Kitabı oku: «Haremin sultanları», sayfa 2
“Korktuğum felâket nihayet başımıza geldi. Karşımıza korsanlar çıktı. Kaptan savaşa hazırlanıyor,” dedi.
Bu haber Suphi’yi sarsmıştı. Endişeli gözlerle Nurü’l-ayn’a bakıyordu. Hâlbuki güzel kız felâketi soğukkanlı ve korkusuzca karşıladı. Nemli gözlerle kendisine bakan Suphi’ye, “Çok mu korkuyorsun?” dedi.
“Kendim için değil, sizin için korkuyorum.”
“Ne benim için ne de kendin için kork. Korku ansızın gelen uğursuz bir beladır. İnsanın iradesini yok eder, kurtuluşun kapılarını kapatır. Felâketleri ancak cesaret, soğukkanlılık ve birtakım önlemlerle yenebiliriz.”
Genç kızın bu cesur ve kararlı sözleri, Zeynel Ağa’ya da hayret ve cesaret verdi. Kıza sordu:
“Korsanlardan korkmuyor musun?”
“Niye korkayım? Zaten esirim, esaretten daha büyük bir felâkete uğrayacak değilim ki!”
“Fakat bugün bir saraya gidiyorsun.”
“Esir olanlar için sarayla hapishanenin ne farkı var?”
“Sen beni dinle. Çocukluğu bırak. Korsanların elinden ucuz kurtulmanın çaresine bakalım. Esir olduğunuzu, Mısır ’a Kasr-ı Yusuf ’a gideceğinizi kimseye, ama hiç kimseye söylemeyeceksiniz. Ben bir tüccarım. Siz de oğlumla kızımsınız. Hep beraber hacca gidiyoruz. Anlıyorsunuz ya, başka söz söylemeyecek ve güzelliğinizi, kabiliyetlerinizi, zekânızı sezdirmemeye çalışacaksınız.”
Dışarıda feryatlar, gürültüler, koşuşmalar devam ediyordu.
Zeynel Ağa, “Ben dışarıya çıkıyorum. Geminin kaptanını savaştan vazgeçirmeye çalışacağım. Teslim olmak felâketin en hafifidir,” dedi.
Bu sırada atılan bir top bütün gemiyi sarstı. Zeynel Ağa’nın arkasından Nurü’l-ayn ile Suphi de dehşetle dışarı fırladı.
“Batıyor muyuz?” diyorlardı.
***
Dışarıda dehşetli bir manzarayla karşılaştılar. Hava bulutluydu. Etrafı zifiri bir karanlık sarmıştı. Birkaç yüz adım uzakta üç korsan gemisi görünüyordu. Bunlar kendilerini ve kuvvetlerini göstermek için ışık yakmışlardı. Kırmızı ışığın huzmeleri arasında iri yarı, posbıyıklı, baştan aşağı silahlı korsanlar korkunç görünüyorlardı.
Işıklar söndü. Etrafı daha vahşi bir karanlık ve belirsizlik kapladı. Kaptan bağırıyordu.
“Korsanlar yaklaşıyorlar. Hazır olun! Şimdi top ve kurşun menziline girecekler. Savaşacağız. Silahı olmayan ve savaşa girmek istemeyenler ambarlara çekilsin.”
Kaptanın bu sözlerine karşılık kimse ambarlara girmek, o karanlığın ve belirsizliğin içinde kalmak istemiyordu. Meydanda bulunmak, hadiselerin gidişatını ve tehlikeleri görmek, kurtulma çareleri aramak arzusunda idiler. Etraflarını saran bu dehşetin heyecanı ile kalpleri titriyordu.
Zeynel Ağa ile bazı ihtiyar yolcular kaptanın etrafını almışlar, onu kandırmaya çalışıyorlardı.
“Savaşmadan, zaafımız ve güçsüzlüğümüz anlaşılmadan evvel teslim görüşmelerine girişecek olursak birçok fayda elde edebiliriz.”
“Zaten nasıl savaşabiliriz? Karşımızda dehşetli, silahlı üç gemi var. Kaçmak da mümkün değil. Herhalde teslim olacağız.”
“Evet, teslim olalım. Başka çare yok.”
“Beyhude kan dökmeyelim.”
Kaptan somurtuyor, bütün bu söylenenlere cevap vermeye gerek bile duymuyordu. Humbaracısına emirler veriyor, topu doldurtuyordu.
Nihayet ihtiyarların ısrarlarına, ricalarına karşı, “Ne tehlike olursa olsun; benim namusum var. Kesinlikle savaşacağım. Bana korkak diyenlere karşı cesaretimi ispat edeceğim,” dedi.
“Fakat boş yere geminin yanması, batması tehlikeleri var.”
“Varsa ne yapalım?”
“Biz de beraber batarız.”
“Bana korkak diyen, gemiyi zorla bu felâkete sürükleyenler de batar ya!”
Kaptan bu sinir ile topa tekrar ateş emrini verdi. Top patladı. Merminin hedefe isabet edip etmediği anlaşılamadı. Fakat karşı taraftaki korsanlar topa topla karşılık vermediler. Bu güzel gemiyi, içindeki kıymetli malları ve esirleri batırmak istemedikleri anlaşılıyordu. Korsanlar sadece kurşun atmakla yetindiler.
