Kitabı oku: «Entelektüelin kutsal kitabı», sayfa 4
Ortaçağ/Erken Dönem Kilise Müziği
Bilinen ilk yazılı müzik örneği günümüze ortaçağdan (400-1400’ler) kalmıştır. Aşai Rabbani Ayini sırasında keşişler tarafından söylenen, Gregoryen ilahileri olarak da bilinen kilise müziği formundadırlar. Bu ayinde, Tanrı ve insan arasında ruhani bir bağlantı kurulması amacıyla, İsa’nın Son Akşam Yemeği törensel olarak yeniden canlandırılır.
Ayin, iki kısma ayrılır: sabit ve değişken. Sabit kısım metinleri hiç değişmeyen ve her ayinde okunan altı Latince duadan (Kyrie Eleison, Gloria in Excelsis, Credo, Sanctus, Agnus Dei ve Ite missa est) oluşur. Introit, Gradual, Offertory ve Communion’ı da kapsayan değişken kısmın dua metinleri ise mevsimsel törenlere ve yerel geleneklere göre değişir. Ortaçağ müzisyenleri Gregoryen melodilerini sözlü olarak aktarmış, melodik formülleri bir araya getirerek yenilerini yaratmışlardır.
Çoğu ortaçağ müziği tek bir melodik çizgisi olan teksesli müziktir. Ama 10. yüzyıl civarında bazı müzisyenler, organum denen, genelde dördüncü ve beşinci aralıkların ayrı seslendirildiği iki paralel melodi çizgisi olan çoksesli besteler yapmaya başladılar. İki yüzyıl sonra, Paris’teki Notre Dame Katedrali’nde müzik şefleri olan Léonin ve Perotin, birbirine paralel olmayan, bağımsız dört müzik çizgisine kadar çıkan çeşitli organumlar bestelediler.
13. yüzyılda karmaşık bir çoksesli form olan motet ortaya çıktı. Latince bir cantus firmusa, yani temel, sabit bir melodi çizgisine Fransızca, Latince veya her iki dilde söylenen pek çok tamamlayıcı parçanın eklenmesiyle oluşuyordu. Guillaume de Machaut motet formunun ilk ustalarındandır ve 14. yüzyılda Aşai Rabbani Ayini’nin sabit kısmı için ilk defa baştan sona çoksesli beste yapan kişi olmuştur.
EK BİLGİLER:
1. Bu dönemde Güney Fransa’da troubadour denen aristokrat şairler, aşk ve savaş üzerine, dini nitelik taşımayan şarkılar bestelemekteydiler. Jongleur, yani halk ozanı olarak anılan seyyah müzisyenler de bir kraliyet sarayından diğerine geçip, kendilerine ve troubadourlara ait şarkılar söylerlerdi. Günümüzde bir şehirden diğer bir şehre seyahat eden müzisyenlere de troubadour dendiği olur.
2. Benedictine Monks of Santa Domingo de Silos, 1990’ların ortalarında, ortaçağdan bu yana ilk kez (çoğunlukla new age dinleyicilerinin gözünde) kilise müziğini popülerleştiren Chant adlı iki CD’lik bir seri çıkardı.
3. Hildegard von Bingen (1098-1179), bilinen ilk kadın bestecidir. Bir başrahibe ve bir mistik olan Bingen, Katolik kilisesi için hemen hemen tamamı kadın vokallere yönelik teksesli birçok eser bestelemiştir. Aynı zamanda Ordo virtutum adında bir dini piyes de yazmıştır. Katolik kilisesi tarafından kutsanmış, fakat azize ilan edilmemiştir.
Formlar (İdealar)
Dünyadaki tüm güzel şeyleri gözlerinizin önüne getirin. Herhangi bir ortak noktaları var mı? Hepsinin güzel olduğu gerçeğini ne açıklar? Platon’a (MÖ 427-347) göre her iki soruya da verilecek cevap, güzellik diye bir form veya bir idea olduğu ve güzel şeylerin o formla bir ilişkisi olduğundan ötürü güzel olduğudur. Platon, sadece güzellik formunun değil, aynı şekilde işlev gören pek çok formun var olduğuna inanıyordu. Dünyadaki bütün kızıl şeylerin nedeni olan kızıllık formu, dünyadaki bütün iyiliklerin nedeni olan iyilik formu vardır. Ve bu böyle devam eder.
