Kitabı oku: «Entelektüelin kutsal kitabı», sayfa 8
Rönesans Sanatı
Rönesans olarak bilinen dönem, ortaçağdan sonra geldi ve modern çağın yolunu açtı. ‘Rönesans’ kelimesi, Latincede “tekrar doğmak” anlamına gelen ‘renascere’den türemiştir. Bununla Yunan ve Roma kültürünün yeniden doğuşu kastedilir. Rönesans sanatçıları ve entelektüel şahsiyetleri ortaçağ düşüncelerini bilinçli olarak reddetmiş, klasik modellerde ilham aramışlardır.
Rönesans’ın kökleri, bireyselcilik ve insan başarısına büyük önem atfeden İtalyan şair Francesco Petrarcha’nın bu felsefesini geliştirdiği on dördüncü yüzyılın başlarına kadar uzanır. Bu, ortaçağ toplumunun, tamamen Tanrı’nın gücüyle ilgili olan zihnî meşguliyetinden bir değişime gidişi işaret etmiştir.
Görsel sanatlar açısından Rönesans, on beşinci yüzyılın başlarında Floransa’da başladı. Heykeltıraş ve mimarların esin almak için klasik modelleri aramaya başlaması bu döneme rastlamaktaydı. Aynı zamanda ressamlar, iki boyutlu bir yüzey üzerinde derinlik ve hacmi temsil etmek üzere bir sistem olan ‘tek-nokta perspektifini’ keşfettiler.
Erken dönem Rönesans’ın en tanınmış Floransalı sanatçıları arasında, ayakta duran çıplak bir figür olması açısından Antik dönemden bu yana bir ilk olan Davud’un yaratıcısı heykeltıraş Donatello, Floransa’daki ünlü Dome Katedrali’ni tasarlayan mimar Brunelleschi ve tek-nokta perspektifini kullandığı bilinen ilk ressam olan Masaccio bulunuyordu.
Genelde 1495-1527 olarak tarihlenen Yüksek Rönesans, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raphael ve Titian gibi Avrupa medeniyetinin en büyük ustalarından bazılarını çıkardı. St. Peter Bazilikası’nın yeniden yapımına başlanması da bu dönemdeydi. Mimar Bramante süreci başlattı ve yeni kilisenin ilk halini tasarladı. Proje üstüne çalışmalar, onun ölümünden sonra Michelangelo da dahil olmak üzere birçok sanatçının gözetmenliğinde devam etti. Yeni bazilika, on yedinci yüzyılın ortalarına kadar tamamlanamadı.
EK BİLGİLER:
1. Rönesans’ın Kuzey Avrupa’ya gelişi, Gotik tarzın on altıncı yüzyıla kadar hüküm sürmeye devam etmesi nedeniyle daha yavaş oldu.
2. Geç Rönesans genelde 1527 ile 1600 yılları arasındaki dönem olarak bilinir. Bu dönemde üretilen eserlerden çoğunlukla üslupçu (mannerist) olarak bahsedilir, çünkü form olarak hayli karmaşıktırlar ve gizemci, entelektüel metaforik motiflerle doludur.
Mendel Genetiği
Çek asıllı bir rahip olan Gregor Mendel (1822-1884) 1800’lerin ortalarında bezelye deneylerine başladığında, kalıtımla ilgili önde gelen iki kuram vardı. İlki, ebeveynlerin özelliklerinin bir çocuk yaratmak için eşit derecede beraberce harmanlanmış olduğunu öne sürüyordu. İkincisi ise, bir çocuğun içine doğduğu çevrenin çocuğa özelliklerini verdiğini öneriyordu. Mendel her iki kuramı da çürüttü.
Manastırının bahçesinde sık sık yaptığı yürüyüşlerinde, Mendel sıradan bir bezelye bitkisinin (Pisum sativum) basit özelliklerini not aldı. Bitkilerin çiçeklerinin ya mor ya beyaz – ikisinin arasında değil–, bezelye tohumlarının ise ya sarı ya yeşil oldukları dikkatini çekti. Bitkilerin sapları da ya uzun ya kısaydı ve tohumları ya yuvarlak ya da buruşuktu. Toplamda bulduğu yedi nitelik, kesinlikle beraber harmanlanmış gibi görünmüyorlardı ve bunun üzerine deneyler yapmaya başladı.
