Kitabı oku: «Kızılderili Mitolojisi», sayfa 2

Yazı tipi:

Dilin bu özelliği dışında Kızılderili tarihinin, türümüzün medeniyet yolunda kayda değer herhangi bir ilerleme göstermiş başka bir üyesiyle paralellik göstermeyen iki özelliği vardır.

Bu özelliklerden ilki, Kızılderililerin bir başınalığıdır. Kızılderililer ezelden beri dünyanın geri kalanından kopuk yaşadığı için hiçbir zaman çok değişken ve eski dünya uluslarının gelişimine bütünüyle önayak olan soy ve kültür geçişlerine uğramamışlardır. Kendi yollarında kendi kaderlerini çizmişler ve ellerine geçen tek şey doğal bir mülkiyet hakkı olmuştur. Kayıp On Kabile’nin, Budist rahiplerin, Gallerli prenslerin veya Fenikeli tüccarların Amerikan topraklarında ortaya çıkması ve orada kalıcı bir etkilerinin olmasıyla ilgili tüm eski hayaller, tarafsız araştırmacılar tarafından çöp kutusuna atıldı. Bay Schoolcraft ve Abbé E. C. Brasseur gibi bu hayalleri diriltmek için kalem oynatan insanları gördüğümüzde bunlara edebi bir anakronizmin ışığında üzülerek bakıyoruz.

İkinci özellik, hiçbir suretle hayvancılık yapılmamasıdır. Kıta genelinde çobanlık yapan tek bir kabile; sütü18 veya insan taşımacılığı için yetiştirilen tek bir hayvan yoktur, eti için yetiştirilenlerse çok azdır. Kızılderililer, özünde avcı bir ulustur. En medeni uluslar, temel et ihtiyacı için avcılığa bel bağlıyorlardı. Cuzco ve Meksika sarayları katı av ve orman yasaları çıkartıyordu ve belirli dönemlerde bütün nüfus, orman sakinlerine karşı genel bir sefere çıkıyordu. Avrupalı fatihler, en yoğun yerleşim bölgelerinde çok eski devasa ormanlık alanlar buldular.

Bir avcının hayatını düşünelim. Becerisi ve gücüyle vahşi hayvanların harika içgüdülerine ve hızlı algılarına karşı koyar. Algılarını doğaüstü bir keskinliğe getirmek için çalışır ama daha incelikli hisleri körelir. Tek amacı, şansı yaver giderse iaşesi için kan dökmek ve can almaktır. Mahrumiyetlere, fırtınalara, uzun yolculuklara maruz kalır; başlıca besin kaynağı ettir. Bunları göz önünde bulundurduğumuzda, Antik Amerika’nın kroniklerinde çok sık rastladığımız insanın acı çekmesine karşı dikkat çekici umursamazlığı, kanlı ayinleri, intikamcı ruhu, yatıştırılamaz huzursuzluğu çok daha kolaylıkla kavranabilir. Akla uygun yasa, bir kasabın mahkemede ömür boyu jüri olarak kabul edilmesine karşıdır. İşte karşınızda tamamı kasap olan bir ulus.

Yumuşatıcı tek unsur tarımdı. Aztekli rahipler, av tanrısı Mixcoatl’a adanmış sunağın üzerinde insan kurbanın kalbini lime lime edip putun etrafını saran yılanı fışkıran kana buluyorlardı. Hayırsever tarım tanrıçası Centeotl’un türbesi çiçekler ve meyveler, sarı mısır başakları ve besleyici muz salkımlarıyla süsleniyordu. Ona yalnızca kansız sunaklar veriliyordu. Bu, yerlilerin düşünce yapısı için bile iki iaşe türü arasındaki zıtlığın ne kadar net olduğunu gösterir. Göçebe bir hayat yerine yerleşik bir hayatı ikame ederek, belirsiz bir koşul yerine sabit bir güveni sağlayarak ve insanlara en kazançlı faaliyet alanının yok etmede değil korumada yattığını nasihat ederek mısırın geniş dağılımını takdir edebiliriz. Mısır, onların tek tahılıydı ve Şili’nin en güneyinden ellinci kuzey enlemlerine kadar (daha kuzeyde düşük sıcaklıklar bu tahılı belirsiz bir ekin haline getirir) bu tahılın tarımı yapılıyordu. Yerlilerin efsanelerinde mısır, Yüce Ruhun bir hediyesi olarak temsil edilir (Ojibvalar), kutsal hayvanlar tarafından yeryüzü cennetinden getirilmiştir (Kiçeler), ulusun sembolik olarak anasıdır (Nahualar) ve ilk insanların biçimlendirildiği maddedir (Kiçeler).

Uluslar kadar, aynı dilin lehçelerini konuşan büyük aileler de bir bakıma her biri kendine has dış görünüme sahip olduğu için ayrılıyordu. Beyazlar, Kızılderililerin kaba gırtlak seslerini ilk kez duyduklarında, kıta genelinde birbirinden tamamen farklı yüzlerce dilin (misyonerlerin başına bela olması için Şeytan tarafından icat edildiği ileri sürüldü) hüküm sürdüğünü sık sık dile getirdiler. Bununla birlikte bu konuları inceleyenler (Vater, Duponceau, Gallatin ve Buschmann), anlaşıldığı kadarıyla Amerika bölgesinin onda dokuzunun on veya on iki öncü kökten türeyen lehçeleri konuşan kabilelerce yerleşik olduğunu gösterdi. Bunların isimlerinden, on altıncı yüzyıldaki coğrafi konumlarından ve imkânlar el verdiği ölçüde bireysel karakterlerinden kısaca bahsedeceğim.

Batıda Saint Elias Dağı’ndan doğuda Saint Lawrence Körfezi’ne kadar Kuzey Okyanusu kıyılarında yaşayanlar, Eskimolardı19 (sahilden yüz elli kilometre içerlerde nadiren görülürler). Eskimolar, eski karalar ile Yenidünya ırkları arasındaki bağlantı halkasıdır. Fiziksel ve zihinsel özellikleri bakımından ilkine daha yakındırlar. Ancak dilleri ikincisine olan yakınlıklarını açığa çıkarır. Doğuştan balıkçı, batmaz deri kayıklarıyla korkusuzca fırtınalara atılıp uzun yolculuklar yapan ve Von Baer tarafından kendilerine bahşedilen “kuzeyin Fenikelileri” lakabını sonuna kadar hak eden iki yaşamlı bir ulusturlar. Eskimolar, tahminlerin aksine, karların arasında gönlü tok, neşeli, güneşli bir iklime hasret duymayan; şarkılara, müziğe ve neşeli hikâyelere düşkün bir halktır. Bir dereceye kadar maharetli zanaatkarlardır ama bütünüyle duygusal bir varoluşa hapsolmuşlardır. Tehlikeli hayat mücadelesi onları tekeline almıştır ve mitolojileri yavandır.