Güzellik gibi Platon felsefesine ait formlar zamansız ve değişmezdir. Ayrıca, güzellik formunun kendisi de güzeldir. Güzel olmaktan başka özelliği yoktur ve sınırsız, koşulsuz bir güzelliğe sahiptir. Diğer güzel şeylerinse ölçü ve şekil gibi ekstra özellikleri vardır ve sınırlı bir güzelliğe sahiptirler. Ayrı ayrı tüm güzel şeyler, güzellikten pay aldıkları için güzeldir. Platon, bir formdan pay almayı kusurlu bir taklit olarak görüyordu. Dolayısıyla, ayrı ayrı tüm güzel şeyler güzelliği taklit eder, ama sadece bir noktaya kadar.
Platon için formlar, örneğin; güzellik gibi, zamansız ve değişmezdir. Üstelik güzellik formunun kendisi de güzeldir. Güzel olmaktan başka bir özelliğe sahip değildir ve sınırsız ve mutlak bir biçimde güzeldir. Diğer güzel şeyler büyüklük ve şekil gibi ek özelliklere sahiptirler ve sadece sınırlı bir derecede güzeldirler. Tek tek tüm güzel şeyler güzellik formundan pay aldıkları için güzeldirler. Platon bir formdan pay almayı kusurlu bir taklit olarak görüyordu. Dolayısıyla tek tek güzel olan şeyler güzelliği taklit eder ancak sadece bir noktaya kadar.
Platon, ruhlarımızın bedenlerimizden çok daha uzun zamandır var olduklarına ve bedenlerimizin ortaya çıkışından önce cennette formlarla doğrudan karşılaştıklarına inanıyordu. Gerçek bilgi formların bilgisidir, ama formların bilgisi duyularla elde edilemez, çünkü her şeyden öte formlar fiziki dünyada değillerdir. Bu nedenle formlara dair bilgimiz, yani gerçek bilgimiz, cennette formlarla ilk karşılaşmamızın hatırası olmalıdır. Bu yüzden, öğrenme sandığımız şey aslında sadece hatırlamadır.
EK BİLGİLER:
1. Platon, formlar kuramını, hocası Sokrates’in son saatlerini anlattığı Phaedo diyalogunda sunar. Bu kuram Sokrates tarafından dile getirilir ama pek çok araştırmacı bunun Sokrates’in değil, Platon’un görüşü olduğunu düşünür.
2. Sokrates, Meno diyalogunda eğitimsiz bir kölenin Öklid’in bir ispatını anlayabileceğini göstererek hatırlayarak öğrenme kuramını savunur.
İbrahim, İshak ve Yakup
İbrahim, tektanrıcı dinlerin atası olarak görülür. Oğulları İshak (Sara’dan), İsmail (Hacer’den) ve onların neslinden gelenlerin Musevilik ile İslam’ı kurduğuna inanılır.
Eski Ahit’in Yaratılış bölümünde anlatılanlara göre, İbrahim, Ur’da yaşayan ve o zamanlar Abram olarak anılan genç bir adamken, Tanrı ona görünür ve Kenan ülkesine doğru seyahat etmesini buyurur. Yaşı ilerleyince, İbrahim hiç çocuğu olmayacağı endişesine kapılır. Sonraları Sara olarak anılan eşi Sarai, kısır gibi görünmektedir. O nedenle Sarai, cariyesi Hacer ile İbrahim’in birlikte olmasına izin verir. Hacer, İbrahim’in ilk oğlu İsmail’i doğurur. Bunun üzerine Sarai, kızgınlık ve kıskançlığından, Abram’a Hacer ile İsmail’i kovdurur.
