Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Entelektüelin kutsal kitabı», sayfa 2

Yazı tipi:

Hammurabi Kanunları

Hammurabi bugünkü Irak’ta kurulmuş eski bir medeniyet olan Babil İmparatorluğu’nun krallarından biriydi. MÖ 1792’den 1750’ye kadar hüküm sürmüş ve birçok düşman krallığı işgal etmiştir; ama en çok, tarihin ilk kanun koyucusu olarak ün kazanmıştır. Hükümdarlığının sonuna doğru Hammurabi, yurttaşların uyması gereken kurallar ile suçluların alacağı cezaları açıklayan, tarihteki ilk yazılı yasalardan birini hazırlamıştır. Hammurabi’nin zamanında çoğu toplum sadece despot yöneticilerin geçici hevesleriyle yönetilirken, herkes için eşit olarak geçerli kanunlar daha önce görülmemiş bir yenilikti.

Ancak bu kanunlar modern standartlara göre aşırı acımasızdı. Hammurabi, en ufak bir kural ihlaline bile ölüm cezası veriyordu. Meyhaneye giren kadınlar, kaçak köle barındıran adamlar ve “geçerli bir sebep” olmaksızın kocalarını terk eden kadınların hepsi idama mahkûm ediliyordu. Acımasız kanunlar antik toplumun batıl inançlarını yansıtıyordu. Babil yurttaşları arasındaki anlaşmazlıklarda, Hammurabi kanunları suçlanan kişinin bir nehre atlamasını gerektiriyordu. Kişi eğer suçluysa batar, masumsa kurtulurdu. Ona suç atansa yalan beyanattan dolayı ölüme mahkûm edilirdi.

Kralın kâtipleri, kanunları adalet tanrısına adanmış siyah taş bir sütun üzerine yazıp halka sergilemişlerdir. Kitabede Hammurabi, “tüm gelecek nesillerden” kanunları gözetmelerini ve “kendilerine verdiği toprakların kanununu değiştirmemelerini” talep etmiştir. Hammurabi, gelecek krallardan, ülkeyi kendi dürtülerine göre yönetmekten ziyade, kurallarına bağlı kalmalarını istemiştir. Hükümdarların yurttaşlarını yönetirken kanunları keyiflerine göre değiştirememesi düşüncesi devrimci bir anlayıştı. Hukukun üstünlüğüne saygı başarılı hükümetlerin başlıca niteliklerinden biri olarak kalmıştır.

EK BİLGİLER:

1. Hammurabi kanunlarını üzerinde taşıyan sütun, 1901 yılında Fransız bir arkeolog tarafından gün ışığına çıkarılmıştır ve şu anda Paris’teki Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir.

2. Hammurabi kanunları, Yakındoğu’daki birçok antik medeniyet tarafından kullanılan karmaşık bir yazı sistemi olan çiviyazısıyla yazılmıştır. Modern bilim insanları çiviyazısındaki karakterleri 1835 yılına dek çözememişlerdir.

3. Babilli bilim insanları, altmış sayısını temel alan bir sayı sistemi kullanmışlardır. İşte bu nedenden dolayı bir dakika altmış saniyeden oluşur.

Ernest Hemingway

Yirminci yüzyılın en önemli Amerikalı yazarlarından çok azı Ernest Hemingway (1899-1961) kadar etkili olup taklit edilmiş, yine çok azı onun kadar kötülenmiştir. Romanları ve kısa öyküleri ile bilinen Hemingway, hayatı boyunca öyle tanınmış biri olmuş ve kendi hakkında öyle efsaneler yaratmıştır ki bazen bunları gerçeklerden ayırt etmek hayli zordur.