Eskimoların güneyinde, Hudson Körfezi’nden Pasifik’e hatta neredeyse aşağısındaki Büyük Göller’e kadar geniş bir alana yayılan Atabasklar bulunur. Bu soya bağlı kabileler, Mackenzie Nehri’nin ağzına kadar uzak kuzeye ve hatta ters istikamette Rocky Dağları’nın her iki yamacı boyunca daha geniş bir alana yayılırlar: Columbia Nehri’nin ağzının güneyinde Oregon kıyılarındaki insan grupları. Apaçi, Navaho ve Lipan ismi altında New Mexico’nun düzlüklerine yayılırlar, neredeyse Rio Grande del Norte deltasındaki tropik ormanlara ve Kaliforniya Körfezi kıyalarına kadar uzanırlar. Bu insanların anayurtlarını terk edip orayı tümüyle unutmuş olmalarına şaşmalı. Zira anayurtları zavallı sakinlerinin hem denizin hem de toprağın mahsullerinden aynı derecede mahrum olduğu tam bir terra damnatadır. Verimli mısır tarımı, ellinci enlemin ötesine uzanmaz ve yedi derece kuzeye kadar dağların doğusunda her yerde yıllık sıcaklık sıfır derecenin altındadır.20 Burada tarım yapmak imkansızdı ve hayatı idame ettirmenin tek yolu avdan gelen belirsiz kısmetler ve buzul florasının sunduğu kıt imkanlardır. Bu yaban toprakların sakinleri; sefil, pejmürde ve korkunç biçimde vahşidirler. Dr. Richardson’ın ifade ettiği üzere “Kuzey Amerika’daki insanlık ölçeğinin en altında” bulunurlar. Güneyin daha sıcak iklimlerinde dolaşan akrabaları da onlar kadar vahşi, onlar gibi yerleşik bir hayata sapkınca düşman ve ahlaki kavramlarında onlar gibi basit ve dar görüşlüdürler. Kuzey Buz Denizi’nden Montezuma’nın imparatorluğunun sınırlarına kadar binlerce kilometre karelik alanı kaplayan elli beş enlem boyunca dağınık bir şekilde alabildiğine yayılmış bu soy, bütün alt kollarında aynı zihinsel fizyonomiyi ve dilsel özellikleri sergiler.21

Hepimizce en iyi bilinen Kızılderililer, Algonkinler ile İrokualar’dır. Bu halklar, keşifler zamanında bugün Kanada ve Birleşik Devletler’in doğusunun otuz beşinci kuzey paralellerini kapsayan bölgenin tek sahipleriydi. İrokualar; Huronlar, Tuskaroralar, Susquehannocklar Nottowayler ve diğerlerinin oluşturduğu Beş Ulus adı altında Saint Lawrence ve Ontario Gölü’nden Roanoke’a kadar olan toprakların çoğuna sahiptiler ve belki de Doğu Tennessee’nin izbe vadilerinde yaşayan Çerokiler, bu ailenin ilk soylarından biriydi.22 İrokualar; savaşçı, cesur, acımasız ve hayal gücünden yoksun bir halktı ama eşsiz bir politik zekâları vardı. Kızılderililerden daha çok Romalılara benziyorlardı ve sömürge savaşlarının öncü figürüdürler.

İrokuaların her yönden etrafını saran Algonkinler, bahsi geçen bölgenin geri kalan bölgelerine sahipti ve en meşhur topluluklardan biri olan Blackfeet’in hala Saskatchewan vadisi üzerinde avlandığı Rocky Dağları’nın kaynağına kadar batıya uzanıyordu. İrokualara göre daha güler yüzlüydüler. Daha ılıman davranışlara, daha canlı hayal gücüne sahiptiler. Bu özellikleriyle kendilerine, saygı ve küçümsemenin garip bir karışımıyla bakılıyordu. Bazı yazarlar, bu farkı Algonkinlerin İrokuaların yurdu olan uçsuz bucaksız kasvetli ormanların aksine açık düzlükleri tercih etmeleriyle ilişkilendirir. Tarihleri; hırslı planları, müttefiklerinin ciddiyetsizliği ve bunların devamlılıktan mahrum olmasından dolayı suya düşen pek çok büyük figürle doludur. Mesela Kral Philip komutası altında tutucu atalarına karşı savaşanlar; Pontiac’ın kışkırtmasıyla topraklarındaki bütün beyaz işgalcileri ölüme mahkûm edenler; Mississippi vadisindeki halkların son büyük savaşı için orman ve dağ klanlarını bir araya getiren Tecumseh ve Kara Şahin’in peşinden gidenler. Shackamaxon karaağacının altında kendilerine ait olanı yumuşakça elde eden demir eli öngöremeyen mülayim Lenni Lenapeler, yerinde duramayan yaban çingeneleri Şavniler, Superior Gölü ahalisi Ojibvalar ve efsaneye göre beyaz adama yüz çeviren ve karşılığında babasını ve tüm kabilesini silip süpüren darbeye sebep olan Kızılderili kızı Pocahontas Algonkinlere mensuptu.23


Bu halkların en güney karakolları ile Meksika Körfezi arasında çoğunlukla Muskogi dilini konuşan Krikler, Çoktavlar, Çikasovlar ve diğer kabileler bulunuyordu. Bunlar, daha sonraki zamanlarda Alapaş Kızılderilileri olarak isimlendirildiler. Ancak eski yazarlar, bunlar için zaman zaman “Natchez İmparatorluğu” ismini de kullanıyordu. Zira rivayete göre anayurdu Big Black ülkesi olan bu ufak kabile uzun zaman önce, Atlantik kıyısından Texas’ın içlerine kadar pek çok ulusu bünyesinde barındıran dağınık bir konfederasyonun başındaydı ve De Soto’nun seferi, bu konfederasyonun gevşek bağını koparıp bu konfederasyonu onarılamaz bir şekilde parçalara ayırmıştır. Bu rivayet doğru olsun ya da olmasın, üstün Natches medeniyeti ve dillerinin Yucatanlı Mayalılarınkiyle (Stephens ve Catherwood’un dünyaya tanıttığı şu viran şehirlerin kurucuları) benzerlik göstermesi, onlara özel bir ilgi duyulmasına sebep oluyor.24

Arkansas Nehri’nin kuzeyinde Green Bay’daki Michigan Gölü’ne kadar uzanan Mississippi’nin sağ kıyılarında ve yukarıda Batı Missouri vadisinden dağlara kadar Dakotalar yaşamaktaydı. Dakotalar, göçebe ve tarımdan hoşlanmayan bir halktır; uzun ve güçlü vücutlarıyla cüretkâr avcılar ve yiğit savaşçılardır.25 Dini görüşleri özenle incelenmiştir ve bunlar son derece ilkel ve anlaşılır olduklarından bunlardan sık sık bahsedilecektir. Siyular ve Vinebagolar, bu ailenin iyi bilinen üyeleridir.