Sonrasında Tanrı, Abram ile bir anlaşma yapar. Hizmeti ve sadakati karşılığında, Tanrı ona Sarai’den bir oğul verecek ve ondan büyük bir ırk doğacaktır. Kenan ülkesi de onların olacaktır. Bu anlaşmanın bir göstergesi olarak, Abram doksan dokuz yaşındayken adını İbrahim olarak, Sarai de Sara olarak değiştirir. İbrahim sünnet olur ve gelecekteki oğullarının da sünnet olacağına dair söz verir.
Sara, İbrahim’in Tanrı’ya verdiği sözü yerine getiren İshak’ı doğurur. İshak genç bir adam olduğu zaman, Tanrı, İbrahim’den onu kurban etmesini ister. İbrahim mutlak bağlılığıyla bunu yapmayı kabul eder. Ancak tam da oğlunu öldürecekken bir melek gelip onu durdurur. Bu, Tevrat’ta inancın en büyük örneklerinden biri olarak gösterilmektedir.
İshak, Rebeka ile evlenir ve ikizleri olur. Rebeka’nın gözdesi, sonradan İsrail adını alan, ikinci doğan çocuğu Yakup’tur. Yakup’un on iki oğlu olur ve oğulları ileride İsrail’in on iki kabilesini kurup İsrailoğulları olarak bilinen halkı ortaya çıkarır. Yakup’un ilk eşi Leah’dan Ruben, Simon, Levi, Yahuda, İssakar ve Zevulun isimli oğulları olur. Leah’nın bir cariyesinden de Gad ve Aşer isimli oğulları olur. En gözde eşi Raşel’den ise Yakup’un en sevdiği oğlu Yusuf ile Benyamin doğar. Raşel’in bir cariyesinden de Dan ve Naftali isimli oğulları doğar.
EK BİLGİLER:
1. İslamiyet’e göre Müslümanlar İsmail’in soyundan gelir. İbrahim’in ilk doğan oğlu esasında İsmail olduğundan; Müslümanlar, İbrahim ile Tanrı arasındaki akdin gerçek mirasçıları olduklarını iddia ederler. İbrahim’in önemli bir peygamber olduğuna ve neredeyse kurban edilecek olanın İsmail olduğuna inanırlar.
2. Hıristiyanlık inancında, İbrahim’in İshak’ı kurban etmeye hazır oluşu ile Tanrı’nın kendi oğlu İsa’yı kurban edişi arasında paralellikler kurulur.
Jül Sezar
Jül Sezar (MÖ100-44), MÖ I. yüzyılda şimdiki Fransa, Belçika ve Batı Almanya’yı işgal ederek şöhreti yakalayan Romalı bir generaldi. Pompey tarafından idare edilen Roma Senatosu’nu büyüyen popülaritesiyle tehdit etmeye başlayınca, Sezar’a ordusunu dağıtması emredildi. Sezar bunu reddetti. Birlikleriyle Rubicon Irmağı’nı geçerek Capitol’e yürüdü ve artık geri dönemeyeceği bu kader anından sonra bir iç savaş başladı. Düşmanlarını Avrupa üzerinden Pompey’in öldürüldüğü Mısır’a dek kovaladı. Mısır’dan ayrılmadan önce Sezar, Kleopatra’ya âşık olarak onu kraliçe ilan etti. Roma’ya döndüğünde de toprakları bir diktatör gibi yönetti. Sezar, en iyi arkadaşı Brutus’un da karıştığı bir komployla MÖ 44 yılında Roma takvimine göre 15 Mart’ta öldürüldü.
Sezar’la ilgili sayısız efsane bulunmaktadır. Daha yirmili yaşlarındayken Doğu Akdeniz’de korsanlar tarafından esir alınmıştır. Adamları tarafından fidye karşılığında kurtarıldıktan sonra, yerli liderlerden küçük bir ordu toplamış, korsanların yerini saptamış ve hepsini çarmıha gererek öldürmüştür.