1899’da İllinois, Oak Park’ta dünyaya gelen Hemingway yazarlığa olan tutkusunu erken yaşlarda keşfetti. On sekiz yaşında Kansas City Star’da muhabir olarak çalışmaya başladı. Birkaç ay içinde I. Dünya Savaşı’nda, sonradan yaralanacağı İtalyan cephesinde Kızılhaç ambulans şoförü olarak göreve alındı. Savaştan sonra, Gertrude Stein gibi yurtdışında yaşayan, savaşın zalimliğinden dolayı hayal kırıklığına uğramış Kayıp Kuşak’tan diğer Amerikalı yazarlarla beraber uzun süre Paris’te yaşadı. Paris’te Hemingway kendi tarzını; görünüşteki basitliğiyle insanı yanıltan, yinelemeli, erkeksiliğinin bilincinde olan o yalın yazım tarzını iyice belirginleştirdi. Kuzey Michigan’da ergenlik dönemindeyken geçirdiği yazlara ve sonraları Avrupa’ya yaptığı yolculuklara dayanan birçok kısa öykü yazdıktan sonra, Hemingway ilk ve en önemli romanı Güneş de Doğar’ı kaleme aldı (1926). Zamanını İspanya ve Fransa’da geçiren asi, genç bir Amerikalı hakkında olan bu kitap Hemingway’e anında şöhreti getirdi. Bu kitabı, I. Dünya Savaşı sırasında Amerikalı bir ambulans şoförü ile İngiliz bir hemşire arasındaki trajik aşkı konu alan Silahlara Veda (1929) ve İspanyol İç Savaşı sırasında bir gazeteci olarak çalışan Hemingway’in kendi işinden ilham alarak yazdığı bir gerilla hikâyesi olan Çanlar Kimin için Çalıyor? (1940) romanları izledi. Bu romanlardan ikincisinin baş karakteri, birçok kişinin “Hemingway’in ideal kahramanı” olarak nitelendirdiği, şiddet ve zorluklar karşısında merhamet ve asalet gösteren, hayal kırıklığına uğramış ancak acılara dayanıklı erkek karakteri örneklendirir.

Şöhreti artan Hemingway sadece savaş, boğa güreşi, avcılık, balıkçılık ve diğer bariz şekilde erkeksi konular hakkında yazmakla ünlenmiştir. Bazı eleştirmenler Hemingway’in eserlerini maço bir tutum sergilendiğini düşünerek görmezden gelse de, Yaşlı Adam ve Deniz (1952) adlı kısa romanın anlatımındaki tartışılmaz ustalık Hemingway’e 1954 yılında edebiyat dalında Nobel Ödülü’nü kazandırmıştır. Bu önemli başarısına rağmen, Hemingway son yıllarında sağlığını yitirmiş, depresyona gömülmüş ve nihayet 1961 yılında bir tüfekle intihar etmiştir. Ancak, modern roman tarzı üzerindeki etkisi varlığını sürdürmektedir.

EK BİLGİ:

1. Her yıl düzenlenen Hemingway Taklit Yarışması’na, yazarın kolay anlaşılır tarzına dalgacı bir üslupla yaklaşan yüzlerce başvuru yapılmaktadır. Önceki yıllarda ödül alan kitap başlıklarından bazıları The Old Man and the Flea (Yaşlı Adam ve Bit) ve For Whom the Cash Flows? (Paralar Kimin için Akıyor)‘dur.

Nefertiti Büstü

Mısır sanatının en ünlü çalışmalarından biri olan kireçtaşından yapılmış Nefertiti büstü, 1912 yılında Alman arkeolog Ludwig Borchardt tarafından modern Mısır’daki Tell el-Amarna kasabası yakınlarında keşfedilmiştir. Büst antik çağ heykeltıraşlarından Thutmose’nin atölyesinde bulunmuş ve kırık çömlek parçaları gibi gösterilerek gizlice ülke dışına çıkarılmıştır.

Nefertiti, MÖ 1353 ile 1335 arasında Mısır’ı yöneten Firavun IV. Amenhotep’in gözde kraliçesiydi. Amentohep, yönetimi sırasında ismini “Güneş Tanrısı Aten’e hizmet eden” anlamına gelen Akhenaton olarak değiştirdi ve ahlaka vurgu yapan yeni, tektanrıcı bir dini benimsedi. Nefertiti, neredeyse kocasınınkine denk, yüksek bir mevkiye sahip oldu. Bazı uzmanlar yeni dinin arkasında onun olduğuna ve hatta bir süreliğine ülkeyi firavunla beraber yönettiğine inanmaktadır. Akhenaton’un ölümünden sonra o ve güçlü karısının neredeyse tüm izleri belki de reddettikleri dinin rahipleri tarafından yok edilmiştir.