Yolcular heyecanla kaptana yalvarmaya devam ettiler. Her kafadan bir ses çıkıyordu.
“Sana haksız yere korkak diyenleri buraya getirelim. Gözünün önünde falakaya yatıralım, dövelim.”
“Kadınlar, masum çocuklar var. Gemiyi inat uğruna ateşe atma, günahtır. Teslim işareti ver,” diyorlardı.
Savaş olacağını, batma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarını anlayan bazıları canlarını kurtarabilmek ümidiyle geminin sandallarına hücum etmiş, içlerine doluşmuşlardı. Sümbül Ağa ile Mekke Kadısı da gelmişler, hâlâ rütbe ve büyüklük davasıyla sandalda kendilerine bir yer açılmasını istiyor, bağırıyorlardı.
Bu sırada birkaç kişi, kaptana hakaret ederek onu kızdıran ve bu felâkete sebep olan Kızlar Ağasıyla Mekke Kadısının şimdi de kendilerine saygı duyulup, sandalda yer verilmesini istemelerine öfkelendiler. Bu gururlu ve inatçı herifleri yaka paça tutup sürükleyerek kaptanın karşısına getirdiler. Bir taraftan kaptana, “Vur! Terbiye et. İntikamını al,” diye bağırıyor, diğer taraftan kendileri de hakaretler ve sillelerle bilhassa Kızlar Ağasının üzerine hücum ediyorlardı.
Karşıda korsan gemileri alenen ölüm tehditleri savururken, beri tarafta Sümbül Ağa ile Mekke Kadısını falakaya yıkıp cezalandırmaya çalışıyorlardı. Kaptanın intikamını almak teşebbüsleri ile ince uzun zencinin azameti garip bir komedi şekline girmişti.
Bu esnada iyice yaklaşan korsan gemilerinden birinin açtığı yaylım ateşi ortalığı allak bullak etti. Halk kaçışıyor, bağrışıyor, ağlaşıyordu.
Birçok yaralı yerlere serilmişti. Geminin kaptanı İbrahim Çelebi ile Kızlar Ağası Sümbül Ağa da yaralılar arasında idi.
Bir korsan şalopası gemiye iyice yaklaştı. Şimdi kaptansız, kumandasız, kargaşa içinde, yelkenlerini şişirmiş, kendi havasında ilerleyen geminin yanı sıra şalopa da ilerliyordu. İçindeki tepeden tırnağa silahlı korsanlar, gemide dayanma gücü kalmadığını anladıkları için çekinmeden meşaleler yakmışlardı. Meşalelerle gemiyi tutuşturacaklarını anlatıyorlar ve yolcuları tehdit ediyorlardı. Meşalelerin kızıl ve titrek alevlerinin dalgalı denize, bulutlu semaya aksiyle manzara bir kat daha vahşileşiyordu.
Zeynel Ağa’nın teşvikiyle beyaz çarşaflar, mendiller açılıp sallanarak teslim işaretleri verildi.
Korsanlar yanaşarak gemiye atladılar. Dümeni, kumandayı ele aldılar. Bütün gemicileri birer birer bağladılar. Gemide nakit ve mal namına her ne varsa soydular.
Gemi pupa yelken Girit Adası’na doğru giderken içeride sorgulamalar, görüşmeler gerçekleştiriliyor; kimin, nereden, ne kadar para getirtip kendini satın alabileceğinin pazarlıkları yapılıyordu.
Son karar bildirildi.
“Para getirtip fidye ödeyemeyecek olanlar, köle ve cariye diye esir pazarlarında satılacaktır!”
3
Saray Entrikacıları
Kara Mustafa Paşa kendini kabul ettirmiş, eşine az rastlanır, namuslu ve güçlü sadrazamlardan biriydi.
Saraydan yetişmiş ve sarayların içyüzünü, hanedan üyelerinin kıymetini anlamıştı. Sonra uzun müddet yeniçeri ağalığında bulundu. Ocak denilen zorbalık merkezinin harap ve berbat çevresini, işleyişini iyi tanıdı.
Sultan Murat’ın meşhur Bağdat seferinde yanında bulunmuştu. Kıymetli hizmetleri üzerine sadrazam oldu.
Sultan Murat’ın vefatı üzerine Deli İbrahim tahta geçtiği zaman Sadrazam Kara Mustafa Paşa yeniçerileri sindirmiş, büyük bir nüfuz ve kuvvetle hükümeti ele almıştı.
Fakat ötede, Dördüncü Murat’ın nüfuzunu kırarak bir kenarda bıraktığı Valide Sultan vardı. Kösem Valide diye şöhret bulan Mahpeyker Sultan evvelki nüfuz ve kuvvetini geri almak istiyor, Kara Mustafa Paşa’yı çekemiyor, oğlu Deli İbrahim’i Sadrazam aleyhine kışkırtıyordu.
Yeniden saray entrikaları meydana çıkmıştı. Padişaha karşı bu entrikaların muhalif kanadını oluşturan gözde hasekilerin, cariyelerin, hemşire sultanların, ulema takımının, yeniçeri zorbalarının ve Cinci Hocanın önünde Kösem Valide Sultan gidiyordu. Bunların hepsinin müşterek bir hasımları vardı:
Sadrazam Kara Mustafa Paşa.
