlıca hareket etti. İhtiyar, yemek hazırlanması için kulübeye girdi. Sonra elinde büyük bir karpuz olduğu hâlde Cihan’ın yanına gelerek karpuzu onun önüne koydu:

“Bu Buhara’nın tatlılığıyla meşhur olan karpuzundandır. Cihan Hanımefendi’nin şerefine bunu da keseceğiz.”

Cihan; Buhara karpuzunun pek nefis bir şey olduğunu, bu karpuzların oralara ancak biri tarafından getirilebileceğini düşündü. İhtiyar köylü, Cihan’ın ne düşündüğünü hissederek dedi ki:

“Hanımefendi! Bu karpuzu bana bir delikanlı getirdi. Bu genç, kızlarımdan biriyle nişanlanmak için bana müracaat etti. Getirdiği hediyelerin içinde bu karpuz da vardı.”

Cihan, nişanlanma konusunu işitince kendi nefsini düşünerek gizlice içini çekti.

“Allah mübarek etsin, ikramına teşekkür ederim fakat bu karpuz kime getirilmişse onun olmalıdır. Kızınıza geri vermelisiniz.” dedi.

8
SANCAK

İhtiyar köylü, Cihan Hatun’a cevap vermek üzereyken kendisini çağıran bir ses işitildi. O tarafa doğru başını çevirdi. Oğlu koşarak geliyor, yorgunluktan soluğu kesiliyordu:

“Babacığım! Sürü sahipleri sürülerinden hiçbir hayvan satmıyorlar.” dedi.

Cihan, ses tarafına bakmaya başladı. Semaya doğru yükselmiş olan toz duman, bir sürünün gelmekte olduğunu gösteriyordu. Sürünün önünde eyerli bir ata binmiş bir adam yürüyordu. Onun arkasında eyersiz birçok at, kâh araları sıkışarak kâh oynayıp koşarak geliyordu. Bunların bazılarının üzerine bakılırsa bedevilerde bulunan Gürcü çobanlardı. Bu Gürcüler, Türkistan Çölü’nde at ve diğer yük hayvanlarının çobanlığıyla geçinirlerdi. İlk süvari, asker elbisesi giymiş ve elinde kargı üzerinde bir sancağı vardı. Cihan, sancağın üzerine işlemeyle yazılmış olan isme dikkat etmemişti. Ona dikkat etmiş olsaydı ürkmekten kendisini alamayacaktı.

Sürü yaklaşınca ihtiyar köylü ayağa kalkarak önde yürüyen süvariye yaklaştı. Selam verdikten sonra:

“Bu sürüden bize kısrak satar mısınız?” diye sordu.

Süvari kibirle:

“Hayır.” cevabını verdi.

“Kurbanlık yapmak için bir hayvana ihtiyacımız var. İstediğiniz kadar para veririz.”

Süvari başıyla arkayı göstermekle yetindi. Cevap vermedi. İhtiyar:

“Efendim, niçin satmıyorsunuz?”

“Çünkü bu sürü, hayvan satmaz kimselere ait olduğu için satmıyoruz.”

“Onlar kimdir? Tüccar değiller midir?”

“Hayır.”

Süvari, sancağı gösterdi:

“İhtiyar! Galiba sen okuma bilmiyorsun. Okuma bilseydin bu soru ve cevaplara lüzum görmezdin.”

Cihan, süvarinin son sözlerini işitince sancağa baktı. Üzerinde Arabi harfle “Afşin Haydar b. Kavus” yazılıydı. Cihan bu ismi okur okumaz rengi uçtu. Hizran’a dönüp baktı. O da aynı hâle uğramıştı fakat ikisi de kendilerini yalandan cesur gösterdiler. İhtiyarsa tekrar süvariyle konuşmaya başladı:

“Dediğin doğrudur. Okuma yazma bilmiyorum. Bu sancak kimindir?”

“Bu sancak; Halife Mu’tasım’ın ordusu serdarı Andican memleketi emîri Afşin Haydar b. Kavus’undur.”