Yaklaşık 50 santimetrelik ve 3400 yıllık Nefertiti büstü neredeyse hiç zarar görmemiş bir halde bulunmuştur. Büstün sadece kulakmemeleri kırıktır. Ancak bu eser tamamlanmadan bırakılmıştır, çünkü sol göz çukuru hiçbir zaman doldurulmamış gibi görünmektedir. Thutmose’nin bu büstü öğrencileri için bir model olarak kullanmış olması da muhtemeldir. Büstün kraliçeye mi benzediği, yoksa ideal bir güzelliği mi tasvir ettiği net olarak bilinmemektedir.

Discovery Channel tarafından desteklenen İngiliz arkeolog Joann Fletcher, 2003 yılında daha önceden keşfedilen bir mumyanın Nefertiti’ninki olduğunu öne sürerek tartışma yarattı. Önemli kanıtlar sunmasına rağmen, Mısırlı otoriteler onun iddialarını reddettiler.

Büst günümüzde Berlin’deki Neues Müzesi’nde görülebilir. Sadece Mısır’ın en tanınmış sanat eserlerinden biri değil, aynı zamanda kadın güzelliğinin de bir modeli olmayı sürdürmekte ve “Güzel olan geldi” anlamındaki Nefertiti ismine yeni bir anlam katmaktadır.

EK BİLGİLER:

1. II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde Nefertiti’nin büstü Berlin’in Sovyet işgali altındaki bölgesinden çıkarıldı ve kime ait olduğu konusunda büyük tartışmalar yarattı. Büst, 2005’te iade edildi.

2. Nefertiti adı bir google aramasında 472.000 2 sonuç veriyor. Bu, imajını yirmi birinci yüzyılda da gücünü koruduğunun bir göstergesidir.

3. Kendilerini “Little Warsaw” olarak adlandıran bir çift Macar sanatçı, şeffaf bir giysi giymiş, kafası olmayan bir kadın heykelinin üzerine Nefertiti’nin büstünü yerleştirerek yakın zamanda yeni bir tartışma yarattılar.

Eratosthenes

Antik Yunan’da çoğu bilim insanı dünyanın yuvarlak olduğuna inanıyordu. Fakat hiçbiri, İskenderiye’nin baş kütüphanecisi Eratosthenes’in (MÖ 276-194) dünyanın büyüklüğünü ölçmek için dahiyane bir yöntem geliştirdiği MÖ III. yüzyıla dek onun ne kadar büyük olduğunu bilememiştir.



Eratosthenes, Mısır’da Asvan yakınlarında özel bir kuyu biliyordu. Yılın en uzun günü olan 21 Haziran günü tam öğle vaktinde güneş ışınları kuyunun dibine kadar ulaşıyordu. Bu, güneşin tam tepede olduğu anlamına geliyordu. Eratosthenes, eğer güneş Asvan’da tam tepedeyse, o zaman ışınların biraz daha kuzeyde olan İskenderiye’de belli bir açıyla yere düşmesi gerektiğini fark etti. Güneşin merkezden sapış açısını ölçebilirse, o zaman yeryüzünün büyüklüğünü tahmin etmek için gereken ipucuna sahip olacaktı. Bunun için, İskenderiye’de bir 21 Haziran günü güneş tam tepedeyken bir sopa aldı ve sopanın gölgesinin yere düşme açısını hesapladı.

Eratosthenes, bu açının iki şehir ile dünyanın merkezi arasındaki açıya eşit olduğunu biliyordu. Dolayısıyla, iki şehri birbirinden dünyanın kaçta kaçlık bir bölümünün ayırdığını belirleyebilmek için, bulduğu açı ölçüsünü bir dairenin iç açılarının toplamı olan üç yüz altmışa böldü. Cevap ellide birdi. Diğer bir deyişle, Asvan ve İskenderiye arasında elli defa gidip gelirseniz o zaman dünyanın çevresi kadar yürümüş olacaktınız.

Geriye kalan tek şey, iki şehir arasındaki mesafeyi tam olarak ölçmekti. Eratosthenes, şaşmaz bir şekilde eşit adımlar atmak için eğitilmiş profesyonel bir yürüyüşçü tuttu. Yürüyüşçünün adımlarının ölçüsünden yola çıkarak dünyanın çevresinin tahmini olarak 24.700 mil olduğunu tespit etti. Bugün Eratosthenes’in iki bin yıl önce geliştirdiği ilkeleri kullanan modern araçlar ekvatorun uzunluğunu 24.902 mil olarak hesaplıyor.