Dr. Richardson’ın Atabaskları, Kuzey Amerika kabileleri arasında en aşağı konuma yerleştirdiğini görmüştük. Ancak New Mexico’da bu üzücü ayrıma karşı çıkabilecek bazı kabileler vardır: Meksika’nın kuzeybatısına alabildiğine yayılan Şoşoni ailesinin üyeleri olan Komançiler ve diğerleri. Bunların bir kısmının “yeryüzünde yaşayan herhangi bir insan ırklarındansa muhtemelen vahşi hayvanlara daha yakın” oldukları söylenmiştir.26 Alışkanlıkları bazı bakımlardan herhangi bir hayvanınkinden daha yabanidir. Zira insanın ahlaki düşüklüğünün veya üstünlüğünün sınırı yoktur. Gözlemci, bu soyun geçmişinde böyle bir tarihe sahip olduğundan veya geleceğinde böyle bir şeyin olma olasılığından şüphe duyduğu için mazur görülebilir. Bu hor görülmüş insanlar, akraba bir lehçe konuşur ve Anahuac imparatorluğunu kuran ve eski dünyanın en ünlü yapılarıyla rekabet eden mimari anıtları diken ünlü Aztek ulusuyla büyük ölçüde aynı kandan oldukları kesindir. Nikaragua’dan Vancouver Adası’na kadar dilinin izine rastlanan ve keskin zekâları kuzey kıtasındaki tüm medeniyetleri renklendiren bu büyük aile, Yeni İspanya’da başlıca iki gruptan oluşuyordu: Efsaneleri anayurtları olarak Guatemala dağ silsilelerine işaret eden Toltekler ve daha sonraki bir dönemde kuzeybatı kıyısından geldikleri ileri süren Nahualar. Birlikte Meksika vadisine ve civarına yerleşmişlerdi.27 Nikaragua Gölü kıyılarında ve Vera Paz Dağları’ndaki ücra topluluklar, Montezumalarınki ile rekabet eden bir medeniyet geliştirirken diğerleri, uzak kuzeyde mutlak bir barbarlık içinde kaldılar.

Aztekler, bir Maya bölgesini fethedip Orta Amerika’da, mitolojileri son yıllarda gün yüzüne çıkartılan mükemmel bir topluluk olan Kiçe İmparatorluğu’nu kurdular ve ayrıca Mayalar üzerinde belirgin bir iz bırakmış gibi gözüküyorlar. Mayalar, daha önce söylendiği üzere, Yucatan yarımadasına sahipti. Mayaların buraya aslen Büyük Antillerden geldiklerini düşünmemiz için bazı sebepler var. Ayrıca Panuco Nehri kıyılarında yaşayan Huastecaların ve Louisiana’da yaşayan Natçezlerin bunların soyundan geldikleri konusunda şüpheye yer yoktur. Mayaların dilleri Azteklerin dilinden büyük ölçüde farklıdır, ancak takvimleri ve mitolojilerinin bir kısmı onlarla ortak özelliklere sahiptir. Mayalar, yumuşak huylu ve son derece terbiyeli eski bir ulus gibi gözüküyorlar. Amerika ulusları içerisinde en gelecek vadeden çalışma alanını sunan onlardır. Taş tapınakları, sanattaki sıra dışı kabiliyetlerine hala tanıklık eder. Güvenilir bir efsane, Yucatan’ın altın çağının sonunu buranın Avrupalılar tarafından keşfinden bir yüzyıl öncesine tarihlendirmektedir. Daha önceleri burası, hükümdar yönetiminde bir krallıkmış ve uzun süreli barış ortamı güzel sanatların gelişmesine yol açmış. Ancak başkentleri Mayapan düşünce, iç anlaşmazlıklar şehirlerinin çoğunu mahvetmiş.

Kuzey ve Güney Amerika medeniyetleri arasında, ortaya konmuş hiçbir bağlantı yoktur. Güney Amerika kıtası medeniyetleri, birbirine tamamen yabancı iki kabileyle sınırlıydı: 1) İmparatorlukları Bogota civarında bulunan Muiskalar, 2) Keçuvalar ve Aymaralardan oluşan iki akraba şubeyle dillerini ve halklarını Kordilera dağlıkları boyunca ekvatordan otuzuncu güney enlemine kadar yayan Perulular. Güney Amerika kabilelerinin medeniyetlerinin çıkış noktası, Titikaka Gölü gibi gözükmektedir. Burası, iç denizlerin ve iyi sulanmış düzlüklerin avcı bir yaşamdan tarımsal bir yaşama değişimi nasıl sağladığı gösteren başka bir örnektir. Bu dört ulus (Aztekler, Mayalar, Muiskalar ve Perulular), Kızılderililer arasında bulunan insani gelişim yasaları gereğince eş zamanlı ve bağımsız bir şekilde medeniyetlerini geliştirdiler. Asyalı veya Avrupalı öğretmenlere hiçbir şey borçlu değillerdi. Uzun süre İnkaların kendilerine ait bir dil konuştuklarını sanıldı ve bu, yabancı bir neslin kanıtı olarak düşünüldü; ancak Wilhelm von Humboldt, bunun yalnızca ülkelerinde konuşulan ortak dilin bir lehçesi olduğunu kesin olarak göstermiştir.28