Türkistan’da bu ismi bilmeyen yoktu çünkü Afşin Haydar, Halife Mu’tasım’ın hizmetine girmeden önce Andican hükümdarıydı. İhtiyar köylü, bu ismi birdenbire işitince ürktü:

“Afşin Bey bugün Bağdat’ta bulunuyorlar, değil mi?” diye sordu.

“Evet, Bağdat’taydı fakat birkaç gün önce Andican’a geldi. Emri altındaki beylere hayvan almak için bizi gönderdi.”

“O hâlde şimdi siz bu sürüyle Andican’a mı gidiyorsunuz?”

“Hayır… Afşin Bey, Andican’daydı. Şimdi Nevruz Bayramı’nı geçirmek için Fergana’ya geliyor. Onun askeri şehrin dışında Amuderya Nehri’nin kıyısında ordugâh kurmuştur. Bu atlar onlar içindir. Daha fazla açıklama mı istiyorsunuz?”

Süvari bu sözleri söyledikten sonra atını sürüp gitti. Sürü de çobanlarıyla beraber onu takip etti. İhtiyar köylünün daha fazla sormaya cesareti kalmamıştı. Cihan’a karşı da mahcup olmuştu. Nasıl özür dileyeceğini düşünüp duruyordu fakat Cihan birdenbire ayağa kalktı. Uşağa atları getirmesini emretti. İhtiyar köylünün uğradığı başarısızlığı görmezlikten gelerek:

“Amca! Bize gösterdiğin ikram ve alakaya teşekkür ederim. Bir iş için alelacele dönmem gerekiyor. Allah’a ısmarladık. İnşallah başka bir gün yine gelirim, seni ziyaret ederim.” dedi.

İhtiyar köylü, Cihan Hatun’un bu teşekkür ve gönül alıcılığına karşı minnettarlığını nasıl göstereceğine şaşırmıştı. Cihan’ın elini tutup öpmek istedi. Cihan elini çekti, bırakmadı. Sonra Hizran’a baktı. Mürebbiye cebinden birkaç altın çıkararak köylüye verdi:

“Amca! Bu paraları al. Oğluna ver. Ok, yay alsın; eğlensin.” dedi.

Sonra atlara binip oradan uzaklaştılar. Cihan türlü türlü düşüncelere düşmüş, can sıkıntısı artmıştı. Hizran ile baş başa tenha bir yere varınca mürebbiyesine bakıp yakınarak ve üzülerek dedi ki:

“Şimdi ne fikir vereceksin bakayım? İşte Afşin, Fergana’ya gelmiş. Şüphesiz bize misafir olacak ya da bizi ziyarete gelecek.”

“Hanımcığım! Onun ziyaretinden ne çıkar? Ne önemi var?”

Cihan, mürebbiyesinin sözünü kesti:

“Onunla ilgili hiçbir şeyin bence önemi yoktur. Şahsına da önem vermem. Askerinden de korkmam. Bana hiçbir şey yapamaz fakat onunla bir arada bulunmaktan nefret ediyorum.”

Hizran, hanımının bu adamdan sakınmasının nedenlerini anlar gibi olmuştu fakat bilmezlikten gelerek:

“Hanımcığım! Sizin gibi akıllı ve dirayetli bir hanım hiç kimseden korku duymaz. Hâlâ nehre doğru gitme fikrinde misiniz?”

Cihan son soruyu tuhaf görüyor gibi yüzü tebessüm ettiği hâlde mürebbiyesine dikkatli dikkatli baktı. Lisan hâli “Başka ne yapalım?” demek istiyordu.