Çünkü Sadrazam, ulema denilen çıkarcı cahillerin oyunlarını bozmuştu. Yeniçeri zorbalarına baş kaldırtmıyor, saray entrikalarına ve yağmalarına meydan bırakmıyordu. Padişahı korkutmuş, sindirmişti. Cinci Hoca ile avenesi de ondan titrerdi. Hasılı bütün nüfuz ve kudret onun elinde idi.
Nihayet Kösem Valide Sultan’ın şeytanlığı galip geldi. Padişah ile yeniçeri zorbalarının arası iyileşti. Sadrazam, Deli Hünkâr ’ı yeniçerilerle korkuturdu. Zorbaları yalnız kendi kuvvetiyle tutmakta olduğuna inandırmıştı.
Valide Sultan, Cinci Hoca vasıtasıyla Padişahı gizli gizli yeniçeri zorbalarıyla görüştürdü. Yeniçeri ocağının ağaları da Padişahın yanında Sadrazamdan şikâyete başladılar.
Sultan İbrahim, Cinci Hocası olacak genç, edepsiz softanın büyüklüğüne ve mucizelerine inanmıştı.
Cinci Hoca Hüseyin Efendi yakışıklı bir genç olduğu için onu kadınlar da takdir ederdi. Saraydaki birçok gözde, onun nefesinin tesirinden istifade için hastalıklar icat ediyorlardı. Cinci Hoca sarayda okumak, nefes etmek bahanesiyle her daireye giriyordu. Büyük bir itibar kazanmaya muvaffak olmuştu.
Şeytan gibi zeki, çok kuvvetli, çok cesur bir adamdı. Bütün bu kuvvetlerini büyük bir servet toplamak hırsıyla kullanıyordu. Hırs ve açgözlülüğünün sınırı yoktu. Padişahtan, sultanlardan, hasekilerden aldığı büyük bağışlarla yetinmiyor, siyaset işlerine de burun sokuyor ve para ile valilikler, kadılıklar dağıttırıyordu. Karşısında bu yaptıklarına şiddetle muhalif müthiş bir kuvvet vardı. Sadrazamı attırmak ve idam ettirmek için Deli Hünkâr ’ı kandırmak hiç de güç bir şey olmadı. Çünkü o da Sadrazamdan korkuyor, onu istemiyordu. Bir sebep icat ettiler, nihayet Sadrazam idam edildi.
***
Kara Mustafa Paşa’nın ortadan kalkmasıyla memleket ve idare bir girdaba doğru süratle yuvarlanmaya başladı. Sarayları dolduran kadın erkek türlü türlü mecnunları zaptedecek hiçbir kuvvet kalmamıştı. Müthiş bir curcuna, bir keşmekeş hüküm sürüyor, yeniçeri zorbaları şımardıkça şımarıyordu.
Az zaman sonra meşhur şair, Şeyhülislam Yahya Efendi de vefat etti. Memlekette yeniçerilerden daha büyük bir bela olan, ulema namı altındaki cahiller sürüsünü zaptedecek bir kuvvet kalmadı. Saraylıların başında Yusuf Paşa, ulema sürüsünün başında Cinci Hoca vardı. Bunlar birleşerek Padişahı pençelerinin arasına aldılar.
Mertlik, kahramanlık zamanı değildi. Hileler, fitneler arasında koşan kalleşler yüz buluyor, iş görüyordu.
Sadarete Sultanzâde Mahmut Paşa getirilmişti. O da her emre itaat ederek yağmacılıkta bütün devlet ileri gelenlerini geride bırakacak bir kalleşti.
Bu keşmekeş içinde İstanbul’da yer yer gizli cemiyetler ve külah kapmak için tuzaklar kuruluyor, fitne kazanları kaynatılıyordu.
Hobyar Köşkü’nde de bu maksatla bir içki âlemi tertip olunmuştu.
Köşkün dağ tarafı bağlar, bahçeler arasından Haliç’e bakıyordu. Hobyar Kadın sarayda büyümüş, bütün entrikalara karışmış, şeytan gibi zeki, melek gibi güzel bir afetti. Her işe burnunu soktuğu sırada nasılsa Kösem Valide Sultan’ın gazabına uğramış, saraydan atılması istenmişti.
İşlediği suç, bir çuvala konulup Sarayburnu’ndan akıntıya atılmasını gerektirecek kadar büyük değildi. Sarayda birçok dostları, yandaşları vardı. Ona acıdılar. Çeyizi düzülerek, devletin ileri gelenlerinden İbrahim Ağa adında birine verildi. Çırak çıkarıldı.
İbrahim Ağa rint, laubali, şen, neşeli, delişmen bir Bektaşi idi. Dünyada zevkinden, içki âlemlerinden başka hiçbir şeye önem vermezdi. Genç, güzel, pek zeki karısını da erenler divanına soktu. Hobyar tekvin devranını gördü, dört kapı âlemini öğrendi, cem âlemlerinde birçok saygın kadın tanıdı. Bektaşilik muhitinde yüz güzelliği mânâlı ve çok önemli bir şeydi. Hobyar da çok parlak ve nadide bir güzelliğe sahipti. Erenler arasında yüksek mertebelere çıktı.