Mendel, yeşil tohumlu bezelyelerle sarı tohumlu bezelyeleri çiftleştirdiğinde, çıkan bezelyelerin tümü yeşil tohumlu oldu. Ama ilk nesli kendi arasında çiftleştirdiğinde, gelecek neslin dörtte biri sarı tohumlu oldu. Aynı şey, boylara göre yaptığı deneyde de gerçekleşti. Uzun saplı bezelyelerle kısa saplı bezelyeleri çiftleştirdiğinde, takip eden nesil tümüyle uzundu, ama torunlarının dörtte biri kısaydı.
Bu model, Medel’in sonraları aleller, genler ve baskın-çekinik kalıtım olarak adlandırdığı özellikleri anlamasını sağladı. Temelde Mendel, her bir bitkinin her bir ebeveyninden her bir özellik veya gen için, bir kalıtımsal birim veya alel aldığı sonucuna vardı. Dış görünüşte alellerden sadece biri etkin olabilmesine rağmen –baskın alel– sonraki nesle aktarılmada her ikisinin de eşit şansı bulunuyordu. Bu yüzden uzun saplı bezelyeler, kısa saplı bezelyelerle çiftleştirildikten sonra, döllerinin tümü baskın alel olan uzunluğa ve çekinik alel olan kısalığa sahipti. Böylece o nesil kendi arasında çiftleştirildiğinde, döllerinin dörtte biri uzunluk için olan iki alele, yarısı bir uzun bir kısa alele (uzun olarak ortaya çıkar) ve dörtte biri kısalık için olan iki alele sahipti. İki kısalık aleline sahip olanlar kısa olarak ortaya çıktılar. Bu temel gözlem, modern genetiğin çıkış noktasıdır ve neden belli özelliklerin nesilleri atlayıp daha sonra ortaya çıktığını açıklar.
EK BİLGİLER:
1. 1856 ile 1863 yılları arasında Mendel yaklaşık 28.000 bezelye bitkisi ekti ve test etti.
2. Mendel mükemmel kayıtlar tutmasına rağmen, ulaştığı sonuçlar fazla kesin olmaları itibarıyla ondan sonra gelen bilim insanlarını sık sık şaşırtmıştır. Birçokları onun, eski bilgileri sürekli düzeltme ve verilerini yumuşatma saplantısı olduğundan şüphe ederler.
3. Mendel’in çalışmaları, sağlığında büyük oranda görmezden gelinmiştir ve Mendel, pek tanınmayan biri olarak ölmüştür. Botanistler onun çalışmalarını 1900 yılında yeniden keşfetmiş ve bu, genetik çalışmaları sonsuza dek değişmiştir.
Antonio Vivaldi
Venedikli bir kemancının hasta çocuğu olarak doğan Antonio Vivaldi (1678-1741), 1703’te ruhban okuluna girdi. Çok hızlı bir şekilde bir keman hocası, bir şef ve Pio Ospedale della Pieta’da yetim kızlara yönelik bir Venedik konservatuarında yatılı kalan bir besteci oldu. Genç kadınlar sıkı bir müzik eğitimi alırlardı ve Vivaldi’nin genellikle kendi orijinal eserlerinden oluşan konserleri, şehrin müziksever dinleyicilerince çok popülerdi.
Vivaldi, ömrü boyunca, tanınmış herhangi bir besteciden daha fazla, 500’ün üzerinde konçertoya imza atarak, insanı şaşkına çevirecek bir üretkenlik sergiledi. Vivaldi vokal eserler bestelemesine rağmen, parçalarının çoğu enstrümantaldir ve en çok da bu alanda ün yapmıştır. Son derece güzel bir etkileyiciliğe sahip olan konçertoları, incelikli hüzünden heybetli coşkuya uzanan bir dizi duyguyu içinde barındırır.