Eratosthenes’in zamanında bilinen dünya İspanya’dan Hindistan’a uzanıyordu. Eratosthenes dünyanın geri kalanını çok geniş bir okyanusun kapladığına inanıyordu. Okyanus bu denli devasa olmasaydı, Eratosthenes batıya doğru yelken açarak İspanya’dan Hindistan’a ulaşmanın mümkün olabileceğini düşünüyordu. Kristof Kolomb’a 1492 yılında o ünlü yolculuğa çıkmak için ilham veren de işte bu fikir oldu.

EK BİLGİLER:

1. Eratosthenes tarihi olayları kronolojik bir sıraya koymaya ciddi bir biçimde teşebbüs eden ilk tarihçiydi. Bugün ilkçağa dair tarihlerin çoğu için onun belirledikleri temel alınıyor.

2. Enlem, boylam, gam (müzik) ve asal sayılar gibi pek çok modern kavramı da Eratosthenes’e borçluyuz.

3. Eratosthenes’in zamanında bilim insanları ona “Beta” lakabını takmışlardı; ama içlerindeki en karizmatik kişi olduğu için değil. Eratosthenes’in o kadar fazla ilgi alanı vardı ki çağdaşları onu her şeye yüzeysel yaklaşan bir amatör olarak görüyorlardı. Onlara göre o ikinci sınıf biri, bir “beta” idi.

Melodi

Günlük konuşmada sıklıkla ezgi olarak da ifade edilen melodi, müziğin belki de en bilindik unsurudur. Bir melodiyi bir veya birden çok çalgıyla çalmak mümkündür. Melodi, armoni ve ritimle beraber müzikteki üç temel unsurdan biri olarak kabul edilir.

Melodi, perdelerin kulağa hoş gelecek şekilde birbiri ardına dizilişidir. Perdeler bir uyumluluk hissi verir veya birbirlerine aitmiş gibi görünürler. Melodi, birden çok notanın bir anda hep birlikte değil, birbiri ardına çalınmasıyla armoniden ayrılır.

Zamanla melodinin tanımı daha eski bestecilerin kulağına cüretkâr ve hatta sert gelecek nota dizilerini de içerecek kadar genişledi. Mozart, Schubert ve Sibelius melodi yaratan dâhiler olarak görüldü. Diğer taraftan, örneğin Bahar Ayini adlı baleyi akıldan çıkmayan ezgilerle başlatan Stravinsky gibi modernistler, birçok 18. ve 19. yüzyıl bestecisinin ve hatta günümüzde bile bir kısım dinleyicinin gürültü olarak nitelendireceği melodiler yazdılar.

Genelde melodiler cümle denilen daha kısa parçalara ayrılırlar. Çoğunlukla bu cümleler kadans denilen dinlenme noktalarında son bulur. Bir melodinin genel yapısını oluşturan cümleler çoğu zaman bir soru ve cevap izlenimi uyandırır. Melodinin bir parçası müzikal bir fikir ortaya koyar ve diğer parçası da bunu tamamlar. Eğer bir cümle çözüme ulaşmamış veya tamamlanmamış bir kadansa işaret eden bir nota ile biterse, tüm cümle öncül olarak adlandırılır. Benzer şekilde, kulağa tamamlanmış gelen bir kadans ile biten bir cümle ardıl olarak adlandırılır.


EK BİLGİLER:

1. Ortaçağda birçok besteci, parçalarında ana tema olarak on beşinci yüzyıl Fransız ezgisi “L’homme armé” (Silahlı Adam) gibi basit, basmakalıp melodileri kullanmıştır.

2. “Twinkle, twinkle, little star” (Parla, parla, küçük yıldız) gibi daha modern melodilerin de aynı şekilde kullanıldığı olmuştur, ama modern zamanlarda orijinal bir melodi ortaya çıkaran yeteneğe çok daha fazla değer verilmektedir.