Köşkte sık sık gönül ehli canlarla Cam-ı Cem âlemleri tertip olunur, bazen de fitne fesat cemiyetleri kurulurdu. İşte bugün de böyle bir cemiyet toplanmıştı. Gelenlerin çoğu Bektaşi idi. Fakat Bektaşi olmayanların da davet edildiği olurdu.
Bugünkü cemiyette Sultan İbrahim’in anne ayrı hemşirelerinden Belkıs Sultan da hazırdı. Bu sebeple kadınlar erkeklerden ayrı olarak toplanmışlardı.
Belkıs Sultan’la Hobyar’ın her ikisi de Kösem Valide’nin hışmına, zulmüne uğramışlardı. Düşmanları müşterekti. Aralarında pek samimi bir yakınlaşma meydana gelmişti. Her ikisi de saray ve şehir entrikalarıyla meşgul olur, “İhtiyar Cadı” dedikleri Kösem Valide Sultan’ın kuyusunu kazmaya çalışırlardı.
Her ikisinin de güzelliği, zekâsı, saraylardaki tanıdıkları, yorulmak bilmez faaliyetleri, sönmez kin ve düşmanlıkları kendilerine büyük bir itibar ve kuvvet sağlamıştı. Her şeyden haberdar oluyorlar, her olaydan faydalanmasını biliyorlardı. Sarayda, sahip oldukları kuvvet sayesinde Kösem Valide Sultan ile oğlunun arasını bozmada başarılı olmuşlardı. Deli İbrahim, validesini saraydan uzaklaştırıp sözde bağımsız kalmış, aslında Cinci Hoca ve Yusuf Paşa gibi entrikacıların pençesine düşmüştü.
Düşmanları müşterek olduğu için Belkıs Sultan ve Hobyar Kadın ile Cinci Hoca arasında tanışıklık vardı. Hatta Kara Mustafa Paşa’yı düşürmek, idam ettirmek için de hep el birliğiyle çalışmışlardı.
Kardeşinin zulmüyle kocası Nakkaş Paşa idam olunup bütün mal varlığına el konulduktan sonra Belkıs Sultan ihtişam ve debdebeden mahrum, sade bir hayat yaşamaya başlamıştı. Arabaları yoktu. Buraya ihtiyar bir kölesinin eşliğinde yürüyerek gelmişti. Kendisini karşılamaya çıkan Hobyar Kadın’a, “Çok terliyim. Bahçede oturamayacağım. Yukarı çıkalım, terimi alayım. Sonra bahçeye ineriz,” dedi. Yan yana yürürlerken ilave etti:
“Sana gizlice anlatılacak önemli haberlerim var.”
Yukarıda oturunca Hobyar Kadın büyük bir merakla sordu:
“Önemli haberleriniz neye ilişkindir? Acaba benim de haber aldığım şeyler mi?”
“Benim aldığım haberleri İstanbul’da hiç kimsenin duyabilme ihtimali yoktur. Mısır ’dan mektup aldım.”
“Mısır ’dan mı? Kimden?”
“Yetiştirdiğim bir Macar kızı, zeki, güzel bir halayığım vardı. Bütün mallarım gibi onu da haraç mezat satmışlardı. Kızdan şimdiye kadar hiçbir haber almamıştım. Hayret ediyordum. Onu evladım gibi, büyük emellerle büyütmüş, terbiye etmiştim. Pek güzel okur ve yazardı. Bana senelerden beri bir mektup bile göndermemiş olmasından endişeler içinde kaldım. Ve nihayet bir felâkete uğramış, belki de ölmüş olduğuna hükmettim. Kızı unutmuştum. Dün Mısır ’dan gönderdiği bir mektubunu getirdiler.”
“Kızı Mısır ’a satmışlar demek?”
“Evet, hem de Mısır Valisi Maksut Paşa’ya satmışlar.”
“Allah, Allah! Ne garip tesadüf ! Sizin Paşanın idamına sebep olan Kara Mustafa’nın adamı değil mi?”
“Ta kendisi.”
“Vah zavallı kız! O hainin eline düşmüş.”
“Zavallı değil, şeytan gibi bir afettir. O Maksut’un eline değil, Maksut Paşa onun eline düşmüş. Hiç şüphe etmem intikamımızı alacaktır.”
“Bunları size o mu yazıyor?”
“Böyle şeyler mektupla yazılır mı hiç? Bizim hadımağalarından Dilâver vardı. Rahmetli Paşa ile Mısır’a gitmişti. Paşa görevden alındığı ve döneceği esnada Dilâver hasta yattığı için beraberinde gelememiş. Daha sonra Maksut Paşa’ya kapılanmış, Mısır’da kalmış. Nurü’l-ayn Mısır’a gidince Kasr-ı Yusuf ’ta buluşmuş, tanışmışlar. Nurü’l-ayn’a bizim bütün felâketlerimize sebep olanın Maksut Paşa olduğunu anlatmış. Sadık Arap, Mısır ’da kalmak istemeyerek İstanbul’a kaçmış, geldi beni buldu. Nurü’l-ayn’ın mektubunu getirdi.”
“Ben bunda o kadar mühim bir şey görmüyorum.”