Vivaldi’nin eserlerinin çoğu bir hikâyeyi anlatan, bir duyguyu çağrıştıran veya genelde doğal döngüdeki gerçek hayattan olayların bir izlenimini veren bir program niteliğindeydi. Konçertolar çoğunlukla üç bölümden oluşuyordu: bir allegro (canlı tempo) bölüm, aynı veya benzer bir tonda yavaş bir bölüm ve ilkinden bile daha canlı olabilen son bir allegro bölüm.
Vivaldi’nin “Gece”, “Denizdeki Fırtına” ve “Sakakuşu” gibi besteleri arasında en ünlüsü, bugün klasik Batı müziğinin en popüler eserlerinden biri olarak kolayca hafızalarda yer eden ve dört konçertoluk bir diziden oluşan “Dört Mevsim”dir. Bu ve diğer parçalarıyla Vivaldi, solocunun rolüne olağanüstü bir drama ve gösteriş duygusuyla benzeri görülmemiş bir önem yükleyerek devrim yapmıştır. Vivaldi, aynı zamanda Johann Sebastian Bach ve klasik dönem bestecileri üzerinde, hatırda kalan temaları, maceracı ritmik motifleri ve bestelerinin duruluğuyla büyük bir etki bırakmıştır.
EK BİLGİLER:
1. Vivaldi’nin çoğu elyazmasının başında, “Laus Deo Beataeque Mariae Deiparae Amen” sözlerinin bir kısaltması yer alıyordu. Bu ifade, “Tanrı’nın ve Kutsal Meryem’in (Tanrı’nın anası) Onuruna” anlamına gelir.
2. Vivaldi’nin hayatının bir noktasında, o zamanlar bir müzisyen için ödenen en yüksek maaşlardan birini aldığı, bir yılda 50.000 duka altını kazandığı biliniyor.
Mantık
Mantık, biçimsel geçerliliği olan akıl yürütmelerin incelemesidir. Akıl yürütme, öncülleri veya varsayımları olan birçok cümleden ve sonucu belirten bir cümleden oluşur. İşte size bir örnek:
Sokrates bir insandır.
Eğer Sokrates bir insan ise, o zaman Sokrates ölümlüdür.
Dolayısıyla Sokrates ölümlüdür.
Geçerli bir akıl yürütme sonucun doğruluğunu, öncüllerinin doğruluğunun takip ettiği bir akıl yürütmedir. Ancak, bu akıl yürütmenin geçerliliği, Sokrates, insanlık veya ölümlülük hakkında herhangi bir şeye bağlanamaz. Geçerlidir, çünkü oluşturulma biçimi veya yapılışı geçerlidir. Aşağıdaki, aynı akıl yürütmenin şematik bir anlatımıdır:
1. p
2. Eğer p ise, o zaman q’dur
3. Dolayısıyla q’dur
P veya q yerine hangi tümceleri koyduğumuzun önemi olmaksızın, bu geçerli bir akıl yürütmedir. Orijinal akıl yürütme (1)-(3), p ve q için belli tümceler koyduğumuz akıl yürütmeyle aynıdır. Ve, veya, biraz ve herhangi gibi sözcükler mantıksal ifadeler olarak isimlendirilir. Mantık çalışmaları, geçerli akıl yürütmelerini tasarlayan şeyleri sorgular. Eğer-o zaman ve ve gibi farklı mantıksal ifadeler arasındaki ilişkiyi ve bunların geçerli akıl yürütmelerinin kurulmasındaki rollerini inceler.
EK BİLGİLER:
1. Aristo’nun ilk mantıksal sistemi geliştirmesinden beri mantık genellikle, bir kişinin felsefede öğrenmesi gereken ilk konu olarak kabul alınır.
2. Gottlob Frege (1848-1925), modern mantığı 1879’daki Begriffschrift eserinde geliştirdi. Frege mantığı kökten değiştirmesine rağmen, alanı dışında neredeyse hiç bilinmez.
3. Her gerçeğin ya doğru ya da yanlış olması ilkesi bazı filozoflarca reddedilir. Bazılarıysa ise tüm çelişkilerin yanlış olduğunu bile reddederler.
Kral Davud
Kral Şaul’dan sonra yönetime geçen Kral Davud, İsrail’in ikinci ve en büyük kralıydı. Yesse’nin oğluydu ve bir çoban olarak yetiştirildi. Hikâyesi İncil’de, Samuel’in kitabında anlatılır ve belki de en çok “Davud ve Goliath” hikâyesiyle bilinir.
