Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Hatıralar», sayfa 6

Yazı tipi:

SİNOP

Sinop’un Derviş Mutasarrıfı – Şaşılacak Derecede Muhtelif Hırsızlıklar ve Bu Yüzden Zavallı Bir Mahkûmun Bacağının Kesilmesi

1889 yılında Sinop Mutasarrıflığına tayin edilen bâlâ rütbeli ve yetmiş, yetmiş beş yaşlarında bir zat, Vali Abdurrahman Paşa İnebolu’da bulunduğu sırada oraya geldi. İki üç gün kalarak, elinde 99’luk tespih, dilinde Allah, peygamber ve namus sözleri; hâlinde dervişlik tavrıyla Abdurrahman Paşa’nın emniyetini kazanarak Sinop’a gitti.

Birkaç ay sonra hırsızlığa vesileler icadında pek usta bir adam olduğu anlaşılarak, Vali Paşa iki sebepten kızdı: Birincisi zavallı Sinop Livası’nın her vesile ile halkını ve devlet hazinesini hiçbir şeyden çekinmeden soyan bir mutasarrıf elinde kalması, ikincisi yalancılığıyla kendisini aldatmasıdır.

Sinop’tan imzalı, imzasız gönderilen ihbar mektupları birbirini kovalamaya başlamıştı.

Bunlar, yapılan kanunsuz hareketleri delilleriyle bildirmekte olduğundan Abdurrahman Paşa her birini yazı ile sorguya çekmek kabilinden mutasarrıfa soruyordu. Muamelenin gidişine dikkat eden kurnaz mutasarrıf, çok geçmeden foyası büsbütün meydana çıkarak yakayı ele vereceğini ve valinin hırsızlar, rüşvet alanlar hakkındaki nefes aldırmayan takiplerinden kurtulmanın mümkün olmayacağını anlayarak doğruca İstanbul’dan aldığı izinle Sinop’tan savuşmuştu. Bunun üzerine hem vekillik, hem de sayısız suçlarını araştırmak vazifesiyle Sinop’a gönderildim.

Bir sene evvel, Abdurrahman Paşa’nın yanında bir ay kadar Sinop’ta bulunduğumdan kasabayı ve memurları az çok tanıyordum.

Sinop’ta her sınıftan memur, asker, sivil sürgünler bulunduğu gibi muhtelif cezalara mahkûm dört yüzden ziyade, her din ve mezhepten insan da vardı. Bunlar arasında marangoz ve kalpazanlık suçlusu, kuyumcu gibi birçok sanatkârlar da bulunuyordu. Sürgün askerî ve sivil paşalar müstesna, bu mahkûmlar, topuklarında görünür görünmez birer demir halka ile kasabada serbestçe yaşarlar, sanatlarını yaparlardı. Hapishane müdürünün bu dört yüz küsur işçiye yalnız tütün parası bırakarak bütün kazançlarını alıp büyük kısmını muntazaman mutasarrıfa takdim ettiği ve bu şartla çalışmayanların hapishaneden çıkarılmadıkları evvelce yapılan ihbarlardandı. İlk işim, Umumi Hapishane denilen, sur içindeki kale zindanlarını ziyaret etmek oldu.

Birinciden beşinciye kadar koğuşlarla yani kale zindanlarıyla diğer yerleri birer birer gezdiğim sırada, vilayetin sıhhiye müfettişi de yanımda idi. Yüksekteki küçük ve bir tek penceresi taşlarla kapatılmış olan beşinci koğuşun önüne gelince, hapishane müdürü, yani mutasarrıfın Rize taraflarından getirterek bilhassa bu işe tayin ettiği herifin benzi atarak:

“Bu koğuşta kimse yoktur!” dedi.

Bu sözü, zindan içinden kopan:

“Vardır efendim, vardır!” sözü derhâl yalanladı.

Anahtarları taşıyan gardiyan, elleri titreyerek kapıyı açtı. Cidden tahammül edilmez fena bir koku hücumuyla karşılaştık.

Pencereyi açtırdım. Güneş ışığında duvar dibinde inleyen mahpusu gördüm.

Zavallı biri, altındaki toprakla bir renkte görünen ekmek parçalarına; diğeri abdest etmeye mahsus iki çanak arasında rutubetten çürümüş bir hasıra yan yatmış, zayıf sesiyle devamlı, “Vardır efendim, vardır!” diye mırıldanarak, boynunda ve topuklarındaki zincirleri şakırdatmaya çalışıyordu. Mosmor bir renk bağlamış olan sağ bacağını hiç kımıldatamıyordu.

Lalesi ve zincirleri derhâl çıkarılarak dışarıya taşınan mahpus:

“Oh, dünya varmış, hava varmış, güneş varmış!” diye durmadan, kamaşan gözleriyle etrafına ve bana bakarak:

“Hızır mısın nesin? Gözlerime inanamıyorum…” dedi.

Zavallının kangren olduğu anlaşılan bacağı hekimlerin lüzum göstermesi üzerine kimsesizler hastanesinde kestirilmişti.

Bu mahkûma böyle pek zalimce işkence edilmesinin sebebi, mutasarrıfın hiddetine uğramasıydı: mutasarrıf, şahsına fayda vesilesi olsun diye, Sinop halkından üçer kuruş toplatarak kasabadan Seyit Bilâl Türbesi’ne bir şose yaptırmıştı. Bu yol iki tarafında açılan hendekten ne çıkmışsa üzerine atılmak suretiyle, mahkûmlardan bir pehlivana ihale edilerek yaptırılmıştı. Bu şosenin bir kısmını yapmayı üzerine alan bu zavallı mahkûm da benzeri gibi bir tütün parasından başka kendisine bir şey verilmemesinden dolayı mutasarrıfa müracaatla herkesin iç yüzünü bildiği bir işi açığa dökmesinden dolayı zindana atıldığı anlaşılmıştı.

Biz zindana girer girmez bir kayıkla kaçan hapishane müdürünü, Trabzon Valiliğine ve Rize Mutasarrıflığına telgrafla bilgi verdiğimiz hâlde yakalatmak mümkün olamadı.

Mahpus, öldürme suçundan on beş sene küreğe mahkûm olmuş ve cezasının büyük bir kısmını da geçirmişti. O zamanlarda padişahın tahta çıkması, şehzadelerin doğması günlerine ve bayramlara hürmet olarak mahkûmların ceza müddetlerinden üçte ikisini bitirenler salıverildiğine göre; bu da, bir iki sene sonra affedilecekti. Mahkûmiyetine sebep olan hadise, askerde iken nişanlısına taarruz eden bir adamı öldürmüş olmasıydı.

Mahkûm, bunu yana yakıla anlattıktan sonra:

“Böyle bey.” demişti. “Sen benim yerimde olsan ne yapardın?”

Dayanamadım :

“Belki de senin yaptığını!” dedikten sonra, sordum:

“İnşallah cezan affedilir. Nişanlına kavuşursun yine.”

İçini çekti:

“Uyuz köpek dalayalı bu kadar sene geçti. Başına bir tas su dökerek tekrar alırdım. Ama zavallı Ayşe başına gelenlerden içlenmiş, ince hastalığa yakalanmış, bir sene babasının evinde yattıktan sonra vefat etmiş…” diye ağlamaya başladı.

Hokkabaz Kutuları Gibi İç İçe Hırsızlık Vesileleri

Sinop’a vardıktan iki gün sonra, kale kapılarından, “Meydan Kapısı” denilen kapı ile onun üstündeki burcun korunması lazım eski eserlerden olduğu hâlde yıkılmış ve kapının yıkılmasının da kararlaştırılmış bulunduğunu esefle görerek işi derhâl durdurup sebebini araştırmaya koyuldum. Anladım ki bu iş akla sığmaz hırsızlık ağlarının düğümü imiş.

Pek işlek bir yerde bulunan bu burcun “Tamir kabul etmez derecede haraptır.” diye günün birinde ansızın yıkılarak bir felakete sebep olacağını ileri sürerek mutasarrıf doğrudan doğruya Tophane Müşirliğine yazmış. İstihkâm işlerine yarayacak olan taşların istihkâm memurluğuna teslim edilmesi şartıyla, tehlikenin kaldırılmasına irade çıkmış. Zira o zamanlarda kalelere ait parçalar padişahın izni olmadan yıkılamazdı. Mutasarrıfın doğrudan doğruya üst makama müracaat sebebi ise açıktı: daha bir buçuk sene evvel o kapının altından birçok defa geçmiş olan vali, tabii bulunan bahanelere inanmayacaktı. Kendi kendine yıkılacağı iddia olunan burç, kazma ve kürekle bile yıkılamayarak nihayet barut kuvvetine başvurulmuş ve atılan lâğımlardan fırlayan taşlar mutasarrıfın başına düşeceği yerde, sura bitişik ve iptidai mekteplerine ait bir eczane ile birkaç dükkânı; sur içindeki umumi hapishanenin hastanesiyle galiba bir de gaz deposunu kısmen veya tamamen harap etmiş.

Bu kapının ve burcun yıktırılmasındaki maksat da şu idi:

Asırlardan beri devam eden kale zindanları işkencelerine artık bir nihayet vermek maksadıyla Vali Abdurrahman Paşa’nın ilk temel taşını bizzat koyduğu büyük bir Umumi Hapishane yapılmakta idi.

Bu binanın yapılması bir müteahhide verilmişti. Keşfinde, kasaba dışındaki uzak ocaklardan getirilecek taşlar için tabii yüksek bir fiyat konulmuştu. Müteahhitle uyuşularak ona bedava taş bulmak için zavallı burca ve kapıya iftira etmeyi mutasarrıf düşünmüş ve başarmak yolunu da bulmuş. Hâlbuki bu mutasarrıf, kalenin hakikaten yıkılmak üzere olan başka iki kapısını, mühendis raporlarına rağmen ne yıktırmış, ne tamir ettirmişti. Çünkü o kapıların üstünde taşlarından faydalanılacak burç yoktu.

Bu hapishaneyi, birinci katının taş kısmını yapılmış olarak buldum. Duvarın üstünde, duruşları gözüme çarpan iki taşı altından, üstünden bastonumla kurcalamaya başladım. İkisi de oynadı. Çektim, çıkardım. Bunlar çıkınca yerlerinden burcun molozları ve çakıllar akmaya başladı. Binanın kum duvar hâlinde yapıldığı anlaşıldığından, keşfe göre bunların harçla yapılmak üzere hemen yıktırılmasını emretmekle beraber, tetkik ettiğim mukavele evrakı arasında kefaletnamenin kefile imza ettirilmediğini de görerek, bir köye gittiği anlaşılan kefili derhâl getirttim ve imzalattım.

Bu tarihten otuz sene sonra, yani “Nemrutperest” lakabı ile bilinen Mustafa Paşa Divanıharbi’nde yüzüme karşı verilen idam hükmünden kurtulduktan sonra, İstanbul’dan firar yoluyla Ankara’ya giderken vapur fırtına yüzünden İnebolu’ya uğrayamayarak Sinop’u tutmuştu. Orada iki gün kalmış ve benim gibi mahkûm olduğu haksız idamdan kurtardığım kapının hâlâ sapasağlam durduğunu görerek, altınperest mutasarrıfa bir kere daha lanet etmiştim.

Hırsızlık Koleksiyonundan Parçalar

Sinop Mutasarrıfı’nın kısa bir zamanda icat ettiği ve becerdiği hırsızlıkların her biri ayrı ayrı hikâyeye değerse de, okuyucularımı sıkmamak için bunların türlü nevilerinden birer örnek alarak burada özetlemeyi faydalı buldum:

İdadi Mektebi

İlk temel taşını Vali Abdurrahman Paşa koyarak yaptırılmasına başlanan idadi mektebi; keşfi gereğince verilen para ile bitirilemedi. Buna iki defa para ilave edildiği hâlde, Sinop’a vardığımda mektebi üstü bile kapanmamış buldum. Hâlbuki bu mektebin yapılmasına memur edilen komisyon azasından üçünün mükemmel birer ev yaptırıp içine kuruldukları anlaşılmıştı.

Hastane

Frengi ve Guraba Hastanesi de Abdurrahman Paşa’nın eserlerinden biridir.

Bu hastane yalnız Sinop’un değil, bütün liva halkının hakikaten pek cömertçe yardımlarıyla yapılmıştı. Bu yardım yalnız para değildi. Daha çok kazalardan, nahiyelerden, köylerden gönderilen ve getirilen her nevi kereste ile olmuştu. Bu keresteler gümrük vergisinden muaf tutulduğu için büyük kısmı Sinop’a, gümrük dairesi bulunan küçük limandan değil, hiçbir suretle kontrol altında bulunmayan büyük limandan çıkartılmıştı. Gümrük müdürü yalnız bu limandan karaya çıkarılan kerestelerin en az böyle iki hastane vücuda getirecek miktarda olduğunu söylemişti.

Hastane yapısı için teşkil olunan komisyona abdestli, namazlı, kaba sakallı bir zat olan tersane kereste memuru, vali tarafından reis tayin edilmişti. Hastanenin yapısı tamamlanınca, hac için Hicaz’a gitmiş olan bu zat, ben Sinop’a vardıktan bir müddet sonra dönmüş ve hacılara mahsus kokusu baş döndürecek derecede tüterek beni ziyaret etmişti. O sırada idadi mektebi meselesiyle uğraştığım için bu hacının hastane komisyonu reisi olduğunu her nasılsa unutarak, bu idadi mektebi ve hastane hakkında çok kötü şeyler söylendiğini ağzımdan kaçırdım.

İzzetli Hacı Bey sakalını avuçlayıp bir tutamdan fazla artan ucuna baktıktan ve bir şey düşünüyor gibi bir tavır aldıktan sonra:

“Efendim!” dedi. “Meşhur meseldir: ‘Bal tutan, parmağını yalar.’ idadiyi bilmem; fakat hastanenin hesabı gümüş gibi tertemizdir.”

Kaba sakalının telleri kısmen gümüşlenmiş olan kereste memurunun, hastane balını tuttuktan ve parmaklarını bol bol yaladıktan sonra zemzemle yıkamak için Hicaz’a gittiği anlaşıldı!

Orman Müfettişi Kalyas Efendi

Orman Müfettişi Kalyas Efendi, Mutasarrıf Bey’in mensuplarından sayılıyordu. Kötü ve rüşvetli işlerin çorap söküğü gibi birer, ikişer açığa çıkmaları üzerine mutasarrıf, Kalyas’a yolladığı ve onun bana gösterdiği bir mektupta: “Sıkıntılı Sinop rüyaları görmekte olduğunu ve kendilerine evlat gibi emniyet ettiği bazı memurların, sadakat ve vefakârlıkla uyuşturulamayacak hâl ve hareketlerinin büyük esef ve hayretle işitildiğini söyledikten sonra, geçici fırtınalar kabilinden olan hâlin (yani teftişlerimin) çok devam etmeyeceğini ve yerine tayin edilecek mutasarrıfla görüşerek kendisini ona tavsiye edeceğini yazıyor ve kendisine bağlılıktan ayrılanların sonra pek çok zarar edecekleri ihtarla tehdit ediyordu. Kalyas Efendi bu tehditten dolayı kızarak:

“Beyefendi!” dedi. “Ben daha evvelki mutasarrıf zamanında da bu memuriyette bulundum. Araştırın. O zamanlarda kanuna aykırı en küçük bir muamelemi bulabilirseniz beni en ağır cezalara çarptırın. Ormanları tahrip ettirmemek için her rast gelen yerde hızar yaptırılması yasaktır. Fakat bu adamın ısrarlı emirleri karşısında beş yerde hızar yapıldı ve üçü işlemeye başladı, ikisi de başlamak üzeredir.

Giden mutasarrıfın ellişer ve yüzer lira rüşvet alarak müsaade ettiği bu hızarların yapılmasına mâni olamadım. Büyük rütbeli mutasarrıftan korktum. İlk fırsatta yıktırmak üzere müsaadeye mecbur oldum. Çünkü beni vaktiyle Denizli, Menteşe, Manisa ve Aydın ile İzmir livalarından mürekkep Aydın Vilayeti’ne orman müfettişliğine tayin ettiler. Orman Nazırı’na teşekkür ve veda için gittim. Beni iyi kabul ettikten sonra, “Müsteşarla da görüşün.” dedi. “Tabii.” cevabını verdim. Nazır da, müsteşar da Ermeni idiler. Müsteşar bol bol iltifattan sonra en iyi neviden üç Uşak halısı ölçüsünü gösteren bir kâğıdı vererek, bunları mümkün olan süratle alıp göndermemi emretti. İstenilen halılar ufak tefek şeyler değildi. İkisi 6x7, birisi 9x10 metre ebadında idi. Bunların benden rüşvet suretiyle istendiği hiç hatırıma gelmedi. Seçim ve pazarlıkta bilgililerin fikirlerinden faydalanarak bedellerini borç alıp ödemek suretiyle satın aldım. Tutarını ve nakil masraflarını gösteren mühürlü faturayı bir mektupla müsteşara gönderdim. Aylar geçti, paradan haber yok. Bir daha yazdım. Para tamamen geldi, fakat aynı posta, ‘Tahakkuk eden ehliyetsizliğimden dolayı azil’ edildiğimi bildiren resmî bir kâğıdı vilayete getirdi. Tam on beş sene memuriyetten mahrum kaldım; aç ve sefil, süründüm…”

Bir hafta sonra bu beş hızarın yerlerinde yeller estiğini söylemeğe hacet yok…

Eski Mutasarrıfın Mektubu – 108 Yaşında Bir Naip (Kadı) – Yeni Mutasarrıf – Bir Müftü – Sinop’ta İçkiye Düşkünlük

Sinop’un eski mutasarrıfı izinle giderek dönemediği İstanbul’dan bana bir mektup yolladı. Bunda: “…zatıalileri gibi ezkiyâ-yı şübbân-ı üdebâdan ve ahlâk-ı hamide ashabından birinin, vekâlet suretiyle olsun bana halef olması mucib-i mefharettir.” (…zatıalileri gibi genç, faziletli ediplerden ve övülmeye değer ahlak sahiplerinden birinin, vekâlet suretiyle olsun yerine gelmesi iftihar etmeyi gerektirir.) diyerek pek cömertçe iltifatlarla beni lütuflandırdığı hâlde, kötü muameleleri birer ikişer meydana çıkarılarak, Vali Paşa tarafından her biri hakkında izahat istenilmeye başlanınca, ona yazdığı cevapta:

“… Mutasarrıf Vekili diye Sinop’a gönderilen tecaribi umurdan bihaber bir nevrestenin tahkikat ve işaratı üzerine bu suretle istizahlarda bulunulması esefi muciptir…” (…Mutasarrıf Vekili diye görev tecrübelerinden habersiz bir yeni heveslinin araştırma ve bildirmesi üzerine bu şekilde açıklanma istenmesi esef vericidir…) demişti.

Sinop’a gönderilen büyük memurlar sanki yaş fazlalığıyla tayin olunuyorlar gibi, ben orada iken gelen bir naip: “Elli dört yaşında olduğum sırada, 1254 (1838) senesinde Kıbrıs’ta naip idim; Osmanlı lirasıyla yaşıtım.” dediğine bakılırsa (O zamanlar Osmanlı lirası 108 kuruşa bedeldi.), hırs-ı pilisinden Sinop’un hayli zarar gördüğü mutasarrıfın büyük babası yerinde idi.

Naip Efendi, uzun boyu, nispetli azası, kar gibi beyaz bir sakalın çevrelediği yüzüyle sevimli bir Arnavut’tu. Yüz sekiz yaşında olduğunu söyleyince:

“Maşallah!” dedim. “Yetmiş yaşında bile görünmüyorsunuz…”

“Hamdolsun!” dedi. “Öyle ama ne de olsa çok ihtiyarım. Geçmiş bir asrın mahlûkatındanım. Artık rahat etmeliyim. Hatta buraya gelirken veliyyünniam şeyhülislam efendimize: ‘Beni artık naipliğe göndermeyiniz, emekli ediniz.’ dedim. ‘Siz naiplerden emekli edilmiş kimse gördünüz mü?’ buyurdukları için, ‘Zât-ı meşihatpenahîleri de dâîleri gibi Nuh Peygamber zamanından kalma bir naip gördüler mi?’ diye sordum. Güldü ve ‘Sinop’a da gidiniz bakalım.’ buyurdu.”

Naip bazen böyle düzgünce konuşur, hoş tabiatlı bir adam olmakla beraber, bazen küçük yaştaki bir çocuk hâli alırdı. Herhâlde Urfa, Maraş taraflarında kim bilir kaç yıl önce edindiği mor kadife kaplı ve gümüş pullarla saçaklı bir palanla bindiği pek cılız bir kira beygiri üzerinde, Haremeyn payesine (rütbesine) mahsus binişini (cübbesini) giymiş ve bilinen sırma şeriti de ak sarığı üstüne dolamış olduğu hâlde ilk defa hükûmet konağına gelirken her rastladığına selam verişiyle gülünç bir bunaktı.

İzinle kaçan mutasarrıfın yerine tayin olunan Gürcü Yahya Dede ise başka bir “pîr-i fani” idi. Vali Paşa’nın şifreli emrine uyarak, geldiği zaman hemen dönmeyip liva ve memurları hakkında kendisine malumat verecektim. Bu mutasarrıf eskisinden daha genç olduğu hâlde, içkiye düşkünlüğünden dolayı vücudu, ölmeden önce çürümeye başlamıştı.

Şimdiki hâlini bilmiyorum; fakat o zamanlarda Kastamonu Vilayeti’nde içkinin en çok insan zehirlediği yer Sinop’tu. Memurlarımızdan, kâtiplerimizden ve iş sahiplerinden öğle yemeğinden sonra rakı, şarap kokmaksızın yanıma gelen kimseler pek azdı. Şu tehlikeli düşkünlükten Babıali’nin haberi olsa, içkinin insanı ne hâle getirdiğini Sinop ahalisine ve memurlarına göstererek kendilerini uyandırmak için bu alkolik mutasarrıfı kasten gönderdiği sanılacaktı.

Bu gece gündüz sarhoş mutasarrıfın akrabasından daha evvel ismi geçen Kâmil Paşa da; Niğde Mutasarrıfı ve bu Dede’nin tam zıddıydı. Geceleri bir hasır üstünde yatar ve sabahlara kadar ibadet eder, Niğde sokaklarında at koştururdu. Mutasarrıflık makamındaki yazıhanesinin çekmelerini fişekle doldurarak daima yanında bulundurduğu otomatik bir tüfekle hükûmet konağı civarındaki çayırlığa koydurduğu testilere kurşun atarak nişan egzersizi yapardı. Konya Valisi’nin hırsızlık ve rüşvetçiliğinden Babıali’ye ettiği şikâyetlere kulak asılmayınca, İngiltere Sefiri’ne telgraf çekmekteki çirkinliği takdir edemeyen bir budala idi. Kâmil Paşa’dan sonra Niğde’ye gelen mutasarrıfların çoğu kötü itiyatlarıyla bu nişancı mutasarrıfı aratmışlardı.

Yahya Dede Paşa, ilk cuma namazını Seyit Bilâl Türbesi’ndeki camide kılmıştı, ben de beraberdim.

Namazdan sonra türbenin misafir odasında kahve, şerbet içerken Sinop’un Kastamonulu müftüsü, Mutasarrıf Paşa’ya:

“Efendim!” dedi. “Biraz gabadur emme, doğrudur: ‘Çıralı dibine karanlıhtır.’ derler.”

Ben, müftünün sözünü keserek:

“ ‘Mum dibine ışık vermez.’ bir darbımeseldir, (söyleyişindeki kabalığa işaretle) manasında bir kabalık yok.” dedim.

Müftü sözüne devam etti:

“Bir tarihte Kastamonu’dan İstanbul’a gitmiştim. Evkaf Nezaretinde bir işim vardı. Nezaretin büyüklerinden birini görerek işimin çabuk görülmesini rica ettim. O zat, “Eğer Kastamonu’ya dönüşünde Şaban Veli’nin türbesinde benim için bir ‘Yasin’ okuyacağını vaat edersen işini derhâl yaptırırım.” dedi. Hâlbuki ben Kastamonu’da doğmuş, büyümüş olduğum hâlde İstanbul’a giderken bile Şaban Veli’nin ruhuna bir Fatiha okumak hatırıma gelmemişti. Bu kabilden olmak üzere Seyit Bilâl’in camisine cuma namazı için iki seneden beri hiç gelmemişken bugün sırf efendimle onur duymak için geldim.”

Böyle mutasarrıflar, kadılar, müftüler ve bunlara uygun her çeşit memurlarla idare olunmak musibetine asırlarca mahkûm olan Osmanlı İmparatorluğu’nun feci sonu görünür bir hâlde idi.

Sırası geldikçe yazılacağı üzere, yirmi kadar vilayette Sinop Mutasarrıfı’na az çok benzeyen memurlar görmek talihsizliğine uğradığımı söyleyerek Sinoplu kardeşlerimizi teselli etmeyi, insani bir vazife saydım.

“Cüret-i Lisaniye” Suçundan Mahpus Hamlacı Bekir

Umumi Hapishane denilen kale zindanlarından sonra Liva Hapishanesi’ni ziyaret ettim.

Bugün bile hapishanelerimizin hemen hepsinde ilk göze çarpan ve insana hüzün veren, içindekilerin büyük bir ekseriyetle küçük yaşlardan otuz, otuz beş yaşlarına kadar gençler olmasıdır. Bunlar arasında maddi ve manevi bir sefalet yerinde sıhhat ve tazeliğini korumuş yetmiş yaşlarında bir mahpus, bu sebeple dikkatimi çekti. Böyle temizlikten, düzenden pek mahrum bir hapishaneye değil, dünyanın en mükemmel bir hapishanesine de konulmayı hak etmiş görünmeyen bu çok sevimli ihtiyara yaklaşarak niçin hapsedildiğini sordum:

“Buraya getirileli üç ay oldu sanırım. On gün de kazamız olan Boyabat’ta hapsedildim. Bana ne iftira ettiklerini söylemeye dilim varmıyor. Parmağıyla yanımda bulunan Müddeiumumi Muavini Ali Rıza Efendi’ye işaret ederek: “Suçumu bu efendi bilir. O söylesin.” diyerek kederle başını önüne eğdi.

Ali Rıza Etendi:

“Burada açıklaması uygun olmayan bir cüret-i lisaniye meselesinden suçludur.”

“Fazahat-i lisaniye” tabiri Allah’a, peygamberlere karşı savrulan küfürlere tahsis olunduğu için, hamlacı emeklilerinden olduğu anlaşılan ve ömrünün uzun bir kısmını İstanbul saraylarında geçirmiş olan bu muhterem ihtiyarın, padişah aleyhinde bir söz söylemiş olmakla suçlandırıldığını anladım.

Müddeiumumi, o gün akşamdan sonra, bu meseleye dair evrakın dosyasını gönderdi. Baştan başa okudum ve daha ilk satırlarda meselenin başlangıcını hatırladım.

Boyabat Kazası’ndaki bir köyden, o senelerde “Beşiktaş Zabıta Amiri” ünvanıyla bilinen Müşir Hasan Paşa’ya bir jurnal gönderilmişti.

Koskoca bir Müşir Paşa’nın bir semt karakoluna, yani Zabıta memurluğuna tayin edilmesindeki tabi yakışıksızlıktan dolayı “Zabıta Amirliği” tabiri ilk defa kullanılıyordu. Hasan Paşa, “araştırılarak icabının yapılması ve neticesinin bildirilmesi” için bir mektupla vilayete ve oradan da aynı sözlerle Sinop Mutasarrıflığına göndermişti. Hamlacı Bekir’in kardeşinin oğlu tarafından gönderildiği anlaşılan jurnalin hülasası:

“Hamlacılıktan emekli Bekir, maaşlarının birkaç ay verilmemesine kızarak ‘bu pinti Hamit’ memleketi Moskoflara satmıştır; artık bundan bize hayır gelmez.” dediğinin ahmak bir köylüce açıklanmasından ibaretti.

İlk araştırmadan, Bekir’le onun kardeşinin oğlu olan bu jurnalci arasında bir manda meselesinden dolayı düşmanlık ve bu sözlerin söylendiği zaman da anlaşmazlık mevcut olduğundan, bunun pek açık bir iftira olduğuna kanaat hasıl etmiştim. Müspet bir suç olsa bile Boyabat Bidayet Mahkemesi’nde muhakeme edilmesi lazım gelen Bekir’in Sinop’a getirilmesi kanuna aykırıydı. Bu meselenin takibe değmediğini vilayete arz ettim. Vali Paşa, benim Bekir’i kurtarmak istediğimi anlayarak, bu maksatla kendi kendimi bir belaya-uğratmam için, “Adı geçen Bekir’in kanun dairesinde behemehal cezalandırılmasını” emretti.

Emekli Bekir Ağa ve araştırma evrakı Boyabat’a iade edildi. Her ne kadar şahsen kendisini tanımıyorsam da genç ve mektepli bir kaymakam olmasına güvenerek, Boyabat Kaymakamı’na hususi bir mektup yazdım:

“Bekir ve evrakı kanunen ait olduğu Boyabat Mahkemesi’ne iade olundu. Evvelki ihbar ile sonraki ifade birbirine uymamakla beraber, Bekir ile yeğeni arasında bulunduğu anlaşılan düşmanlığa göre isnadın iftira olduğunda şüphe yoktur. Bu işi takip edip hızlandırarak masumiyetinin bir an evvel meydana çıkarılmasını…” gizlice tavsiye ve temenni ettim. Kaymakam, birkaç gün sonra kaza mahkemesi düşmanlık sebebiyle iftira ettiğini bildiren jurnalcinin altı ay hapis cezasına ve Bekir Ağa’nın beraatine karar verdiğini telgrafla bildirdi. Bu neticeyi de Vali Paşa’ya arz ettim ve “Bekir’in behemehâl cezalandırılması için ilk hükmün üst mahkemeye götürülmesi…” cevabını aldım. Müddeiumumi Yardımcısı ile müzakere ederek, Bekir’in yeğeninin hem bu dedikoduları uydurması, hem de diğer bir masuma yüklemesi gibi katmerli bir suç işlemiş olduğu için, suçuyla cezası arasında nispet bulunmadığı iddiasıyla cezanın artırılması için dava üst mahkemeye intikal ettirildi. Meseleyi tetkik eden Sinop Bidayet Mahkemesi, iftiracının bir buçuk sene hapsine hükmetti.

Hapishanede birçok genç suçlular içinde büyük, küçük günahlar arasına nasılsa karışmış sevaplı bir hareket gibi görünen zavallı İhtiyar Bekir böylelikle bu haksız cezadan kurtuldu.