“Görmüyor musun? Ayol, ben şimdi Maksut Paşa’nın Mısır ’da nasıl yaşadığını, neler yaptığını, bütün sırlarını biliyorum. Maksut, Kara Mustafa’nın yetiştirdiği adamlardandır. O da Arnavut’tur. Bu yılanın başını ezmek, hem intikam almak, hem de bundan istifade ederek tekrar saraya çıkmak mümkün olacak…”
“Nasıl?”
“Onu sonra, sırası gelince etraflıca anlatacağım. Sen şimdi beni Cinci Hocayla bir görüştürmenin yolunu bul.”
“Ondan kolay ne var. Ne zaman arzu ederseniz Hocayı davet ederim, burada görüşürsünüz.”
Belkıs Sultan biraz düşündükten sonra, “Önümüzdeki pazartesi günü olur mu?” dedi.
“Neden olmasın? Hoca her gün karşıya, tersaneye gidiyor. Girit seferi için donanma hazırlamakla meşgul.”
“Girit seferiyle Hocanın ne ilgisi var?”
“Yaa! Gördünüz mü? Sizin bilmediğiniz sırlar hakkında da benim bilgim var.”
“Anlat rica ederim, merak ediyorum.”
“Cinci Hoca Anadolu Kazaskeri iken Mekke Kadılığını çok büyük para karşılığında birine satmış. Kadı, Mekke’ye gidince orada vefat edecek bütün hacıların malını, parasını zaptedeceği cihetle kazanacağı binlerce altının mühim bir kısmını Cinci Hocaya getirecekti. Mekke’ye giderken karşılarına Girit korsanları çıkmış, Kadıyı esir etmişler. O da İstanbul’dan para getirterek kendini satın almış, kurtulmuş. Kurtulmuş ama Mekke’ye gidemediği için Cinci Hocaya söz verilen altınlar gelmemiş. Hoca da oldukça hiddetlenmiş. O zaman araları pek iyi olan Kösem Valide Sultan’la Silahtar Yusuf Paşa’yı kandırmış. Deli’ye, Ne demek Efendim, Girit kâfirleri sizin kuvvetinizden, büyüklüğünüzden korkmayarak bir hacı gemisini, Darüssaâde Ağası Sümbül Ağa ile Mekke Kadısını, bütün hacıları esir etmiş. Bu küstahlığın cezasını vermek gerekir. Bir donanma gönderelim, Girit Adası’nı zaptedelim, demiş. Deli de razı olmuş. Kara Mustafa’nın bıraktığı hazineler var ya! Cinci Hocanın intikamını almak için o hazinenin de bütçeye katılması ile sefer hazırlıklarına başlanmış.”
“Girit seferinin Hocanın keyfi için açıldığını, bunda da onun parmağı olduğunu bilmiyordum.”
“Hocanın buraya soktuğu parmak öyle sıkıştı ki; şimdi ne yapacağını bilemiyor.”
“Girit seferi zannettikleri gibi kolay olmadı, uzadı. Hazinede paralar suyunu çekti. Zorluklar artınca Hocanın düşmanları fırsat buldular. Onu Padişahın gözünden düşürmeye çalışıyorlar. O da makamını koruyabilmek için Girit seferini başarıyla neticelendirmek istiyor.”
“Fakat şimdi Sadrazamla da, Valide Sultanla da arası bozulmuş.”
“Evet, lakin Valide Sultanı yenmeyi başardı. Gözdelerden Kaya Sultan’a, bilhassa Şekerpare’ye çattı. Saray bunların elinde demek… Kösem Valide, Topkapı’da, bağlar arasındaki köşke atıldı. Saraya gelmesine izin verilmiyor. Orada düşmanlarına diş biliyor.”
“Ya Sadrazam?”
“Onun makamı baki. Fakat Hocanın cinleri yakında onu da çarpacak sanırım.”
“Öyleyse vaziyet iyi demektir. Hele bir kere Hoca ile görüşelim. Bizim de onun cinlerine çok yardımımız olur.”
Dışarıdan gelen çalgı, çengi sesleri bunları da davet ediyordu sanki. Kalkıp bahçeye doğru yürüdüler.
4
Kasr-ı Yusuf’ta
O zamanlar Mısır Valiliği âdeta hükümdarlıktı.
İstanbul ile ulaşım ve haberleşme pek güç ve nadir olduğu için uzakta, kendi âleminde yaşayan bu büyük memlekete en ziyade sevilen, itimat edilen vezirler gönderilirdi. Daha sonraları en çok para verenler tayin olunmaya başlanmıştı.
Valinin ne yaptığını, Mısır ’ı nasıl idare ettiğini arayan soran yoktu. İstenilen şey hazine payının gününde gönderilmesi; saraya, Babıâli’ye sık sık kıymetli hediyelerin takdim edilmesiydi.
Valiler ancak İstanbul’a külliyatlı para yetiştirmek, oradaki zavallıları idare etmekle makamlarını koruyabiliyorlardı. Bütün gayret ve iktidarlarını para toplamaya, aciz halkı soymaya hasrediyorlardı. İstanbul’a gönderilecek hazinelerden başka kendisi için de büyük bir servet toplamak fırsatını kaybetmek isteyen yoktu. Mısır’dan dönen her vali muhakkak zengindi.