Kolomb, Küba adasına ilk kez vardığında diğer adalarda yaşayan tek gözlü yaratıklarla ilgili korkunç hikâyeler duydu. Ancak ayrım gözetmeksizin her yeri yağmaladı. Bu tek gözlü yaratıkların kötü nam sahibi Karayipliler olduğu ortaya çıktı. Bu insanların diğer adı, yaygın olarak dilimize geçen haliyle Cannibalstır29. Bu isim, insanlık dışı uygulamalarının bir ifadesidir. Bahsi geçen insanlar o dönemde Antillerin çoğunu ele geçirmiş ve Honduras ile Darien kıyılarında bir tutunma noktası elde etmişlerdi. Ancak anayurtları, Güney Amerika ana karasına işaret ediyordu. Sahip oldukları yerler şuralardı: Tüm kuzey kıyıları, en azından Amazon’un güney kıyılarına kadar iç kesimler ve batıda neredeyse Kordilleralara kadar olan kısım. Amazon ile Buenos Aires Pampaları arasında kalan devasa bölgede yaşayan Tupiler ve Guaranilerin bunlarla akraba olup olmadıkları hala tartışmaya açıktır. Gezgin D’Orbigny, bunun doğruluğunu büyük bir şevkle savunur. Dilsel bir benzerliğin olduğu kesin. Bununla beraber açıklanması çok zor bir karakter zıtlığı söz konusu. İkinci saydıklarım; çoğunlukla barışçıl, kendi halinde, ilgisiz, donuk ve hırsı olmayan bir toplumdu ve hala böyledirler. Oysa Karayipliler, el sanatlarında mahir cesur savaşçılar ve cüretkâr denizciler olarak korkunç bir şöhrete sahipti. Ayrıca zehirli okları, zalim ve iğrenç alışkanlıkları ve yaptıkları, nesiller boyunca dillerden düşmeyen bir dehşet unsuru haline geldi.30

Pampalar, Patagonya ve Ateş Toprakları yerlileri hakkında bildiklerimiz, bu insanların Şili’nin Arukanyalıları ile aynı soydan geldiklerini gösterecek kadar belirgin değildir. Ancak bu görüşü akla yatkın hala getiren pek çok şey var. Bazı fiziksel özellikler, ortak bir özgürlük sevgisi ve savaş tutkusu, onları bir araya getirmekte ve aynı zamanda onları kuzey komşularının tam zıttı bir konuma yerleştirmektedir.31

Özellikle Pasifik kıyısında birbirleriyle akrabalıkları belirlenmemiş pek çok kabile var. Nehir ulaşımı eksikliği, toprağın zorlu doğası ve belki oradaki nüfusun çok eski olması gibi etmenler, kıtanın bu kıyısındaki yerli aileleri birbirinden büsbütün ayırmış gibi gözüküyor. Diğer taraftan büyük nehir sistemleri ve Atlantik yamaçlarındaki engin düzlükler, göçleri ve haberleşmeyi kolaylaştırmış ve dolayısıyla binlerce kilometre karelik alan boyunca ulusal farklılıkları korumuştur.

Kıtanın doğal özellikleri, dillerin fiili dağılımıyla kıyaslandığında, söz konusu çeşitli ailelerin eski zamanlardaki göçleriyle ilgili bir fikir oluşturmamızdaki tek rehberimizdir. Bu ailelerin destanları, en işlenmiş olanı bile, karışık ve çelişkilidir ve büyük bir kısmı kesinlikle masalsıdır. Cüretkâr bağdaştırmalar ve zorlama yorumlara başvurarak bunlardan, bu ırkın Kolomb öncesi dönemiyle bağlantılı bir anlatı oluşturmak güçlü bir hayal gücünün yardımıyla kolay bir iştir. Ancak bu anlatı, tarih bakımından son derece değersiz olacaktır. Kesin olarak en çok şu söylenebilir: İki Amerika kıtasındaki genel göç yolları, yüksek enlemlerden ekvatora ve büyük batı dağ silsilelerinden doğuya doğruydu. Atabaskların, Algonkinlerin, İrokuaların, Apalaşlıların ve Azteklerin yaşadıkları bölgelere kuzeyden ve batıdan göç etmiş olmaları dışında makul bir şüphe mevcut değildir. Güney Amerika’da istikamet, son derece tuhaf bir şekilde bunun tersidir. Karayipler, Tupi-Guarani kolundan ve Keçuvalar Aymara kolundansa32 bu devasa kıtanın nüfusunun onda dokuzu Rio de la Plata nehrinin baş tarafındaki step ve vadilerden uzaklaşıp Meksika Körfezi’ne doğru göç etmiş ve burada yüksek kuzey enlemlerinden aşağı doğru inen diğer göç dalgasıyla çarpışmış demektir. Zira Tupiler ile Aymaraların en eski geleneksel yurtları, tartışmasız bir şekilde Paraguay Nehri kıyıları ve Bolivya Kordilerası stepleridir.

Bu hareket, belirli bir amacın dürtüsüyle büyük kitleler halinde gerçekleşmemiştir. Bunun yerine adım adım, soy soy gerçekleşmiş ve eski av sahaları çok yoğun nüfuslu hale gelmiştir. Bu olgu, şüphe götürmez bir şekilde, bu hareketin çok eski olduğuna işaret eder. Şüphesiz çok büyük bir hareketlilikti ancak bunu iki taraftan da sınırlandırmak mümkündür. Bir taraftan, Amerika’daki insan varlığının tarihini mevcut jeolojik çağın ötesine taşıyacak kayıt altına alınmış en ufak bir kanıt yoktur. Dr. Lund, Brezilya’da sekiz yüzden fazla mağarayı inceledi ve bunlardan yalnızca altısında insan kemiklerine rastladı. Ayrıca bu altı mağaradan yalnızca bir tanesinde hem insan kemikleri hem de şu anda nesli tükenmiş olan hayvan kemikleri vardı. Bu örnekte bile orijinal tabaka oluşumu bozulmuştu ve muhtemelen kemikler oraya gömülmüştü.33 Bu, güçlü bir olumsuz kanıttır. Önyargısız ve ehil bir jeologun incelemeler yaptığı diğer her örnekte daha eski katmanlarda sözde insan buluntularının hatalı olduğu ortaya çıkmıştır.