3. Bir melodi veya bir parçanın geniş bir çalgılar topluluğu tarafından icra edilmek üzere düzenlenmesine orkestrasyon denir. Konservatuarlarda verilen bazı dersler tamamıyla bu konu üzerinedir ve kimi besteciler özellikle orkestraya uyarlama becerileriyle takdir toplar.

Sokrates

Batı felsefesinin kurucusu olarak kabul gören Sokrates (MÖ 470-399) hayatı boyunca tek bir kitap bile yazmadı. Bizler onu dolaylı olarak, yani sadece diğer insanların onun hakkında yazdıklarından tanıyoruz.

MÖ 5. yüzyılda Yunanistan’da, Atina şehir devletinde doğan Sokrates, Atina’nın girdiği savaşların birinde asker olarak kendini gösterdi ve sonraları Atina toplumunda sıra dışı bir şahsiyet oldu. Karşısına çıkan herkesle, özellikle de şehrin delikanlılarıyla sohbet ederdi. Tüm ülkeyi gezerek genç adamlara retorik ve diğer siyasi becerileri öğreten Sofistlerin aksine, Sokrates kimseden para almaz ve daha da önemlisi öğretecek hiçbir şeyi olmadığını iddia ederdi! Sokrates gerçek bilgiye sahip olmadığını ve eğer başkalarından daha akıllıysa, bunun yalnızca kendi cahilliğinin farkında olmasından kaynaklandığını belirtirdi.



Sokrates hakkında bilinenlerin çoğunu en ünlü öğrencisi Platon’a (MÖ 427-347) borçluyuz. Bu alandaki araştırmacıların çoğu Platon’un gençlik diyalogları Sokrates ve Sokrates’in felsefeye karşı tutumunun tarihsel olarak en doğru temsili olduğuna inanır. Bu diyaloglarda genellikle Sokrates bir şeylerin, örneğin adaletin ne olduğunu bildiğini iddia eden Atinalı bir vatandaşla karşı karşıya gelir. Ardından, iddia ettiği şeyi hiçbir şekilde bilmediğini ona kanıtlamaya koyulur.

MÖ 399’da Sokrates genç Atinalıları ‘doğrudan saptırmak’ suçundan yargılandı. Platon tarafından Sokrates’in Savunması diyalogunda kaydedilen duruşmasında Sokrates, sorgulanmayan hayatın yaşamaya değer olmadığına dair ünlü iddiasını ortaya atar. Masum olduğunu öne sürerek kendisini savunur ama suçlu bulunur. Bir tür zehir olan baldıran otunu içmeye zorlanarak ölüme mahkum edilir. Sokrates’in arkadaşları ve hayranlarıyla felsefe tartışarak geçen son saatleri Platon’un diyalogu Phaidon‘da dokunaklı bir biçimde belgelenmiştir.

EK BİLGİLER:

1. Pek çok hukuk fakültesinde profesörlerin halen kullanmakta olduğu Sokratik Yöntem, Sokrates’in öğrencilerini ısrarcı bir şekilde sorgulama tarzına dayanır.

2. Çağdaşlarının çoğu Sokrates’in çok çirkin olduğunu belirtmiştir.

3. Komedya yazarı Aristofanes (MÖ 448-380) Bulutlar adlı oyununda Sokrates’le dalga geçer.

Nuh

Nuh kutsal kitabın Yaratılış bölümündeki tufan hikayesinin baş kahramanıdır. Bu hikayeye göre, Tanrı bir gün dikkatle kainata baktı ve insanın işlediği günahları görünce çok kızdı. İnsanları yarattığı için pişman olarak hepsini yok etmeye karar verdi. Ancak bunu yapmadan önce Nuh’u fark etti.

Nuh masumdu ve Tanrı onu bu kesin yıkımdan kurtarmayı tasarladı. Nuh’a, yedi gün içinde kırk gün kırk gece sürecek bir yağmur yağdırarak azametli ve korkunç bir sele neden olacağını söyledi. Nuh’a kendisini, eşini, üç oğlu ile eşlerini ve var olan her hayvan türünden birer çifti (bir erkek, bir de dişi) alacak genişlikte bir gemi inşa etmesi talimatı verildi. Bu şekilde, Nuh yeryüzünde hayatı yeniden canlandırabilecekti.