Mısır Valisi Nakkaş Paşa, damat olmasına güvenerek ahaliyi soymak hususunda bütün eski valilere rahmet okutacak derecede ileri gitmişti. Bundan başka Babıâli’ye de önem vermiyor, hazineye göndermesi gerekeni de göndermeyip, bütün topladığı hazineleri kendine mal ediyordu.
Sadrazam Kara Mustafa Paşa çok zeki, kararlı ve cesur adamdı. Nakkaş Paşa’nın kendisine önem vermeyişine çok gücendi. Padişahın hemşiresi onun alınmış olacağını hiç düşünemedi. Sadrazam, Deli İbrahim’i kandırarak eniştesinin azledilmesi için bir ferman çıkarmada başarılı oldu.
Nakkaş Paşa İstanbul’a geldiği zaman gemiler dolusu mal ve eşya getirdi. Doğruca karısı Belkıs Sultan’ın sarayına giderek Sadrazamın semtine uğramadı. Hiddeti artan Sadrazam, Deli Hünkâr ’a eniştesinin Mısır’dan getirdiği hazineleri, pek kıymetli eşyaları anlatarak, onun hırsını tahrik etti. Nakkaş Paşa’nın sahip olduğu eşyaya el konulması için ikinci bir ferman çıkarttı. Mısır Valiliğine de hemşerilerinden Maksut Paşa’yı gönderdi.
Kara Mustafa Paşa’nın Maksut’a o kadar ilgisi ve itimadı vardı ki, “Benden sonra sadrazam olmaya lâyık yegâne kişidir,” derdi.
Maksut Paşa, Sadrazamın ilgi ve korumasına güvenerek Mısır’da Kasr-ı Yusuf ’ta gerçek bir hükümdar gibi debdebe ve ihtişam içinde yaşıyordu. Harem dairesi de saray kadar kalabalıktı. Fakat kadınların çoğunluğunu Habeşî, zenci halayıklar oluşturuyordu. Rum, Çerkez, Gürcü, Rus dilberler nadirdi.
Maksut Paşa’nın o zamanlar pek nadir olan bir özelliği vardı. Hevesi gelip geçici değildi. Beğendiği bir kadını sever, onunla yetinir, vefa gösterirdi. Son göz ağrısı olan bir Gürcü kızının doğururken vefat etmesine pek üzülmüştü. Sarayı dolduran kadınlar arasında üzüntüsünü giderebilecek, kendisini teselli edecek, sevilmeye lâyık bir kız bulamıyordu.
O esnada İstanbul’a hazine götürmeye kethüdası Zeynel Ağa’yı memur etmişti. Zeynel’in kılığı, kıyafeti, hali, hareketi kaba görünürdü fakat ruhen pek ince, fikren pek zarif bir adamdı. Paşanın kethüdası olmaktan öte, arkadaşı idi. Onun her halini, zevkini, huyunu bilirdi. Ona İstanbul’dan güzel, terbiyeli, nazik bir cariye alıp götürürse pek makbule geçeceğini düşündü. Kendisine bu cariye vasıtasıyla minnettar kalacak Maksut Paşa üzerinde daha etkili bir nüfuzunun olacağı da hesaba dâhildi tabii.
Birçok esirci evini gezdikten sonra nihayet Nurü’l-ayn’ı Mısır Valisine takdim edilmeye lâyık görmüştü. Yüksek bir fiyatla satın aldığı kızı beraberinde Mısır’a götürürken ruhunu, ahlâkını, yeteneklerini daha iyi tanıyor, tanıdıkça kıymetini daha yüksek buluyordu.
Geminin esir alındığı, Nurü’l-ayn ve Suphi ile beraber Girit korsanlarının eline düştükleri vakit, bu taze ve nazik kızın gösterdiği cesaret ve kuvvete hayran olmuştu. Suphi, Nurü’l-ayn’dan daha büyük, daha kuvvetli olduğu halde ondan akıl, fikir, cesaret alır; onun emir ve işaretiyle hareket ederdi.
Girit korsanlarıyla görüşmeler yapıldığı sırada Nurü’l-ayn öyle isabetli fikirler verdi ki, Zeynel Ağa da güzel kıza sormadan hiçbir iş göremez oldu. Onun güzelliğine, aklına, fikrine, pratik zekâsına hayran olduğu kadar ağırbaşlılığını ve namusunu da takdir ediyordu. Suphi’nin kendisine âşık olduğunu kız da anlamıştı. İhtimal o ki bu genci kendisi de sevmiş ve beğenmişti. Fakat Suphi’ye cesaret verecek en küçük bir zaaf göstermiyor, onu daima saygılı davranmaya mecbur ediyordu.
Aslında Suphi de Zeynel Ağa’ya verdiği söze tamamıyla uyuyor, Nurü’l-ayn’a karşı kardeş gibi görünüyordu.
***
Zeynel Ağa ile Nurü’l-ayn’ın ve Suphi’nin birbirine karşı vaziyetleri garip bir şekil almıştı.
Kendilerini kurtarmak için Zeynel Ağa’nın Mısır ’dan getirttiği para ellerine ulaşana kadar esarette geçirdikleri zaman samimiyetlerini arttırdı. Her iki erkek de mesut yaşıyor, ertesi günü düşünmüyorlardı. Düşünen ve vaziyeti anlayan sadece Nurü’l-ayn idi.