Cihan ile mürebbiyesi ara sıra at sürüsüne bakarak yola koyuldular. Bir müddet sonra sürü gözden kayboldu çünkü başka bir yol takip ediyordu. Güneş akşama doğru gidiyordu. Hizran epeyce acıkmıştı. Cihan ise sevgilisine kavuşma arzusuyla kendisine her şeyi unutturmuştu. Kalbi, hissiyatı heyecan içinde olduğu hâlde yolun büyük bir kısmını sessizlik içinde yürüdüler. Ay Toldı’ya kavuşacağını düşündükçe kalbinin vuruşu bir kat daha artıyordu. Bununla beraber o gün av bahanesiyle kıra çıkmasını, Ay Toldı’yı aramak için oralarda dolaşmasını bir hata, hafiflik saymaktan kendini alamıyordu fakat aşk ve sevdası, seçimine ve iradesine galip gelmişti. Genellikle seçim, irade ve sevda birbiriyle güreşir fakat galibiyet iradeye değil sevdaya nasip olur. Bununla beraber bazen irade ve seçim galip gelir fakat az bir zaman için galip gelir. Galibiyet çok zaman sürerse işte o zaman aşk çabuk giden, zayıf bir sevda demektir. Bazen âşık akıllı, dirayetli olur da sevda uğrunda en akılsız, en hafif ruhlu kimselerin kötülük edemeyecekleri şeyleri yapmaktan çekinmez. Yaptığı şeylerin bir akılsızlık neticesi olduğunu herkesten ziyade kendisi takdir ve itiraf eder çünkü yaptığı şeylerin akıl ve hikmete muhalif olduğunu bile bile yapar. Yapmamak için kendisinde kudret ve kuvvet bulamaz. Zira akıllı sevdazedenin, aşk için yaratılmış bir kalbi vardır. Karşı koymaya muktedir değildir. Karşı koyarsa takat ve tahammülü üstünde bir keder ve ızdırap, bazen cinnete ya da yıldırıma uğramış kimseler gibi sersemlemeye neden olur. Nice sevda düşkünleri vardır ki akıl ve kalp arasındaki mücadelenin kurbanı olmuş, gitmiştir. Akıl ve dirayeti yerinde olan bir kimse, bir sevdaya düşerse aklıyla hissiyatı arasında şiddetli bir kavga baş gösterir. Haysiyet ve hissiyatını gözeten kimse ise izzetinefsine ve sertliğine, vicdanına güvenerek bir şeyden korkmaz. Cihan, akıllı ve sağlam iradeli bir kızdı fakat büyük bir kalp, gayet nazik hissiyat taşıyordu. Ay Toldı’ya samimi ve derin bir aşkla bağlanmıştı. Her ne yapsa kendini o aşkın tesiri altında görüyordu. Onun için ava çıkmayı vesile göstererek sevgilisini aramakta bir sakınca görememişti.

9
AMUDERYA SAHİLİ

Cihan ile mürebbiyesi yürümeye devam ettiler. Altlarındaki atlar nehre varıncaya kadar yola rehberlik ediyorlardı. Nihayet nehir uzaktan görünmeye başladı. Birkaç dakika sonra nehrin bütün sahili boydan boya görünüyordu. Cihan ile mürebbiyesi nehrin her tarafına baktılar. Hiçbir yerde asker çadırlarından, piyade ve süvari askerden eser yoktu. Cihan, atını durdurarak mürebbiyesinden sordu:

“O taraflarda bir kimse görüyor musun?”

“Hayır, hanımcığım! Fakat sahile pek çok yaklaşmış bulunuyoruz. Haydi, oraya kadar varalım belki faydalı bir ize rast geliriz.”

Cihan ile mürebbiyesi tekrar yollarına devam ettiler. Nehrin kenarında bir ağacın altında inşa edilmiş bir kulübeye ulaştılar. Kulübenin etrafındaki izlerden biraz zaman önce birtakım adamların oraya geldikleri ve bir müddet kaldıktan sonra gittikleri anlaşılıyordu. Çünkü orada yakılmış bir ateşin külü, yemek döküntüsü, meyve kabuğu, atılmış kemikler duruyordu. Cihan ile mürebbiyesi oraya varınca kulübenin sahibi derhâl kulübesinden çıktı. Kendisine misafir olacaklarını zannederek karşılamaya koştu. Hizran daha önce Firuz’u yanına çağırmış, oraya inen misafirlerin kim olduklarını kulübe sahiplerinden sormasını emretmişti. Firuz, kulübe sahibine yanaşarak oradan geçenlerin kim olduklarını sordu. Kulübe sahibi:

“Birtakım Müslüman askeriydiler. Tan vaktinde nehri geçtiler. Burada öğleye kadar kaldılar, yemek yedikten sonra kalkıp gittiler.”