Sezar yıllar sonra, MÖ 62’de, Roma’daki siyasi basamakları tek tek tırmanırken bir skandal patlak verdi. Publius Clodius isimli bir soylunun, erkeklerin katılmasının yasak olduğu dini bir ritüelde bulunduğu ortaya çıktı. Ritüel Sezar’ın evinde yapılmıştı ve sonradan, Clodius’un Sezar’ın eşi Pompeia’yla aşk yaşadığı için orada bulunduğu dedikoduları etrafa yayıldı. Sezar, dedikoduların doğru olmadığını biliyor ve böyle de söylüyordu. Ancak hiçbir şeyin Sezar’ın karısı ve ailesini şüphe altında bırakmaması gerektiği gerekçesiyle karısını boşadı.
Sezar, Pompey’e karşı yürüttüğü iç savaşın tam ortasında Senato tarafından diktatör ilan edildi. Bu bir kriz dönemiydi ve liderin olağanüstü hallerde belirleyici kararlar verebilmesi gerektiği düşünülüyordu. Fakat olağanüstü hal hiç bitmedi, cumhuriyet yeniden kurulamadı.
Sezar ülkeyi bir diktatör olarak yönetti ama (artık kendi taraftarlarını doldurduğu) Senato’ya danışıyor ve cumhuriyetin geleneklerine saygı gösteriyormuş gibi görünmeye çoğunlukla dikkat etti. Ancak yaşamının son yıllarında tedbiri elden bırakarak Asyalı tebaasının kendine bir tanrı gibi tapınmasına izin verdi ve paralara resmini bastırdı. Henüz hayatta olan bir Romalı ilk kez bu kadar onurlandırılıyordu. Resmini taşıyan paraların üzerinde “Ölümsüz Diktatör” yazıyordu. Bu gereksiz yüceltmelerin, Sezar’ın iktidardan düşürülerek öldürülmesiyle sonuçlanan kini alevlendirdiği düşünülüyor.
EK BİLGİ:
1. Asya’ya düzenlediği başarılı bir askeri seferden sonra Sezar ünlü sözünü söylemiştir: “Veni, vidi, vici” (Geldim, gördüm, yendim.)
Homeros
Homeros’un İlyada ve Odysseia’sında anlattığı hikâyeler Batı kültürüne öyle işlemiştir ki günümüzde bile onlarla karşılaşmamak imkânsızdır. Truva atından kikloplara, yani tek gözlü canavarlara, Akhilleus’un topuğundan sirenlerin şarkılarına, her iki epik eserin unsurları da yazılmalarından neredeyse üç bin yıl sonra edebiyatımızın ve gündelik dilimizin temel taşları olarak varlıklarını sürdürmektedir.
İlyada ile Odysseia, iki epik şiirdir. Bu uzun, Yunanca manzumeler, yazıya dökülmeden önce muhtemelen ezberden okunmuş veya şarkı gibi söylenmiş, nesilden nesle sözlü olarak aktarılmıştır. Bu süreçte Homeros’un tam olarak nasıl bir rol oynadığı gizemini korumakta, gerçekte yaşamış olup olmadığıyla ilgili tartışmalar hâlâ sürmektedir. Her halükârda, bilginler her iki eserin de MÖ VIII. yüzyıl civarında, bugün Türkiye’nin Akdeniz bölgesinde kalan fakat o zamanlar antik Yunan sınırları içerisinde bulunan İyonya’da ortaya çıktığına inanmaktadır.
İlyada, Akhalar (Yunanistan) ile Truvalılar arasında gerçekleşen Truva Savaşı’nda Akhiellus, Agamemnon ve diğer kahramanların başlarından geçenleri anlatır. Efsaneye göre savaş, Truva Prensi Paris’in, dünyanın en güzel kadını olan Spartalı Helen’i kaçırması ve onu eşi yapmak üzere Truva’ya götürmesiyle başlar. İlyada ise savaşın ilk dokuz yılından sonra başlar ve Akhalardan Akhiellus’un öfkesine odaklanarak, kahramanın gösterdiği ölümcül hatalarla kahramanlıkları bir arada ele alır. Yol boyunca Homeros, şiiri haklı olarak ünlü kılan “gül parmaklı şafak,” “şarap karası deniz” gibi çağrışımlara dayalı tasvirleri de anlatımına dahil eder.