Nurü’l-ayn pek ince bir kadın bakışı ve hissiyle bu adamların kalbini okuyordu. Her ikisinin de kendisine başka başka hislerle âşık olduğunu biliyor, her ikisini de ağırbaşlılık ve nezaketle arzu ettiği gibi kullanıyordu.
Zeynel, Nurü’l-ayn’a onu ilk gördüğü anda, daha esirci evinde hayran olmuştu. Fakat onu kendi halinden, makamından çok yüksek, çok mümtaz bulduğu için bir insaf ve takdir hissiyle efendisine, Paşasına lâyık gördü. O fikir ve karar ile satın aldı.
Zeynel zeki bir İstanbul çocuğu idi. Kültürü ve görgüsü vardı. Tabiatın kendisini güzellikten mahrum bıraktığını, yaşının ilerlediğini bilirdi. Kısa boylu, esmer ve şişmandı. İnce bacakları üstünde koca göbeği, koca kafası, ablak yüzü, küçük burnu, ince dudakları ve seyrek bıyıkları tuhaf bir manzara oluşturuyordu. Yalnızca bir yeri güzeldi. Gözleri…
Gözlerinden parlak bir zekâ, derin bir şefkat, büyük bir vicdan nuru okunurdu. Bunun dışında sevilecek hiçbir şeyi bulunmadığını kendisi de bilir, itiraf ederdi. İhtiyarlamıştı. Yaşı elliyi geçiyordu. O pek güzel, çok zeki, henüz on sekiz yaşında taze kızı delice bir aşk ile sevmenin ve ondan karşılık beklemenin divanelik olacağını biliyordu.
Nurü’l-ayn’ı daha iyi tanıdığı, onun ruhundaki derin fikirleri okumayı başardığı zaman, yaradanın bu pek parlak ve pek güzel eserini Maksut Paşa’ya da lâyık görmemeye başladı. Güzel kızın Kasr-ı Yusuf Sarayı’nda mutsuz olacağını tahmin ediyordu.
Suphi’nin Nurü’l-ayn’ı yalnız sesi için değil, bütün özelliklerini takdir ederek derin bir aşkla sevdiğini anlamıştı. Gerçi Suphi güzel kız için kalbinde günden güne büyüyen muhabbeti fevkalâde bir azim ve gayretle gizlemeye çalışıyordu. Fakat zavallı âşığın kalbini, Nurü’l-ayn gibi Zeynel de bütün açıklığıyla okuyordu.
Bir zaman geldi, Zeynel bir başkasına lâyık gördüğü bu iki genci birbirine bağışlayıp baş göz etmeyi düşündü. Bu fikir hoşuna da gitti ve kafasında onu tatlı hülyalarla büyüttü. Mademki Suphi’yi evlat gibi kabul etmişti, bu iki genci evlendirmeyi, kendisinin de şefkatli bir baba gibi onların yanında tatlı bir hayat yaşama hayalini gerçekleştirmeyi düşündü. Yalnız kaldıklarında uzun bir konuşmadan sonra bu fikrini Nurü’l-ayn’a açtı.
“Benim hepimizi rahatlıkla geçindirebilecek kadar servetim var. Dünyada hiç kimsem yok. Arzu ederseniz Mısır’a gideceğimize İstanbul’a dönelim. Orada Suphi ile evlenir, rahat ve huzurlu bir hayat yaşarsınız. Ben de yanınızda bir baba gibi mesut olurum,” dedi.
Nurü’l-ayn birkaç dakika kadar tereddütler içinde kaldıktan sonra cevap verdi:
“Müsaade ediniz, etraflıca, iyice bir düşüneyim. Yarına kadar bir karar verir, size söylerim. Bu fikrinizi Suphi’ye açtınız mı?”
“Hayır, henüz ona bir şey söylemedim.”
“İsabet!”
Nurü’l-ayn birdenbire kendisine sunulan bu teklif üzerine tereddütler içinde kalmıştı. Fakat biraz düşününce kalbinde derin kökler salmış olan büyük arzular karşısında tereddütleri sona erdi. Zeynel Ağa’nın parlak bir şekilde anlattığı rahat hayatın resmi zihninde soluverdi.
Nurü’l-ayn’ın kültürüne, zekâsına, fikirlerine, her şeyine galip gelen pek kuvvetli bir hissi vardı. Çok açgözlüydü. Servet ile istikbale, şan ile şöhrete sonsuz bir hırs ve iştahla tutkundu. Belkıs Sultan bu hırsı beslemiş, büyütmüş, genç kızın kalbinde saraya girmek, sultan olmak, Padişahı ve memleketi pençesine almak arzusu derin kökler salmıştı. Kendisi gibi güzel, zeki bir esirden başka bir şey olmayan Hürrem, Safiye, Mahpeyker Sultanlara benzemek istiyordu. Çünkü zemini, zamanı eskisinden daha müsait buluyor; kendini Roksalanlardan, Sofia Baffolardan, Anastasyalardan daha güzel, daha zeki, daha haklı görüyordu.
Bir aralık Suphi’yi düşündü. Evet, bu genç çok yakışıklı, çok zeki, çok hassastı. Kendisine derin bir sevdası olduğunu biliyordu. Kalbini yokluyor, Suphi’ye karşı ilgisiz olmadığını anlıyordu. Fakat Suphi için beslediği sevginin, büyük arzularına ve hırsına galip gelmekten pek uzak olduğunu çarçabuk anladı. Zeynel’in teklifini kabul edip Suphi’nin eşi olarak İstanbul’a dönecek olursa bütün arzularına, bütün hayallerine veda etmesi gerekeceğini düşündü. O durumda da bedbaht olacağını hissediyordu.