Bazılarına göre, Amerikan yerlilerinin kafatası biçimlerinin ırklarını diğer herkesten ve hatta başlıca ailelerini birbirinden ayıran anomaliler içermesi gerekiyordu. Bu görüş de sağlam bir incelemeyle çökmektedir. Bir zamanlar etnolojiyi ve hatta tarihi kökten değiştirmeyi vaat eden kafatası biliminin son sözü, bu kafatası şekillerinden hiçbirinin Yenidünya yerlilerine özgü olmadığı; aynı dil ailesinde bir üyenin diğeriyle ilişkisinin çok az olduğu ve bunlar arasında bu bakımdan Eski Dünya’nın ulusları arasındaki gibi büyük bir çeşitlilik olduğudur.34 Yapının özellikleri genel doğrular olarak kabul edilebilir olsalar da bilimsel bir etnolojinin kurulması için sağlam bir temel sağlamaz. Anatomi, Kızılderililerde sıradışı olan hiçbir şeye, özgün bir tür çeşitliliği şöyle dursun herhangi bir özgün eskiçağ uygarlığı geliştirme talebine işaret etmez.

Diğer taraftan ilkel sanat kalıntıları ve yerlilerin doğa üzerinde bıraktığı izler, Yenidünya’da tarihteki en eski olaylarla yaşıt bir yerleşim yerine işaret eder. Sanat kalıntıları derken tropik ormanların karanlığında unutulmaya yüz tutmuş o metruk saraylardan veya binlerce yıllık ağaç küfleriyle kaplı Mississippi vadisinin devasa toprak işlerinden bahsetmiyorum. Aksine o insanların mutfağının ve avcılığının gösterişsiz ve daha az aldatıcı kalıntılarından bahsediyorum. Atlantik kıyılarında her neslin yaz aylarını balıkçılık yaparak geçirdiği ve tek mezar yazıtı olarak kemik, deniz kabuğu ve ağaç kömürü bıraktığı Kızılderili köylerinin artıklarına sıkça rastlanır. Bir veya iki yüz insanın bu şekilde, son derece yaygın görüldüğü üzere iki buçuk üç metre yüksekliğinde ve doksan metre genişliğinde bir çerçöp yığını biriktirmesi için kaç yaz geçmesi gerekir? Sör Charles Lyell35 tarafından özellikle incelenip açıklanan Altamaha Nehri ağzında yaklaşık bu yükseklikte ve kırk kilometre karelik bir alanı kaplayan yığını oluşturması için kaç nesil gerekir? Pek çok sürülmüş tarlada ok uçları aramak için benim gibi yol tepenler, ülkemizin toprakları üzerinde ekim yapılan miktar karşısında zaman zaman hayrete düşmüş olmalılar. Bu miktar, toprağın çok uzun zamandır bu izleri bırakanlar tarafından sahiplenildiğine işaret eder. Zira avcı bir nüfus, her zaman sayıca azdır ve toplayıcılar sadece yüzeyde bulunan ok uçlarını bulurlar.

Doğa, bu eski sahipliğe bir kat daha kuvvetli bir şekilde tanıklık eder. Bitkibilimciler, bir bitkinin yabani türden tamamen ayrı bir forma dönüşmesi için çok uzun bir tarım süreci gerektiğini ifade ediyorlar; ayrıca bitkinin bağımsız hayat gücünü kaybedip neslinin devamının yalnızca insanların eline bakması için gereken yapay üreme daha da uzun süreli olmalıdır. İşte mısır, tütün, pamuk, kinoa ve manyok bitkileri ile bitkibilimcilerin Gulielma speciosa dedikleri palmiye türünün durumu tam olarak böyledir. Pamuk hariç bu bitkilerin hepsi, yalnızca Amerikan yerlileri tarafından çok eski zamanlardan beri ekilmektedir. Bunların hiçbiri, bilinen herhangi bir yabani türle daha fazla ilişkilendirilemez. Bazıları, insan bakımı olmadığı sürece yok olmaya mahkumdur.36 Bu, ne kadar uzun sürenin geçtiğine işaret eder? İnsanın Kızılderili mısırı yetiştirme düşüncesinden önce kaç yüzyıl geçmiştir? Mısırın neredeyse yüz enleme yayılmasından ve asıl formuyla tüm benzerliğini kaybetmesinden önce ne kadar zaman geçmiştir? Kimin bu sorulara cevap verecek cesareti var? Sağ görüşlü düşünürler, “Amerika nasıl nüfuslandı” gibi tartışmalı soruları bırakmak için geçerli nedenler bulacaklar ve ileri sürülen gerçekdışı çözümlere (Yahudiler mi Japonlar mı yoksa son teorilerde olduğu gibi Mısırlılar mı) gülüp geçeceklerdir.

Bu ve diğer değerlendirmeler, bahsettiğim izolasyonu kuvvetli bir şekilde kanıtlıyor. Ayrıca bunlar, çok eski çağlarda bu ırkın büyük aileleri arasındaki kapsamlı ilişkiyi ve zihinsel tür birliğini gösteren olumlu bir delildir veya hala gözlemlenebilir bir soy birliğini ima ediyor olabilir. Mısır, pamuk ve tütün tarımcılık dönemlerinde sadece ticaret yoluyla bu kadar yayılmış olamaz. Ayrıca, büyük dil aileleri arasında Profesör Muschmann’ın sözleriyle “bizi hayretler içerisinde bırakacak kadar”37 sözlü benzerlikler mevcuttur. Bunlardan bazısına daha sonra değinilecek. Son olarak, bu ırkın psikolojik yapısına geçerek üyelerinden biri üzerine eşsiz bir eser kaleme alan keskin görüşlü bir doğabilimcinin sözlerini alıntılayabiliriz: “Amerika’nın ilkel sakinlerinin hepsinin akraba bir kültür ölçeğinde durmaları bir yana hepsinin zihinsel durumları, ki insanlık esas olarak kendisini burada gösterir, yani dini ve ahlaki bilinçleri (diğer tüm dahili ve harici durumların kaynağı) etkilendikleri doğal şartlar ne kadar farklı olsa da birbiriyle aynıdır.”38

Çalışmamda, bu görüşlerin doğruluğunun farkında olarak tropikal veya ılıman, medeni veya barbar gibi bütün yapay ayrımlardan mümkün olduğunca uzak durulacak. Bu ırk; bütünlük içinde dinleri tüm üyeleri için ortak fikirlerin gelişimi olarak mitleriyle ve fikirlerin etrafını çok verimli olmasa da her yerde aynı kavramları somutlaştırmaya çalışan tasavvurlarla saran örtü olarak incelenecektir.

