Kitabı oku: «Çocuk Kalbi», sayfa 4
MÜDÜR
18 Cuma
Koretti bu sabah memnundu, çünkü aylık imtihanında bulunmak üzere, ikinci sınıfta iken muallimi bulunan Mösyö Koatti gelmişti. Bu Mösyö Koatti’nin yüksek endamı, kıvırcık saçları, karanlık gözleri ve heybetli sedası vardır. O çocukları daima cezalandırmak, hatta hapse koymak için korkuttuğu hâlde kimseye ceza vermez ve talebesini korkuttuğu için sakalının içinde güler. Bizim belediye mektebinde sekiz muallim vardır. Küçük ve tüysüz olan ve pek genç görünen bir muavin bunlara dâhil değil.
Müdürümüze gelince iri ve şaçsızdır. Altın gözlük taşır, kül renginde sakalı göğsüne kadar iner. Ceketi daima düzen ile çenesine kadar iliklidir. Çocuklarla pek iyi olduğu derhâl farkedilir. Soruşturma için çağırılmış olanlar odasına titreyerek girdikleri zaman müdür onlara hiç darılmaz fakat ellerini tutarak tatlılıkla iyiliğe teşvik eder. Hemen genellikle çocuklar hatalarına pişman olurlar ve bir daha yapmayacaklarını vaadederler.
O kadar iyilikle ve o kadar inandırarak söyler ki mektepliler yanından gözleri kızarmış, ceza almaktan daha fazla mahcup ve müteessir olmuş bir hâlde çıkarlar.
Muhterem Müdür! Memuriyette daima birinci ve sonuncu olacaktır.
Sabahları talebeyi bekler ve ebeveyne cevaplar verir. Akşamları talebe çıktığı zaman çocukların arabaların altında kalmamaları, birbirleriyle hiç dövüşmemeleri, birbirlerinin başlarına atmak üzere çantalarına kum ve taş doldurmamaları için mektebin etrafına nezaret eder.
Onun gölgesi bir sokağın köşesinden görününce bir alay çocuk oyunlarını hemen bırakarak kaçışırlar. Müdürün parmağı uzaktan onları korkutur fakat müşfik ve hazin olan tavrı merhamet vaadeder.
Annem bana dedi ki müdürlük masasının üstünde daima resmi duran genç bir gönüllü olan oğlunu kaybettiği zamandan beri kimse onun güldüğünü görmemiş. Uğradığı bu felaketten sonra istifa etmek isteyen müdürümüz emekliliğini isteyen mektubu yazmıştı. Fakat talebesinden ayrılmaya sebep olacak bu istidayı göndermeyi her gün erteliyordu. Hâlbuki geçen akşam babam onun odasında bulunduğu sırada dilekçeyi göndermeye karar vermiş görünüyordu. Babam ona, müdürlüğü terk ettiğini görmesiyle meydana gelen üzüntülerini bildirirken birdenbire odaya bir adam girer. Bu adam, Baretti Dairesine çocuğunu kaydettirmek için gelmişti. Müdür çocuğu görerek şaşkın bir hâl gösterir. Bir çocuğa, bir de masasının üzerindeki resme bakar sonra yeni talebeyi yanına alarak dikkatle süzer. Bu çocuk kaybettiği oğluna şaşılacak derecede benziyordu. Müdür çocuğun ismini kaydetti ve esmer başını okşayıp çocukla pederi gönderdikten sonra düşünerek masasına oturdu. Babam kesilmiş olan sohbete devam ederek: “Müdürlüğü terk etmek istemeniz ne kadar yazıktır.” deyince müdürümüz bu sözlerle düşüncelerinden uyanır gibi silkinerek istifa istidasını aldı ve “Kalıyorum!” diyerek yırttı.
ASKERLER
22 Salı
Müdürün oğlu öldüğü zaman gönüllü idi. İşte bunun için ki zavallı baba daima askerlerin geçişini görmek için mektepten çıktığımız zaman Korso’ya giderdi. Dün oradan bir piyade alayı geçiyordu. Elli kadar çocuk cetvellerini çantalarının üzerine ahenk ile vurarak mızıkacıların etrafında sıçrıyorlardı. Biz toplu olarak yaya kaldırımının üzerinde duruyorduk.