İlyada’nın devamı olan Odysseia, Yunanlı kahraman Odysseus’un evine dönüp eşi Penelope’ye kavuşmak için denize açıldığında atlattığı badireleri anlatır. Odysseus’un yolculuğu on sene sürer. Çünkü Poseidon’u öfkelendirmiştir ve deniz tanrısı bu yolculuğu aksatmak için elinden gelen her şeyi yapar. Zekâsının ve Tanrıça Athena’nın yardımıyla Odysseus en sonunda İthaka’ya dönmeyi başarır ve kendisine sadık kalan eşine evlilik teklifleriyle yanaşan talipleri dağıtır.
İlyada ile Odysseia’nın, yazarlarına dair ayrıntılar bilinmemekle birlikte, antik Yunan’da gündelik hayat üzerinde inanılmaz kültürel ve işlevsel etkileri oldu. O zamanlarda epik şiirleri baştan sona ezberlemek yaygındı. Yunanistan’ın altın çağı MÖ 100’lerde son bulmuşsa da, Homeros’un eserleri kalıcı oldu ve Virgil’in Aeneid’i gibi antik Roma epiklerine de ilham verdi.
EK BİLGİLER:
1. Uzun yıllar Truva Savaşı’nın sadece bir efsane olduğuna inanılmasına rağmen, 1800’lerin sonlarında Türkiye’de yapılan arkeolojik kazılar, savaşın tarihi temelleri olabileceğini ortaya koydu.
2. Truvalı Helen’i “binlerce gemiyi yola çıkaran yüz” olarak betimleyen ünlü ifade İlyada’da değil, Christopher Marlowe’un ünlü oyunu Dr. Faustus’ta (1604) geçmektedir.
Ayasofya
Ayasofya, Konstantinopolis’te, yani bugünkü İstanbul’da İmparator Jüstinyen’in kişisel gözetimi altında bir Hıristiyan katedrali olarak inşa edildi. Kilisenin takdis töreninde Bizans hükümdarının, Eski Ahit’e göre Kudüs’teki ünlü Yahudi tapınağını yaptıran Kral Süleyman’ı geçtiğini iddia ettiği söylenir.
Ayasofya’nın Doğu’nun gizemciliği ile Roma imparatorluk mimarisinin Panteon örneğindeki gibi iddialı ölçülerini birleştirdiği sıklıkla söylenir. 532 ile 537 yılları arasında inşa edilen bu şaheser, mimardan ziyade matematikçi olan Miletli İsidoros ve Trallesli Anthemius tarafından tasarlandı. Kilisenin kubbesi 55 metre yüksekliğindedir ve dört pandantifle, yani yarımkürenin ağırlığını dört paye üzerine eşit olarak dağıtan dört adet üçgen parçayla desteklenmiştir. Kubbenin temelindeki kırk pencere içeri ışık girmesine izin verir ve kubbeyi ağırlığı yokmuş gibi, aşağıda ibadet edenlerin üzerinde süzülüyormuş gibi gösterir. Kilise başlangıçta altın mozaiklerle ve dekoratif motiflerle süslenmişti. Sonradan gelen hükümdarlar, kutsal şahsiyetlerin birçok resmini ekletti.
Yunanca “kutsal bilgeliğin kilisesi” anlamına gelen Ayasofya, yıllarca depremlerden önemli ölçüde zarar gördü. Başlangıçta Bizans imparatorunun şahsi kilisesi olan Ayasofya, Osmanlıların Konstantinopolis’i 1453 yılında işgal etmesinden sonra camiye dönüştürüldü. İnsan resimlerinin İslamiyet tarafından yasaklanmasından dolayı figüratif mozaiklerin üzeri alçıyla kapatıldı. Bugün hâlâ bina içinde görülebilen kaligrafik süslemelerin yanı sıra yapıya dört tane de minare eklendi. 1936’da Mustafa Kemal Atatürk döneminde bina ibadethane olmaktan çıkarıldı ve modern İstanbul’un en fazla turist çeken yerlerinden biri olan Ayasofya Müzesi’ne dönüştürüldü.