Nuh hayvanları ve ailesini gemiye yükleyerek Tanrı’nın emirlerini yerine getirdi. Kırk gün sonra yağmur dindi, ama yer hâlâ sular altındaydı. Sular çekildiği zaman farkına varabilmek için Nuh bir pencere açarak dışarıya bir kumru yolladı.

Denizde geçen yüz elli gün ve Ağrı Dağı’nın tepesinde çakılıp kaldıkları yüz günün sonunda, toprak yeniden yeryüzüne yerleşilebilecek kadar kurumuştu. Nuh gemiyi boşaltarak hayvanları çiftleşmeye bıraktı. Daha sonra Tanrı, Nuh’a da, “Verimli ol ve üre” (Yaratılış 8:17), dedi. Ona bir daha insanları mahvetmeye kalkışmama sözü verdi ve bu sözleşmenin simgesi olarak bir gökkuşağı gösterdi.

Hıristiyan ve Yahudi tarihçilerle ilahiyatçılar Nuh hikayesini biraz farklı yorumlarlar. Hıristiyanlar için Nuh, Nuh’la ailesini kurtaran o güven ve itaatin de gösterdiği gibi Tanrı’ya olan ideal inancı temsil eder. Yahudi yorumcularsa gemiye giren son kişilerden biri olan Nuh’un gönülsüz bir inancı temsil ettiğini belirtirler. Bu durum, inancının o kadar güçlü olmayabileceğini akla getirir. Farklılıklarına rağmen her iki gelenek de Nuh’u ve tufanı dini anlatıların önemli ifadeleri olarak görür.

EK BİLGİLER:

1. İncil’de şaraptan da ilk defa Nuh’un hikayesinde bahsedilir. Tufandan sonra Nuh sarhoş olur ve oğulları onu çıplak bir halde bulur.

2. Tanrı, Nuh’a verdiği “Verimli ol ve üre” emrini Âdem’le Havva’ya (Yaratılış 1:28) ve Yakup’a (Yaratılış 35:11) da vermiştir.

Sparta, Atina’ya Karşı: Antik Dünya Savaşları

Güney Yunanistan’ın sarp dağlık bölgesinde küçük bir şehir olan Sparta, antik dünyanın en korkutucu askeri gücüne sahipti. Doğumlarından itibaren çok zor eğitimlerden geçen Spartalı askerler, antik Yunanistan’ın küçük şehir devletleri arasında durmaksızın patlak veren kanlı çarpışmalardan birini bile kaybetmediler. Görkemli ordularını kurabilmek için Sparta’nın büyükleri yeni doğan her çocuğun fiziksel zayıflıklarını ve bozukluklarını sınarlardı. Güçlü askerler olamayacağı düşünülen bebekler bir uçurumdan aşağı atılırdı. Sınavı geçenler içinse eğitim uzun ve acımasızdı. Yunan tarihçi ve deneme yazarı Plutarch, pek çok Spartalı asker için savaşa gitmenin rahat bir nefes almak olduğunu yazmıştır: “Spartalılar için savaş, aldıkları zorlu eğitime kıyasla bir tatildi.”

Militarist Sparta ile komşusu Atina arasındaki rekabetin antik Yunan tarihindeki etkisi büyüktür. Demokrasinin doğum yeri olan Atina’da toplum çok daha hoşgörülüydü. Kültüre çok az bir zaman ayıran Sparta’nın aksine Atina; felsefe, sanat ve bilimin insanlık tarihinde görülmüş en sıra dışı başarılarına ev sahipliği yapıyordu. Aristoteles, Platon ve Sokrates gibi filozofların yanı sıra Aeschylus, Aristofanes, Euripides ve Sofokles gibi oyun yazarları da milattan önce beşinci yüzyılda, şehrin altın çağında Atina’da doğmuşlardır.

Atina ve Sparta, Perslerin iki istila girişimini savuşturmak için geçici olarak güçlerini birleştirmişlerse de klasik dönemin büyük bir kısmında antik Yunan dünyasının önderliği için rekabet ettiler. MÖ 550 ve 350 yılları arasında defalarca yapmış oldukları gibi bu şehirlerin çarpışması kelimenin tam anlamıyla bir medeniyetler çatışmasıydı. Sparta’nın ünlü askerleri karada üstünlük sağlarken, Atina da deniz gücüyle bu farkı kapatıyordu. Bu rekabet Makedonya Kralı Philip’in kuzeyden istilaya geçmesiyle beklenmedik bir şekilde son buldu. Philip ve oğlu Büyük İskender’in Yunanistan ve Asya’nın çoğunu almasıyla Yunan şehir devletleri imparatorluk içinde kaybolup gitti.