Pek dar elbisesinin içinde sıkılmış, bir büyük ekmek parçasını ısıran Garron; daima ihtimamla iyi giyinen Votini, yanında babasının ceketini giyen çilingirin oğlu; Kalabralı; kırmızı saçlı Krossi, arsız çehresiyle Franti, topçu yüzbaşısının oğlu tramvayın altından bir çocuk kurtaran ve şimdi koltuk değnekleriyle yürüyen Robetti, biz: Hepimiz askerlerin geçişini görmek üzere orada idik. Topallayan bir askeri görerek Franti gülmeye başladı. Derhâl omzuna bir elin dokunduğunu hissederek döndü ve müdürümüzü gördü. “Görüyor musunuz Franti, sırasında yürüyen ve ne cevaba ne de kendini müdafaaya gücü yetmeyen bir askerle eğleniyor. Bu bağlı bir adamı aşağılamak gibidir ve buna alçaklık derler! “dedi. Franti saklandı.
Askerler ter içinde ve tozlarla örtülü dörder dörder geçiyor, tüfekleri güneşte parlıyordu.
Müdür bize diyordu ki “Askerleri sevmelisiniz çocuklarım. Onlar bizim koruyucularımızdır. Yarın toprağımıza bir ecnebi ordusu tecavüz ettiği zaman kendilerini bizim için fedaya gidecekler. Bunlar da sizin gibi çocuktur. Sizlerden farkları birkaç seneden fazla değildir. Onların da mektepleri, kışla mektepleri var. İçlerinde bizim aramızda olduğu gibi zengin veya fakir olanlar var ki her biri İtalya’nın bir kısmından gelmiştir. Bakınız kıyafetlerinden memleketleri hemen hemen tanınabilir. SicilyalıIar, Sardunyalılar, Napolililer, Lombardiyalılar geçiyor. Bu alay 1848’de galip gelen alaydır. Askerler aynı asker değilse de bayrak daima odur.
Siz doğmadan yirmi sene evvel memleket için bu bayrağın etrafında ne kadar adam can vermişti.”
Garron “İşte bayrak!” dedi.
Hakikaten askerin başı üzerinde kırmızı, beyaz ve yeşilli bir bayrak dalgalanıyordu.
“Haydi çocuklarım…” Müdür söylüyordu, “Orduya karşı hürmetinizi gösteriniz. Üç renk geçerken ellerinizi alnınıza götürerek mektepliler gibi selamlayınız!”
Bir zabit tarafından taşınan, örselenmiş ve eskimiş olan bayrak önümüzden geçti. Mızrağına bir madalya asılmıştı. Hepimiz birden ellerimizi alnımıza götürdük. Zabit bize bakıp güldü ve selamımızı aldı. Arkamızdan bir ses “Aferin çocuklarım!” diyordu. Döndüğümüz zaman yakasının iliğinde kurdele bulunan bir ihtiyar gördük. Bu emekli olmuş bir zabitti: “Aferin çocuklarım. Ne kadar iyi yaptınız. Küçük iken sancağı selamlayan büyüdüğü zaman müdafaa eder!”
Bu mert adam böyle söylerken alayın bayrağı, sesleri askerî mızıkaya refakat eden bir çocuk sürüsüyle kuşatılmış olarak, orada, Korso’nun üzerinde dalgalanıyordu.
NELLI’NİN KORUYUCUSU
23 Çarşamba
Dün askerin geçişine Nelli de bakıyordu. Çaresiz küçük kambur hazin bir tavır ile “Ben hiç asker olamam.” diyordu. Zavallı çocuk çok çalışıyor fakat o kadar zayıf ve o kadar renksiz ki derhâl nefesi kesiliyor. Annesi, siyahlar giyen sarışın, ufak tefek bir hanım. Çıkış saatinde kalabalığın içinde itilip küçümsenmesin diye onu almaya gelir. Onu ne kadar okşadığını görmeli.
İlk günlerde talebe Nelli ile eğleniyorlar ve çantalarıyla arkasına dokunuyorlardı. O hiç isyan etmiyor ve annesine de söylemiyordu. Arkadaşlarının onu rahatsız ettiklerini öğrenip de annesinin müteessir olmasına meydan vermek istemiyordu. Nelli ile eğlenirlerdi ve o zavallıcık da alnını çekmecesine dayayıp sessizce ağlardı. Bir gün Garron müdahale etti ve mekteplilere dedi ki:
“Nelli’ye dokunanın benimle işi var. Ona öyle bir tokat atarım ki hiç hatırından çıkmaz.”