Suphi’nin muhabbetini reddetmeyerek onu ümitler içinde yaşatmak, gelecekte onun aşkından yararlanmak mümkündü. Evet, Suphi’ye karşı ilgisiz değildi. Bu güzel genç için kalbinde bir meyil ve muhabbet hissediyordu. Fakat bu hissiyat şiddetli ihtiraslarına mağlup oluyordu.
Epeyce düşündükten sonra kararını verdi. Suphi’yi sevecek, yanında ve emri altında bulunduracak, emellerine ulaşmak için bir alet gibi kullanacaktı.
İstanbul’a istediği gibi şanlı bir şekilde dönüp saraya girebilmek için öncelikle Mısır ’a gitmek, Belkıs Sultan ile Nakkaş Paşa’nın felâketlerine ve bilhassa kendisinin bütün emellerinin yıkılmasına sebep olan Maksut Paşa’yı görmek, muvaffakiyetler göstermek, büyük bir servet toplamak hayallerini besliyordu.
Ertesi gün Zeynel Ağa’ya, “Bir kere Mısır’a kadar gidelim. Mısır ’ı, Maksut Paşa’yı görmek, tanımak istiyorum. Üçümüz müttefik olduktan sonra oradan kaçmak arzu ettiğimiz zaman mümkündür. Kararımızı orada veririz. Şimdilik Suphi’ye hiçbir şey açmayınız,” dedi.
***
Henüz Kahire’nin Özbekiye civarı şöhret kazanmamış, yeni saraylar, sayfiyeler yapılmamıştı. Vali, Kasr-ı Yusuf Sarayı’nda otururdu. Saray eski bir bina idi. İstanbul sarayları tarzında kıymetli halılar, Hint kumaşları, Şam ipeklileri ile süslenmişti.
Sarayın harem dairesini boy boy, renk renk cariyeler doldurmuştu. Nurü’l-ayn bu çevreye girince hayretler içinde kaldı. İstanbul’da, Belkıs Sultan’ın sarayında gördüğü, alıştığı vakar ve sükûnete karşılık burada karınca yuvası gibi bir kaynaşma, bir lâubalilik vardı. Bir sultan, hâkim bir hanım bulunmadığı için hadımağaların düzensiz idaresi altında kalan bu bir sürü kadın ve daire pek perişandı.
Maksut Paşa, kâhyası Zeynel’in kendisine takdim ve hediye ettiği cariyeyi pek beğendi. O akşam harem bahçesinde şarabını Nurü’l-ayn’ın elinden içmek istedi. Şakilik ederken büyük bir vakar ve zarafet gösteren, saz çalıp şarkı söylemekte harikalar yaratan Nurü’l-ayn’ın her hal ve hareketi Paşanın gözünde kıymetini arttırıyordu. O kadar ki neşesi tamam olunca Paşa, Nurü’l-ayn’a hayran bir şekilde, “Ben sana esir oldum,” diyerek bir öpücük için ricada bulunmaya başladı. Diğer bütün cariyeleri kıskandırıyor, ondan başka kimseye iltifat etmiyordu.
Paşanın bu derece büyük iltifatını herhangi bir cariye kendisi için şeref ve muvaffakiyet sayarken Nurü’l-ayn ilgisiz ve kibirli duruyor, elini bile öptürmüyordu. İlgi göstermeyen, dudakları üzerinde uçan tebessümleri ile daima nezaket, zarafet saçan bu güzel kızın hiçbir temasa gelmemekteki inadı Paşanın hayret ve arzusunu arttırdı. Hadımağalarına, “Halvet olsun… Bizi Nurü’l-ayn ile yalnız bırakınız,” emrini verdi.
Meclis dağıldı. Sazlar, sözler, danslar bitti. Etrafı bir sessizlik kapladı. Paşa mahmur gözleriyle Nurü’l-ayn’a hayran ve meftun bakakalmıştı. Bu kahredici ve baskıcı Paşa, güzel kızın önünde cazibesine kapılmış gibi diz çöktü. Titreyen elleriyle ona sarılmak istiyor, bir buse için yalvarıyordu.
O zaman genç kız vakur ve samimî bir tavırla Paşayı elinden tuttu, kaldırdı. Kendi de geçip karşısına oturdu. Yavaş yavaş, sohbet eder gibi söylüyordu.
“Paşam! Ben daha çocukluğumda en yüksek çevrelerden en derin belaların tam ortasına düştüm. Felâketler, acı tecrübeler görerek büyüdüm. Beni ne kamçı, ne işkence, ne de ölüm yıldırabilir. Hepsini gördüm ve dayandım. Hayatta kati bir azmim ve arzularım var. Beni hakiki bir muhabbetle sevecek, ebediyen bana bağlı kalacak vefakâr bir erkeğe eş, namuslu bir anne olmak isterim. Çocuklarımı büyütmek için tertemiz kalmasını istediğim ellerime, kocamdan başka hiçbir erkek el süremeyecektir.”