EK BİLGİLER:

1. Sparta, Lakonya bölgesinin başkentiydi. Günümüzde kullanılan İngilizcedeki “az ve öz” anlamına gelen laconic kelimesi, sert Spartalı askerlerin sessiz tavrından gelmektedir.

2. Dayanıklılıklarını kanıtlamak isteyen Spartalı gençler, kamçılanmaya ne kadar dayanabileceklerini göstermek için yarış yaparlardı.

3. Aralarında ünlü Parthenon’un da bulunduğu Atina Akropolü‘ndeki binaların çoğu MÖ 5. yüzyılda, şehrin altın çağı sırasında inşa edildi.

Harlem Rönensansı

Harlem Rönensansı veya ilk adıyla Yeni Siyahi Hareket, Afroamerikan (Afrika asıllı Amerikalı) sanatı ve edebiyatının 1920’lerle 1930’ların başlarında New York şehrinin Harlem semtinde serpilip gelişmesidir. Bu yeniden doğuş için gereken ortam, köleliğin ve 1800’lerdeki Yeniden Yapılanma Dönemi’nin zorluklarına dayandıktan sonra özgürlüklerine yeni kavuşmuş milyonlarca güneyli siyahinin, Büyük Göç olarak da bilinen toplu göçle New York ve diğer kuzey şehirlerine taşınmasıyla oluştu. I. Dünya Savaşı’nın sonunda fakir ama kültürel açıdan canlı bir siyahi topluluk Harlem’de kök salmıştı.

Harlem Rönesansı’nın temeli büyük ölçüde, The Souls of Black Folk (1903) adlı sosyolojik eseri ve 1909’da Siyahları Geliştirme Ulusal Derneği’nin kuruluşundaki rolüyle tanınan Afroamerikan tarihçi ve sosyolog W. E. B. DuBois tarafından atıldı. DuBois, yeni bir siyahi kültürel bilinç ve gurur anlayışı ortaya koyarak genç yazar ve sanatçılara Afrika asıllı Amerikalılara özgü bir ses yaratmaları için ilham kaynağı oldu.

Harlem Rönesansı’nın önde gelen yazarlarından biri, Autobiography of an Ex-Colored Man (1912) romanını ve şiir şeklinde yazılmış dini söylevlerden oluşan God’s Trombones’u (1927) kaleme alan James Weldon Johnson’dı. Johnson’ı, Afroamerikan kadın yazarların eleştirel anlamda önemli edebi eserler olarak kabul gören ilk romanlarından Passing (1929) ve Tanrıya Bakıyorlardı’nın (1937) yazarları Nella Larsen ve Zora Neale Hurston izledi.

Harlem Rönesansı döneminde özellikle şiir alanında çok sayıda eser verildi. Bu akımı takip eden Countee Cullen gibi bazı şairler geleneksel biçimleri kullanırken, Langston Hughes gibi bazıları da eserlerine yeni yeni gelişim gösteren caz müziğin ritimlerini kattılar. Bu dönemde müzikle edebiyat iç içeydi ve her iki alandan önemli şahsiyetler akım boyunca birbirlerine esin kaynağı oldular.

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı özellikle New York’taki siyahi topluluğu sert bir şekilde vurunca, Harlem Rönesansı 1930’larda etkisini kaybetmeye başladı. Yine de bu dönemde öne çıkan biçim ve temalar var olmayı sürdürerek Ralph Ellison’ın, Richard Wright’ın, Lorraine Hansberry’nin, Toni Morrison’ın, Alice Walker’ın ve diğer yeni nesil Afroamerikan romancıların, şairlerin, oyun yazarlarının yolunu açtı.

EK BİLGİ:

1. Harlem Rönesansı döneminde Palmer Hayden, Lois Mailou Jones ve William H. Johnson gibi önemli siyahi ressamlar da ortaya çıkmıştır.

2.2006 yılı için (ç.n.).