Kaynakçayla İlgili Not

Amerika mitolojileri konusu, pek çok okur için yeni bir mesele olduğundan ve bu konunun incelenmesinde her şey dikkatli bir kaynak seçimine bağlı olduğundan, öncelikle bu konu üzerine yazılmış olanları çok kısa bir şekilde gözden geçirmekte ve sonraki sayfalarda en sık alıntılanan eserlere verilen göreceli ağırlığı belirtmekte fayda var. Benim vardığım sonuçlar, böyle bir adımın iki misli tavsiye edilebilir gözüktüğü bu konuya daha önce temas etmiş kimselerin sonuçlarından çok farklıdır.

Amerika dinleriyle ilgili felsefi bir araştırmayı 1819’da üstlenen ilk kişi Dr. Samuel Farmer Jarvis’tı (A Discourse on the Religion of the Indian Tribes of North America, Collections of the New York Historical Society, vol. iii., New York, 1821). Dr. Jarvis, kendisini yalnızca Kuzey Meksika’nın kabileleriyle sınırlandırmıştır. Bu, zor bir çalışma alanıdır ve o dönemde iyi bilinmiyordu. İlkel bir medeniyet hali düşüncesi, Dr. Jarvis’i yerel dinlerle ilgili doğru bir değerlendirme yapmaktan alıkoymuştur. Zira bu düşünce, Dr. Jarvis’in bu dinleri daha saf inançlardan meydana gelen gelişmeler yerine kötüye gidiş olarak görmesine sebep olmuştur. Bu yüzden bu dinlerden “diğer uluslar arasında ilkel hakikat yapısına en bağlı kalanlar” olarak bahseder ve bunların “harikulade tek biçimlilikleri”ne de değinir (s.219, 221).

Meşhur Amerikalı etnolog Bay E.G. Squier’in de bu konuyla ilgili yayımlanmış bir çalışması mevcuttur. Bu çalışma, başlığının işaret ettiğinden daha geniş bir kapsama sahiptir (The Serpent Symbol in America, New York, 1851). Öncekilerden çok daha açık fikirli bir ruhla yazılmış olsa da çalışma bütünüyle, yarım yüzyıl önce Avrupa’da çok revaçta olan bir mitoloji ekolünün (oldukça üstünkörü olan) yararınadır. Sözgelimi, aşırı bir genellemeyle şöyle demektedir: “Amerika uluslarının dinleri veya batıl inançları, yüzeysel bakıldığında farklı görünseler de temelde aynı olup maddi yönünün etkisi altında Güneşe veya Ateşe tapınma olarak adlandırılan o ilkel sistemdeki küçük değişikliklerden ibarettir” (s.111). Mitolojinin asıl meselesi yaratıcı güce tapınmadır şeklindeki çok beğenilen ve (söylememde bir sakınca yoksa) karakteristik Fransız öğretisini bu görüşle birleştirir. Böylesi görüşleri maddileştirme eğilimlerinden kurtarmak için bunları belirgin ve evrensel bir tektanrıcılıkla dengelemeyi hayal eder. Şöyle yazar: “Amerika’da iyice tanımlanmış ve açıkça kabul edilmiş bir biçimde bir Yüce Birlik anlayışı ve karşılıklı ilkeler öğretisi vardı (s.154); ve başka bir yerde şöyle yazar: “Tek tanrıcılık fikri, Amerika’nın bütün dinlerinde açık bir şekilde öne çıkar” (s.151).

Büyük beklentilere girerek Kızılderililerle ilgili muhteşem ulusal çalışmamıza bakarsak (History, Conditions, and Prospects of the Indian Tribes of the United States: Washington, 1851-9) büyük bir hayal kırıklığı bizi bekliyor. Bu çalışma, derleyicisi bakımından talihsizdi. Hatta, Amerikan ölçüsüzlüğünün ve yüzeyselliğinin ürünüdür. Bay Schoolcraft eğitimsiz ve dar görüşlü birisiydi. Yanlış ifadeleri gösterişli bir üslupla yazmıştır. Eserin içerdiği orijinal gözlemlerden gelen bilgiler, çoğunlukla gerçek bir değere sahip olsa da yerlilerin tarihi ve dinleriyle ilgili genel değerlendirmeler son derece sığ ve güvenilmezdir.

Alman profesör Dr. J.G. Müller, Amerika’nın ilkel dinleri üzerine oldukça hacimli bir çalışma yazmıştır (Geschichte der Amerikanischen Ur-religionen, s.707: Basel, 1855). Görüşü şu yöndedir: “Güneyde güneş putlaştırılarak doğaya tapınılır, kuzeydeyse fetişizmle birleşmiş bir ruh korkusu vardır. Bu ikisi Kızılderililer dininin temel iki unsurunu oluşturur.” (s.89, 90). Bu varsayımsal karşıtlığı Algonkin ile Apalaş kabileleri ve Guatemalalı Toltekler ile Meksikalı Aztekler arasında çizer. Alıntıları neredeyse tamamen ikinci el kaynaklara dayanır ve Haitili siyahilerin puta tapınmasını Chiapalı Votanlarınkiyle karıştırılmasına dair olgularını eleştiri süzgecinden pek az geçirir.

Merhum Dr. Teodore Waitz’in antropoloji çalışması çok daha iyidir (Anthropologie der Naturvölker: Leipzig, 1862-66). Amerika yerlileri üzerine bundan daha kapsamlı, esaslı ve eleştiril bir eser şimdiye kadar yazılmadı. Bununla birlikte yazar, ne yazık ki başkalarının aceleci ve temelsiz genellemeleri tarafından yoldan çıkarılarak yerlilerin dinleri konusunda yanılır. Dahası, tinsel bilimleri gerçekçi bir felsefeye tabi kılmaya yönelik büyük hevesi, dini gelişim hakkında doğru bir değerlendirme için özellikle zararlı olmuştur. Ayrıca görüşleri, özgün olmadığı gibi ispatlanabilir de değildir.

Hevesli ve saygıdeğer tarihçi Abbé E. Charles Brasseur tarafından Amerikan mitolojisini Euhemerus ve Tesalya örneğine göre (tarihin yüceltilmesi olarak) açıklamak için son zamanlarda yapılan girişimi de farklı bir sebepten dolayı mutlak bir şekilde kınamak durumundayım. Diğer mitolojilere defalarca uygulanıp hiç sonuç vermeyen bu görüş, Avrupa ve Doğu tarihini inceleyen bütün seçkin araştırmacılar tarafından artık reddedilmektedir. Ayrıca bu görüşü Amerikan dinlerinin içine sokmaya çalışmak bu dinleri daha da belirsiz ve itici bir hale getirip onları şu anda sahip oldukları tek değerden (insanlığın dini fikirlerinin kademeli gelişimini göstermesinden) mahrum etmek demektir.