Goliath bir Filistinli’ydi ve bazılarınca üç metre boyunda olduğu söylenen bir devdi. Davud’la karşılaştığında Filistinliler İsrailliler’le savaştaydı. Ancak, savaşa girmeden önce Goliath İsrailliler’e onu yenebilecek bir savaşçı göndermeleri için meydan okudu. Goliath bu meydan okumayı kırk gün boyunca her gün tekrarladı, ama hiçbir İsrailli bunu kabul etmedi. Sonunda, o sıralarda bir ergen çocuk olan ve o an, sadece savaştaki büyük kardeşlerine yiyecek getirdiği için orada bulunan Davud, öne çıktı.
Kral Şaul, Davud’un cesaretiyle neşelendi ve ona bir silah ile bir zırh sundu, ama Davud kabul etmedi. Goliath ile karşılaşmaya yanına bir sapan ve birkaç taş alarak gitti. Goliath saldırıya geçmeden önce, Davud sapanıyla bir taş atıp Goliath’ı başından vurarak yere devirdi. Ardından Goliath’ın kılıcını kaptı ve son bir hamleyle onun kafasını uçurarak zafere ulaştı.
Bundan sonra Davud’un ünü tüm İsrail’e yayıldı. Kral Şaul da onu bir tehdit olarak algılamaya başlayıp, öldürtmek istedi. Fakat Şaul’un oğlu ve mirasçısı olan Yonatan, Davud’la arkadaş oldu ve onun hayatta kalmasına yardım etti. En sonunda Davud, Şaul’dan sonra İsrail’in ikinci kralı olarak seçildi.
Davud kral olunca İsrail’in kuzey ve güney kavimlerini birleştirdi, başkenti Kudüs’e taşıdı. MÖ 1000 civarından başlayarak yaklaşık kırk sene ülkesini ciddi bir zorlukla karşılaşmadan yönetti. Krallığı esnasında Davud, Batşeba isminde evli bir kadına aşık oldu ve onu hamile bıraktı. Günahını örtmek için kadının eşine ordusunda bir asker olmasını emretti ve sonrasında onu öldürüleceği ön cepheye yolladı. Karşılığında Tanrı, bir peygamber olan Na-tan’ı, Davud’u suçuyla yüzleştirmek için gönderdi.
Yahudiler Tanrı’nın, kusurlu da olsa Davud’a soyunun İsrail’i sonsuza dek yöneteceğini vâdettiğine inanırlar. Bu nedenle Yahudi geleneğine göre Mesih’in, Davut’un torunu olacağına inanılır.
EK BİLGİ:
1. Goliath’ın hipofiz bezindeki bir bozukluk sonucu anormal bir cüsseye sahip olduğu söylenir. Bu bozukluğun varsayılan bir diğer göstergesi, Davut’un Goliath’a fark ettirmeden ona nasıl yaklaşabildiğini açıklayan, yanlarını görememe hastalığı olabilir.
Magna Carta
İngiltere Kralı John, 1214’te Fransa Kralı II. Philip ile girdiği bir savaşta yenilgiye uğradı. Ardından ülkesine dönüp, denizaşırı seferini desteklememiş olan baronlardan ağır vergiler toplayarak kraliyet hazinesini yeniden yapılandırmaya teşebbüs etti. Bunun üzerine baronlar isyan etti ve 1215 yazıyla beraber Londra’yı ele geçirdiler.
Londra’nın düşmesiyle birlikte, Kral John, Thames Nehri’nin kıyısındaki çayırlıkta, Runnymede’de bir anlaşma yapmak için pazarlığa oturdu. Magna Carta adındaki bildiride özetlenen anlaşma, temel özgürlükler ve kralın mutlak gücü üzerine konan bir dizi sınırlamaların bir teminatıydı. Magna Carta 19 Haziran’da kraliyet mührüyle damgalandı ve ülke genelinde okunması emredildi. Anlaşma, sadece Kral John’u değil tüm mirasçılarını sonsuza dek bağlıyordu.