Franti Garron’un sözlerini hiç hesaba katmayarak Nelli’ye dokunmuş ve onu üç defa döndüren kuvvetli bir tokatı yemişti.
Bu zamandan beri artık kimse Nelli’yi rahatsız etmiyor. Mösyö Perboni, Garron’u küçük Kanbölle aynı sıraya koydu ve onlar bir çift dost oldular. Nelli, Garron’ı çok sever. Sınıfa girer girmez gözleri derhâl Garron’u arar. Ona Allah’a ısmarladık, demedikçe gitmez. Garron da böyle yapar. Nelli sıranın altına bir kalem yahut kitap düşürdüğü zaman arkadaşı yorulmasın diye derhâl Garron eğilir ve düşen şeyi alır. Sonra çantasının içine kitaplarını yerleştirmek, pardösüsünü giymek için de ona yardım eder. Bunun içindir ki Nelli onu o kadar sever ve muallim, Garron hakkında takdirde bulununca o kadar sevinir. Âdeta bu takdirlerin kendisine, Nelli’ye söylendiği zannolunur. İyice biliyorum ki Nelli annesine her şeyi, ilk günlerin takılmalarını, arkadaşının müdahalesini söylemiştir. Zira işte bu sabah bakın ne oldu? Mösyö Perboni ders programını götürmek üzere beni müdürün yanına gönderdi ben orada iken Nelli’nin annesi girdi. Müdüre soruyordu: “Oğlumun sınıfında Garron isminde bir çocuk var ya?”
“Evet madam.”
“Onu buraya lütfen çağırır mısınız birşey söyleyeceğim.”
Müdür kapıcıyı zille çağırarak Garron’u getirmesini söyledi. Bir dakika sonra Garron müdürü tarafından çağrılmasından dolayı şaşkın bir tavır ile girmişti. Madam Nelli koca çocuğu görür görmez hemen koştu ve başını tutarak müteaddit defa öptü:
“Garron sen misin, oğlumun arkadaşı, benim zavallı yavrucuğumun koruyucusu sen misin aziz çocuk?”
Sonra boynundan ucunda bir küçük haç bulunan altın bir kordonu çıkarıp Garron’un boynuna geçirerek: “Bu küçük yadigârı al muazzez çocuk!” diyordu, “Seni takdis eden ve sana teşekkür eden bir annenin elinden onu kabul et!”
SINIFIN BİRİNCİSİ
Garron bütün kalpleri kazandığı gibi Derossi de hep numaraları kazanır. O birincilik madalyasını almıştı. Bu sene de birinci olacak. Onunla kimse müsabaka edemez. Üstünlüğü her hususta tanınmıştır. Hesapta birinci, gramerde, yazıda, resimde hep birinci. Herşeyi fevkalâde bir kolaylıkla anlıyor. Hayrete şayan bir hafızası var. Her şeyi zahmetsizce başarıyor zannedilir ki tahsil onun için bir oyundan başka bir şey değil. Muallim ona dün de yine “Siz tabiatin büyük mevhibelerine maliksiniz. Onları israf etmemeye çalışınız.” diyordu.
Doğrusu her şeyde ondan aşağı olduğunu hissedince kıskanmamak mümkün değil. Ah! Votini gibi ben de ona gıpta ediyorum. Evde ödevlerimi yaparken Derossi’nin kendininkileri çoktan yorulmaksızın, hem de yanlışsız olarak bitirmiş olduğunu düşünürüm ve bundan bir acılık, hemen hemen bir hiddet hissederim fakat sınıfa gelip de onu mütebessim, güzel ve muzaffer bir hâlde görünce, muallimin suallerine verdiği cevapları, daima açık ve temiz cevapları işitince bütün acılık ve bütün hiddet kalbimden çıkar ve bu fena hisleri duymuş olduğumdan dolayı utanırım.
Derslerimi birlikte yapmak için daima onun yanında bulunmayı isterdim, çünkü onun huzur, hararet ve gayretinden bana da bir hisse ayırarak çalışmak cesaret ve arzu veriyor.
Mösyö Perboni kopya etmek üzere Derossi’ye verdiği “Lombardiyalı Küçük Keşşaf” ismindeki aylık hikâyeyi yarın bize okuyacak. Bu sabah bu kahramanca vakayı kopya ederken Derossi”nin gözleri nemleniyor ve dudakları titriyordu. Ben ona bakarken şu sözleri söyleyebilmekle kendim de saadet hissettim: Derossi sen benden çok değerlisin. Sana hürmet eden ve seni taklit etmek isteyen küçük Hanri’ye nispetle sen, yetişmiş bir adam gibisin.”
LOMBARDİYALI KÜÇÜK KEŞŞAF
(Aylık hikâye)
26 Cumartesi
1859 senesinde Lombardiya’nın kurtarılması için yapılan muharebe esnasında Avusturyalılara karşı Fransız ve İtalyanlar tarafından kazanılmış olan Solferino ve San Martino Harbinden birkaç gün sonra idi. Haziran ayının güzel bir sabahında Salük süvarilerinden bir küçük takım civarı dikkatle araştırarak bir keçi yolundan düşmana doğru yavaşça gidiyorlardı. Asker kıtası bir zabitle bir onbaşı tarafından kumanda ediliyordu. Sessizce ve düşman ileri karakollarının beyaz üniformalarını her an içinde görmeğe hazır bir vaziyette önlerine, ileriye bakıyorlardı. Böylece dişbudak ağaçlarıyla ihata edilmiş küçük bir kır evinin yanına geldiler. Evin önünde on iki yaşlarında bir çocuk duruyor ve değnek yapmak için bir dişbudak dalını soymakla meşgul oluyordu. Evin bir penceresinden, geniş, üç renkli bir bayrak sallanıyor ve içinde hiç kimse bulunmuyordu. Köylüler bayrağı astıktan sonra Avusturyalıların korkusundan kaçmışlardı. Çocuk süvarileri gördüğü zaman değneğini attı ve şapkasıyla selâmladı. Bu sarı saçlı ve büyük mavi gözlerle tenvir edilmiş cesur, şimalî, güzel bir çocuktu. Arkasındaki gömleğin yırtığından çıplak teni görünüyordu.
“Burada ne yapıyorsun?” Atını durdurmuş zabit, soruyordu, ”Niçin ailenle kaçmadın?”
“Ailem yok ki. Ben kimsesiz bir çocuğum. Hayatımı kazanmak için çalışırım. Burada muharebeyi görmek için kaldım.
“Avusturyalıların geçtiğini gördün mü?”
“Hayır, üç günden beri görmedim.”
Zabit biraz durduktan sonra attan atladı ve askerlerini düşman tarafına dönmüş bırakarak küçük evin içine girip dama çıktı. Ev alçak olduğu için yukarıdan ancak sahranın küçük bir kısmı görünebiliyordu.
Oradan inerek “Ağaçlara çıkmak lazım gelecek.” dedi.
Tamam! Kapının önünde maviliğin içinde, tepesi hafifçe sallanan bir dişbudak yükseliyordu. Zabit bazen askerlere, bazen de ağaca bakarak düşünceli kaldı ve sonra da birdenbire:
“Sen iyi görür müsün yavrum?” diye çocuğa sordu.
“Ben mi? Bin adımdan bir kuşu görürüm.”
“Bu ağacın tepesine çıkabilir misin?”
“Bu ağacın tepesine mi? Bu benim için iki dakikalık iş.”
“Peki, yukarıdan bana gördüklerini, bu tarafta Avusturya askerleri, toz bulutları, beygirler yahut parlayan tüfekler varsa bana söyler misin?”
“Şüphesiz, hepsini söylerim.”
“Bana bu hizmetimi görmek için ne istersin?”
“Ne mi isteyeceğim? Vallahi hiçbir şey! Eğer Avusturya askeri için olsaydı ne kadar para verseler yapmazdım. Fakat bizim askerlerimiz için.. Ben Lombardiyalıyım…”
“Pekiyi, öyle ise tırman bakalım!”
“Biraz durun ki ayakkabılarımı çıkarayım.”
Çocuk kunduralarını çıkarttı, pantalonunun kemerini sıktı ve kasketini çimenin üzerine atarak ağacın gövdesini kucakladı.
Zabit ani bir korku duymuş gibi “Aman! Dikkat et!” dedi. Çocuk arkasına dönerek mavi gözlerinin sessiz sualiyle baktı.
“Bir şey yok, çık!”
Çocuk bir kedi gibi tırmandı.
Biraz sonra koca ağacın tepesine vâsıl olmuştu. Ayakları yaprakların arasında kaybolmuş fakat gövdesi gözüküyordu. Güneş sarışın başına vurarak orada yaldızlı yansımalar yapıyor gibiydi. Yukarıda o kadar küçük görünüyordu ki zabit onu ancak görebiliyordu.
Zabit “Doğruca ön tarafına, uzağa doğru bak!” diye bağırdı.
Çocuk iyice görmek için sağ elinin dayandığı dalları ayırıyor ve gözünün önünden kaldırıyordu.
Zabitin “Ne görüyorsun?” demesi üzerine çocuk eğildi ve elini boru gibi yaparak ona seslendi:
“Yolun üzerinde beygirli iki adam.”
“Buradan ne kadar mesafede?”
“Bin yahut bin iki yüz adım.”
“Çıkıyorlar mı?”
“Hayır duruyorlar.”
Bir an sükûttan sonra zabit “Daha ne görüyorsun? Sağa bak!” diye sordu. Çocuk sağ tarafa baktıktan sonra:
“Mezarlığın yanında, ağaçların arasında… dedi, Parlayan bir şeyler var. Süngü olmalı.
“Adam görüyor musun?”
“Hayır, buğdayların içine saklanmışlar.”
Tam bu esnada bir kurşunun keskin ıslığı havadan geçti, Zabit “Seni gördüler. Artık hiçbir şey öğrenmek istemiyorum. İn!” diye bağırdı.
Çocuk “Ben korkmuyorum!” diye cevap veriyordu.
“İn! Sana in diyorum!”
“Durunuz! Orada, sol tarafta görüyorum ki…”
Çocuk bu defa diğerinden daha alçak geçen bir kurşunun ıslığıyla sözünü kesti. Birdenbire ürkerek:
“Hınzır Avusturyalılar muhakkak beni vurmak istiyorlar.” dedi. Kurşun kulaklarında çınlamıştı.
Zabit “Şimdi in!” diye âmir ve hiddetli bir sesle bağırdı.
“İnmiyorum, ağaç beni saklıyor, müsterih olunuz. Sol tarafta ne olduğunu öğrenmek ister misiniz?”
“Hayır. Hayır in!”
Çocuk gövdesini bu tarafa meylettirerek “Solda, küçük kiliseye yakın zannederim ki” diye bağırırken üçüncü bir kurşunun ıslığı işitildi ve sonra ağacın gövdesine ve dallarına çarparak çocuğun tekerlendiği ve baş aşağı, elleri açık düştüğü görüldü. Zabit “Ah lanet olsun!” diye bağırarak koştu. Çocuk arkaüstü düşmüş ve elleri bir haç gibi uzanmış kalmıştı.
Göğsünden bir miktar kan çıkıyordu. Zabit eğilip çocuğun gömleğini açarken onbaşı ile iki nefer de beygirlerinden sıçradılar.
Kurşun sol ciğere girmişti. Zabit “Ölmüş!” diye bağırırken onbaşı “Hayır, yaşıyor!” diyordu.
“Ah zavallı çocuk, mert çocuk.” Zabit diyordu, “Cesaret, cesaret!”
Fakat o cesaret, derken ve mendilini yaranın üzerine koyarken çocuğun gözleri haddinden fazla açıldı ve sabit bir hâlde kaldı. Başı da ruhsuz düştü. Artık ölmüştü.
Zabit sarardı ve çimenlerin üzerine serilmiş çocuğu bir müddet seyretti. Yanındaki birkaç asker de hareketsiz kalmıştı. Diğer askerler düşman tarafına döndüler. Zabit kendini toplayarak hüzünle tekrar etti: “Zavallı çocuk, zavallı ve cesur çocuk!” Ve eve doğru yaklaşarak pencereden üç renkli bayrağı kaldırdı ve çehresini açık bırakarak küçük ölünün üzerine bir kefen gibi serdi. Onbaşı kunduralarını, kasketini, tamamlanmamış değneğiyle bıçağını toplayarak yanına koydu.
Zabit bir an sessiz kaldıktan sonra onbaşıya dönerek;
“Onu almak üzere seyyar hastane memurlarını göndeririz. Askerlikte öldüğü için onu defnedecekler asker olmalıdır.” sözlerini söyledikten ve eliyle küçük ölüye bir buse gönderdikten sonra “Atlara!” komutunu verdi. Askerler eğerlere sıçradılar, kıta yolunu takip ettiler.
Birkaç saat sonra küçük ölüye askerî ihtiram yerine getiriliyordu.
Güneş batarken İtalyan ileri hatları düşmana doğru ilerliyorlardı.
O sabah süvarilerin geçtiği yoldan iki taraflı avcı askerleri geliyorlardı ki bunlar birkaç gün evvel San Martino Muharebesinde kanlarını değerli bir surette dökmüşlerdi.
Çocuğun ölüm haberi, ordugâhı terketmezden evvel asker sıralarının arasına yayılmıştı. Bölüklerin birinci zabitleri küçük cesedin üç renkli bayrağa sarılı olduğu hâlde dişbudak ağacının dibinde uzanmış olduğunu görünce onu kılıçlarıyla selamlıyorlardı. İçlerinden birisi yakından geçen bir ırmağın kenarına eğilerek birkaç çiçek topladı ve çocuğun cesedi üzerine attı. Şimdi bütün oradan geçen avcı askerleri kumandanlarını takliden küçük ölünün üzerine çiçekler atıyorlardı. Birkaç dakikada üzeri çiçeklerle örtülmüştü, zabitler ve askerler geçerken herbiri “Aferin küçük Lombardiyalı!” “Allah’a ısmarladık!” “Aziz çocuk!” “Cesur çocukmuşsun!” “Şeref sana yavrum!” “Elveda!” diye selamlıyorlardı. Bir zabit onun üstüne askerlik kıymeti bulunan madalyasını attı, bir diğeri alnından öpüyordu. Ve çiçekler çıplak ayaklarına, kanlı göğsüne, bayrağına sarılmış istirahat eden sarışın başına yağmakta devam ediyordu.
Zavallı yavrucuğun siması gülüyor gibiydi. Sanki bu selamları işitiyor ve muazzez Lombardiya’sı için hayatını verdiğinden dolayı bir saadet hissediyordu.
FAKİRLER
29 Salı
Küçük Lombardiyalı gibi hayatını vatan için feda etmek büyük bir fazilettir fakat ihmal edilmemesi gereken diğer faziletler de var oğlum. Bu sabah mektepten gelirken önümde yürüyordun. Kollarının arasında sararmış ve narin bir çocuk bulunan bir fakir kadının yanından geçtik. O senden sadaka istiyordu: Baktın ve cebinde onluklar bulunduğu hâlde bir şey vermedin. Dinle yavrum. Elini uzatan sefaletin, hele çocuğu için bir onluk isteyen bir annenin önünden kayıtsızca geçmeye alışma! Bu küçük yavrunun belki aç olduğunu, zavallı annenin azabını düşün. Annen bir gün “Hanri sana verecek ekmeğim yok.” demeğe mecbur olursa onun ne kadar üzgün hıçkırıklarla ağlayacağını tasavvur et. Ben bir fakire sadaka verdiğim zaman o, aileme ve bana dua ederek teşekkür eder. Bilemezsin ki bu sözler bana ne kadar tatlılık verir ve onu söyleyen fakir için ne kadar şükranlık hissederim. O duanın sevdiklerimi muhafaza edeceğini zanneder ve kendi kendime “Bu fakir bana verdiğimden fazlasını iade etti.” diyerek evime daha memnun bir hâlde dönerim. Beni dinle Hanri’ciğim dayanağı olmayan bir ihtiyarın, ekmeksiz bir annenin, annesiz bir çocuğun eline bırakmak için küçük kesenden daima bir onluk ayırmalısın. Fakirler çocukların sadakasını severler. Çünkü o sadaka onları mahcup etmez. Çünkü her şeye ihtiyaçları olmak cihetiyle çocuklar onlara benzer. Dikkat ettin mi ki dilenciler daima mekteplerin geçidinde bulunuyorlar. Bir adamın sadakası insanca bir muameledir. Bir çocuğunki ise insanca bir muamele olmakla baraber aynı zamanda okşayıştır. Anlıyormusun? Sanki çocuğun elinden sadaka ile birlikte bir çiçek de düşüyormuş gibidir. Düşün ki senin hiçbir şeyin eksik değil; onların ise her şeyi noksan. Sen saadetini hissettiğin zaman onların ölmekten başka arzuları yoktur.
O kadar zengin evlerin arasında, arabaların, kadifeler giymiş çocukların geçtiği sokaklarda yiyecekleri olmayan kadınlar ve çocuklar var. Bunları düşünmek ne hazindir.
Yiyecek bir şeyi olmamak; ah ya Rabbi! Avcuna bir onluk koymaksızın dilenen bir annenin önünden hiçbir zaman geçme Hanri’ciğim!
Aralık
İŞ ADAMI
Her tatil günü arkadaşlarımdan birini evimize davet etmeyi veya onlardan birine gitmemi, yavaş yavaş dost peyda etmemi babam istiyor.
Pazar günü o daima iyi giyinen Votini ile gezmeye gideceğim. Bugün karga burunlu, büyük ve zayıf olan ve gözleri her şeyi araştıran Garoffi’yi gördüm. Bu Garoffi pek tuhaf bir mahluktur. Daima cebindeki parayı sayar. Parmaklarıyla gayet çabuk hesap yapar. Çarpım cetveline muhtaç olmaksızın zihninde kim bilir hangi hesap uygulamasını yapar. Bütün onluklarını daima bir tarafa koyar. Daha şimdiden tasarruf sandığında defteri vardır. Mesela sıranın altına cebinden bir santim düşse onu saatlerce arar. Derossi’nin dediği gibi tıpkı saksağan kuşu gibi bulduğu her şeyi toplar: Eski kalem-uçları, battal edilmiş posta pulları, iğneler, boş kutular ve saire, îki seneden fazladır ki posta pulu topluyor. Büyük albümünde bütün memleketlerin yüzlerce pulu var. Koleksiyon tamam olduğu vakit; hiç şüphesiz onu hemen bir kitapçıya satacaktır. Kitapçı Garoffi’yi bekleyerek bedava defterler verir. Çünkü o kitapçıya birçok çocuklar götürür. Mektepte kendinin iş dediği, değiştirme, satış, piyango gibi şeyler yapar. Bazı defa değiştirdiğinden pişman olur ve verdiğini geri ister. Dört onluğa sattığını iki onluğa tekrar alır. Tütüncülere eski gazeteler satar. Bütün yaptığı bu işler bir küçük cep defterinde kayıtlıdır. Orada rakamların bütünlerinden, çıkarmalarından başka bir şey görülmez. Mektepte hesaptan başka bir şeye çalışmaz ve ondan madalya almak ister, amma bu ancak onun vasıtasıyla küçük kukla tiyatrosuna bedava girebilmek içindir. Bu Garoffi hoşuma gidiyor ve beni eğlendiriyor.
Dirhemler ve terazilerle ticaret oyunu oynadık. O her şeyin fiatını bilir. Dirhemleri tanır ve bir bakkal kadar çabuk kâğıttan külahlar yapar. Mektepten çıkar çıkmaz kendi tarafından icat edilmiş yeni bir ticaret yapmak için bir dükkân açacak. Ecnebi posta pulları verdiğim için pek memnundu. Koleksiyon için her birinin bir metelik kıymetinde olduğunu söylüyordu. Babam gazete okuyormuş gibi yaparak onun söylediklerini büs bütün dinliyor ve pek eğleniyordu. Garoffi’nin cepleri siyah bir zarf içinde bulunan bütün ticaret eşyasıyla daima doludur. Büyük tacirler gibi onun her zaman tedarikli ve işiyle meşgul bir hali vardır. Fakat en candan malik olduğu şey, pul koleksiyonu, onun hazinesidir. Ondan bir servet çıkartacakmış gibi daima bahseder. Arkdaşlar onu cimri ve faizci addediyorlar. Onların fikirlerine katılmam. Ben onu severim. Çünkü o bana çok şey öğretir ve bir büyük adam tesiri yapar. Odun tacirinin oğlu Koretti temin ediyordu ki Garoffi annesinin hayatını kurtarmak için olsa bile pullarını vermez. Pederim de “Hükmetmek için daha bekle!” diyordu.
Kısaca bu ticaret hevesi bana öyle geliyor ki kalp sahibi olmaya mâni değildir.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.