Diğer taraftan bunları kullanış biçimi üzücü olsa da Amerika’nın eski tarihiyle ilgilenen herkes, bu yorulmak bilmez kâşife İspanya’nın ve Orta Amerika’nın ihmal edilmiş kütüphanelerinden ortaya çıkarıp halkın bilgisine sunduğu paha biçilmez malzemeler için ne kadar teşekkür etse azdır. Bunlardan en önemlisi, Kiçelerin Kutsal Milli Kitabı’dır. Bu kitap, Guatemala kabilesi olan Kiçelerin orijinal dilinde yazılmış efsanelerini içerir ve 1725 dolaylarında Rahip Francisco Ximenes tarafından çevrilmiştir. Bu misyonerin el yazmaları, bu yüzyılın başlarında Don Felix Cabrera tarafından kullanıldı, ancak 1850’de Abbé Brasseur bile kendisini bunlara tamamen kaptırmış olsa gerekir (Lettre à M. le Due de Valney, Meksika, 15 Ekim 1850). Abbé’nin mektuplarında kullanılan pişmanlık ifadeleriyle bunların öneminin anlaşılmasından sonra Dr. C. Sherzer, 1854’te Guatemala şehrindeki San Carlos Üniversitesi kütüphanesinde bunları keşfetme şansına nail olmuştur. Efsaneler, Kiçeceydi ve yanında İspanyolca çevirisiyle şerhler de vardı. İspanyolcası Dr. Scherzer tarafından kopyalandı 1856’da Viyana’da Las Historias del Origen de los Indios de Guatemala, por el R.P.F Francisco Ximenes başlığıyla basıldı. Abbé 1855’te orijinalin bir kopyasını aldı ve bunu kendi tercümesiyle 1861’de Paris’te Vuh Popol: Le Livre Sucré des Quichés et les Mythes de l’Antiquité Américaine başlığıyla yayımladı. Kitaba bakınca bu efsanelerin, din değiştirmiş bir yerli tarafından on yedinci yüzyılda bir tarihte yazıldığı anlaşılmaktadır. Bu efsaneler, ulusal tarihi yaklaşık iki yüzyıl geriye götürür ve bunun ötesinde her şeyin mitolojik olduğunu ileri sürer. İki çeviri de çevirmenlerinin özgün yorumlarıyla renklendirilmiş olsa da bu kitap, Amerikan mitolojisiyle ilgili günümüze kadar gelen en eksiksiz ve değerli çalışmadır.