Anlaşmanın ilk taslağı sadece baronlar için geçerliydi, ama son hali her özgür insanı kapsayacak şekilde değiştirildi. O zamanlar özgür insanlar İngiltere nüfusunda azınlıktaydı ama yüzyıllar içinde anlaşma tüm yurttaşlar için geçerli olacak şekilde evrildi.
Magna Carta’nın ilk kısmı, İngiltere Kilisesi’nin “özgür olacağına ve haklarının azaltılmayacağına ve özgürlüklerinin zarar görmeyeceğine” dair teminatta bulunur.
Takip eden maddeler, kral ve asilzadeler arasındaki feodal ilişkiyi bir sisteme bağladı. Anlaşmaya, adlî bir süreç yaşanmaksızın kimsenin hapse atılamayacağına dair teminatlar ve hiçbir feodal verginin krallığın “genel rızası” olmaksızın yürürlüğe konamayacağına dair bir hüküm de konmuştu. Son madde ise, bir baronlar konseyini ve anlaşmayı kuvvetlendirmek üzere krallığa karşı güç uygulama yetkisi verilen ruhban sınıfını kurdu.
Magna Carta, İngiltere’de özgürlüğün ve hukuk devletinin temeli ve anayasal monarşinin ilk tohumu olarak değerlendirilir. Ancak, çıkarılmasından sonraki yüzlerce yıl boyunca büyük oranda ihmal edilmiştir. Papa II. Innocent, bildiriyi o Eylül ayında feshetti. 1217’de tekrar çıkarıldı, ama hukuken bağlayıcı görülmedi.
Magna Carta’nın önemi, on yedinci yüzyılda bir parlamento lideri olan Sir Edward Coke’un, Stuart krallarına karşı verdiği savaşta anlaşmanın ilkelerini tekrar ve tekrar alıntılamasıyla yeniden gündeme geldi. Ve sonraları Amerikan sömürgecilerine bağımsızlık mücadelelerinde ilham kaynağı oldu.
EK BİLGİLER:
1. Magna Carta, Latince’de “Büyük Sözleşme” anlamına gelir.
2. Magna Carta’nın dört orijinal kopyası hâlâ korunmaktadır. İki kopyası İngiliz Kütüphanesi’nde, diğer ikisiyse Lincoln ve Salisbury’deki katedral arşivlerinde görülebilir.
3. 1957’de American Bar Association, Runnymede’te bir anıt dikerek Amerikan hukukunun Magna Carta’ya olan borcunu ifade ettiler.
“Ozymandias”
Eski bir diyardan bir gezginle tanıştım
Dedi ki: “Taştan yapılma iki büyük gövdesiz bacakla
Çölde dikilen… Yakınlarında, kum üstünde,
Yarı batmış parçalanmış bir çehre uzanıyor, kaşları çatık
Ve buruşmuş dudaklı ve soğuk buyurgan küçümseyişiyle,
Der ki, heykeltıraşı o tutkuları iyi okur
Hâlâ süregelen, bu yaşamsız şeyler üzerinde damgalı
Bunlarla dalga geçen el ve besleyen kalp;
Ve kaide üzerinde, şu sözler belirir:
Benim adım Ozymandias, Kralların Kralı,
Seyret Eserlerimi, ey Aziz, ve çaresizliğimi!
Ondan başka hiçbir şey kalmaz. Etrafını sar dağılmışlığını
O devasa Gemi Enkazının, engin ve yalın
Kumların uzandığı tenhasında.”
Percy Bysshe Shelley (1792-1822), 1800’lerin başlarında önde gelen İngiliz romantik şairlerinden biridir. Bu şairler, 1700’lerin Aydınlanmacı yaklaşımıyla sanat ve edebiyatta hâkim olan akılcılığa karşı, doğanın yüceliğini ve insan duygusunun, tutkusunun ve özgürlüğünün gücünü yücelterek hareket ettiler.
Shelley’nin “Ozymandias” (1818) şiiri, Petrarch, Spenser, Shakespeare ve diğerlerinin Rönesans boyunca kullanmış olduğu katı, on dörtlük şiir biçiminde bir sonedir. Bir sone genellikle, her dizesi beş tane kısa-uzun hece ikilisinden oluşan beşli ölçüde yazılır. Ayrıca, “Ozymandias” gibi Petrarch tarzı bir sone genelde iki parçaya ayrılır: Sekiz açılış dizesi (oktav) ve altı kapanış dizesi (sestet). Sıklıkla oktav, sestetin cevapladığı bir soruyu sorar; “Ozymandias”ta oktav, sestetin ironik şekilde yorumladığı bir görüntüyü resmeder.
“Ozymandias”taki anlatıcı, bir zamanların haşmetli heykelinin şimdilerde çölde kırık dökük ve devrilmiş halde yattığına dair dinlediği bir hikâyeyi nakleder. Heykelin “kaş çatıklığı” ve “soğuk buyurgan küçümseyişi” kibirli bir şekilde Ozymandias’ın sahip olduğu gücü aksettirir. Bu kibrin doruğa çıktığı heykelin mağrur yazıtı –“Seyret eserlerimi, ey Aziz, ve çaresizliğimi!” – birdenbire, çok uzun zaman önce gömülen bu “eserler”, heykeli çevreleyen hiçlik ve engin kumların görüntüsüyle en derin darbeyi yer.
Shelley’nin politik güce ve onun zamana, doğaya ve tarihe dayanma gücüne yönelttiği eleştiri, romantik bakış açısının tipik bir örneğidir. “Ozymandias”ta üstü örtük olan fikir, sanatta, herhangi geçici bir siyasi otoriteden daha fazla kalıcı değer bulunmasıdır. Hepsinden öte, şiir ve içinde barındırdığı görüntüler, herhangi bir ‘insan’ hükümdardan çok daha uzun süre dayanmıştır.
EK BİLGİ:
1. “Ozymandias” Mısır’da Luxor yakınlarındaki II. Ramses’in cenaze tapınağında yıkılmış bir heykelden esinlenilmiştir. Antik çağ tarihçisi Diodorus’a göre heykelde bir zamanlar şu sözler yazılıydı: “Kralların Kralıyım, Ben Ozymandias. Her kim benim ne kadar haşmetli olduğumu ve nerede yattığımı bilirse, eserlerimden birini geçmesine izin verin.”
Venüs’ün Doğuşu
İtalyan ressam Sandro Botticelli (1455-1510) tarafından yapılan Venüs’ün Doğuşu, güzellik tanrıçası Venüs’ün doğumunun ardından denizden sahile savrulduğu anı sahneler. Floransalı varlıklı bir banker ailesi olan Mediciler’e ait Castello’daki bir köşk için 1485 yılı civarında yapılan eser, ahşap üzerine suluboya çalışmadır.
Erken Rönesans döneminde pek çok sanatçı, Yunan ve Roma kültürünün Hıristiyan inançlarıyla uzlaşabileceğine inanan Marsilio Ficino (1433-1499) gibi Yeni-Platoncu düşünürlerden etkilendi. 1480’lerde Botticelli’ye, pagan mitolojisini Hıristiyan kavramlarla birleştiren bir dizi büyük boy resim, Medici tarafından sipariş edildi. Bunların arasında İlkbahar, Mars ve Venüs ile Venüs’ün Doğuşu gibi başyapıtlar da vardı.
Yunan efsanesine göre Venüs, Dev Kronos’un, babası Uranüs’ü hadım edip cinsel organlarını okyanusa fırlatmasıyla su yüzeyinde oluşan köpüklerden doğdu. Tanrıça, Kıbrıs kıyılarına, sonraları kültüne büyük saygı duyulacak olan yere geldi. Yeni-Platoncu düşünceye göre, Venüs’ün doğuş efsanesi insan ruhunun yaratımına dair bir alegoriydi.
Botticelli’nin resminde, iki rüzgâr tanrısından biri olan Zephyrus, Venüs’ü karaya doğru üfler. Büyük bir deniz kabuğu üzerinde duran tanrıça, Yunan heykeltıraş Praxiteles tarafından yapılan eserlerde olduğu gibi antik ‘Venüs masumiyetiyle’ tasvir edilir. Güller, çevresinde havada yüzerken, bir taraftan da onun yeni doğmuş vücudunun üzerine çiçek kaplı bir giysi geçirmeye hazırlanan bir kadın (muhtemelen peri kızı Pomona) tarafından selamlanır. Hem güller hem de portakal ağacı yaprakları, altın renkleriyle oldukça çarpıcıdır.
Hayatının ileriki zamanlarında Botticelli, Girolama Savonarola (1452-1498) adında karizmatik bir Dominiken keşişinin etkisi altına girdi. Savonarola, 1497’de insanları lüks eşyaları imhaya teşvik etmek üzere “Gösteriş Objelerini Yakın!” (Bonfire of the Vanities) hareketini organize etti. Pagan kültüre olan ilgisinden pişmanlık duyan Botticelli iddialara göre kendi eserlerinin bile bazılarını yaktı.
EK BİLGİLER:
1. Venüs’ün Doğuşu, günümüzde Floransa’nın Uffizi Galerisi’nde görülebilir.
2. Sağdaki koyu yeşil yapraklı altın rengiyle vurgulanan portakal koruluğu, Yunan mitolojisindeki “Hespeides Bahçesi”ni temsil ediyor olabilir.
3. Resimde Venüs’e bir elbise sunan kadın, papatyalar, çuha çiçekleri ve mavikantaronla, yani bir doğumu kutlamaya uygun tüm bahar çiçekleriyle bezeli bir elbise giymektedir.
Yüzey Gerilimi ve Hidrojen Bağlantısı
Su, yeryüzündeki en tuhaf, aynı zamanda en yaygın bulunan maddedir. Katı formu, sıvı halinden daha az yoğundur ki bu nedenle buz, yüzebilir. Yüksek miktarlarda ısıyı, çok fazla değişime uğramadan emebilir ve bu nedenle sahil kentleri ılıman sıcaklıklara sahiptir. Ve yüzeyde toplanmaya eğilimli ince bir molekül tabakasından oluşan bir “derisi” vardır.
Suyun sıra dışı özellikleri, onun şeklinin sonucudur. Bir su molekülü, iki hidrojen atomuyla bir su atomundan oluşur (H2O). Görüntüsü Disney karakteri Mickey Mouse’a benzer: İki hidrojen atomu kulakları ve oksijen atomu da kafayı andırır. Su molekülünde elektronlar eşit bir şekilde dağılmadığı için kulaklar pozitif, kafa ise negatif yüklenir. Karşıtlar birbirini çektiğinden, bir su molekülünün kulakları bir hidrojen bağlantısı oluşturarak diğer bir su molekülünün çenesine doğru çekilir. Buz içinde su molekülleri, dört yüzlü bir piramit olan ‘tetraeder’i oluşturmak üzere kararlı şekilde birbirlerine bağlanırlar. Ama sıvıyken, su moleküllerinin yapısı daha gevşektir. Hidrojen bağları devamlı olarak birbirinden ayrılır ve tekrar bir araya gelirler. Aslında ortalama hidrojen bağı, sadece saniyenin küçük bir kısmı kadar dayanır.
Bir su bardağının ortasında, herhangi bir verili molekül tüm yönlere eşit bir şekilde çekilir, böylece net bir etki görülmez. Ama yüzeyde su moleküllerini yukarıya doğru çeken bir kuvvet yoktur. Suyun yapışkan derisini veya yüzey gerilimini yaratan şey, moleküllerin daha çok yanlara ve aşağıya çekilmesidir. Yüzey gerilimi, bir bardağı ağzına kadar doldurmamızı mümkün kılar. Su damlacıklarının oluşmasına ve kabarcıklar yayılmasına izin verir.
EK BİLGİLER:
1. Ped benzeri yayvan ayaklı ve hafif böceklerden olan su örümcekleri, suyun yüzey geriliminden faydalanır. Onlar, gerçek anlamda suyun üzerinde yürüyebilirler.
2. Suyun yüzey gerilimi, kazara düşen uçan böcekleri suda boğmaya yetecek kadar güçlüdür. Bu böcekler kanatlarını su moleküllerinin çekiminden kurtulmalarını sağlayacak kadar hızlı çırpamazlar.
3. Deterjanlar yüzey gerilimini azaltarak suyun kir ve gözeneklere daha etkili nüfuz etmesine yardımcı olurlar.