1993 yılında UNESCO, Ayasofya’yı en büyük tehlike altındaki tarihi alanlar listesine aldı. O zamandan beri binanın temeli güçlendirildi ve eski mozaiklerden çok daha fazlası gün ışığına çıkarıldı.
EK BİLGİLER:
1. Ayasofya, VI. yüzyılın ortalarında Mimarlık Üzerine başlıklı bilimsel bir Bizans eserinde Procopius tarafından en ince ayrıntısına kadar anlatılmıştır.
2. Heliopolis’teki bir Mısır tapınağından Romalılar tarafından alınan porfir sütunlar, Konstantinopolis’e getirilerek Ayasofya’nın inşasında kullanılmıştır.
3. Kilise, 1204’teki Dördüncü Haçlı Seferi sırasında yağmalanmıştır.
Kara Delikler
Devasa bir yıldızın sönmesiyle bir kara delik ortaya çıkabilir. Sönmekte olan yıldız içe çöker, giderek küçülür, yoğunlaşır ve nihayet çapı olmayan, yoğunluğu sonsuz bir nokta haline gelir. Tekillik olarak adlandırılan bu nokta o kadar yoğundur ki yakınlarından geçen ışık ışınları onun yerçekiminden kaçamaz. Yıldızın çevresindeki her şey karalığın içine çekilir.
Uzaya gönderilen bir roketin, Dünya’nın yerçekiminden kaçabilmesi için yeteri kadar hızlı yol alması gerekir. Eğer uygun kaçış hızına ulaşamazsa, o zaman yere geri döner. Bir kara deliğin çekim gücü o kadar güçlüdür ki, kaçış hızı ışık hızından fazla olmalıdır. Bu nedenle hiçbir şey ondan kaçamaz, çünkü hiçbir şey ışıktan daha hızlı yol alamaz. Tekilliği çevreleyen, kaçış hızının ışık hızına eşit olduğu kuşak olay ufku olarak adlandırılır. Olay ufkunun içine düşen her şey tekilliğe çekilir.
Elbette tüm bunlar kuramsaldır. Gerçekte kara delikleri göremeyiz çünkü etrafa ışık yaymazlar. Onların var olduklarını biliriz, çünkü uzaydaki diğer nesneler onların kütleleriyle etkileşim halindedir. Kara bir merkezin etrafında dönen birçok yıldızın varlığı tam ortada bir kara delik olabileceğine işaret eder. Aynı zamanda kara delikler o kadar yoğundurlar ki ışığı bükebilirler. Bunun bir sonucu olarak da yeryüzündeki bilim insanları bazen aynı yıldızın birden çok görüntüsünü yakalayabilirler. Bu durumda, bizimle yıldız arasında bir yerlerde bir kara delik olduğu sonucunu çıkarırlar.
Kara delikler fizikçiler için bir çelişki oluşturur. Bu oluşumlar, enerjinin yaratılamayacağını ve yok edilemeyeceğini ifade eden kuantum yasasına meydan okuyor gibi. Görünüşe bakılırsa, bir kara deliğin merkezine doğru çekilen ışık, sonsuz küçüklükteki bir alana sıkıştığından yok oluyor. Ama eğer ışık bir şekilde korunmuşsa, daha sonra kaçabilir mi? Kara deliğin ters yöne dönmesi mümkün müdür? Bunlar astrofiziğin halen cevaplanamamış sorularıdır.
EK BİLGİLER:
1. Kara deliklerin evrendeki tüm enerjiyi emeceğine inanmak için hiçbir sebep yoktur. Sadece olay ufkundan geçen nesneleri içlerine çekmektedirler.
2. Albert Einstein bir keresinde, Kuantum mekaniğinin prensiplerini reddederek, “Tanrı, evrenle zar atmaz,” demiştir. Çağdaş kuramsal fizikçi Stephen Hawking de kara deliklere atıfta bulunarak, “Tanrı sadece zar atmaz. Bazen onları görülemeyecekleri yerlere atar,” demiştir.
3. Eğer bir kara deliğin olay ufkundan geçecek olsaydınız, dışarıdaki bir gözlemciye, giderek daha da yavaş hareket ediyor ve ufka asla erişemiyorsunuz gibi görünürdü. Yanılsama, kara deliklerin sonsuz çekim gücünden kaynaklanır. Yaydığınız ışığı çekerler ki bu da ışığın dışarıdaki gözlemciye çok daha uzun sürede ulaşması anlamına gelir. Ama kendi bakış açınızdan olay ufkunu geçtiğinizi görürsünüz ve tekillikte ölümle karşılaşana dek başka hiçbir şey yaşanmaz.
Enstrümanlar ve Orkestralar
Batı’nın sanat müziğini veya klasik müziği çoğunlukla farklı kılan, müziğin teknik yönlerinden ziyade belirli türden enstrümanların bir arada çıkardığı seslerdir. Bir yaylı çalgılar dörtlüsünün veya bir orkestranın ses rengi veya tınısı, müziğin bu çeşidini çağdaş rock veya pop müzikten ayıran şeyin büyük kısmını oluşturur.
İnsan sesi dışında, müzikal enstrümanlar beş kategoride toplanır: parmakla veya yayla çalınan yaylılar; bir ağızlık, dil veya delik içerisinden hava üfleyerek çalınan üflemeliler; genelde baget veya tokmakla çalınan vurmalı çalgılar; klavyeliler ve yirminci yüzyılda çıkan elektronik enstrümanlar.
1750’lere gelindiğinde barok orkestra kurulmuştu: flütler, obualar, fagotlar, kornolar ve trompetleri kapsayan bir üflemeli çalgılar bölümü; timpani (orkestra davulu); continuo (sıklıkla, akor basan klavyeli bir enstrüman ve baslarda ona destek veren bir çellodan oluşur) ve bir yaylı çalgılar bölümünden oluşuyordu. Keman sesi barok dönemin karmaşık melodilerinin baskın sesiydi. Keman, atası olan ortaçağ kemanının ardından, 16. yüzyılın ilk yarısında Kuzey İtalya’da nihai şekliyle ortaya çıkmıştır.
Klasik dönemin gelişiyle üflemeli çalgılar orkestranın armonik dokusunu tamamlamak için giderek daha çok kullanılmaya başlandı. Franz Joseph Haydn ve Wolfgang Amadeus Mozart’ın daha büyük senfonileri, genellikle, tahta üflemeli ve pirinç enstrümanların her birinden ikişer tane, ayrıca da timpani ve yaylılar için yazılmıştır.
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Hector Berlioz gibi besteciler arpların yanı sıra İngiliz kornosu, alto klarnet ve çeşitli vurmalı çalgılar gibi yeni enstrümanların da dahil olduğu daha büyük orkestralar için beste yapıyorlardı.
19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde Richard Wagner, Gustav Mahler ve Arnold Schoenberg gibi besteciler bazen müzisyen sayısı yüzü bulan çok büyük orkestralar için parçalar besteliyordu. Daha sonraki besteciler, caz ve popüler müzikte kullanılan saksafon, synthesizer ve diğer bazı elektronik enstrümanları da eserlerine dahil ettiler.
EK BİLGİLER:
1. Müziğin erken dönemlerinde besteciler baştan sonra tüm parçalarını hangi enstrümanlarla çalınacağını belirtmeden yazardı. Parçanın hangi kısmının hangi enstrümanla çalınması gerektiğine dair öneriler ilk olarak Claudio Monteverdi’nin 1607 tarihli operası Orfeo’nun partisyonunda yer almıştır.
2. Piyano ismi “pianoforte” sözcüğünden gelir, çünkü bir piyano hem piano (yumuşak) hem de forte (güçlü) ses verir. Piyano, Kuzey İtalya’da, 1700 yılları civarında klavsen yapımcısı Bartolomeo Cristofori tarafından geliştirilmiştir.