“Hangi tarafa gittiklerini biliyor musun?”

“Fergana’ya gittiler, zannederim. Galiba Nevruz’u orada geçirmek istiyorlar.”

Cihan, bu konuşmayı işitince oraya gelen kimselerin Ay Toldı ile yanındaki adamlardan başkası olamayacaklarını kestirerek kendisinin evde oturmayıp oraya kadar gelmesine pişman oldu. Çünkü Ay Toldı, Fergana’ya gelince hiçbir yere uğramayıp babasının evine gidecekti. Kendisi derhâl geri dönse mutlaka onu orada bulurdu. Cihan, karanlık çökmeden hemen geri dönme emrini verdi. Şehirden iki mil uzakta bulunuyorlardı. Hemen geriye döndüler. Şehrin kapısına doğru atlarını sürmeye başladılar. Şehrin kapısına varınca alay halkını çok geç kaldıklarından dolayı büyük bir merakta gördüler. Hatta bazıları Cihan’ın av takip ettiği yerlerde ne olduğunu anlamaya gitmişlerdi. Uşaklardan biri geyiği kesilmiş bir hâlde getirmemiş olsaydı daha fazla meraka düşeceklerdi. Cihan’ı gelirken gördükleri zaman onu ta uzaktan, kıyafetinden ve atının renginden tanımışlardı. Hepsi birden karşılamaya koştular, yemeğin hazır olduğunu söylediler. Hizran biraz yemek yemesini hanımından rica etti. Cihan sofraya oturdu. Alelacele biraz et, meyve yedi; kımız içti. Fikren pek meşguldü. Yemek yerken uşaklardan birinin mürebbiyesinin kulağına eğilerek gizlice bir şey söylediğini, mürebbiyesinin renginde uçukluk hasıl olduğunu görmüştü. Mürebbiyesini çağırdı, soru sorma manasıyla gözlerine dikkatle baktı. Hizran:

“Uşak bana Saman’dan bahsetti.” dedi.

“Saman buraya geldi mi? Şimdi nerede?”

“Buraya geldiğini, seni sorduğunu, sonra geri döndüğünü söylediler.”

“Onun çabucak geri dönmesine mutlaka bir sebep var. Hiçbir şey söylememiş mi?”

“Bir şey söylememiş.”

Hizran bu sözleri söylerken ağzında kalıp çiğnediği bir lokmayı yutmakla meşgul gibi görünüyordu.

Cihan, Hizran ile konuşan uşağın yüzüne dikkatli dikkatli bakarak dedi ki:

“Babam için gelmiş zannederim. Acaba babam ne hâlde?”

Hizran, hanımının acele edişini garip görmedi çünkü Cihan’ın zekâ ve anlayışını, muhatabının gözlerine dikkatle bakınca ruhunun derinliklerinde sakladığı şeyleri keşfettiğini ve anlamını çıkardığını acı şekilde biliyordu. İtiraftan başka çare bulamadı fakat önem vermez gibi göründü:

“Hanımcığım! İnandığımız Hürmüz’e7 emanet. Babanız için hiçbir korku yoktur fakat Saman, babanız sizi görmek istediği için sizi sorduğunu söyledi. Üstelik geç kaldınız. Bugün de bayramdır, Nevruz günüdür. Elbette sizi arayacaktı.”

Cihan derhâl ayağa kalktı. Alay arabasının çabuk hazırlanmasını uşaklara emretti:

“Babamın hastalığı mutlaka fenalaşmıştır. Böyle olmasaydı buraya kadar kardeşimi göndermezdi. Haydi, eve koşalım.” dedi.

O zamana kadar araba hazırlanmıştı. Cihan, Hizran ile gerduneye bindi. Alay hiç durmayarak konağa doğru yola çıktı. Cihan orada, sevgilisi Ay Toldı’yı bulacağını ümit ediyordu.

5.Koyun ya da keçi postu.
6.Sevik.
7.Zerdüştlerde iyilik tanrısı.
₺35,84

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6862-43-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre