Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Hatıralar», sayfa 7

Yazı tipi:

Kömür İnhisarı
Kömür Kazancının Mutasarrıfla Belediye Reisi Arasında Paylaşma Pusulası Rusya Konsolos ve Sefirinin Yangından Zarar Görenlere Yaptıkları Para Yardımının Saklaması

Şahsi istifade için Sinop Mutasarrıfı tarafından icat edilen vesilelerden biri de, ağaç kömürü yapılmasının ve satılmasının belediye tekeline aldırtmasıdır.

Bu tekel yalnız mutasarrıfın belediye reisine yazdığı iki satırlık bir tezkere ile başlamıştır. Doğru veya yanlış Belediye ve İdare Meclislerinin bilgileri ve bir kararı bulunmamakla beraber; kömür gibi bütün Sinop ahalisinin muhtaç oldukları bir şeyin, tekel altına alınması ve bu suretle yalnız kömür yapmak ve satmakla geçinen beş köy halkının geçim sebeplerinden mahrum edilmesi gibi mühim bir meseleden vilayetin de haberi yoktu. Sinoplu tahrirat müdürünün akrabasından olan belediye reisi, bu vazifeye seçilip ve tayin ettirilir ettirilmez, un ve petrol ticaretine başlayarak ekmekçilerle anlaşmış olduğu gibi, kendi petrollerini belediye deposuna ücretsiz koyduğu için diğer petrol getirip satanlara kendisine rekabet edememeleri yüzünden çok istifade etmiştir. Pek iyi bir tesadüf olmak üzere, bir sene kadar önce belediye mallarının devlet malı mahiyetinde bulunduğundan çalan ve çaldıranların devlet malı çalmış gibi cezalandıracaklarına dair bir kanun yayınlamıştı.

Bu kömürün elde edilmesi ve sattırılması tekelini belediye reisi kendi başına tatbike başlayarak kimsenin haberi olmaksızın tayin ettiği adamlarla yaptırdığı ve kırk beygir satın alarak taşıttığı, sattırdığı anlaşılmıştı.

Ben bu muameleyi incelemeye başlayınca, verdiği deftere göre koskoca bir kasabanın kömür ihtiyacını temin eden ve beş köyün kömürcülerinin kârlarını alan belediyenin bir sene içindeki geliri ambarda mevcut denilen üç bin okka (bin beş yüz kuruşluk demek) kömürden ibaret görünmüş ve ambar açtırılarak içinde bir okka bile kömür bulunamadığından, onların da reisin evine taşıtıldığı meydana çıkmıştı.

Bunlardan ve diğer kanuna aykırı ve ağır cezayı gerektiren suçlarından dolayı tevkif edilerek usulünce evinde yaptırılan araştırma da kâğıt çantasında bulunan ve kendi yazısıyla yazılmış bir pusulada kömür kazancının hesabı mutasarrıfa şöyle bildiriliyordu:

1000 Osmanlı lirası, zatıalilerine parça parça takdim


Bir yıl içinde Sinop’ta sarf edilen kömürlerin yalnız 1800 lira kâr bırakması da gülünç bir hesaptır. Bu kömürler yalnız bir kapıdan girdikleri için gelecek senenin aynı iki ayında kasabaya giren kömürlerle mukayese edilerek mutasarrıfa gösterilen miktarın üçte bir nispetinde noksan olduğu anlaşılmıştı.

O senelerde İstanbul’da ortaya çıkan, Yıldız Sarayı’na intisap eden ve Malumat adıyla gazete çıkaran “Baba Tahir” namındaki adam, Sinop Mutasarrıflığında bulunduğu esnada bu belediye reisinin, biz Kastamonu’dan İzmir’e gittikten sonra galiba bir seneden ziyade hapis cezasına mahkûm olduğunu (aramızda başka bir muhabere geçmediği hâlde) bir mektupla bana bildirmişti.

Ben bu kapkara kömür hesaplarını tetkik ederken ziyaret için gelen Rusya Konsolosu, Sinop’un son yangınında evleri yananlar için belediyece yardım topladıkları sırada kendisi ve sefaret tarafından verilen yardımlardan kimseye hiçbir şey verilmediği gibi, bu yardımların belediyece tutulan deftere bile geçirilmediğini hayretle işittiğini söyledi. Belediye reisinin akrabasından olup yanımızda bulunan tahrirat müdürü hemen söze karışarak:

“Öyle şey mi olur?” dedi. “Emrederseniz hemen kendim belediyeye giderek defteri alır getiririm. Yardımların deftere geçtiğini Konsolos Bey de görürler.”

“İsabet olur.” dedim. “Çabuk gidip geliniz.”

Sinop’a varışımı takip eden günlerde, yaşlıca bir adam olan bu Tahrirat Müdürü’ne, “Benim babam da tahrirat müdürü idi; bundan dolayı bütün tahrirat müdürleri hakkında bir nevi akrabalık hissiyle ve hürmetle duygulanıyorum.” demiştim.

Tahrirat Müdürü birkaç dakika sonra dönerek getirdiği defteri titrek bir elle açtı. Defter baştan başa sabit mürekkeple yazılmış olduğu hâlde Rusya Konsolosu’nun ve Sefiri’nin yardımlarının kurşun kalemle satırlar arasına ilave edilmiş olduğunu hayretle gördüm. Tahrirat Müdürü’nün yazısını tanıdığım ve yeni yazdığını bildiğim hâlde Konsolos’a, yardımların deftere geçirilmiş olduğunu söylemek zorunda kalarak, defteri hemen kapatıp müdüre verdim. Bu yardımları, yangın felaketine uğrayanlara yarın dağıttıracağımı, Konsolos’a söyledim.

O gittikten sonra Tahrirat Müdürü’nü çağırtarak, pek kötü olan şu muameleden dolayı kendisini azarlayınca:

“Yardımların deftere geçirilmemesi ecnebi bir konsolosa karşı pek çirkin olacağından çaresiz kalarak ilave ettim.” dedi.

“Kendimize karşı da çirkin değil mi?” dedim.

Sualime cevap vermeyerek:

“Babam tahrirat müdürü olmasından dolayı bütün tahrirat müdürlerini akrabadan sayar, hürmet ederim, buyurmuştunuz.” dedi.

“Evet, öyle söylemiştim ve öyledir. Fakat Sinop’u babalarından kalma bir çiftlik, Sinopluları o çiftliğin işçileri sayarak hareket eden devlet ve belediye mallarını çalmak için vesile yaratanları değil…” cevabını vermiştim.

Rusya Konsolosu Mösyö Suhetin – Masum Fakat Tehlikeli Bir Sevgi

Sinop’ta tek konsolos olan Rusya Konsolosu Mösyö Suhetin’le ilk görüşmede gerçekten dost olduk. Bu dostluğun sebepleri, onun aydın bir adam olması ve Türkçe bildikten başka memleketimiz için hayırsever görünmesidir. İkinci konuşmamızda bir münasebetle: “Ben size çok yakınım; anam Türk ve Müslüman’dır.” demişti.

Konsolosluk salonlarında resim ve tablolardan ziyade “Ve mâ tevfikî illâ billâh.” ve “Avnullahı aleyk.” gibi yazılı levhalar vardı.

Ağırbaşlı ve iyi yürekli bir kadın olan Madam Suhetin astronomiye hevesliydi.

O senelerde Kastamonu’da İdadi Mektebi Müdürü bulunan merhum Celal Bey, Almanya’da herkesin anlayabileceği surette yazılmış bir astronomi kitabını, Türkçe’ye çevirerek Vilayet gazetesinde tefrika ettiriyordu. Bu kitabın Türkçesi’ne az çok yardımda bulunarak faydalandığım ve evvelce Konya’da Vali İngiliz Said Paşa tarafından da bu ilme dair her münasebetle biraz aydınlatılmış olduğum için astronominin büsbütün cahili değildim.

Madamla buna dair konuşmalarımızda, Mösyö Suhetin tercümanlık ediyordu. Ayın hayli büyütülmüş bir fotoğrafını bana ilk defa bu madam göstermişti.

On sekiz yirmi yaşlarında olan Matmazel Suhetin’e gelince, onunla, vaktiyle Rum mekteplerinde Fransızca hocalığı etmiş olan bizim Orman Müfettişi Kalyas Efendi’nin tercümanlığıyla Fransızca konuşuyorduk (o zaman hayli kelime bildiğim hâlde bunları muntazam kullanamazdım). Matmazelle konuşma mevzularımız, fotoğraf, resim, edebiyat olmakla beraber, her ikimizin de genç olmamız karşılıklı sempati için başka vasıtaya, hatta birbirimizin dilini anlamaya da hacet bırakmayan bir sebepti.

Orta boyu, düzgün vücudu, beyaz rengi, altın gibi sarı saçları, masum bakışlı yeşil-mavi gözleriyle bu kızın beni büyüleyeceğini anladığımdan kendisiyle mümkün olduğu kadar az konuşmaya karar verdim.

Orada yalnız matmazel değil, her şey beni şaşırtıyordu. İlk defa bir ecnebi aile içinde bulunuyor, bizlerden büsbütün başka bir yaşayış tarzını ilk defa görüyor, münevver ve üstelik güzel bir genç kızla ilk defa konuşuyordum.

Bir gün Kalyas, önümüzdeki cuma gecesi Mösyö Suhetin’in beni akşam yemeğine davet edeceğini söyledi. Hakikaten konsolos dostumuz bizzat hükûmet konağına gelerek beni çağırdı.

Sofrada ben madamın sağına, tercümanım Kalyas soluna oturtulduk. Konsolos, kızıyla karşılıklı, ortaya oturmuşlardı. Matmazelle aramıza giren çiçek demeti birbirimizi görmemize tamamen engel olamıyordu. Böyle çiçekler, şamdanlar vesaire ile süslenmiş; etrafına, aralarına siyah elbiseli erkekler oturtularak sıralananan genç ve dekolteli kadınlar dizilmiş alafranga bir sofrada ilk defa bulunduğum gibi votkayı ilk defa içiyor, renk renk şaraplarla şampanyayı ilk defa görüyordum. Bunlardan içmesem daha az sıkılgan olacağım muhakkaktı. Beni cesaretlendiren sadece bunlar değil, matmazelin çiçekler arasından yeşil ışıklı bir çift dişi ateş böceği gibi parlayan gözleriydi.

Sıra meyve vesaireye gelince konsolos, beni metheden bölümleri şiddetle alkışlanan bir nutuk söyledi. Sonra ben ayağa kalktım. Daha söze başlamadan uzun bir alkışla karşılandım. Nutkum bölüm bölüm madam ve matmazele Fransızca tercüme edilecekti. Ancak rüyalarımda başarabildiğim bir kolaylıkla nutkumu söyledim. Bazı yerleri birkaç defa tekrarlatıldı.

Bu fevkalade cüret ve rahat konuşmamın sebebi, mayası kaynamaya başlayan münasebetsiz bir sevginin mucizesi olduğunu ve bunun ilk önce matmazelin masum kalbinde başladığını sonra anladım.

Yemekten sonra kimsenin bulunmadığı sigara içme salonuna geçtik. Matmazel, nutkumdan çok hoşlandığını heyecanlı bir tavırla söyleyip orada duran bir büyük albümü aldı. İçine o andaki hislerimi yazmamı rica etti. Albümün yapraklarını rast gele açarak, Sinop’a geldikleri günden beri uygun gördükleri kimselere uzun, kısa birkaç satır yazdırdıklarını anladım. Bu arada eski mutasarrıfların yazdıkları saçmaları okuduktan sonra:

“Ben bu albüme bir şey yazmam; mamafih şu anda yazılması istenilecek hislerle de duygulanmış değilim.” dedim.

Matmazel hemen odadan çıkarak çok süslü ve büyük bir albümle döndü. Yanıma gelerek albümün şifreli kilidini açtı:

“Buna yazınız.” dedi. “Bu albümü benden başka hiç kimse, hatta annem bile açamaz ve içindekileri okuyamaz…”

Israrlı ricası üzerine, içinde okumadığım beş altı satırlık Fransızca bir yazıdan başka bir şey bulunmayan bu güzel albüme şu satırları yazdım:

“Şu andaki hislerimin bu sayfada tasvirine memur oldum. Büyük hürmete layık, hassas bir kalbin ilham ettiği bu emri derhâl yerine getirmek için hislerimi ve fikirlerimi yokladım. Yazık ki onları tasvir edebilsem bile o kudreti, kullanamayacağım kadar başka türlü buldum. Ara sıra pek latif bir yaratığın ellerini öpmek şerefini kazanacak olan bu albüme şu andaki düşüncelerimi yazmak, hiç çekinmeden, okşanıp koklanacak bir çiçek demeti arasına zehirli iğneler gizlemeye benzer. Susmalıyım. Hislerim henüz taşma hâline gelmemiş yanardağ lavları gibi dimağımda, bilinmezlik içerisinde kaynasın.

13 Teşrinisani 1306 (Kasım 1890)”

İki tercüman, benim karşılıklarını söyleyerek yardım etmemle beraber, bunu Fransızcaya kolayca çeviremediler. Matmazel Suhetin, yüzünde uçuşan renklerden belli bir heyecanla tercümeyi okudu, Türkçesini ayrı ayrı iki tercümana ve bana okuttu. Tercümeyi inceleyip düzelttirerek albümdeki aslının altına bizzat yazdıracağını söyledi. Benim davetim lazımken o beni dansa davet etti. Bilmediğime inanmadı. Fakat bilmediğim kendi hesabıma çok isabetli oldu.

Hafta içinde bu ziyaretin, “hazım ziyafeti” için konsolosluğa gidince, anası ve babası gibi matmazel de beni daha samimi kabul etti ve bana, Rus gelinlerinin millî kıyafetleriyle çektirdiği renkli bir resmini gösterdi.

“Bu resim aslı kadar güzel renklendirilmiş.” dedim.

Yavaşça:

“Bunu size hediye edeceğim…” diye cevap verdi.

Ben, pek kıymetli bir yadigâr olacağını söyleyerek teşekkür edince biraz kızarır gibi oldu. Kalyas, bu zeki Rum, belli belirsiz gülümsedi.

Kısa bir müddet sonra Kastamonu’ya dönüyordum. Veda için ertesi gün konsolosluğa geleceğimi söylemek ve evvelce Sinop’ta çektirdiğim fotoğrafı takdim etmek için Kalyas Efendi’yi Mösyö Suhetin’e gönderdim. Gelince, matmazelin de orada bulunduğunu ve dönüş sözünü duyar duymaz resime bakmadan salondan çıktığını söyledi.

Ben gittiğim zaman ise matmazel hiç görünmedi, gelin kıyafetli resmini de vermedi. Beni bekâr sanıyordu. Hâlbuki ben o zaman iki çocuk babasıydım; üçüncüsü de son ayını bekliyordu.

Aslan Vapuru

Sinop’tan İnebolu yoluyla Kastamonu’ya döneceğim gün limanda üç vapur vardı: Osmanlı, Rus ve Nemçe.

Rusya Konsolosu Mösyö Suhetin dostumuz, Rus vapuruyla gidersem her bakımdan daha rahat ve iyi bir seyahat etmem için kaptana tavsiyede bulunacağını söyledi. Fakat limanda bir Osmanlı vapuru dururken bunu hoş görmedim. Daha evvelden bu vapur için bilet aldırdığımı söyleyerek özür diledim.

Osmanlı vapuru, vaktiyle bir İngiliz gemisi iken hayli yaşlanıp adına yakışan sağlamlığı kaybettikten sonra bize satılmış, “Aslan” ismi verilmiş, daha doğrusu, her tarafını süsleyen madeni aslan resimlerine bakılınca, İngilizce’den tercüme edilmişti.

İhtiyar Aslan, Sinop Limanı’ndan hareketinden bir iki saat sonra, bilmem neresinde ortaya çıkan arızanın tamiri için, bir buçuk saatten fazla yolundan kalmıştı.

Birinci kamara salonunda benden kısa boylu ve yaşlıca olan birinci kaptandan başka kimse; kamaralarda ise ısıtma vasıtasına benzer hiçbir şey yoktu.

Çok şükür hava durgundu; fakat soğuktu. Salondaki soba her tarafından tütüyor, kaptan babanın durmadan içtiği sigara dumanları bulut hâlinde salonu dolduruyordu.

Onun yarı açık gözlerle uyku ve uyanıklık arasında bir uyuşuklukla esnemekten söz söylemeye vakti olmadığı gibi benim söyleyeceklerimi de anlamaya kabiliyeti kalmadığından:

“Kaptan Bey, müsaadenizle yatacağım.” dedim ve kamarama girdim.

O da, benimkinden uzak olmayan kamarasına girdi. Beş on dakika sonra horul horul uyumaya başladı. Pervanenin ve onu bastıran horultunun tesiri uyumamı imkânsız bir hâle koydu. Bu kötü işkencenin ne kadar sürdüğünü bilmiyorum.

Birdenbire vapurun pervanesi durdu, makinelerin sesleri kesildi. Kaptanın korkunç hırıltısından başka gürültü kalmadı. Bir iki dakika sonra güvertede ayak sesleri duyulmaya başladı. Bir kibrit yakarak saate baktım. Sinop’tan kalkalı beş buçuk saat olmuştu. İnebolu’ya geldiğimizi zannetmeye imkân yoktu. İkinci bir arıza ihtimaliyle paltomu giyip güverteye çıktım.

İkinci kamara yolcuları yarı çıplak bir hâlde, telaşla yukarıya çıkıyorlardı. Bu duruşun sebebini birine sordum:

“Vapurda hamdolsun bir arıza yok.” dedi. Fakat Sinop’tan kalkalı beş buçuk saat olduğu hâlde vapurun gidişine göre bilmem nerede bulunmamız lazımken bulunmuyormuşuz. Birinci, ikinci kaptanlar meydanda yok. Hava bulutlu olduğu için yazıcı, mevki tayin edemeyerek “Acaba karaya mı düşüyoruz?” diye vapuru durdurmuş.

Yazıcının yanına gittim. Hakikaten, “Sinop’tan hareket edeli beş buçuk saat oldu.” diye hesap ediyordu.

“Sinop’tan biraz uzaklaşınca vapurdaki bozukluğun düzeltilmesi için bir saatten ziyade durmuştuk. Bunu da hesaba katıyor musunuz?” diye sordum.

Yazıcı:

“Hay Allah cezasını versin!” dedi. “Öyle ya, bir buçuk saati hesaptan düşmek lazım!”

Yazıcı da sarhoştu. Aslan’a biraz daha hızlı gitmesi emri verildi. Bundan sonra uyumak mümkün olmayacağından giyinerek ikinci kamara salonuna gittim. Orada yedi sekiz yolcu vardı. Bunların her biri bu Aslan’la, “Şark” adlı diğer bir vapurda şahit oldukları bu gibi hadiseleri anlattılar.

İnebolu’ya çıkarken birinci kaptanı bulup veda etmek ve utandırmak niyetiyle geceki olaydan bahsettim; mübarek hiç istifini bozmayarak:

“Böyle şeyler karada da, denizde de olağandır.” dedi. “Selametle geldik ya, sen ona bak!”

İZMİR

İki Memleket Arasında Kırk Sene Evvelki Fark – Kısraklar Kuskun Taktırmazlar, Takılırsa Çifte Atarlar

İkinci Abdülhamid devrinde uygulanan usule göre, yabancı memleketlerden gelen kitaplar, gümrük ve postanelerden mahalli idarelerine gönderilerek tetkik edilip memleketimize girmesinde mahzur olmadığı resmen bildirilmedikçe sahiplerine verilmezdi.

Bu usul yüzünden kim bilir hangi meraklı bir zatın itina ile seçerek topladığı dört-beş yüz cilt Fransızca kitabın tetkik olunmak üzere yedi-sekiz sandık içinde Dedeağaç ambarlarında ve hükûmet konağı koridorunda senelerce bekleyerek maalesef nasıl çürüdüğünü sırası gelince anlatacağım.

İzmir’de bulunduğum esnada (1892) Londra’dan İzmir’deki bir kitapçıya gönderilen İngilizce kitaplardan biri Umur-ı Ecnebiyye Müdürü’nün mütalaası üzerine vilayetçe mahzurlu görülerek geldiği yere iade ettirilmişti. Kitabın ve yazarının isimlerini unuttumsa da çok enteresan olan mevzusunu bu kadar yıldan beri unutmadım. Çünkü unutulması mümkün olmayan bir hadisedir. İngiliz yazarlarından biri, İngilizler’in bir Tanrıça gibi sevdikleri ve öyle hürmet ettikleri Kraliçe Viktorya (o zaman sağdı) aleyhinde yine bir İngiliz gazetesiyle pek şiddetli yayında bulunmuştu. İngiltere hükûmetince gösterilen lüzum üzerine Londra’da yapılan açık muhakeme neticesinde suçlu yazarın beraatine karar verilmişti. Mahkemenin adaletinden faydalanan yazar, suç sayılan makaleleriyle muhakemenin tafsilatını ve beraat hükmünü birleştirerek bir kitap hâlinde ve yine Londra’da neşretmişti. İşte bizim hükûmetin mahzurlu görerek memlekete girmesine izin vermediği kitap buydu. Umur-ı Ecnebiye Müdürü Armanak Efendi’nin gördüğü mahzur iki türlüdür: Biri, tebaasından fani bir mahlûk, tabi olduğu hükümdar aleyhindeki fikirlerini yayına nasıl cüret edebilir? İkincisi bu cüret bizim yazarlara da örnek olabilir. Müdür, bu kitabın memleketimize girmesine göz yumarsa vay hâline! Çünkü derhâl Yıldız Sarayı’na bir jurnal uçar, kendisi azlolunurdu.

İngiliz yazarının makaleleri gazetede ancak bir iki gün yaşayacakken kitap hâlinde kütüphanelere girerek sonsuz bir hayata kavuşmuştu. O devirlerde şu iki memlekette yaşayan insanların hürriyet ve mukadderatı arasındaki baş döndürücü farktan pek fazla kederlenmiştim.

Vali Abdurrahman Paşa, birçok meziyetlerine, hususiyle medeni cesaretine rağmen bazı hâllerde pek vesveseli hareket ederdi.

Umur-ı Ecnebiyye Müdürü, bu İngiliz kitabı hakkında mütalaa beyanıyla dikkati celp etmese, vesvese uyandırmasa paşa: “Neme lazım, bir İngiliz, kendi hükümdarı aleyhinde yazı yazmış, mahkemeye verilmiş, beraat etmiş, aynı memlekette o yazılar kitap şeklinde bastırılmış.” diyerek yasaklamazdı.

***

Vali Abdurrahman Paşa günün birinde İstanbul’dan, Yenicami merkezinden kendisine çekilmiş olan şu telgrafı aldı:

“Kısraklar kuskun taktırmazlar, takılırsa çifte atarlar, ferman.”

İmza: Mehmet Kör

Bu tuhaf telgraf Paşa’yı büyük bir telaşa düşürdü. Çünkü vesvese ile türlü türlü manalar verdi ve çok sıkıldı. Nihayet Dâhiliye ve Zaptiye Nezaretlerine “acele” işaretli telgraflar çekti. Kör Mehmet yakalatılarak bu telgrafla ne demek istediğinin araştırılmasını, neticenin de bildirilmesini rica etti.

Meğer paşa, bir hafta evvel İstanbul’daki kâhyasına, bir çift araba beygiri satın alarak ilk vapurla İzmir’e gönderilmesini emretmiş. Bu ısmarlamadan haberim olsa, Kör Mehmet telgrafının sırrını belki çözebilirdim. Kör Mehmet at tellallarındanmış; kâhya, onun gösterdiği beygirleri almayarak başka bir tellalın getirdiği iki kısrağı tercih ettiğinden, kızarak paşaya bu kısrakların ayıplarını haber veriyormuş.

Sivrihisar Kaymakamı ve Makamıyla Marifetleri Marangoz Bir Kadı – Jandarma Neferi İhtiyar Mahmut

İzmir’de Mektupçu Kalemi mümeyyizi iken (1892) Aşar Artırma ve İhale Memurluğu ile Sivrihisar’a gitmiştim. Bu kazanın ismi Sivrihisar’dır. Eskişehir dâhilinde de bir Sivrihisar bulunduğundan, postanelerce yanlışlığa yer verilmemek ve mektup zarflarına İzmir Vilayeti’ndeki Sivrihisar’ı anlatmak için Sifrihisar diye yazılması o senelerde kararlaştırılmıştı. İzmir ve civar ahalisi hâlâ Sifrihisar derler. Gazetelerde Seferihisar yazılmasının sebebini keşfedemiyorum.

Varışım cumaya rastladığı için hükûmet konağında ve bunun önündeki, yapraklı ağaç dallarıyla yapılmış bir gölgeliğin altında bulunan jandarma yatakları yanında kimse yoktu. İki jandarma atlısı ile İzmir tarafından bir memur geldiğini konağın penceresinden gören ak sakallı ve gözlüklü bir jandarma neferi, hemen gözlüğünü çıkarıp cebine koyarak beni karşıladı ve yukarı kata çıkardı.

Birkaç ay evvel İzmir’den gelen bir jandarma müfettişi: “Hiç gözlüklü jandarma olur mu?” diye, kendisini emektar olduğu bu meslekten çıkarmak istediği için, beni sivil giyinmiş bir müfettiş sanarak gözlüğünü sakladığını az sonra kendisi söyledi.

Giritli olan bu jandarma, uzun müddet Mısır’da, Anadolu’nun birçok şehir ve kasabalarında bulunmuş; zeki, sözü, sohbeti düzgün ve alaycı bir adam olduğundan, Sivrihisar’da kaldığım on gün içinde ve bilhassa geceleri onunla konuştum.

Hükûmet konağının üst katına çıkınca, kaymakamın odasını sordum. Gülünç bir tavırla:

“Ne yapacaksınız?” dedi.

“Oturmak için!”

“Orada oturulmaz ama bir kere görün!” diyerek bina cephesinin ortasındaki alanın kapısını açtı ve “İşte bizim Kaymakam Ağa’nın odası budur!” sözünü ilave etti. Mahmut’un kaymakama “ağa” demesine şaşmadım. Çünkü “Cahilse de işgüzardır.” denilerek sekiz dokuz sene önce bilmem hangi Vali veya Dâhiliye Nazırı tarafından bu kazaya musallat bir bela olduğunu Urla Kaymakamı’ndan duymuştum. Sordum:

“Okuyup yazması yok mudur ki ağa diyorsun?”

“Ancak bizim kadar okur.” dedi. “Fakat biraz yazar, yani kâğıtları bir daireye havale edecek kadar yazar. Ama bilmeyen yazısını okuyamaz. Tahrirat Kâtibi kâğıtları, içlerinde söylenen işten, nereye gideceğini anlayarak oraya yollar. Eski sadrazamlardan Hüsrev Paşa’nın kölelerindenmiş.”

Kaymakamın odasına girdim. Galiba on sene evvel bu konak kurulduğu zaman yapılmış olan döşemeler garip bir surette eskimiş olmakla beraber her şey kalın bir toz tabakasıyla örtülü kaldığından, senelerdenberi içine insan ayağı basmamış, hiçbir yerine insan eli değmemiş gibiydi. Jandarmaya:

“Bir yanlışlık olmasın.” dedim. “Burası kaymakam odasına değil, içinde insan oturan bir yere bile benzemiyor!”

“Yanlışlık yok.” dedi. “Kaymakam buraya ayda yılda bir ya girer, ya girmez. Vaktini ya memur odalarında yahut aşağıdaki gölgede gördüğünüz jandarma yatakları üstünde geçirir. İşleri olanlar, ellerindeki kâğıtlarla odadan odaya kaymakamı ararlar. Bu yazı takımının hâline bakın! Hokkada mürekkep kurumuş, içindeki lika, maden kömürüne dönmüş.”

Mahmut, kaymakamın koltuğuna önden, arkadan birkaç yumruk indirerek ötesinden berisinden fırlayan fareleri gösterdi:

“Kaymakam sandalyesi değil, sıçan mahallesidir. Bu koltukta insan otursa fareler böyle yerleşebilir mi?”

“Konakta başka bir temiz oda yok mu?” dedim. Mahmut:

“Kadı’nın odası temizdir, oraya buyurun!” diyerek önüme düştü. Şeri Mahkeme odası hakikaten temizdi. Kadı sandalyesinin yanındaki pencere içinde birçok marangoz alet ve edevatı gördüğümden, sordum:

“Bunlar nedir, odada tamir mi var?”

“Hayır.” dedi. “Bizim Kadı mükemmel bir marangoz ustasıdır. Pek güzel şeyler yapıyor. Hatta siperli bir top arabası modeli yaparak Serasker Paşa’ya yolladı. Beğeneceğinden emin. Cevap ve mükâfat bekliyor…”

Bu sırada, Mahmut:

“Bakınız, bakınız!” diyerek eliyle konağın karşısındaki dükkânlardan birinin önünde duran bir adamı gösterdi. “İşte Kaymakam Bey’imiz budur. Bundan sonra her şeyi siz kendiniz anlarsınız!” dedi. Önü açık ve iki yandan yırtmaçlı beyaz gecelik entarisi; püsküllü örme kuşağı, arkası yatırılarak pantuflaya (aba terlik) çevrilmiş kundurası; ak çorapları ve kollarına geçirmeyerek omuzlarına attığı sarı, bilinen Şam hırkası; koyu mor ve sivri kalıplı fesi; elinde tüten iki karış kadar uzun ağızlığı ile çok tuhaf bir kılık almış olan Kaymakam, konak önünde terli atlarını gezdiren iki jandarmayı görerek el işareti ile nereden geldiklerini sordu. Jandarmalardan biri yanına giderek, beni getirdiklerini söyleyince, konak pencerelerine baktı ve Kadı’nın odasında bulunduğumu gördü. Bu kıyafetle mi, yoksa evine giderek giyinip de mi geleceğinde tereddüt ediyor gibi ileri, geri bir iki küçük adım attıktan ve bana bir temennadan sonra giyinerek geleceğini işaretle anlattı. Pencereden başımı çıkardım: “Böyle geliniz!” dedim. Hırkanın kollarını geçirip, önünü kavuşturarak ve “Bizim oda da var ama burası daha serindir.” diyerek geldi. O güne kadar bu kaymakam kadar uzun boylu adam görmediğimden, merhabadan sonra:

“Kaymakam Bey, maşallah boyunuz, hayli uzun!” dedim.

“Öyle efendim.” dedi. “Bundan on beş sene kadar evvel İstanbul’da Karaköy Köprüsü’nden Galata’ya giderken peşime bir Frenk takıldı. İngiliz olduğunu sonradan öğrendim. O zaman, bütün dünya yüzünde benden ancak bir santimetre uzun yalnız bir adam varmış, o da yakınlarda ölmüş. Bu İngiliz, Türkçe biliyordu. Beni Köprübaşı’nda bir kıraathaneye götürdü. Boyumu ölçtü. Uzun boylu konuştuk. Beni İngiliz başkentine götürmek istiyordu. O sıralarda İstanbul’da belli başlı bir işim de olmadığından, bu teklife razı olur gibi yaptım. Gidiş dönüş masrafımdan başka, orada kalacağım müddetçe otel, lokanta vesaire hesaplarını da görecek ve günde iki İngiliz lirası harçlık verecekti. Oldukça kârlı bir seyahat olacaktı. Derhâl bir kontrat hazırlayarak mukavelat muharririne (Notere) tasdik ettirmek istedi. Fakat ben, önce düşünüp sonra kesin kararımı vermek üzere ‘Ertesi gün aynı kıraathanede birleşelim.’ dedim. Kabul etti. İş bitmiş demekti. Ben hemen oradan kalkarak eski bir dostumu buldum ve meseleyi kendisine hikâye ederek fikrini sordum. Dostum gülerek:

‘İngiliz seni görülmemiş bir hayvan gibi camekân içine koyarak ücretle halka seyrettirecek demek!’ dediği için bu seyahatten vazgeçmiştim.”

Aşar işlerine, kasabadaki mekteplere ve diğer meselelere dair kendisiyle biraz konuştuktan sonra:

“Bu odadan çok bir şey görünmüyor. Konağın hangi odası manzaralı ise, biraz etrafı görmek üzere oraya gidelim.” dedim.

“Manzaranın en güzeli arka taraftadır.” diyerek önüme düştü. Bir odaya girdik.

“Şu pencereden bir kere bakınız, ne güzel bir manzara!” dedi.

Konağın arkasında geniş bir sahanın fena bir bataklık hâlini almış olduğunu hayretle görerek:

“Kaymakam Bey, bu nedir?” diye sordum.

Kaymakam, bizim bu hayret sualini takdir manasına alarak:

“Garip kuşun yuvasını Allah yapar derler. Bu da benim için öyle oldu. Burada yakın gezecek yerler olmadığından, pek sıkılıyordum. Günün birinde eşraftan bir zat (galiba Ahmet Bey yahut Ağa) konağın sağ tarafında yaptırdığı evin kerpiçlerini burada hazırlaması sebebiyle çukurlar peyda oldu. Ona bakarak ahaliden bazıları da kerpiç ihtiyaçlarını oradan temin ettiklerinden, çukurlar çoğaldı ve birbirine bitişerek büyüdü. Bir müddet sonra günlerce süren pek şiddetli yağmurlar bu çukurları doldurarak güzel bir gölcük meydana getirdi. Bir çeşmenin ayağını da buradan akıtıverdik. Bakınız; hele şu ortaları nasıl zümrüt gibi yemyeşil, ne kadar güzel! Sabah, akşam yüzlerce kurbağanın ince kalın sesleriyle ötüşleri çok hoşa gider bir şeydir…” dedi.

Bu sözleri, hiç istifimi bozmadan dinledikten sonra:

“Burada sıtma hastalığı var mıdır?” diye sordum. Kaymakam:

“Vardır, hem de pek çoktur. Serçeleri bile tutar.” cevabını verince:

“İşte!” dedim. “Sıtmanın sebebi bu durgun ve pis sulardır. Hükûmet konağının yanında böyle bir bataklık vücuda getirdiklerini Vali Paşa duyarsa, boyunuz ne kadar yüksek olursa olsun sizi bu pis sular içinde boğdurur…”

Kaymakamın beti benzi attı. Gözlerini açarak ve uzun burnunu kaşıyarak:

“Gerçek mi söylüyorsunuz?” diye sordu.

“Gerçeklerin gerçeği!” dedim.

“Efendim!” dedi. “Her hastalık gibi sıtma da Allah’tan gelir. Kurbağalı suların sıtma yaptıklarını ilk defa zatıalinizden işitiyorum.”

“Kurbağa değil, böyle durgun sular içinde yaşayan bir nevi sivrisinek sıtma aşılar.”

Kaymakam düşünür gibi biraz durduktan sonra:

“Bununla beraber…” dedi. “Memleketin eşrafından biri burada kerpiç kestirmiş, onu gören ahali de öyle yapmışlar, meydan çukurlaşmış. Allah’ın yağmurları dolarak, bir gölcük meydana getirmiş, yine Allah’ın yarattığı kurbağalar içinde toplanarak ‘Vırrık, vırrık!’ diye ötüyorlar. Bunda benim suçum, günahım ne?”

“Sonra anlarsın.” diye cevap verdim.

Konağın sağ tarafındaki bir odanın pencereleri bütün bütün kapatıldığından, kapıdan başka hiçbir yerden ışık sızmadığını gördüm. Sebebini Kaymakam’a sordum:

“Evvelce aydınlıktı.” dedi. “Pencereler kapatılınca böyle oldu.”

“Niçin kapattınız ?”

“Şimdi öteki odada söylediğim kerpiçlerle yapılan ilk evin avlusu bu pencerelerden görüldüğü için…”

“Arada yol yok mu?”

“Var.”

“O hâlde ev sahibi duvarını yükselterek yahut tahta perde çekerek görülmeye engel olabilirdi.”

“Evet efendim. Naip (Kadı) Efendi de mecliste böyle söylediyse de meclis azaları, ev sahibine kale suru gibi bir duvar yaptırtmaktan veya tahta perde çektirmektense konağın iki penceresini kapatmanın daha uygun olacağını söylediler. Ben de, sırf taraf-ı şahaneye hayır dua almak maksadıyla razı oldum.”

Kaymakam odasını mümkün mertebe temizlettirdikten iki hafta sonraki cuma günü, orada gazete okurken Jandarma Mahmut geldi:

“Şu pencere perdesini biraz açarak aşağıya bakarsanız, Kaymakam Efendi’nin ne yapmakta olduğunu görürsünüz!” dedi.

Baktım: Kaymakam, yanında dört beş yaşlarında güzel bir oğlan çocuk ile oturuyor ve diğer bir yatak üzerinde diz çöken uzun saçlı, uzun siyah sakallı ve pek pejmürde kılıklı bir adam; elinde, içinde sarı bir sıvı bulunan bir kahve fincanını tutarak ve başını sağa, sola sallayarak yavaş yavaş mırıldanıyor, yani dualar okuyor ve fincandaki sıvıyı tamamıyla ağzına alarak bir iki saniye sonra yine fincana boşaltıyordu.

Dervişin önündeki pis görüntülü bir torba içinde, canlı bir hayvan bulunduğu, yer yer kabarıp alçalmasından anlaşılıyordu. Jandarma Mahmut’a sordum:

“Ne yapıyorlar orada?”

“Kaymakamın torununa yılan şerbeti içirecekler. Nereden geldiğini bilmediğim bu yabancı dervişin okuyup üflediği ve ağzına alıp yine fincana tükürdüğü şerbeti içirecekler. Artık bu çocuğu bütün ömrünce yılan, akrep sokmayacak ve kendisi arzu ederse yılan ve akreple bir oyuncak gibi oynayacak!”

Bu murdar şerbeti çocuğa içirmek sırası gelince, çocuk içmek istemedi; zorla ağzını açarak boşalttılar. Ben yukarıdan bağırdım:

“Kaymakam Efendi, yaptığınız şey pek kötü, ayıptır. Bu yalancı, dolandırıcı serseriyi de hemen defedin!”

Zavallı çocuk, bir jandarma kucağında, şiddetle kusarak kaymakamın evine götürüldü.

Kaymakamı yukarı çağırarak bu iğrenç işlemin sebebini sordum:

“Çocuk en küçük torunumdur. İçirilen şey zeytinyağıdır. Akrep, yılan şerbetidir. Bundan sonra onu ne yılan sokar, ne de akrep. Bu dervişi on beş seneden beri tanırım. İstanbul’da küçük bir evim var. Tahtakuruları karınca yuvası gibi kaynardı. Allah razı olsun; dostlardan biri bu dervişi tanırmış. Bir gün bize getirdi: “Bu belanın biiznillâh (Allah’ın izniyle) defi pek kolaydır.” diyerek bir yumurta istedi, getirdik. Okudu, üfledi ve üstüne bir şeyler yazdıktan sonra sokağa çıkarak: “Yâ Kaadiri kayyûm!” diye bağırdı, yumurtayı kapıya şiddetle çarptı. Bir müddet sonra evdeki bütün tahtakuruları irili ufaklı, sürü sürü kapıdan çıktılar, gittiler!”

“Mademki…” dedim. “Sizin derviş, tahta bitlerini yumurta ile evden sürüp çıkarıyor; bu çok kıymetli sanatına bizim memlekette devam etse pek zengin olurdu.”

“Öyle ama efendim, bu adam zengin olmak istemez. Ben bir lirayı bile kendisine zorla kabul ettirebildim. O arzu etse altın da yapar elmas da…”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.