18.Gomara, De Ayllon’ın Atlantik kıyısında Hatteras Burnu yakınlarında geyik sürüsü güden ve bunların sütüyle peynir yapan kabileler bulduğunu ileri sürmektedir (Hist. de las Indias, s.43). Bu ifadeye hiç önem vermiyorum. Bundan bahsetmemim tek sebebi, bu bölgede yaşayan artık nesli tükenmiş kabileler hakkında diğer bazı ilginç bildirimlerle bağlantı kurmaktır. Hem De Ayllon hem Lawsom, bu insanların çok açık tenli olduklarından bahseder. Lawsom; sarı saçlı, mavi gözlü ve açık tenli pek çok insan görmüştür; bu insanlar patates (veya yer fıstığı), tütün ve pamuk yetiştiriyorlarmış (Humboldt); zamanı, altmış parçaya ayrılmış ahşap disklerle hesaplıyorlarmış (Lederer); ve bu en ölçülü tespit, İzlanda Destanlarında İskandinavyalı deniz gezginlerinin on birinci yüzyılda kendi ten renklerine sahip, örme uzun kıyafetler giyen ve en az kendileri kadar medeni olan insanlar buldukları gizemli Beyaz İnsanın Diyarı veya Büyük İrlanda’yı tam da bu enleme yerleştirmektedir.
19.Eskimo ismi, Algonkin dilindeki Eskimantick (çiğ et yiyiciler) kelimesinden gelmektedir. Eskimoların bir zamanlar Atlantik kıyısının epey güneyine hâkim olduklarına inanmamız için geçerli sebebimiz var. İskandinavyalılar, 1000 yılında muhtemelen Rhode Island yakınlarındaki Vinland’ın, yerlileriyle karşılaştılar ve bu insanlar Labrador’dan bildikleriyle aynı ırktı. Bunlara Skralingar (ufak tefekler) diye hitap ediyorlar ve onları çok sayıda ve kısa boylu olarak tarif etmekteler (Eric Rothens Saga, Saganbibliothek, s.214). İlginçtir ki, yaklaşık 1300’lerde Virginia kıyılarına yerleşen Tuscaroraların efsaneleri, orada karşılaştıkları ırktan çiğ et yiyiciler ve mısırdan bihaber olarak bahsetmektedir.
20.Richardson, Arctic Expedition, s. 374.
21.Washington Üniversitesi’nden merhum Profesör W. W. Turner ve Berlin Üniversitesi’nden Profesör Buschmann, bu geniş çapta dağılmış ailenin sınırlarını izleyen iki akademisyendir. İsimleri, Britanya Amerika’sındaki Athabasca Gölü’nden gelmektedir.
22.Çeroki dili, İrokua diliyle sınırlı sayıda ortak kelimeye sahiptir ancak dildeki yapısal benzerlik yakındır. İsmin kökeni bilinmiyor. İsim şüphesiz, Tellico, esasen Tsaliko, Nehri’ninkiyle neredeyse aynı şekilde (Ramsey, Annals of Tennessee, s. 87), çoğul bir form olarak Tsalakie şeklinde yazılmalıdır. Adair’in cheera (ateş) sözcüğünden türetimi faydasızdır, zira dillerinde böyle bir kelime yoktur.
23.Algonkin tabiri, agomeegwin’in (diğer kıyının sakinleri) bozulmuş hali olabilir. Genellikle eş anlamlı olarak kullanılan Algic, Bay Schoolcraft’ın “Alleghany ve Atlantic” sözcüklerinden türettiği bir sıfattır (Algic Rescearches, ii, s. 12). Bunu kabul etmek için hiçbir sebep yok. Algonkin hem isim hem de sıfat olarak kullanılabilir. İrokua, yerli dilindeki hiro ile koue kelimelerinin Fransızca bir birleşimidir. Bunlar bir kabul veya beğeni nidası olarak kurultaylarında sıklıkla duyulan tabirlerdi.
24.Apalachian; Krikçe büyük deniz, okyanus anlamına gelen apala ile insan anlamındaki chi ekinin birleşimi olan iki kelimeden oluşmaktadır ve okyanus kıyısında ikamet edenler anlamına gelmektedir. Natchezlerin Mayaların soyundan geldiğini tahmin edip yüz kadar Natchez sözcüğünü Maya lehçelerindeki eşdeğerleriyle dikkatli bir şekilde inceleyerek kanıtlayan ilk kişiyim. Bunlar arasında beş tanesi, Panuco Nehri ahalisi Huastecaların diline özgü kelimelerle, on üçü Huasteca ve Maya ile ortak kelimelerle, otuz dokuzu ikinci dilde benzer anlama gelen kelimelerle az çok belirgin benzerliklere sahiptir. Bu benzerlik; bir, iki, dört, yedi, sekiz, yirmi gibi sayılarla örneklendirilebilir. Natchez dilinde bunlar şöyledir: hu, ah, gan, uk-woh, upku-tepish, oka-poo. Maya dilinde ise şöyledir: hu, ca, can, uk, uapxa, hunkal (bkz. Am. Hist. Mag., New Series, cilt I, s. 16. Ocak 1867).
25.Yerli dilinde Dakota, arkadaşlar veya müttefikler anlamına gelir.
26.Rep. Of the Commissioner of Indian Affairs, 1854, s. 209.
27.Professor Buschmann’a göre Aztek kelimesi muhtemelen iztac (beyaz) kelimesinden gelmektedir ve Nahuatlacatl, Naguatl (temiz ses) dilini konuşanlar anlamına gelmektedir. Bununla birlikte Abbé Brasseur (de Bourbourg) ikinci kelimeyi Kiçece nawal (zekâ) kelimesinden türetmekte ve şu inanılmaz bilgiyi eklemektedir: Bu kelime, İngilizce know all (hepsini bil) ile özdeştir (Hist. du Mexique. s.102). Onun teorisine göre, Orta Amerika’nın birçok dili; İngilizce, Almanca ve akraba diller gibi eski Indo-Germen kolundan gelmektedir. Toltecatl kelimesinden gelen Toltec, Tollan’ın sakinleri anlamına gelir (ikincisi tolinden geliyor olabilir) ve sazlık yeri ifade eder. Genellikle Toltecatl’a atfedilen zanaatkâr ifadesi, daha geç tarihlidir ve bu eski halkın ünlü sanatsal yeteneğinden gelir (Buschmann, Aztek. Ortsnamen, s.682: Berlin, 1852). Tolteklerden genellikle Nahuaların öncülü olarak bahsedilir ancak Tlaskaltekler ve Cholula yerlileri aslında Tolteklerdir, tabi bu ikinci isme yalnızca mitolojik bir anlam vermediğimiz taktirde. İki Aztek kolunun ilk göçleri ve ilişkileri, laf arasında, hala tamamen belirsizdir. Şoşoniler, kendileriyle ilk kez karşılaşıldığında Missouri’nin engin suları kadar kuzeyde ve şu anda Black Feetlerin oturduğu arazide yerleşiklerdi. Komançi, Wihinasht, Utah ve benzer grupları içeren dillerinin Azteklerin diliyle pek çok göze parçan benzerliği olduğu ilk kez Profesör Buschmann tarafından büyük çalışmasında gösterilmiştir, Uber die Spuren der Aztekischen Sprache im nördlichen Mexico und höhren Amerikanischen Norden, s.648: Berlin, 1854.
28.Humboldt, bu görüşünü Garcilaso de la Vega’nın Comentarios Reales de los Incas adlı eserinde korunmuş olan İnkaların gizli dilindeki on beş sözcüğün analizi üzerine kurmuştur. İncelemede hepsinin langua generalden türeyen formlar oldukları ortaya çıktı (Meyen, Uber die Ureinwohner von Peru, s.6). Peru Keçuvalarının Guatemala Kiçeleri ile karıştırılmaması gerekiyor. Kiçe bir yerin ismidir ve “çok ağaç” anlamına gelir; Keçuvanın kökeni ise bilinmiyor. Muiskas “insanlar” anlamına gelir. Bu ulus kendilerini Çibça olarak da adlandırıyordu.
29.Yamyamlar (ç.n.)
30.Karayip kelimesi muhtemelen savaş demektir. Bu anlama sahip Guarani ile aynı kelime olabilir. Tupi veya Tupa gök gürültüsü demektir ve yalnızca mitolojik açıdan anlaşılır.
31.Arukanyalılar isimlerini muhtemelen Keçuva dilindeki iki sözcükten aldılar, ari auccan: evet! Onlar savaşır. Bu, onların savaşçı karakterini pekâlâ anlatan bir ifadedir. Piazzaro’nun gelişinden önce İnkalar ile uzun ve korkunç savaşlara girişmişlerdi.
32.Bu metni yazarken Dr. von Martius’un takdire şayan çalışması elime geçti, Beiträge zur Ethnographie und Sprachenkunde Amerika’s zumal Brasiliens, Leipzig, 1867. Bu büyük araştırmacıya göre adadakiler dışında ana karada yaşayan Karayiplerin, Tupiler ve Guaraniler ile aynı soydan geldikleri kesindir.
33.Comptes Rendus, xxi. cilt, s. 1368.
34.Bu konunun en büyük iki otoritesi şu iki isimdir: Daniel Wilson, The American Cranial Type, in Ann. Rep. of the Smithson. Inst. 1862, s. 240 ve J. A. Meigs, Cranial Forms of the Amer. Aborigs.: Phila. 1866. Bu iki isim, bu metinde ifade edilen görüşlerle uyum içinde olup Crania Americana’da Dr. S. G. Morton tarafından savunulan görüşleri reddetmektedir.
35.Second Visit to the United States, s. 252.
36.Martius, Von dem Rechtszustande unter den Ureinwohnern Brasiliens, s. 80; München, 1832. Yakın zamanda tekrar basıldı, Beitrage zur Ethnographie und Sprachenkunde Amerika’s: Leipzig, 1867.
37.Athapaskische Sprachstamm, s. 164: Berlin, 1856.
38.Martius, Von dem Rechtszustande unter den Ureinwohnern Brasiliens, s. 77.
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
17 mayıs 2024
Hacim:
15 s. 26 illüstrasyon
ISBN:
9786258361001
Telif hakkı:
Maya Kitap
İndirme biçimi:
epub, fb2, fb3, ios.epub, mobi, pdf, txt, zip

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu